27 Nisan 2015 Pazartesi

Dönülmez akşamın ufkundayız, 


vakit çok geç, Baransu geldi!


Uzun zamandır içimde bir sıkıntı vardı. Sevgili liberal aydınlarımız, HDP’ye destek vereceklerini kitleler halinde açıklamaya başladıklarından beri de iyice rahatsız hissetmeye başlamıştım kendimi. Üstüne üstlük bunların bir kısmı, destek vermenin de ötesinde, militan HDP’liler haline gelmekteydi. Adeta bir déjà vu yaşıyorduk.

Aynen referandum öncesindeki gibi, bu defa da HDP’ye karşı söylenen en ufak bir söz, en ufak bir eleştiri, “vesayetçi”, “antidemokratik”, “Kürt düşmanı”, “ulusalcı” vb. yaftalara hedef olunması için yeterliydi.

Yaşanmakta olan bütün gelişmelere ve kendilerine yöneltilen tüm eleştirilere rağmen, YAE konusunda bir özür ya da özeleştiriye asla yanaşmayan bu kişiler, bir kez daha bu kadar net bir tavır almaya nasıl cesaret  edebiliyorlardı? Onlar açısından ne değişmişti? Kılavuzlarını mı değiştirmişlerdi ki, burunlarının bu sefer temiz kalacağına güveniyorlardı? İdeolojik bakış, duruş ve tavırlarını tümüyle gözden geçirip, kendilerini sessizce hatalarından mı arındırmışlardı? Peki, bu sessizce yapılabilir miydi? Yine yanılmaları durumunda, bir kez daha yüzsüzlüğe verip, pardon bile demeden geçiştirmeyi mi hedefliyorlardı?

Kafam bu sorularla meşgulken, öldürücü darbe geldi. Hepimizin pek sevdiği ve takdir ettiği (!) mümtaz şahsiyet Mehmet Baransu, tutukluluğunun 51’inci gününde ilginç bir özeleştiri yapmıştı. Böylece de ahlaken birilerinin fena halde önüne geçmiş ve zaten niyetleri olmamasına rağmen muhtemel özür ve özeleştiri fırsatlarının önüne kalın bir set çekmişti. Sevgili liberallerimiz ve YAE’cilerimiz bir gün aydınlanıp özeleştiri vermeye kalksalar bile, artık Mehmet Baransu’nun arkasında kalmış olacaklardı.

Bu kadar laf ettikten sonra Baransu’nun eleştirisini okumamış olanlar için buraya koymamak olmaz. Tabii, herhangi bir muhtemel çamura karşı, özeleştirinin tamamını koyacağım. Bekleneceği gibi mümtaz karakterinin olmazsa olmazı birtakım demagojik numaralara da başvurmuş, bunları italik vereceğim, ama herhangi bir sansür olmayacak.  

***********************************************************

İşte Baransu karşınızda:


“Darbe planını ve seminerini haber yapmak, tek başıma örgüt kurup yönetmek, kurduğum örgüte üye olmak suçlamasıyla 51 gündür tutukluyum. ‘Sizi önümüze getiren irade tutuklanmanızı istiyor Mehmet Bey’ diyen ‘hukukçular’ başı öne eğik, gözlerime bakamadan tutuklama kararı verdi. ‘Kır kapıyı, içeri gir, Baransu’yu al, biz Meclis’te çoğunluğa sahibiz, yaptığını suç olmaktan çıkarırız’ diyen zihniyet kararı çoktan vermişti çünkü. Susmayacağımı, susturamayacaklarını biliyorlardı. Hücrede ve tek başımayım. Ülkemin çığırından çıkışını, hukuktan kopuşunu, anayasal düzenin yıkılışını ibretle izliyorum… Topluma ve ülkeye karşı işledikleri suçların, yolsuzlukların hesabı sorulamasın diye bir ülkenin yakılışını izliyorum. Tarihe ibretle anılacak günahlar bırakıyorlar. Bu ortamda kader benim inzivaya çekilmeme hükmetti…
İnzivada, hücremde iç muhasebemle baş başayım…

‘Kirlenmiş , kirletilmiş ruhum’



51 gündür kirlenmiş, kirletilmiş ruhumu temizlemeye çalışıyorum. Anlıyor, anladıkça düşünüyor, düşündükçe gözyaşı döküyorum. Kuruyan göz pınarlarımı tekrar ıslatan Rabbim’e binlerce şükür.
Hırsızların önünde diz çöktürmeyip, kendi önünde secde ettiren Rabbim’e hamdolsun. Kaybettiklerimi koca bir dünyada bulamayan bana, küçücük bir hücrede bulduruverdi.
10 metrekarelik sarayımın her bir tuğlası helal. Kaçak, yetim hakkı yenilmiş tek bir çakıl taşı bile yok.
Bıldırcın yumurtaları, altın kadehleri yok bu sarayın.
Beştepe’deki sarayda ruhlar hapisteyken, burada ruhlar özgür.
Yıllarca askeri vesayetle, statükoyla verdiğim kıran kırana mücadelede vardığım sonuç bile değişti.

‘Özür diliyorum’


Ölüm tehditleri arasında, korumalarla geçen son yıllarımda ailemi, çocuklarımı ve kendimi ihmal ettim. Sonunda hücremde anladım ki; Bu ülkenin en büyük sorunu askeri vesayet değilmiş.
Biz değerlerimizi, dinimizi, ahlakımızı yitirmişiz. Bu büyük sorun karşısında askeri vesayetin, statükonun ne önemi var?
Askeri vesayetle, statükoyla canım pahasına mücadele ederken, asıl sorunu göremediğim için; ‘demokrasiyi, hukuku, adaleti, getirecekler’ diye destek verdiğim insanların gerçek yüzünü fark edemediğim için tüm kamuoyundan özür dilerim.

‘Ne deniliyordu’


Ne diyorlardı seminer adı altında darbe toplantısı yapanlar; ‘İstanbul’un üzerine çöküyoruz. Sonra Türkiye’nin. Belediye Başkanlarını, kamu kurumunda çalışanları değiştirip, tutuklayacağız. Acıma yok, tepeleme var. İdris Güllüce’yi ben tutuklayacağım. Liderleri özel operasyonla aynı gece toplayacağız. (Perdede Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan fotoğrafı…) Rejim aleyhtarı dernek, gazeteler, yurtlar, kuruluşların listesi dosyada ve perdede. Çetin Doğan komutanım bunlar kapatılacak. Alışveriş merkezlerine el koyacağız. Yönetime el koyduktan sonra kesintisiz hizmet için listeler hazır komutanım. Belediye Başkanları asker olacak. Belediyeye asker atayacağız. Tüm kilit görevlere asker atayacağız. Yetmediği yerde emekli askerleri atayacağız. 250 bin kişiyi NETAŞ, Burhan Felek, Şükrü Saraçoğlu statlarında toplayıp, sorgulayacağız. Bilahare Ümraniye Cezaevine götüreceğiz. Tutuklayacağız. Cezaevleri yetmezse kışlaları da cezaevine dönüştüreceğiz. Çok zamanımız kalmadı. Hükümetin icraatlarının demokrasiyle engellenmesi mümkün değil. Tutuklanacak, gözaltına alınacak kişilerin listesi el konulacak kurumların listesi, hazır ve dosyada komutanım. Eksikleri tamamlayıp, güncelliyoruz. Harekat günü tüm listeler hazır olacak…’
Konuşmalar böyle uzayıp gidiyordu. Tıpkı hırsızlar gibi bazıları şunu söylüyor; ‘Ses kayıtları doğru, belgeler sahte.’ Balyoz hakkında en çok yazan Sedat Ergin bile ses kayıtlarının gerçek olduğunu açıkça söylüyor. Ses kayıtları gerçekse, o kayıtta komutanın bahsettiği listeler nerede?
Savcılıktaki listeler sahteyse askerlerin bahsettiği gerçek listeler nerede?
Hırsızdan hayırsever çıkaran hırsızlar gibi, statükocular da tüm bu belge, bilgi, kayıtlara rağmen darbecilerden kahraman çıkarmaya çalışıyor.

