9 Ekim 2021 Cumartesi

Geliyordu Gelmekte Olan! 

Geldim. İşte Yine Buradayım

 

Uzun süredir blogta yazmıyordum. Daha doğrusu yazamıyordum demeliyim. Aslında yazmayı hep çok istedim, ama adeta elimden gelmedi. Yanlış ifade ediyor olabilirim, yazamamak değil, müsveddelerimi, karalamalarımı, hatta neredeyse tamamlanmış yazılarımı bloğa bir türlü koyamamaktı asıl sorun. Bloğun dizaynını da değiştirmek istiyordum, onu da bir türlü yapamadım.  Kısmetse bir sonraki yazıya artık.


Bu yazıda blogdan uzak kaldığım döneme öncelik verdim. Görün bakın, başıma neler geldi? Merak etmeyin, sadece dram değil, komedi de var. Yazının ikinci kısmını ise tümüyle drama ayırdım. Orada eski arkadaşım Osman Kavala, mahpusluğu ve doğum günü dolayısıyla aklıma gelen ve söylemem gerekenler yer alacak.


Rejimin esiri Osman Kavala













Önce Sağlık Serencamım


Bu blogdan uzak sürede sağlık durumumda da bir dolu gelişme oldu. Kalbim zaten yaralı, by pass, ikinci kez pil, % 33 EF (yani olması gerekenden çok zayıf). Kalbin bu durumu yüzünden her biri büyük bir olay haline gelen önce bir böbrek taşı (2.5 cm, kallavî), ardından bir safra kesesi ameliyatı oldum. Taşımı, Sarı-Siyahlı kardeşim Prof.Dr. Tarık Esen kırdı ve imha etti, safra kesemi de bir başka Sarı-Siyahlı kardeşim Prof.Dr. Orhan Bilge aldı. Tabii ikisine de şükran duyuyorum. 

 

Sonra bir sağlık vukuatsız dönem geçirdiğim söylenebilir. Ama benim bu dönemde de yaşam konforum açısından şikayetçi olmaya başladığım bazı arazlar olmadı değil. Yürürken, merdiven çıkarken, ayakta gözlerimi kapadığımda denge bozuklukları oluşuyordu. Eh, bu yaşta herkeste oluyor böyle şeyler dersiniz ya da ayaktayken kapatma gözlerini dersiniz, tamam haklısınız. Bunun yanı sıra ellerimde, ayaklarımda batmalar, küçük kramplar, hissizleşmeler oluştu. Ya da bunlar uzun zamandır vardı da, ben boşluktan kendimi dinlemeye başladım. Kim bilir? Ama bunlar bende biraz fazla hatta rahatsız edici olmaya başladı.

 

Derhal yine Sarı-Siyahlı, üstüne üstlük sınıf arkadaşım, sevgili Prof.Dr. Oğuzhan Çoban’a gittim. Beni dinledikten ve bir takım muayeneler yaptıktan sonra, beni konunun uzmanı bir meslekdaşına götürdü. Konuyu bu kadar uzatmamın nedeni, bu genç ve olağanüstü hekime yaptığım esprinin de bir yerlerde yazılı olarak kalmasını sağlayabilmek. Sabrınıza teşekkür edeceğim daha sonra.

 

Bu genç Çapalı doktor kardeşim, Dr.Öğr.Üyesi Arman Çakar, inanılmaz bir muayene sürecinin ardından, bir dolu tahlil ve tetkik yaptırdı. Bunların sonucunda bana en son ne zaman kolonoskopi yaptırdığımı sordu ve “on yıl” cevabını alınca “Ziya Bey, lütfen öncelikle ve ivedilikle bunu yaptırın, devamına sonra bakalım” dedi.

 

Açıkçası tavrından biraz şüphelendim, “Hadi canım” dedim içimden, “ben diyorum Çanakkale Boğazı”, o diyor “yandı g.tünün ağzı” tekerlemesi geldi aklıma. 

 

Hemen İntermed’e tıp ve yaşam kalitesi rehberim Dr.Ali Özden Sarıtaş’a koştum. O, derhal arkadaşı Op.Dr. Bülent Koç’u seferber etti ve acilen kolonoskopi yapıldı. Alınan parçalar biyopsiye gönderildi ve işte orada: Rektum-Kolon kanseri (sadece 2.Grad).

 

Neyse ameliyat planlandı. Ben tüm birikmiş tahlil ve tetkik sonuçlarını (bazıları bir aydan uzun sürmüştü) alarak, Dr. Arman’ın yolunu tuttum. Oğuzhan’ın odasına oturdum, biraz sonra Dr. Arman da geldi. Kendisine ilk sözüm şu oldu: “Bu kadar doktora gittim, bu kadar tıp olayı dinledim. İlk kez böyle bir durumla karşılaşıyorum. Bu nedenle, kafamla ilgili BT, röntgen, tahlil ve tetkiklere bakarak, dötümdeki kanseri bulan hekime sonsuz hayranlığımı ve tabii sonsuz şükranlarımı sunarım.”

 

Tahmin edeceğiniz gibi, hem Oğuzhan hem de Arman gülmekten koltuklarından düşüyorlardı az daha. Sonra tahlilleri, sonuçları incelediler. Üzgünüm, burada anlatılacaklar başka bir yazının konusu olacak. (Merak etmeyin, o yazıda da sadece tıp değil, mavra da olacak).

