IŞİD Videosu
Kahrolası videoyu görmek istemiyordum. Şu yakılan
gençlerin videosunu. Önce sadece bir iki resim gördüm, yetti. Olayı duyduğumda,
daha resimleri görmeden, Nazım Hikmet’in bir şiiri kafama takılıverdi. Yazının
sonuna koydum. Çok güzeldir, çok vurucudur, çok güçlü bir soru sorar.
Altmış iki yaşındayım. Elle tutacağım kadar
yakınımdaki ölümler çok erken başladı. Dedemi kaybettiğimde yedi, annemi
kaybettiğimde ise oniki yaşımdaydım. Sonra da çok ölüm gördüm çevremde, çok
yaşadım.
Bir kıyaslama yapmak ya da bir ölçü belirlemek ne
kadar doğru bilmiyorum, ama ölüme ilişkin en büyük acının, evlat acısı olduğuna
dair genel kabul görmüş bir yaklaşımı ben de benimsiyorum. Kahretsin, çevremde
bunun örneklerini de gördüm.
Kimileri, belki biraz acımasızca da olsa, bu acının
da dereceleri olduğunu iddia ediyorlar.Çok da yanlış değil galiba.
Mesela oğlunun ya da kızının ölüm haberini almış,
ama şu ya da bu nedenle ölü bedenini görememiş, kendi meşrebince yanağını öpüp
vedalaşamamış, arada bir başında dua edip evladıyla konuşabileceği bir mezara
koyamamış bir anne ya da babanın acısı belki biraz daha fazladır, bilemem.
Tabii ki, asla bilmek de istemem.
İki askerin ölümlerine ilişkin resimleri gördükten,
hele mecburen videoyu seyrettikten ve bunlardan birinin alev alev yanarken
“anne” diye seslendiğini duyduktan sonra, zaten uzun zamandır bozuk olan
ayarlarım tamamen şaştı. Neden mecburen seyrettim? Üzerine yazı yazmaya karar
verince, bu kahrolası mecburiyet peşinden geldi. Dün gece boyunca beynimi yiyen
düşüncelerin, duyguların haddi hesabı yok. Tabii, bugün de.
İtiraf ediyorum, bunların önemli bir kısmını nefret
duyguları oluşturuyor. Ama öncelikli yer, seslenilen anneye ayrılmış durumda.
Dilerim, ölünceye kadar bu resimlere ya da videoya rastlamaz. Evladını canlı
bir meşale değil, askere giderkenki ya da izine geldiğindeki haliyle hatırlama
şansına erişir. Tabii aynı dilek, diğer anne için de geçerli.
Şanı büyük yüce devletimiz, askerlerimizin yanmış
bedenlerini ailelerine getirmeyi beceremez ise, o annelerin başında
ağlayabilecekleri birer mezar bile olmayacak.
Tut ki, getirildiler. Anneleri babaları son bir defa
veda etmek, yanaklarını öpmek için evlatlarını görmek istediklerinde ne olacak?
Onlara kim, ne diyebilecek?
Videonun sonunda saçı sakalına karışmış bir
ızbandut, “Müslümanların öcünü bu şekilde aldık, eğer siz askerlerinizi
çekmezseniz, savaşan bütün askerlerinizin sonu bu şekilde olacaktır. Artık bu
görüntülere alışacaksınız. Ve kendi gözlerinizle onların nasıl yandıklarına
şahit olacaksınız. Onların çığlıklarını duyacaksınız....” diye höykürüyor.
Hangi dilde mi höykürüyor? Tabii ki Türkçe. Çünkü o
şerefsiz, buradan giden “öfkeli gençlerden” biri. Burada küfür
etmiyorum, ama tüm küfür hazinemi kullansam bile tatmin olamayacağımı biliyorum.
O yaratığa karşı mı? Asla. O ancak bir harf alabilir. Geri kalanı silsile-i
meratipe göre yukarıya doğru.
Gelelim büyük ustanın şiirine. İlk ağızda yukarıdaki
konudan farklı gibi algılanabilir. Yukarıda yazdıklarım ölümün sebep olduğu
acılara, Nazım’ın şiiri ise ölümlerin muhtemel (sınıfsal) farklılıklarına
ilişkin gibi algılanabilir. Dolayısıyla da “ne alakası var, canım” denebilir.