‘Öz eleştiri yapıyorum’


Bu ülke toptan bir özeleştiri yapmak zorunda… Kendi adıma 51 gündür tek başıma kaldığım hücremde özeleştiri yapıyorum. Kullandığım sert dil başta olmak üzere, dün anlayamadığım, empati kuramadığım kişilerle ve toplum kesimleriyle empati kuruyorum.
Bu özeleştiri ışığında, dün olduğu gibi yarın da haksızlık karşısında dimdik duracağım…
Bu satırlarımı ‘zindandan kamuoyuna’ 51 günlük bir içe yolculuk olarak kabul edin. Tüm kamuoyuna saygılarımla.”

*****************************************************************

Önemli not: Bu yazıda benim HDP’ye ilişkin tavrım konusunda tek bir kelime yoktur. Yakıştırmalarla uğraşmayınız.



Sağlıcakla  kalın

17 Nisan 2015 Cuma

Niyete filan bakma, önce doğru anla (2)


Kişi: Süleyman Demirel


Yine salakça tavır alabilecekler için baştan belirtmekte yarar var. Burada Demirel’den bir tavır, üç de ifade örneği vereceğim. Beni tanıyanlar için vurgulamama gerek yok, Demirel’i sevmem. Hayatımızın baharı onun MC faşolarına karşı dövüşmekle geçti. TBMM’de Deniz’lerin idamı oylanırken iki elini birden evet için kaldırmasını da unutmadık tabii. Ama hakkını da teslim etmek lazım, ne Deniz’i, ne Yusuf’u, ne Hüseyin’i ne de annelerini miting meydanlarında yuhalatacak kadar alçalmadı.

İlk örnek, Demirel’den bir tavır. Özal’ın ölümünden sonra cumhurbaşkanı seçildiğinde, darbeci faşist Kenan Evren’i uçakla aldırıp Ankara’ya törene getirtmiş, bu tavrı çok eleştirilmişti. Attığı hava “devlette küslük olmaz” şeklindeydi, ama esas yaptığı tek bir soru ile açıklanabilirdi: “Nasıl koydum ama?”

(Demirel’in Kenan Evren hakkındaki görüşlerini en net haliyle on altı sayfalık “Zincirbozan Beyannamesi”nde bulabilirsiniz, benden duymuş olmayın, gramını yiyen kudurur).

Şimdi de yine Demirel’den ifade örnekleri. İlki zayıf yönleri olan bir örnek, ama sanırım ilk kez böyle bir açıklamada kullanılıyor. “Bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz”. Tamam zayıf, ama biraz irdeleyelim. Dönem MC dönemi, yani içinde Türkeş’in faşist partisinin de olduğu, komünizm geliyor paniğiyle kurulmuş bir koalisyon sözkonusu.

Demirel, “evet, milliyetçiler adam öldürüyor” dese, tüm koalisyonu suçlamış olacak, doğrudan Türkeş’i işaret etse, koalisyon dağılacak (maazallah komünizm geliverecek). Farklı bir şey yapıyor, bir taşla iki kuş vuruyor: Hem koalisyonu tümüyle suçlu olmaktan kurtarıyor, hem de tersten okunduğunda “adam öldürenler milliyetçiler değil” diyerek, milliyetçiliği kendi üzerine alıp, Türkeş’i milliyetçiliğin dışına itiyor. Türkeş de Demirel’in kendisini savunduğunu zannedip, mutlu oluyor.

Zayıf dedik, ama şunu da vurgulamak lazım. Bugün Arınç’ın, Babacan’ın, hatta Davutoğlu’nun bazı konuşmalarını dikkatlice incelerseniz, bu kadar ince olmasa bile, saray korkusuyla örtülü kullanılmış bu tür ifadelere rastlarsınız. 

Demirel’den ikinci örnek ise, onun toplumsal olaylar karşısındaki vurdumduymazlığını vurgulamak ve mahkûm etmek amacıyla kullanıldı: “Sokaklar yürümekle aşınmaz”. Demokrasinin en iyi örneklerinden biri olan bu sözün kıymeti, Ahmet Davutoğlu’nun “sokağa çıkana müsamaha göstermeyiz” mealindeki sözlerinden sonra herhalde anlaşılmıştır. Anlamadıysanız da, davulun tokmağı az.

Demirel’den üçüncü örnek maalesef gümbür gümbür geliyor, özellikle de solculara. Neden? Çünkü solcular kendi tezlerinin ana önermelerinden birini Demirel’in ağzından duydular ve anlamadılar, üstüne üstlük bunu ayıp bir ifadeymiş gibi damgalayıp, yıllarca ağızlarına sakız ettiler. OdaTV’de 12 Nisan Pazar günkü yazısında Cüneyt Ülsever hâlâ “siyaset meydanının en aşağılık reçetesi ‘dün dündür, bugün bugündür!’ safsatası” ifadesini kullanıyordu. Bu ifade, söylendiğinden bu yana ilkesizliğin en güçlü örneklerinden biri olarak anlatılageldi. Özellikle de Demirel karşıtları tarafından.

Ayıba bak. Kendisine solcuyum, hele hele sosyalistim diyen birinin mutlaka tanıması gereken bir antik çağ filozofu var. Adı Herakleitos. En önemli katkılarından biri, karşıtların birliğidir. Ayrıca “görecelilik” kavramını ilk irdelemiş olan kişidir. Ama en meşhur lafı, “aynı ırmaklara girenlerin üzerinden farklı sular akar”dır. Biz bunu genellikle “aynı nehirde iki kez yıkanılamaz” şeklinde ifade ederiz. Demirel’in “dün dündü, bugün bugündür” ifadesi tümüyle bu esasa dayalıdır. Her yeni gün kendi özgül koşullarında değerlendirilmelidir. Dünün koşulları dünde kalmıştır, bugün yepyeni bir dünya ve yepyeni koşullar sözkonusudur.