 

Meğer temelde var olan rahatsızlık (Polinöropati) ezici çoğunlukla diyabet kaynaklı bir olay olurmuş. Bende diyabet olmadığından, başka bir kaynağın bulunması, belirlenmesi gerekiyormuş. Kolon ya da rektum kanseri de bunların içinde en düşük olasılıklardan birine sahip olanıymış. O da bana denk geldi.

 

Ameliyatım ve Pandemi
 

Ameliyatın günü, yeri, doktoru belirlenmişti. Tabii gene öncesinde sıkı bir kalp muayenesinden geçirildim. Geçen yılın Mart ayının onuncu  günü Fulya Acıbadem Hastanesi’ne yattım. Ertesi gün sabah ameliyata alındım. Aynı saatlerde sevgili ülkemde pandemi ilan edildi. Benim yattığım hastane de pandemi hastanelerinden biri olarak belirlendi. Tüm bina buna göre organize oldu, çıkabilecek duruma gelen hastalar peyderpey taburcu edildi. Ayın on sekizinde sıra  bana geldiğinde, baktım ki tüm katı hatta hastaneyi kapatmış gibiyim, diğer odalar, katlar boş. Bu ayrıcalığa şımaramadım tabii. Ayrıca o gün hastanenin ilk Koronavirüs hastası kapıdan girmişti.

 

Ardından radyoterapi macerası başladı. Kalbim zorlanmasın diye kemoterapiden kurtulmuştum, onun intikamını en nazik yerlerime radyasyonla ateş ederek aldı tıp camiası.

 

Radyoterapi tedavisi de Levent Neolife Tıp Merkezi’nde Prof.Dr.Ahmet Öber tarafından yürütüldü. Kontrollerden sonra bizi saldılar, hemen Bodrum’a kaçtık. Başka konuya geçmeden Neolife ile ilgili de anlatmak istediğim bir konu var. 

 

Cancer (!) İle İlişkim 

 

Açıkçası bu hastalık, ilk duyduğum andan itibaren moralim üzerinde önemli bir olumsuz etki yaratmadı sanki. Nedenini bilmiyorum, belli varsayımlarım var, ama bunlara başka yazılarda, başka bağlamlarda değinmek istiyorum. Önce kendimde netleştirmeliyim bu fikirleri.

 

Bir ara düşünmedim de değil, bu hastalığa karşı adeta aldırmaz tavrım, 41 (yazıyla kırk bir, Maşallah deyin) yıldır bir Yengeç Burcu kadınıyla mutlu ve başarılı bir evlilik sürdürmüş olmamın verdiği tecrübe ve bağışıklıktan kaynaklanıyor olabilir mi diye. Biliyorsunuzdur, hem hastalığın hem de burcun İngilizce adı Cancer. Nedense bizim tıpçılar, hastalığın adına Cancer’in tercümesi olarak “yengeç” demektense Türkçe söylenişini benimsemişler.

 

Öyle bir aldırmaz havadaydım ki, bir aydan uzun bir süre gidip geldiğim tıp merkezindeki diğer hastaların ve personelin neden asık suratlı olduklarının bilincine varabilmem bir haftamı aldı. Hastalar kanserdi ve personel de onlara hizmet ediyordu yahu. Gülüp oynasalar mıydı?

 

Ben gene de zevzekliğimi yaptım tabii. Her gün kapıdan girişte maske kontrolünün yanı sıra sorgu sual de vardı: “Ateşin var mı, evde hasta olan var mı, yakın çevrende temaslı ya da Korona olan var mı vb?” Benim cevaplar ise şöyleydi: “Elektrikler kesildi, çalışamadım”, “gene bilmediğim yerden sordun”, “herkese bu kadar zor mu soruyorsun vb.” Birkaç gün sonra kapıya yakın görevliler ve bekleme salonunda kapıya yakın oturanlarda, beni görünce gülümseyenler, selam verenler oluştu. Hoş bir durumdu.

 

Bodrum’a Kaçış

 

Radyoterapi faslından sonra Bodrum’a gittik. Güya İstanbul’da çok yoğunlaşan Koronavirüs’ten kaçıyorduk. Ama kısa süre sonra Bodrum da doldu. Benim bütün umudum, Bodrum’da belki beynimin, elimin açılabilmesinde ve bloğuma devam edebilmemdeydi. Fakat heyhat, aynı kabızlık berdevamdı maalesef. Neyse bir de pandemi hapsindeydik tabii. Biraz okudum, biraz yazdım, bol bol uyudum. Bu arada kızım ve torunum da bize katılmışlardı. Önce onlar döndüler, biz de bir Bodrum kışı denemesi başlangıcı yapıp, Şubat ayında İstanbul’a döndük. 

 

Kanser Bitti (Şimdilik ?)


Yeniden kontroller, tabii yeniden o mahut kolonoskopi, tahliller derken, sevgili cerrahım Bülent Koç, bana iki yıl izin verdi, bir sonraki kolonoskopime kadar. Yani demem o ki, şimdilik yırttık gibi bu illetten.

 

İstanbul’un yoğun pandemisinden tekrar Bodrum’a kaçtık. Ama bayramda Bodrum nüfusu bir buçuk milyonu bulunca yeni bir ev hapsi geldi. Bizi buraya getiren bir can dostum ve sevgili eşiyle beraber Bodrum'un seçkin mekanlarında güzel ve nezih kaçamaklar da yaptık saldırgan Covid-19’a rağmen.