Biraz dikkat! O videoda yanarken görülen evlatlar,
çalışabilecekleri bir iş bulamadıkları için, geçimlerini sağlamak ya da bir
aile kurabilmek için askerlik yapan gençler. Yani fakirler. Şiiri bir de bu açıdan
okuyun lütfen. Tabii bir de yukarıda bahsettiğim ölüm acısının adaleti
açısından.
ÖLÜME DAİR
Buyrun, oturun dostlar,
hoş gelip sefalar getirdiniz.
Biliyorum, ben uyurken
hücreme pencereden girdiniz.
Ne ince boyunlu ilâç şişesini
ne kırmızı kutuyu devirdiniz.
Yüzünüzde yıldızların aydınlığı
başucumda durup el ele verdiniz.
Buyrun, oturun dostlar
hoş gelip sefalar getirdiniz.
Neden öyle yüzüme bir tuhaf bakılıyor?
Osman oğlu Hâşim.
Ne tuhaf şey,
hani siz ölmüştünüz kardeşim.
İstanbul limanında
kömür yüklerken bir İngiliz şilebine,
kömür küfesiyle beraber
ambarın dibine...
Şilebin vinci çıkartmıştı nâşınızı
ve paydostan önce yıkamıştı kıpkırmızı kanınız
simsiyah başınızı.
Kim bilir nasıl yanmıştır canınız...
Ayakta durmayın, oturun,
ben sizi ölmüş zannediyordum,
hücreme pencereden girdiniz.
Yüzünüzde yıldızların aydınlığı
hoş gelip sefalar getirdiniz...
Yayalar-köylü Yakup,
iki gözüm,
merhaba.
Siz de ölmediniz miydi?
Çocuklara sıtmayı ve açlığı bırakıp
çok sıcak bir yaz günü
yapraksız kabristana gömülmediniz miydi?
Demek ölmemişsiniz?
Ya siz?
Muharrir Ahmet Cemil?
Gözümle gördüm
tabutunuzun
toprağa indiğini.
Hem galiba
tabut biraz kısaydı boyunuzdan.
Onu bırakın Ahmet Cemil,
vazgeçmemişsiniz eski huyunuzdan,
o ilâç şişesidir
rakı şişesi değil.
Günde elli kuruşu tutabilmek için,
yapyalnız
dünyayı unutabilmek için
ne kadar çok içerdiniz...
Ben sizi ölmüş zannediyordum.
Başucumda durup el ele verdiniz,
buyrun, oturun dostlar,
hoş gelip sefalar getirdiniz...
Bir eski Acem şairi :
«Ölüm âdildir» — diyor,—
«aynı haşmetle vurur şahı fakiri.»
Hâşim,
neden şaşıyorsunuz?
Hiç duymadınız mıydı kardeşim,
herhangi bir şahın bir gemi ambarında
bir kömür küfesiyle öldüğünü?...
Bir eski Acem şairi :
«Ölüm âdildir» — diyor.
Yakup,
ne güzel güldünüz, iki gözüm.
Yaşarken bir kerre olsun böyle gülmemişsinizdir...
Fakat bekleyin, bitsin sözüm.
Bir eski Acem şairi :
«Ölüm âdil...»
Şişeyi bırakın Ahmet Cemil.
Boşuna hiddet ediyorsunuz.
Biliyorum,
ölümün âdil olması için
hayatın âdil olması lâzım, diyorsunuz...
Bir eski Acem şairi...
Dostlar beni bırakıp,
dostlar, böyle hışımla
nereye gidiyorsunuz?
Son
Sözler Asrımızın Liderinden
“HAMDOLSUN EL BAB HALLOLMAK ÜZERE!
Bakınız El Bab… Birileri kuru sıkı atıyor. Dünyayı biz
mi kurtaracağız? Kilis’e bomba düşünce neredesin ey devlet diyorsunuz! Bunlar
ne saf insanlar. Biz boşuna mı terörden arındırılmış güvenli bölge açıklamasını
en başından beri yaptık. İşte şimdi El Bab hamdolsun hallolmak üzere! Silahlı
Kuvvetlerimiz ÖSO ile orayı da hallediyor.”
¨Şüphesiz şehitlerimiz, canımızı yakıyor. Ama şunu da bileceğiz ki, bir toprağın vatan olması için şehide, gaziye ihtiyacı var¨.
“Ceterum censeo Carthaginem esse
delendam...”
¨Şüphesiz şehitlerimiz, canımızı yakıyor. Ama şunu da bileceğiz ki, bir toprağın vatan olması için şehide, gaziye ihtiyacı var¨.