Bunun ilkesizlik gibi algılanması ve yorumlanması, bana çok aykırı gelmiyor aslında. Ama ifadenin doğru olduğunu da teslim etmemiz lazım.

Zaten özellikle siyaset alanında bu ifadeyi devreden çıkarabilecek ilkeler de oluşturulabiliyor. Mesela bir parti diyor ki: “Yarınki koşullar ne olursa olsun, bugünden ilan ediyorum ki, AKP ile asla koalisyon yapmayacağım”. Bu türden örneklere ileri demokrasilerde rastlanabiliyor, ama bizde?

Sağlıcakla kalın.


14 Nisan 2015 Salı

Niyete filan bakma, önce doğru anla (1)


Bu yazıda, yanlış söylenen kelimelerden, yanlış algılanmış deyimlerden değil, yanlış algılanmış ve neredeyse tarihe malolmuş bazı tavır ve ifadelerden bahsetmek istiyorum. Yıllar önce söylendiğinde yanlış anlaşılmış olmalarına rağmen, bugün bile o yanlış anlamlarıyla sahiplerine vurmakta kullanılan örnek ve ünlü ifadeler bunlar. 

Siyasetçiler tarafından kullanılan ifadeler, özellikle o alanla ilgilenen kişilerce doğru anlaşılmalı, önü, arkası doğru analiz edilmeli. Bizim insanımız, özellikle de aydınlarımız, hemen kolaycılığa kaçar, söyleyene bakarak sevdiği siyasetçinin söylediği yanlış ifadenin yanlışlığını görmezden gelir, hatta bazen o ifadeyi hiç söylenmemiş kabul eder. Sevmediği siyasetçinin söylediği doğru ifadeyi de yanlış kabul eder, hatta o siyasetçiyi ileride de yerden yere vurabilmek için bu doğru ifadeyi kesinlikle yanlışmış gibi yaftalamayı sürdürür.

Demokrasi Tramvayı


Bu iki tavrı biraz daha açalım ve bir örnek verelim. AKP iktidarının ilk dönemlerinde, hatta yanlış hatırlamıyorsam henüz belediye başkanı iken RTE, “demokrasi bizim için hedefimize vardığımızda ineceğimiz bir tramvaydır” mealinde bir laf etmişti. Niyetini çok net ve açıkça ifade eden bu sözler, daha sonraki bir dolu eylemiyle de tam bir tutarlılık gösteriyor olmasına rağmen, aydınlarımızın büyük bir kesimi tarafından duyulmazdan gelindi. Ben, birçok kişiden, “tamam, belki başta öyle dediler ama paranın tadını aldılar, artık tek istekleri siyasi ve ticari alanda etkin olmak” herzelerini defalarca dinledim. Bu türden birkaç ifadeyi daha hatırlatmakta yarar var: “Yok canııım, bunu da yapacak değiller ya”, “yok canııım, adamlar şimdi neler yapıyorlar (AB palavrası), kalkıp da sonra o dediklerinizi hayatta yapmazlar, çelişir yahu”. Reddetmek, inkar etmek ya da görmezden gelmenin bir de aydınlarımız tarafından onlar adına ifade edilen mazareti vardı: “Adamlar bu kadar sene körolası Kemalist devlet ve de askeri vesayet tarafından ezilmişler, bunu telafi etmeye, eşit vatandaşlar haline gelmeye çalışıyorlar. Şimdi artık keyifleri yerine geldi, tramvaydan niye insinler ki?”. Bu ifadeler benim hayalimden uydurduğum şeyler değil. Kimlerden ne zaman duyduğumu net hatırlıyorum.

Bu örnekte, yerden yere vurulan “niyet okuma” eylemine gerek yok. Adamlar niyetlerini zaten açıkça ifade ediyorlar. Yapılması gereken, bu ifadeyle eylemleri arasındaki ilişkiyi doğru tespit etmek. Bir yol söyleyeyim: Avrupa Birliği müktesebatından o dönemde hızla alınan parçalar, özellikle ileride kimin işine yarayacağı hedeflenerek alındı? Ya da AB müktesebatından birebir çeviriyle alınan (mesela, İhale Yasası) iktidarlarının ilk anlarından itibaren kimin yararına, kaç defa değiştirildi? Zor sorular değil mi?

Niyet Okuma


Şimdi “niyet okuma” kısmı. Burada baştan belirtilmesi gereken şu, eğer siyaset alanında birine “niyet okuma” şeklinde bir suçlama yöneltiyorsanız, “niyeti okunan” kişinin önüne siper oluyorsunuz demektir. İleri demokrasi bu kadar sevilen, istenen bir sistemse eğer, bırakın birileri isterlerse “niyet okusunlar”, hatalı iseler, illaki ortaya çıkacaktır. Size ne? Zaten siyaset bir anlamda da niyet okuma sanatıdır. Karşındakinin niyetini okuyamazsan, anlayamazsan, sonuç senin için çok kötü olabilir.

Şimdi aynı örnekten devam edelim. Adamlar, 70’lerden bu yana ufak kesintilerle gelen bir siyasi görüşün temsilcisi. “Biz artık o görüşten değiliz, gömleğimizi çıkarttık” demeseler, hiç bir resmi görevi ve sıfatı olmadan ABD Başkanı tarafından Beyaz Saray’da ağırlanmazlardı. Hadi, zavallı Başkan uzakta, ayrıca ABD’liler tümüyle hakim oldukları İran’da bile devrimin gelişini göremediler. Sen buradasın aydın kardeşim. Üstlerinde kamuflaj gömleği bile olsa, gözünün önündeki kadrolaşmaları, tasfiyeleri, ihale tezgâhlarını hiç mi görmedin? İlk günden beri vardı, sonradan olmadı bunlar.

Adam kürsüye çıkıp diyor ki: “Hedefimiz, Gazi Mustafa Kemal’in dediği gibi muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak, ileri demokrasiyi bütün kurumlarıyla oluşturmak”. Bu ifade hemen doğru kabul ediliyor. Bir arkadaşıma bunları neden desteklediklerini sormuştum. Cevabı hâlâ kanımı donduruyor: “Ben çocuğumun ileri demokraside yaşamasını istiyorum.”

Daha önceki yazılarımda da belirttim, işin en acıklı tarafı bu aydın kesimini ne zaman uyarmaya kalksak, binbir hakaretle aşağılandık. “Darbeci” olduk, “postal yalayıcı” olduk, “ulusalcı (?)” olduk. Şimdi aklıma Lazın mezartaşındaki yazı geldi: “Ölüyrum, ölüyrum dedum, inanmadiniz, ne oldi şimdi?”

Buraya kadar yazdıklarım tabii kesinlikle tüm aydınlara yönelik değil. Somut örneklere geçtiğim zaman, bu tavır ve ifadeler hakkında neler düşünmüş olduğunuzu kendinize sorup, yazıda hedef alınanlara dahil olup olmadığınızı sınayabilirsiniz. Bu yazıdan maksadım, şimdiye kadar hatalı algılamış olduğunu kendisine itiraf edecek en az bir kişiyi doğru algılama yoluna kazanabilmek, naçizane hedefim bununla sınırlı.