 

Bu arada bir yandan kendime gaz veriyorum. “Oğlum Ziya, şu yazma işini tamamen bırakma. Yoksa bu biriktirdiklerin (serde eski Birikimcilik var ya, biriktirip duruyoruz) sana yine ülser, nöropati, kanser olarak geri dönecek. Bu defa beter olacaksın”.

 

Aslında bu sürede yapmış olduğum karalamalar, almış olduğum notlar, neredeyse bir büyük defter dolduruyordu. Ama kimini yarım bırakmıştım, kiminin güncelliği geçmişti.

 

Bir de bazısı çok ağır, bazısı zevzeklik düzeyinde komik, bazısı da beni bile rahatsız edecek kadar sinik yazılar vardı. Onları zaten bloğa koymak istemedim. Böylece bloğa uzun bir ara girmiş oldu. Belki ileride yeniden elden geçirebilirim bazılarını bu yazıların.

 

Peki, Ne Oldu da Bu Yazı Çıkıverdi?

 

Efendim, daha önce (gerçekten) bir kez hayatımı kurtarmış bir arkadaşım, dostum var. Arada bir hayatıma dokunur. Gene dokundu ve bu sefer de beni adeta çürümekten kurtardı. Geçen gün seyrek de olsa attığı tvitlerden birini gönderdi. Tvitin gücü, asaleti ve güzelliği, şundan kaynaklanıyordu: Tvitte arkadaşımın herhangi bir yorumu yoktu; bir yazının başlığı, yazarın fotoğrafı, adı, girişten bir paragraf ve yazının linki. Hepsi bu!

 

Hemen linki tıkladım. Yazıyı okudum. Bir daha okudum. Neden mi? Bir kere artık yaşlandık, kafa eskisi kadar basmıyor. Ayrıca bu zatın yazıları oldum olası zor anlaşılır. Satır aralarına derinlemesine bakmak lâzım. Yazarken ne kadar kıvranmış olduğunu ölçebilmek lâzım. (Bu konuda uzman sayılırım. Ben bekârken bir süre benim evimde beraber yaşamıştık, yazılarını orada yazıyordu. Ben de daktiloda temize çekiyordum. Bu anılar da şu anda yarım olan yazılarımdan birinin konusu. Sırasını bekleyecek).

 

İkinci okumanın sonunda karar verdim ki, ben artık bir şeyler yazmak zorundayım. Söylenecek çok lafım var ve bunlar insanlar tarafından bilinmiyor. Bir de çürüme ya da çatlama ihtimalim var tabii.

 

Tam bu aşamada iki olay daha gerçekleşti. Birinci olay, sevgili Osman Kavala’nın doğum gününün gelmesi ve ortalığın mesajlardan yıkılmasıydı. İkinci olay da, çok sevdiğim bir yazarın, Charles Bukowski’nin (kendisi kahramanlarımdan biri olur) daha önce okumuş ve benimsemiş olduğum bir sözüne rastlamam oldu:


Charles Bukowski ustam

“Beş dakika sonra hayatta olacağımızın bir garantisi yok.O yüzden bugüne kadar kırdığın kişileri ara ve bir daha küfür et."






O iki kez okuyup incelediğim yazıyı bir kenara bıraktım ve kalemi elime aldım. (Önce elle yazıp, sonra bilgisayara geçiriyorum. Hem bir el yazısı antremanı oluyor hem de temize çekerken bir kez de redakte etmiş oluyorum.)

 

Gariban Osmanım, (Kavala tabii)

 

“Osman Kavala, 27 Aralık 2010 sabahı ya da bir gün önce Cezayir toplantı salonunda Dani Rodrik ve Pınar Doğan’ın Balyoz Davası belgelerinin bir kısmıyla ilgili şüphelerini basına sunacakları bir toplantı yapacaklarını bildirdi ve beni davet etti.” 

 

Bu paragrafı Ahmet İnsel’in Bianet'teki 28/10/2017 tarihli yazısından aldım. (Linki yazının sonunda)

 

Şimdi biraz önceye gidelim. Ergenekon davası denen garabet sürmekteyken, Taraf gazetesinde Mehmet Baransu’nun bulduğu belgelerin 20 Ocak 2010 tarihinde yayınlanmasının ardından, 22 Şubat 201’da ilk Balyoz tutuklamaları gerçekleşti. Ardından başka tutuklamalar geldi ve salıverilmeler, yakalama kararları, yeniden tutuklamalar silsilesi sonucunda sanıkların çoğu, tutuklu olarak geçirdikleri farklı süreler sonunda, 21 Eylül 2012’de farklı hapis cezalarına çarptırıldılar. 

 

Yargı sefahati uzun süre daha devam etti, çeşitli aşamalardan geçildi. Beraat bile ettiler. Sonuçta yine on dört sanığın daha önce bozulmuş olan müebbet hapis cezaları kesinleşti ve yaşlı başlı generaller, rütbeleri de sökülerek, adeta ölümüne içeri girdiler.

 

Burada ben davanın tüm gidişatı üzerinde durmayacağım. O bir dolu farklı yazının konusu olabilir. Nitekim birçok yazan oldu da. 