Tabii, ben de yanılıyor ve ifadelere hatalı bakıyor olabilirim. Ama iddialıyım. En azından ani kabuller yerine analiz etme gerekliliği konusunda tartışmasız haklıyım.

Örneklere geçmeden önce açıklığa kavuşturmam gereken bir husus var. Bunları özellikle sevgili aydınlarımızın sevmediği insanlardan seçtim. Zamanında bazıları beni çok çeşitli şeylerle suçlamış olabilirler, ama bu seçtiğim insanların taraftarı olmakla ya da onları aklamaya çalışıyor olmakla suçlamaya cesaret edebilecek bir kişi çıkarsa, kutsal bildiğim her şey üzerine yemin ederim, pişman olur. Hodri meydan.

İlker Başbuğ


Arkasına TC Ordusu’nun tüm generallerini dizerek bir basın toplantısı düzenlemişti. Çok etkili olacağını zannediyordu. Herkes tırsacak, kendine gelecekti. Bunun ne kadar saçma bir öngörü olduğu kısa sürede ortaya çıktı. Ama o toplantıda söylediği bir söz vardı ki, aslında çok doğruydu. Tamamen hukuka uygundu. Hatırlayacaksınız, elinde bir kağıt salladı ve “bu bir kağıt parçasıdır” dedi. Üzerinde ıslak imza olmayan bir fotokopi, hukuka göre gerçekten de öyledir. Hiç bir geçerliliği yoktur. Nitekim ıslak imzalı olduğu iddia edilen kağıt daha sonra servis edildi (o da sahte çıktı, ama olsun).

Aynı durum, LAW silahı için geçerliydi. Kontrgerilla tarafından gazete kâğıtlarına ve çöp torbalarına sarılmış olarak yarım metre derinliğe gömülmüş ve krokileri ortalık yerlerde bırakılmış silahlar arasında, ürkütücü etki yaratmak amacıyla konmuş belli sayıda LAW silahı da vardı. O dönemdeki TV görüntülerini hatırlayacak olursanız, kocaman sarı kepçelerin kazdığı yerlerden hiç bir şey çıkmadı, çıkanlar hep elle bile kazılabilecek yerlerdeydi. Zaten tüm dünyada kontrgerilla silahlarını böyle saklardı(!).  Bunların birkaçı kullanılmamış silahlar, çoğu da temini daha kolay olduğu için kullanılmış silahlardı. Özellikle LAW'ların çoğu boştu. Ama safları etkilemek için, haberlerde ''boş'' yerine ''kullanılmış'' ifadesi yer aldı. (İşte, kim bilir nerelerde kullanılmış, kimleri öldürmüştü, ben LAW kullanılmış hiç faili meçhul hatırlamıyorum, ama o kadar da olsun canım). 

Adındaki W harfi nedeniyle (Light Anti-Tank Weapon = Hafif Anti-Tank Silahı) silah olarak nitelenen bu alet, tek atımlıktır. Yeniden doldurulamaz, dolayısıyla da kullanıldıktan sonra gerçekten de etkisiz bir boruya dönüşür. Bu nedenle Başbuğ’un “bu sadece bir borudur” ifadesi de doğrudur. Belki birinin kafasına vurduğunuzda silah olarak kabul edilebilir. Adamcağız anlatmakta yetersizdi, ama zaten anlaması gerekenler de anlamakta yetersizdi. Ya da anlamaya hiç niyetleri yoktu.

Yazı uzadı, arada ufak bir ek yazı koyacağım. Kontrgerilla, Ergenekon vb. üzerine biraz  askeri ve teknik bilgi içeriyor.

Bu yazının ikinci kısmı ise onun ardından gelecek. Bir söz ustası, bir siyaset ustası Süleyman Demirel’den tarihe malolmuş, yanlış anlaşılmış bence doğru tavır ve ifadeler üzerine.

Bakalım, o tavır ve ifadeleri ben nasıl yorumlamışım, siz nasıl anlamışsınız? Eğlenceli bir deneyim olacağını umuyorum.


Sağlıcakla kalın.

12 Nisan 2015 Pazar

İki ileri, bir geri


Osmanlı İmparatorluğu’nun savaş sanatına yaptığı büyük katkılardan biri de, mehter takımıdır. Mehter, sadece güç ve silah kullanmaya, stratejik ve taktik hamlelere dayanan savaş konseptine dünyada ilk kez psikolojik bir savaş aracı olarak girdi. Mehter, farklı psikolojik etkiler yaratmayı hedefliyordu.

Osmanlı ordusu yeni sefere çıktığında, daha önce işgal etmiş olduğu topraklardan geçerken, mehter takımı sürekli marşlar çalardı. Böylece bir yandan orduya moral verirken bir yandan da o toprakların halklarına Osmanlı’nın gücünü bir kez daha hatırlatmış olurdu.

Savaş alanına yaklaşırken mehterin gümbür gümbür sesi, süslü ve kalabalık görüntüsüyle birlikte, düşmanın moralini savaş başlamadan sarsmayı amaçlıyordu. Savaş alanına hakim bir tepeye padişahın otağı kurulur, hemen yakınına yerleşen mehter takımı bütün gün boyunca belli aralıklarla çalmaya devam ederdi. Böylece bir yandan Osmanlı ordusuna moral ve gaz verirken bir yandan da düşman ordusunun moralini bozmayı ve varsa gazını almayı amaçlardı.

Şimdi, eğer sabredip yazıyı buraya kadar okuduysanız, dünya savaş tarihine böylesine önemli bir katkıda bulunmuş bir organizasyonun, söylenegeldiği gibi, “iki ileri, bir geri” adımlarla yürüyor olması size garip gelmiyor mu?

Bence mehter takımının günümüzde de süren asıl moral bozucu ve hattâ yıkıcı etkisi, üzerine yamanmış olan bu yürüyüş temposu masalıdır. Eğer bir komplo teorisyeni olsaydım, bu masalın bizi uyuşukluğa sevketmek ya da başarısızlığı kolayca kabullendirmek için “düşmanlarımız”ca uydurulduğunu söylerdim. Aslında komplo teorilerine çok uzak olduğumu iddia edecek değilim, ama bu kadarı da fazla.

Maalesef bu masal bizzat bizim (şimdi burada Türk milleti mi, Türkiye halkları mı, Osmanlı’nın varisleri mi, ne diyeyim? İşi zorlaştırmanın gereği yok, ben yine bizim diyorum. Kim ne anlarsa anlasın) uydurduğumuz ve üzerimize de itirazsız yapışmış, herkes tarafından kabul görmüş bir palavradan ibaret.

Herkesin ağzından, “eh, tabii böyle mehter takımı gibi iki ileri bir geri gidersek, bir yere varamayız”, “biz mehter takımı gibi iki ileri bir geri gidersek, elin oğlu bizi fersah fersah geçer tabii ki” türünden cümleler duyabilirsiniz.

İşin kötü tarafı, böyle bir cümlenin ardından “peki, bu geri adımı engellemek için ne yapmalıyız” sorusu gelmez. Onun yerine “abi, biz böyleyiz”, “bu millet zaten adam olmaz” türünden kabullenmeler duyulur. Belki de bu masalın böylesine kabul görmesinin nedeni, başarısızlıklar, yenilgiler, geride kalmalar konusunda herhangi bir sorumluluk duymaktansa, suçu tüm topluma yayarak hafifletiyor olmaktır.

Çarpıtılan gerçek


Kendimize (burada yine “biz?”) bu kadar olumsuz yüklendiğimiz bence yeter. Şimdi çıkış noktamızın çarpıtılmış gerçeğine dönelim. Önce kesin bir bilgi: Osmanlı Ordusu’nun Mehteran Bölüğü (mehter takımı) ordunun yenilgiye ya da bozguna uğradığı savaşlar dışında, yani görevini yerine getirmekteyken tek bir geri adım atmamıştır. Mehter takımının yürüyüş temposu, iki ileri bir geri değil, üç ileri bir es şeklindedir. Yani örneğin, sağ, sol, sağ, es, sol, sağ, sol, es şeklindedir.

Bu tempoya birisi çok bilinen bir mehter marşı, diğeri ise yakın tarihimizden bir marş olmak üzere iki örnek vermek istiyorum.

Önce yeniden adımlar:

Sağ, sol, sağ, es, sol, sağ, sol, es, sağ, sol, sağ, es, sol, sağ, sol, es.

Gözünüzde canlanır gibi oldu mu? Güzel.

Şimdi en tanıdık mehter marşlarından biri, (yine virgülle ayıracağım)

Ced, din, de, den, nes, lin, ba, ban, hep, kah, ra, man, Türk, mil, le, ti,
Or, du, la, rın, pek, çok, za, man, ver, miş, ti, ler, dün, ya, ya, şan.


Şimdi aslında ana konuyla, yani iki ileri bir geriyle ilgili olmayan ama bir zamanlar aynı müzik ve tempoyla söylenmiş bir başka marşa geçmek istiyorum.

Önce bazı açıklamalar yapmam lazım.

Bu marşın asıl güftesi, milliyetçi tavrı ağır basmış olan şair Abdurrahman Karakoç’a ait. Daha sonra kimliği bilinmeyen bazı kişiler, aynı kalıbı kullanarak uzun bir ilavede bulunmuşlar ve Karakoç’tan bir kıta ile yeni yazılan bir kıtadan Milli Nizam Partisi marşını oluşturmuşlar.

Benim için Karakoç’un önemi, hâlâ çözememiş olduğum bir sırda yatmakta. Radikal milliyetçi (haydi aslını söyleyelim, faşist) ideolojinin sadece şairi değil, aynı zamanda ideologlarından biri olan bir insan, “Mihriban” adlı şarkının sözlerini nasıl yazmış olabilir? “Lambada titreyen alev üşüyor” gibi bir mısrayı nasıl yaratabilir? Bence Karakoç’a ideolojik seçimi bakımından yazık olmuş. Çok daha büyük olabilirdi.

Bir konuyu daha vurgulamak lazım. Günümüz gençlerinin çoğu Milli Nizam Partisi’ni tanımaz. Bu parti Necmettin Erbakan’ın Milli Görüş yolunda kurmuş olduğu ilk partidir. 1970 yılının Ocak ayında kuruldu. Bir yıl sonra kapatıldı. Ardından sırasıyla Milli Selamet, Refah, Fazilet ve son olarak da Saadet Partisi kuruldu.

Gelelim marşa, tempo ve müzik aynı:

Koç burcuna, yay burcuna, bebeklerin avucuna,
Minarelerin ucuna, hak yol İslam yazacağız.

Masonların locasına, solcuların kafasına,
Türkün anayasasına, hak yol İslam yazacağız.

Burada dikkatinizi çekmek istediğim bir nokta var: Günümüzde AKP’nin hiçbir marşı ya da şarkısında Türk sözcüğüne rastlayamazsınız. Ama Erbakan’ın Milli Nizam Partisi’nin marşında zaten partinin adında da görülen “milli” ve “Türk” kavramları yer alıyor. Önemli bir fark, değil mi?

Milli Nizam Partisi kısmının yazının esasıyla ve vurgulanmak istenen hatalı söz kullanımıyla ilişkisi olmayabilir, açıkça özür dilerim. Ama bazen yazmanın ve malumatfuruşluğun şehvetinden kendimi alıkoyamıyorum. İki marş arasında ortak musikiden başka bir bağlantı kuramazdım. Gençler, bu konuyu da fırsattan istifade öğrensin istedim.

Sağlıcakla kalın.


9 Nisan 2015 Perşembe

Galatımeşhur


Osmanlıcada “galatımeşhur” diye bir kavram vardır. Pek severim, yani kavramın kendisini değil, örneklerini. Ben birkaç örnek vereceğim, fazlasını isteyenler  www.fibiler.org sitesine başvurabilirler. Orada farklı türlerine örnekler  bulmak mümkün. Galatımeşhur, kelime veya deyimlerin yaygın olarak yanlış bir biçimde kullanılması sonucu, yanlış halinin doğrusunun yerini almasıdır.
En komik galatımeşhur örneklerine, farklı şive ve ağızların bir arada bulunduğu asker ocağında rastlanır. Ülkenin farklı kent ve bölgelerinden gelen insanlar, söylenmesi zor gelen bir kelimeyi kolay telaffuz edebildikleri bir kelimeyle ikame ederler ve o yanlış telaffuz herkes tarafından benimsenir.
Asker ocağından bir iki örnek vereyim, buradaki örnekleri telaffuza bağlı olarak değişen ve yanlış kullanılan kelimelerden seçtim. Birinci örnek: “Tektif”. Askerin çarşı iznine ya da genel olarak garnizon dışına çıkarken giydiği, kamuflajsız elbiseye “tektip” denir. Ama büyük şehirlerden gelen ve şivesi düzgün olanlar haricinde tüm askerler “tektif”i kullanır, bir süre sonra diğerleri de mecburen  buna uyar. 
İkinci örnek: “Tesisat”. Kelimenin doğrusu “teçhizat”tır, ama dil döndürme zorlukları bunu “tesisat”a dönüştürmüştür. Asker gazinolarında ya da yatakhanelerinde, “beş kilometre tam tesisatlı koşturdu, şerefsiz” türünden konuşmalara sıkça rastlanır.