 

Benim üzerinde durmak istediğim, Ahmet İnsel’in bahsettiği o toplantı ve onunla bağlantılı olarak kimi aydınların, entelektüellerin, solcuların, sosyalistlerin, kendini bu kategorilerden birine de sokan basın mensuplarının, aynı kategorilerden köşe yazarlarının, hasılı bu toplantıya davet edilip (hem de Osman Kavala tarafından davet edilip) katılmayan, şerefli, haysiyetli, daha bilmemneli zevat.

 

Önce, Pınar Doğan ve Dani Rodrik Kim?

 

Pınar Doğan, Balyoz Davası’nda yargılanan ve şu sırada hapishanede müebbet hapis cezasını çekmekte olan Em.Org. (pardon, er, rütbeleri söküldü) Çetin Doğan’ın kızı. Dani Rodrik de damadı. Biliyorsunuzdur, Dani Rodrik, Harvard Üniversitesi, John F. Kennedy School'da Uluslararası Politik İktisat Profesörü. Oldukça ünlü ve ödüllü bir bilim adamı. İstanbul doğumlu, High School ve Robert Kolej’den Osman Kavala’nın arkadaşı.


Pınar Doğan - Dani Rodrik çifti

Aslında gerek Ergenekon gerekse Balyoz davalarında, ilgili herkesin kolayca fark ettiği, fakat görmezden geldiği, bazılarının ise gizlice alkış tuttuğu sahte deliller, usulsüzlükler (buna ayrıca geleceğim), tahrifatlar, teknik uyuşmazlıklar vb. iki önceki paragrafta sıraladığım zevat tarafından dikkate alınmadığı gibi, bu konular açıldığında açıkça iktidarın yanında yer alındı.Bu aksaklıklara dikkat çekenler, “postal yalayıcı”, “darbe heveslisi”, “darbeci”, “cuntacı” ve hatta “faşist” olarak nitelendirildiler. Bu bir dolu kurgu ve sahte delil gibi tezgahların belirlenmesine en ciddi ve bilimsel olarak yaklaşanlar, Pınar Doğan ve Dani Rodrik oldu. 

 

Balyoz'un 2.baskısı


Pınar Doğan ve Dani Rodrik, birincisi Aralık 2010’da yayımlanan “Balyoz-Bir Darbe Kurgusunun Belgeleri ve Gerçekler”, ikincisi Şubat 2014’te yayımlanan “Yargı, Cemaat ve Bir Darbe Kurgusunun İç Yüzü” adlı iki kitapla dertlerini anlatmaya çalıştılar. Bu arada erişebildikleri her yerde, toplantılarla, basın bildirileriyle, uluslararası kuruluşlara yaptıkları başvurularla davanın bir kumpastan ibaret olduğunu duyurmaya uğraştılar.

 

Osman’ın Daveti ve Cezayir Toplantısı

 

Ahmet İnsel, akşamüzeri toplantı yerine gittiğinde, salonda çok az kişinin olduğunu üzüntüyle tespit etmiş. Gazeteci olarak hatırladığı kadarıyla Amberin Zaman, Aslı Aydıntaşbaş, Soli Özel ve Kadri Gürseloradaymış. Bir de Ahmet İnsel’in dışında Ayşe Buğra ve Hakan Altınay. (italikler Ahmet İnsel'in)

 

Osman Kavala, Rodrik ve Doğan’ı kısaca tanıtan ve hukuk güvenliğini yitirmenin herkes için ne kadar büyük bir tehlike oluşturduğunu vurgulayan bir giriş yapmış.

 

Ardından Rodrik ve Doğan, sunumlarını gerçekleştirmişler, söz alanlar ve yorum yapanların sorularını cevaplamışlar. 

 

Toplantı bittiğinde, Osman  Kavala toplantıyı kısaca değerlendirirken, birçok gazeteciyi, köşe yazarını davet etmesine rağmen, çok azının gelmiş olmasına hem hayret ettiğini hem de bunu vahim bulduğunu belirtmiş.


Sanki başına gelecekleri o günden görmüş gibi.

 

Peki, Ben Ne Diyorum Şimdi?

 

Aslında söylemek istediğim bir dolu lafı söyleyemiyorum. Yukarıda Bukowski ustamın yukarıda koyu harflerle yazdığım tavsiyesine uysam bile söyleyeceklerim yetersiz kalacak biliyorum.

Şimdi de Osman'ın davetine katılmamış olanlar
el kaldırsın haydi





















O salonda beleş içki servisi yapılan davetlere eksiksiz katılan kadroların bu toplantıya neden yüz vermediklerini de biliyorum. Bu toplantıyı düzenleyip gelmekte olan tehlikeye dikkat çekmeye çalışan Osman kardeşimin bizzat o tehlikenin en acımasız, en aşağılık biçimine maruz kalmasından sonra, o zaman onun davetini görmezden, duymazdan gelmiş olup, onun yokluğunda gerçekleşen doğum günlerinde boy gösteren zevata diyebileceklerim konusunda yetersiz kalıyorum.  
 

Bütün bunlardan daha elim ve vahim olarak, tam bu yazının içerik ve konusunu belirlemişken, Paris’teki panelden Ahmet İnsel, Nilüfer Göle, Ethem Eldem ve Orhan Pamuk’un söyledikleri gelince, artık kendimi iyice aciz hissetme noktasına geldim. 

 

Hiç merak etmeyin, birkaç günde kendimi toparlarım. O arkadaşların hakkı olanı onlardan esirgememek gerek (değil mi Bukowski usta?).

 

Osman’dan Ricam

 

Bu arada en kısa zamanda özgürlüğüne ve ailesine kavuşmasını dilediğim Osman’dan da bir ricam var. Osmancığım, biliyorum sen benim gibi acıması eksik bir adam değilsin. Sen insanlara asla kıyamazsın. Ama yine de bana kulak ver. Bunu sosyolojik bir deneme olarak düşün. 


Var mı aranızda Osman'ın davetine çağırıldığı halde gitmemiş olan?

 

O on sene önceki toplantıya çağırdığın ve gelmemiş olduğunu hatırladığın biriyle karşılaşırsan, şunu soruver: “O gün neden gelmedin?” Aslında kişileri tek tek hatırlamana da gerek yok. Onlar hemen etrafını saracaklardır, hangisine sorsan olur.

 

Okurlardan Ricam

 
Aşağıda vereceğim iki linki lütfen ziyaret edin. Birincisinde benim özetlemeye çalıştığım konuyu biraz daha detaylı görecek ve son zamanlarda yaygın kullanım kazanan “riya”, “haysiyet” gibi kelimelerin içlerinin aslında nasıl da boşaltılmış olduğunu fark edeceksiniz.
 
İkincisinde ise FETÖ kumpası olduğu kanıtlanmış olduğu halde daha önce beraat etmiş yaşlı generallerin ancak tabutla çıkabilecekleri hapislere nasıl atıldıklarına ilişkin tüm bilgiler var. Benim ısrarlı tavsiyem ve ricam, “utanç duvarı”, “memleketimizden insan manzaraları” ve “sözde liberal demokratlar” başlıkları altındaki yazıları üşenmeden okumanız. Orada rastlayacağınız bazı isimler, kendilerini bugün hala sütten çıkmış ak kaşık gibi sunmaya gayret ediyorlar. 
 
Halbuki ben de dahil olmak üzere birçok arkadaşım, onların bazılarının (çoğunun, hadi elini korkak alıştırma, alayının) ellerini, gezi şehitlerinin, Ergenekon, Balyoz vb. davalarda hayatını kaybeden masumların kanları yüzünden, beyaz değil, kan kırmızı görüyoruz.

Önemli not: Bu yazıyı bitirdiğim gün Osman Kavala'nın esaretini 26 Kasım'a  uzattılar. Unutmadan ekleyeyim, onun bu günahsız esaretinde de kan kırmızı ellilerin katkıları inkar edilemez.


Okuma önerileri:


Ahmet İnsel'in yazısı:


 https://m.bianet.org/biamag/siyaset/191042-balyoz-davasinda-ilk-aykiri-basin-toplantisi-ve-osman-kavala

 

Pınar Doğan ve Dani Rodrik’in bloğu      


https://balyozdavasivegercekler.com


 

“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam…”
 
“Bana soracak olursanız Kartaca mutlaka yıkılmalıdır”
 
“Si vis pacem, para bellum”
 
“Barışı istiyorsan, savaşa hazır ol”
 

27 Nisan 2020 Pazartesi

Merd-i kıpti şecaatin arzederken

sirkatin söyler imiş

Zorunlu bir dönüş


Oldukça uzun zamandır yazı yazmıyordum. Bazen Facebook’ta iki satır, bazen Twitter’da bir iki cümle, o kadar. Bloğu neredeyse terkettim. Geçenlerde girmek istedim, az kalsın şifresini bulamıyordum.

Bu bir çeşit küskünlük, bir çeşit çaresizlik, yorgunluk, bıkkınlık vb. türü nedenlerden kaynaklanıyor olabilir. Hani kırk yıldır her gün Ağlama Duvarı’na gidip dua eden Yahudi’ye sormuşlar: “Kırk yıldır her gün burada dua ediyorsun, hiç kabul olan bir dileğin oldu mu?” Adam içini çekmiş. “Vallahi” demiş, “sanki kırk yıldır duvara konuşuyorum”. 

Benimki de o hesap. Yazmışım, söylemişim, saymışım, sövmüşüm. Tık yok. Okunmadığından değil, her yazıyı kaç kişinin okuduğu görülebiliyor. Bazı yazılara imzasız yorumlar filan da konduğu oluyor, ama o kadar.

Şimdiye kadar hedef aldıklarımdan (ki bunlar çoğunlukla ‘Yetmez ama evet’ tayfası) “haklıymışsın, hata yapmışız” ya da “sen hatalısın, biz haklıydık” diyen çıkmadı. Arada bir Facebook’ta söven, eden çurçurları saymıyorum. Benim hedefimdekiler onların ağababaları idi.

Bunları isim isim saymak gereksiz. Hem herkes onları tanıyor, hem de onlar kendilerini çok iyi tanıyorlar. Adları tek tek sayılarak hem de adlarına bölümler açılarak kitaplar bile yazıldı. Onlardan yine çıt çıkmadı.

Aslında bu kendiliğinden oluşmuş kolektif sessiz tavrı anlayamıyor değilim. Ne de olsa fi tarihinde ben de onların çoğuyla birlikteydim (tabii AKP iktidarından çok önce). Huyunu, suyunu bildiğim, tavrını tanıdığım insanlardır çoğu.