Galatımeşhurun askerdeki kralı


Askerliğe girdik, galatımeşhur dedik. Yaşanmış en güzel örnekten bahsetmezsek olmaz.
Sekiz aylık askerliğimin beş buçuk ayını bir ceza taburundaki eğitim birliğinde eğitim çavuşu olarak yaptım. Neden ceza taburu olduğunu anlatmayacağım. Bloğumu takip edenler anlar. Yaklaşık 450 mevcutlu bölükte benimle birlikte ama yirmi ay görev yapan yirmi kadar erbaş (kadro, onbaşı, çavuş) vardı ve bunların her biri Anadolu’nun farklı yerlerinden geliyorlardı. Farklı kökenlerine rağmen her dakika kullandıkları ortak bir küfür vardı: “Senin dalağını s.kerim”, “dalağını s.ktiğimin askeri” ya da “dalağını s.ktiğimin askerliği”. İlk birkaç gün içinde beş on dakikada bir aynı küfürün farklı versiyonlarını duyunca, hafif bir şoka girdiğim söylenebilir. Çoğu karaciğerinin hatta midesinin yerini elle gösteremeyecek olan bu onbaşı ve çavuşlar, bu ortak küfürün içinde, çok daha sofistike ve bilinmez bir organ olan “dalak”ı kullanıyorlardı. Üstelik bu organa yönelik olarak anatomik açıdan olanak dışı bir cinsel eylemden bahsediyorlardı.  
Önce dikkatle takip ederek ve hatta sorarak, kullanılan kelimenin “dalak” olduğundan iyice emin oldum. Sonra da içlerinde en uyanıklarından birine (Ankara yakınında kendine ait  bir benzin istasyonu vardı delikanlının) bu küfürün manasını sordum. Cevap son derece basitti: “Ne bileyim Ziya Baba, böyle duyduk, böyle gidiyor”. (Aynı çavuş, bölük komutanına benimle ilgili bir tekmil verirken “Çavuş Bayman” yerine yine “Ziya Baba” dediği için fena dayak yemişti. Kasılmak gibi olmasın, babalığımız TC Ordusu’nda da tescillidir).
Sonraki birkaç günüm fırsat buldukça bu konuda kafa patlatmakla geçti. Birkaç çavuşa, hatta Beykozlu olduğu için enseye tokat olduğumuz üsteğmene bile sordum. Kimse işin aslını bilmiyor, ama herkes kullanıyordu.
İstanbul-İzmir karayolunun paralelindeki devriye hattında mutad gece devriyesindeyken (beş buçuk ayın beş ayında her gece, bazı geceler iki kez tam tesisatlı (!) nöbetteydim. Sanırım cezamın nedeni değil, ama cezanın kendisi biraz aydınlanmıştır) birden kafamda ışıklar yandı ve meseleyi çözdüm.

Rahmetli Sait Gökçe


Şimdi çok daha evvelki yıllara gidiyoruz. İstanbul Erkek Lisesi’nde haftada bir ya da iki saat Almanca derslerimize rahmetli Sait Gökçe gelirdi. Kendisi akademisyen ve spor yazarı Deniz Gökçe’nin babası olur. Urfa’nın Halfeti kazasındandı. Almanca’yı da Türkçe’yi de Urfa şivesiyle konuşan, derslerinde kâğıt uçak ya da tebeşir, silgi, lastik savaşları yapılan, sınıfça enfiye çekilerek hapşırılan bir adamcağızdı. Bir ders yılının sonunda (hangi yıl olduğunu hatırlamıyorum, ama herhalde yeterince büyümüştük) karne notları da verilmiş olduğundan boş geçecek bir derste Sait (biz aramızda ona böyle derdik) bizimle kendisinden hiç beklenmeyecek bir sohbete daldı. Almanya’daki yıllarını, Urfa’yı, Halfeti’yi anlatırken konu nereden geldiyse yerel kavramlara geldi ve Sait yine kendisinden hiç beklenmeyecek bir hikâye anlattı.
“Biri Urfalı diğeri herhangi bir Batı ilinden iki arkadaş varmış. Urfalı çok muzip bir adammış. Arkadaşı kafasındaki kepeklerden bir türlü kurtulamadığını, ne denediyse bir işe yaramadığını söyleyince, hemen aklına bir fetbazlık gelmiş. Mısır Çarşısı’nda aktarlık yapan bir hemşehrisinin adını ve adresini verip, oradan on liralık DILLAK(!) yağı almasını ve yıkanırken kafasına bunu sürmesini söylemiş.
Saf Batılı vakit geçirmeden Mısır Çarşısı’na koşmuş ve Urfalının hemşehrisi olan aktarı bulmuş. On liralık dıllak yağını istemesiyle, dayağı yemesi bir olmuş. Bu dayağı neden yediğini safça sorduğunda, Güneydoğu bölgesinde “dıllak” kelimesinin kadın cinsel uzvu anlamına geldiğini öğrenmiş. Meğer aktarın İstanbul’daki tüm Urfalı arkadaşları, hafta sekiz gün dokuz birilerini bulup, onun dükkanına dıllak yağı almaya gönderirlermiş. O da, sabrı taştığı için, bu sefer sopayı kullanmış.”
Bu hikâye aklıma gelince ve kelimeler arasındaki yakınlığı fark edince, üstüne üstlük birinde olanak dışı olan cinsel faaliyetin diğerinde cuk oturduğunu görünce, küfürün kaynağı ayan beyan ortaya çıktı. Belli ki yıllar önce Güney Doğu bölgesinden askere gelen birileri kelimeyi küfürün içinde” dıllak” olarak kullanmış, bu da yıllar içinde “dalak”a dönüşmüştü. (Kelimenin epistomolojik kökleri konusunda Facebook’ta Ali Rıza Sığırcı kardeşime başvurabilirsiniz.)
Galatımeşhur’un kelime ve askerlik bazındaki örnekleri burada bitiyor. Bir sonraki yazı, hatalı kullanılan deyimlere ve doğru anlaşılamayan bazı ifadelere ilişkin. Orada da oldukça ilginç bir, iki örnekten yola çıkıyorum. Bence kaçırmayın.
Sağlıcakla kalın.






2 Nisan 2015 Perşembe


Daha mürekkebi kurumadan


Bu deyimin bilgisayara nasıl uygulanabileceğini bulamadım. Ama bunu kullanmamı gerektirecek bir şey oldu. Çağlayan Adliyesi olayı üzerine yazdığım yazının daha mürekkebi kurumadan dün akşamüstü Emniyet Müdürlüğü’ne saldırı gerçekleşti.

Baştan vurgulamam gereken bir şey var. Silahlı eylemin her türlüsüne karşıyım. Bu yazıyı lütfen bu kabulle okuyun. Silahı yalnızca öz savunma için mazur görürüm. Artık bunun da kusuruna bakılmaz herhalde.

Belki böyle bir yazıda zevzeklik olarak görülebilir, ama şimdi anlatacaklarım yaşanan gelişmelerle bir paralellik gösteriyor. Kurtlar Vadisi dizisinin ilk dönem bölümlerinden birinde dizinin kahramanı Polat Alemdar, tanımadığı bir adamı neden öldürdüğünü amirine anlatıyor: “Birini aynı gün sokakta iki kez görürsem, tesadüf der geçerim. Ama üçüncü kez görürsem, tesadüftür demem, öldürürüm.”

Bunu bir kenarda tutalım.

Önce dünkü eylemden başlıyorum: İlk açıklamalara göre genç kadın Emniyet Müdürlüğü’ne uzun namlulu otomatik bir silahla ateş açmış, karşı ateşle vurularak öldürülmüş, üzerinde o silahın dışında iki adet bomba ve bir tabanca çıkmıştı.