Bu arada bizim hiç mi hatamız yoktu, elbette vardı. Bu çocukların (tabii aslında ağabeylerinin) geçirmiş oldukları büyük değişimin boyutlarını, küskünlüklerinin şiddetini anlayamamıştık belki.

Bunu söylerken YAE tavrı almış herkesi, mesela Hasan Cemal, Baskın Oran, Oya Baydar vb. isimleri katmıyorum. Benim burada konu ettiklerim, daha çok, bir zamanlar aralarında bulunduğum tayfa.

Kendini harcama pahasına yıllarca yel değirmenlerine saldıran Don Kişot misali, sosyalizme yeni bir vizyon getirdiğini anlatmaya çalış, önerilerde bulun, işlerine gelen fikirlerini alsınlar ama seni görmezden gelsinler. Eh, bir yere kadar tabii. Sonunda o yel değirmenlerinin senin bakışında temsil ettiği büyük kitleyi, Türkiye solunun büyük bir bölümünü, düşman, hatta canavar gibi görmeye başlarsın.

Bir ufak örnek (mealen): 2010’lar gibi yayınlanan bir dergiye verdiği röportajda bu arkadaşlarımdan biri, eskaza bu solun iktidara gelmesi durumunda, ülkede beş milyon kişiyi kesebileceğinden bahsediyordu.

Eh, bir de seni solun Aşil topuğu olarak görmeye çoktan başlamış Siyasal İslam ile muhabbetin artınca, gelsin Abant toplantıları, Yazarlar Vakfı iftarları, Said-i Nursi kitabına önsözler vb.

Siyasal İslam’la bir başka ortak nirengi noktan da M.Kemal ve Kemalizm düşmanlığı. Bu öyle gözü kara bir düşmanlık ki, bu ülkede Siyasal İslam’ın en güçlü temellerini, yapıtaşlarını döşeyen 12 Eylül darbesini bile Kemalist bir hareket olarak görmene sebep oldu. Belki hâlâ da öyle görüyor olabilirsin.

Aslında büyük genellemeler yapmak doğru değil, çünkü bu YAE hareketine kendince önderlik etmiş olanların, çok farklı nedenleri, güdüleri, ihtirasları olabilir. Bunları tekil kişiler üzerinde tespit etmeye çalışmak bence fuzulî. Mesela, Baskın Oran’ın nedeninin ne olduğu aslında benim için çok da fifi.

Ama bu konuyu o kadar da boş geçmemek lazım. Bazı genel hatlar, ortak nedenler de belirlenebilir belki.

Tarihten bir örnekle anlatmaya çalışayım. Rivayet odur ki, Osmanlı’nın en güçlü ve gaddar padişahlarından Fatih Sultan Mehmet, gücünün doruklarındayken bile, hocaları Ak Şemseddin ve Molla Güranî’nin bilgilerine ve fikirlerine başvurur, onlara büyük hürmet gösterirmiş.

Şimdi, cahil olduğunu kestirebileceğin bir adam ya da adamlar, sana daha ilk günden el uzatıyor, “abi, bir parti kuruyoruz, şunun programına bir el atıver” diyorlar. Sende ışıklar yanıyor. O günden sonra o adamın ya da adamların erişebileceği en yüksek nokta, Fatih Sultan Mehmet olmak. Ama sen daha o dakikada Ak Şemseddin ve/veya Molla Güranî’sin. Artık genç Fatih, her sıkıştığında ya da tökezlediğinde, sana koşacak, soracak, öğrenecek ve senin dediğini yapacak. Hatta bazen sıkışmasına bile gerek kalmadan sen ufak müdahalelerle onu doğru demokrat, hatta ileri demokrat çizgiye sokacaksın.

Şimdi YAE önderleri, abilerim, eski dostlarım (arada tanışmadıklarım da var, olsun, çoğu beni tanır). Bu zor karantina günlerinde sizi başkalarının duymayacakları bir yer bulmaya çalışın ve oraya gidip avazınız çıktığı kadar bağırın, sizi temin ederim, çok rahatlayacaksınız: “Ulan, Allah kahretsin, herif haklı!”

Önderler dışında kalan geniş kesimin nedenleri de ileride akademik ve bilimsel olarak incelenecektir mutlaka. Benim öyle bir derdim yok. Bu konuda sabit fikirli ve “sınıflandırmacı” sayılabilirim.

Bunların bir kısmı, zaten şu veya bu nedenle “Hayırcı” büyük kitlede yer alamayanlar, orada kendine yer bulamayanlar, gene bir kısmı “sürüden ayrılanı kurt kapar” ürküntüsü içinde olanlar, bir kısmı da “farklı ya da ayrıcalıklı olmanın manevî ezikliğinden sado-mazoşist bir zevk alanlar”. Bunlara, sondakilere “kendi çapında çıkıntı” ya da “ayrıksı” gibi nitelemeler de atfedilebilir. (Bak. Baskın Oran).

Birinci ve üçüncü gruplardakiler beni ilgilendirmiyor esasen. Ama ikinci grupta çok arkadaşım var ve bunların o açmazda kalmış olmaları beni o zamanlar çok üzdü. Önderlere çok güvenmişlerdi ve bir alternatif bulamadılar ya da yaratamadılar herhalde.

Peki, gelelim beni bu kadar zaman sonra klavye başına oturtan nedenlere.