Sonraki açıklamalarda ise kadının önce iki bomba attığı, bunların patlamadığı, bunun üzerine otomatik silahla ateş açtığı ve vurulduğu açıklandı. Daha sonra ortaya çıkan kamera görüntülerinde bombaların atıldığı görünmüyor.

Bu akşam yayınlanan en son ve oldukça net görüntülerde ise genç kadın koşarken bir yandan ateş ediyor, şarjör boşalınca silahı sırtına almaya, bir yandan da belindeki torbadan bir şey çıkarmaya uğraşıyor. Bu sırada sadece koştuğu yöne baktığından, yan ve arka taraflardaki polisleri fark etmiyor ve onların açtığı ateşle vuruluyor.

Bu örgüt, eylemlerine devam edecek olursa ve ben de bu tür yazılar yazmaya devam edersem, her an başım belaya girebilir. Teknik açıdan hatalarını vurguluyorum ya, bir aklıevvel çıkacak “sen bunları nereden biliyorsun lan” diyecek.

Cevabı şimdiden vermeye çalışayım: Sadece sekiz ay olmasına rağmen ağır bir askerlik yaptım. Zevzek bir general, ordonatçıların ön sırada görev yapıyor olmalarından dolayı en az komandolar kadar dövüşebilmeleri gerektiği tezini ortaya atmıştı ve biz bu tezin ilk kurbanlarıydık. Tek faydası sekiz ayda on altı kilo vermemdi.

Ayrıca fırsat buldukça II.Dünya Savaşı belgeselleri, savaş filmleri ve polisiye filmler seyrederim. Biraz da zeki bir herif olduğum söylenir.

Gelelim bu eylemdeki temel hatalara:

Bu türden bir saldırıda hedefe mümkün olabildiğince yaklaşılır, önce bombalar atılır, çıkan karışıklıktan yararlanarak da ateş açılır. İlk açıklama doğruysa, yani kadın eylemci, ateşe başlamadan bombaları attıysa bunların patlamadığı kesin.  Dolmabahçe saldırısından sonra ikinci patlamayan bomba vakası(!). Ayrıca ateşe başladığı nokta hedefe o kadar uzak ki, bombaları oradan atmaya kalksa, hedefe yetiştirebilmesi imkansız. Zaten son görüntülerde, önce ateş ettiği, şarjöründe mermi bitince torbaya el attığı görülüyor. O torbadan bomba çıkartmak da pek kolay değil, ayrıca zaten çok geç kaldığı da ortada.

Otomatik silahla ilgili de bir iki şey söylemek gerekiyor. Yüzlerce filmde görmüşsünüzdür, bu tip saldırıların öncesinde kullanılabilir mermi sayısını artırabilmek için, iki şarjör ters yönde bantlanır. Birincisi boşalınca ters çevirip ikinciyi takmak kolaydır. Yok eğer fazla mermi atmak gerekmiyorsa, silah kadının yaptığı gibi sırta atılırken düzgün durması için uğraşmamak ya da kayışa dolanmamak için yere atılır. Nasıl olsa o kişinin o silahı bir daha kullanma şansı olmayacaktır.

Otomatik silahla ilgili bir diğer önemli konu: Resimden anlaşıldığına göre kullanılan silah, bir AK 47 (Kalaşnikov). O boyutlarda bir silahla durduğu yerde seri ateş etmeye kalkan bir kişi, ilk mermiyi hedefe isabet ettirebilse bile, sonrakileri düzgün bir hareketle gökyüzüne saçacaktır. Çünkü seri atış sırasında tüfeğin namlusu güçlü bir şekilde yukarıya kalkar. Düz tutmak için gereken güç miktarını ayarlayabilmek ve şarjördeki tüm mermileri hedefe isabet ettirmek, çok uzun ve masraflı eğitimleri gerektirir. Bunu bir yandan da koşarken yapabilmek ise çok zordur. Hele incecik bir kadının bunu yapabilmesi neredeyse imkânsızdır. Nitekim eylemci de ateş ederken sağa sola savrulmaktadır adeta. Bir yandan Leyla Halit’ten başlayarak farklı örgütlerdeki kadın militanların resimlerinde AK 47’nin görülüyor olmasının yarattığı romantizm (!), diğer yandan da başka silahlara göre çok daha kolay elde edilebiliyor olması, bu silahı öne çıkarmaktadır.


        Eylemcinin hedefi ölmek olmamalıdır. Öyle olsaydı, Leyla Halit katıldığı bir  sürü eylemden sonra bugün sağ olamazdı.

Bence bu eylemdeki hataların en büyüğü ise, orada yeterince keşif yapılmamış olması. Bu hemen anlaşılıyor. Emniyet Müdürlüğü’nün olduğu bölgede hemen her saatte bina dışında onlarca sivil polise rastlamak mümkün. Sigara içmeye çıkan, karşıdaki büfeden ya da bakkaldan bir şey almaya giden, mesaiye gelen, mesaisi biten bir dolu polis olacaktır etrafta. Tek bir eylemci, tek bir hedefe yönelik olarak koşarken etrafını göremeyeceğinden, her yönden bir sürü atışa maruz kalması normal. Bu nedenle örgütler bu tür saldırılarda aksi yönlere ateş eden iki eylemci kullanır. Görüntülerde de eylemcinin arkadan vurularak düştüğü belli oluyor.

Şimdi sıra Polat örneğinde;

Adliye’deki eylemde rol alanlardan birinin aynı örgütün üyesi olan ağabeyinin, dönemin Başbakanı binada yokken, AKP Genel Merkezi’ne roket saldırısında bulunmuş olmasını es geçelim. Emniyet saldırısında ölen kadın militanın, aynı örgüt tarafından Sultanahmet bombacısı olarak ilan edilip sonra “pardon, o değilmiş” denmesini de saymayalım. Dolmabahçe Sarayı saldırısını birinci rastlama olarak kabul edebiliriz. Bombalar patlamamış, uzun namlulu silah ateş almamıştı, tabancası da tutukluk yapmıştı. Eylemciyi orada nöbet tutan ve hedef olan süs polisleri silah kullanmadan yakalamışlardı. Adliye baskını da ikinci rastlama olsun. Emniyet saldırısı da üçüncü rastlamadır ve artık yeter. Bu örgüt gerçekten bağımsız bir örgüt ise eylemlerine derhal son vermeli ve kendini feshettiğini açıklamalıdır.

Birincisi; beceriksiz ve kesinlikle eğitimsiz oldukları görülen bu kadrolarla gerilla filan yapılmaz. Bu oyun değil. Gencecik insanlar ölüyor. Sokaktan geçen masum insanların ölme ihtimali kesinlikle daha fazla.

İkincisi; neden Dolmabahçe Sarayı? Neyin simgesi? Neden AKP Merkez Binası, neye yarayacak? Neden ilk kez dosyada ilerleme kaydetmiş bir savcı? Neden Berkin Elvan’ın adı? Şimdiye kadar bir dosya ilerlemedi diye yapılmış bir intihar eylemi var mı? Neden Emniyet Müdürlüğü sokakları? Neye yarar?