Yıllardan beri bu insanlardan, yukarıdaki grupların hangisinden olursa olsun, fark etmez, bir özeleştiri, bir özür bekledim. Öyle yalapşap, yasak savarcasına ya da diz çökerek günah çıkartırcasına değil. Olması gerektiği gibi. Vakur, dürüstçe. Sadece o büyük hataya neden ve nasıl düştüğünü değil, onu oraya sevk eden temel görüşlerinin içerdiği hataları da açık yüreklilikle sergileyerek.

Belki biraz sert bir örnek olacak ama, bu görüşümü farklı bir örnekle netleştirmek istiyorum. Mesela Abant Toplantıları’nda verildiği söylenen diş kiraları ya da yurtdışına yapılan beleş seyahat konuları beni zerrece ilgilendirmiyor. Ama o toplantılara ya da yurtdışındaki panel, konferans gibi etkinliklere giderek Siyasal İslam’a meşruiyet kazandırılmış olması beni kolayca affedemeyeceğim kadar ilgilendiriyor. İşte özeleştirisini ya da özrünü beklemiş olduğum konu bu.

Çünkü bu, kendini sosyalist olarak tanımlıyor olmana rağmen, solu nasıl görüyor ve sola nasıl tavır alıyor olmandan daha önemli. Siyasal İslam’ı nasıl olur da bu ülkenin geleceği için soldan daha yararlı görebilirsin? Buna yol açan temeldeki görüşün nedir? Hatalı mıdır, düzeltmen gerekir mi?

Burada bir itirafta bulunmam gerekiyor. Nedenini kendime sormaya hiç gerek bile duymadım, ama ben bu “Yetmez Ama Evet” olayına çok takmış durumdayım. Öyle ki, on yıldan bu yana iktidarın neden olduğu her türlü olumsuzluğu bir şekilde buraya bağlayabiliyorum. Çünkü bence tüm gidişatın en önemli noktası, 12 Eylül 2010 referandumudur.

Şimdi mutlaka en sevdiğim salak, yüzünde “işte şimdi taktım” ifadesiyle şunu söylüyordur: “YAE’cilerin toplam sayısı ya da oranı neydi ki, referandumun sonucunu etkilemiş olsunlar?”

Açıkçası bu yanılsamaya bizim de kapıldığımız durumlar oldu. Fakat şu anda kesin emin olduğum bir şey var: Sorun bu değil. Tek bir kişi bile “Yetmez Ama Evet” demiş olsa da, fark etmez. Bizim sorunumuz “Evet” diyen milyonlarla değil, “Yetmez Ama Evet” diyen o tek kişiyledir. Çünkü o tavır, sıradan bir tavır değil, sola karşı ve Siyasal İslam’dan yana bir ideolojik tavırdır. Kendisi dışında gördüğü solu, faşist, cuntacı, darbeci olarak niteleyebilmiş bir tavırdır. Ve sol görünüm altında sunulmuş olduğu için, bizim meselemizdir.

Bir faktör daha: YAE’ci grubun dış dünyada Siyasal İslam’a sağladığı meşruiyet, özellikle önderlerinin isimlerini ortaya koyarak gösterdikleri çabalar, referandumdaki oy yüzdeleriyle ölçülemeyecek kadar önemli ve tabii zararlı sonuçlara yol açtı. Bu da beklenen özeleştiri ve/veya özrün önemli bir kısmını oluşturmalıydı.

Heyhat. Özeleştiriymiş gibi sunulan “ama ben şu konuda kitap bile yazdım (konusu kel alaka)”, “şunu şu yazılarımla teşhir ettim”, birkaç gün sonra geri alınan “kandırıldım”, en hoşu ise “Tayyip beni kandırdı, bana ihanet etti” (vallahi söyleyen, yazan oldu, hem de meşhur) türünden ifadelere rastlandı, ama bunların yukarıda tarif ettiğim özeleştiri ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktu.

Uzuyor, daha da uzuyor. Hemen kesmem lazım, çünkü bir tür yazma şehvetine kapılmış olabilirim. Bu kadar yazı aniden nereden çıktı? Çok normal canım. Ne yapabilirdik?

Tam yerine denk geldi
Manzara koyduk.

İşte sorunun yanıtı:


T24 Bağımsız İnternet Gazetesi'nde Hasan Cemal'in 

23 Nisan 2020 tarihli yazısı



23 Nisan'ın 100. yılında bir soru: Erdoğan 23 Nisan'ı sevebilir mi?

Yıllar önce "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir demek, koskoca bir yalandır" diyen Erdoğan'dı

Yıl 1995, Refah Partisi’nin Ümraniye teşkilatının açılışı, Erdoğan kürsüde konuşuyor:
Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir           
demek, koskoca bir yalan! 
Allah, hâkimiyetin kesin sahibidir.
Erdoğan kürsüde konuşuyor:
Tutturmuşlar, laiklik elden gidiyor! Bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek. Sen bunun önüne geçemezsin ki. 
Erdoğan kürsüde konuşuyor:
Bir buçuk milyarlık İslam âlemi, Müslüman Türk milletinin ayağa kalkmasını bekliyor. Kalkacağız. 
Onun ışıkları gözüküyor. 
Bu kıyam başlayacak. 
Tarih, 14 Temmuz 1996.
Gazeteci, Milliyet'ten Nilgün Cerrahoğlu teybini Erdoğan'ın önüne koyup, 
"İktidara geldiğiniz zaman İslam’a aykırı kanun kalkacak mı?" diye soruyor.
Erdoğan yanıtlıyor:
Refah din değildir, eşittir İslam değildir. Ama Refah'ın referansı İslam’dır. Referansımıza ters hiçbir şey yapmak ve yaşamak istemiyoruz. 
Gazeteci soruyor:

Referansınıza ters kanun kalkacak mı? 
Erdoğan yanıtlıyor:
Tabii kalkacak. Kanunları da insanlar yapar. Şu ana kadar demokrasiyi bizim gibi anlayan, bizim gibi yaşayan ve yaşatmaya gayret eden bir parti gelmedi.
Gazeteci soruyor:
            Demokrasi amaç mı, araç mı?
Erdoğan yanıtlıyor:

Ha burada bizim bir ayrılığımız var. Biz diyoruz ki, demokrasi bir araçtır,           demokrasi amaç değildir. 

 Temmuz 1996 Milliyet, Nilgün Cerrahoğlu

(ziyanınorası'ndan ufak bir uyarı, görmeden geçmeyin: Hasan Abi, koskoca yazıda sadece bir noktayı  kırmızı çerçeve içine almış. NC soruyor: Ben de tesettüre mi gireceğim? Erdoğan yanıtlıyor: Şart değil. Şekildir bunlar.)


Şimdi ben soruyorum:"Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir demek, koskoca bir yalandır" diyen bir Erdoğan 23 Nisan'ı sevebilir mi? 
Şimdi ben soruyorum:"Allah, hakimiyetin kesin sahibidir" diyen bir Erdoğan 23 Nisan'ı sevebilir mi?
Şimdi ben soruyorum: "Tutturmuşlar, laiklik elden gidiyor! Bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek"  diyen bir Erdoğan 23 Nisan'ı sevebilir mi?

Şimdi ben soruyorum: "Bizim referansımız İslam'dır, referansımıza ters kanun tabii kalkacak"  diyen bir Erdoğan, 23 Nisan'ı sevebilir mi?
Şimdi ben soruyorum: "Demokrasi bir araçtır, amaç değil" diyen bir Erdoğan 23 Nisan'ı sevebilir mi?
Sevebilmesi için kökten değişmiş olması lazım. 
Oysa Erdoğan'da böylesine bir radikal değişim gözlenmiyor. (*)
Erdoğan, 23 Nisan'dan da, 29 Ekim'den de, Atatürk'ten de hoşlanmaz. 
23 Nisan, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, der çünkü...
29 Ekim, millet egemenliğinin üstüne oturur çünkü... 

Atatürk, 23 Nisan ve 29 Ekim'le din ve devlet işlerini birbirinden ayıran laiklik kapısını açtı çünkü...
Atatürk, "Biz Cumhuriyet'i kurduk, Cumhuriyet, 

demokrasinin bütün icaplarını sırası geldikçe tatbikata koymalıdır" diyen bir devrimcidir çünkü...
AtatürkDoğu değil Batı demiştir çünkü...
Atatürk, "Bütün gayretimiz Türkiye'de modern, yani Batılı bir yönetim kurmaktır. 

Uygarlığa katılmayı arzu edip de Batı'ya yönelmemiş millet hangisidir" diye sormuştur çünkü...
Atatürk, 1923'te Cumhuriyet'i ilan ederken, 

"Bir Avrupa Türkiyesi, Batı'ya yönelmiş bir Türkiye" demiştir çünkü...
Uzun lafın kısası:

Yüzü Batı'ya değil Doğu'ya dönük bir Erdoğan... 
Demokrasi ve hukuk devletini boşlamış bir Erdoğan...
Millet egemenliğinin simgesi TBMM'yi dışlamış bir Erdoğan...
Laiklik ilkesini, kadın-erkek eşitliğini vitrin süsü yapmış bir Erdoğan...
Bugün, 23 Nisan 1920’nin yüzüncü yıldönümünde hangi nutku çekerse çeksin inandırıcı olamaz.
Son söz:
23 Nisan'la 29 Ekim'i gerçek rayına oturtmak ve Cumhuriyet'i demokrasiyle taçlandırmak 

yolundaki mücadele bu topraklarda devam edecek.
Nokta.


* Erdoğan değişti - değişmedi tartışmaları özellikle 2000'li yılların başında bir ara çok sıcaktı. Benim adımın da sık geçtiği bu konunun renkli bir hikâyesi, Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor isimli kitabımın (Everest Yayınları) 349-359. sayfaları arasında yer alır. 

----------------------------------------------------

(ziyanınorası'ndan not):
Hasan Abi, dilerim ileride Hasan Abi değişti - değişmedi tartışmalarının yer aldığı yazılar, kitaplar yazılmaz. Öylemesine bir dilek işte, Önemli değil.
Bu yazıda belgelerin tarihleri büyük önem taşıyor. Cerrahoğlu'nun röportajı taa 14 Temmuz 1996 tarihinde yapılmış. İllaki okumuşsundur Hasan Abi. Sen de 8 Haziran 2005 tarihinde birlikte ABD'ye uçmuşsun. Diz dize oturup sohbet  etmişsin Airbus'ta. Ne anlattı da seni referandumda 2010'da Yetmez ama evetçi yapacak kadar etkiledi?
Erdoğan-HasanCemal uçak ile ilgili görsel sonucu