Üçüncüsü; her nedense bu örgütün eylemleri zamanlama bakımından hep manidar. Hep aynı mihrakların ihtiyacı olduğunda eylem yapıyor. Onlar da bunu “sokağa çıkanı vururum ha” demek için kullanıyor.

Polatsal rastlamalar dışında bu eylemlerin ilkinde (Adliye eyleminde) çok ilgi çeken önemli bir ayrıntı daha var. Yine “ben demiştim şerefsizim”, ama kanıtlayamam, çünkü zamanında yazmadım. Bugün Tğm. Mehmet Ali Çelebi (Sokrates) katıldığı programda söyleyince havalara fırladım. Sekiz saatlik eylem süresince eylemciler fotoğraflar çekip yayınladılar, bir TV istasyonuyla bağlantı kurup canlı yayın yaptılar. Dışarıda kimsenin aklına çok sevilen Jammer aygıtı gelmedi. Halbuki binaya giren polislerden birinin sırtındaki jammer gayet net görünüyordu. Sayın Başbakan’ın daha sonra bu konuda yaptığı açıklama da müthişti. O telefon sayesinde yurtdışındaki merkezlerini tespit ediyorlarmış. Eee, sonra netçen? Şimdiye kadar içeriyle, paralelle uğraşmaktan, DHKC’nin yurtdışındaki yerlerini bulamadınız mı? Ayıp oluyor. Aklımıza hakaret çok ayıp oluyor.

Aynı cümleyi örgüte karşı da kullanıyorum. Aklımıza ayıp oluyor. Bir de tabii devrimci mirasa ayıp oluyor. Bu memleket bir sürü örgüt gördü, ama bu kadar Polat rastlamalısını görmedi.

Seçimlere kadarki dönem, her türlü provokasyona açık. İktidarı kaybetmemek için her şeyi göze almış bir yönetimle karşı karşıyayız. Direk devletten ya da taşaron sağ örgütlerden gelebilecek provokasyonlara karşı şerbetli olamasak bile, nasıl tavır alabileceğimizi daha kolay belirleriz. Ama adında “devrimci” geçen bir örgüt, rastlantısal olarak yine böyle saçma sapan bir eylem gerçekleştirirse, bu işleri çok karıştıracak ve onu taşaron olarak görenler kesinlikle haklı çıkacaklardır.

Sağlıcakla kalın

1 Nisan 2015 Çarşamba


Ben dediydim şerefsizim


Bu ifade bence sorumluluk sahibi bir insanı, “aldatılmışız, o günkü koşullar bla, bla” diyenlere ya da hatalı olduğu kanıtlanmasına rağmen pişkince hiç sesini çıkarmayanlara göre, çok daha yıpratan, üzen bir ifade. Çünkü insan bir vicdan azabı duyuyor. “Dediydim de ne oldu, engelleyebilir miydim ki, acaba elimden daha fazla bir şey gelir miydi” gibi cevapsız kalmaya mahkûm sorular hücum ediyor insanın kafasına.

Bloğumda 15 Ocak 2015 tarihinde yayınlamış olduğum “ülke garip bir terörün pençesinde” başlıklı bir yazım var. Bu türden eylemlerin giderek artabileceği üzerine öngörüyü o yazıda yapmışım. Yine o yazıda, dünkü eylemi gerçekleştirdiği iddia edilen örgüte birtakım uyarılarda da bulunmuşum.

Eğer o yazıda üzerine fikir yürüttüğüm eylemleri ve dünkü eylemi gerçekten bu örgüt yaptıysa, benim kendilerinden bir ricam olacak: “Durun, ne olur başka bir eylem yapmayın!; Yaptığınız her eylem çok olumsuz sonuçlar doğuruyor." Dolmabahçe saldırısı bir rezillik, Sultanahmet bombacısı bizden deyip sonra şişmek bir başka rezillik, bunlardan önce sokakta yürüyen trafik polisini vurup, kendisi de yaralanan kızın sedyede sloganlar atması bir başka komiklik. Onun için ne olur bir durun, biraz okuyun, eskilerden birilerini bulup sorun. Ne bileyim, ya da örgütü dağıtın. Herkes daha akıllı yönetilen başka örgütlere katılsın.

Dolmabahçe saldırısında da dünkü eylemde de eylemcilerin ana teması sevgili Berkin idi. Tamam, Berkin’imiz kanayan bir yara. Ama bu tür eylemler bu davaya olumlu bir katkı sağlamıyor. Aksine zarar veriyor. On beş yaşında haince öldürülmüş bir çocuğu terörist olarak niteleyen, annesini meydanlarda yuhalatan zihniyete, kullanabileceği yeni kozlar sunuyor.

Eylemin kendisi de çok sorunlu. Bir defa hedef olarak seçilen savcı, bu dosyayı yeni almış olduğu halde en önemli ve anlamlı ilerlemeyi gerçekleştirmiş olan insan. Bu çapta bir eylem yapacak örgütün bunu biliyor olması gerekir. Eylemci gençler ise bu konuda hiçbir eğitime sahip olmadıkları, hatta bu konuda hiçbir film bile seyretmedikleri anlaşılan çocuklar. Hatalar üzerine fazla bir şey söylemek istemiyorum. Ama bu hatalar hem gençlerin boş yere ve beceriksizce ölmelerine hem de bir örgütün alay konusu olmasına yol açıyor.

Etkili ve sonuç alınabilecek bir rehine eylemi ancak daha önceki eylemleri nedeniyle kendisinden ürkülen bir örgüt tarafından yapılırsa belki başarılı olabilir. “Belki” diyorum, çünkü emniyet güçleri bu tür eylemler konusunda eylemcilere göre çok daha uzmanlaşmış durumda. Ayrıca Batı ülkeleri dahil olmak üzere hemen tüm ülkelerde, eylemcileri etkisiz (!) hale getirirken kaç rehinenin öldüğüne pek bakılmıyor. Emniyet güçlerinin de, siyasi iradelerin de eğilimi bu yönde.

Yine belki başarılı olunabilecek bir rehine eylemi türüne tarihten bir örnek verebiliriz. Ilich Ramirez Sanchez, ki dünya onu Carlos adıyla tanır, Viyana’da OPEC bakanlar toplantısını basmış ve tüm bakanları rehin almıştı. Pazarlıklar sırasında dönemin Avusturya Başbakanı Kreisky’e hitaben çok hoşuma giden ve hâlâ unutmadığım bir laf etmişti Carlos: “Kreisky’e söyleyin, bütün numaraları bilirim”. Sonra da bakanlarla birlikte bir otobüse binip havaalanına gitmiş ve hazır bekletilen uçağa atlamıştı. Başarının nedenlerinden biri eylemcinin Carlos olması, diğeri de rehin alınan kişilerin toplam değerinin parayla ölçülemeyecek olmasıydı.

Farkındaysanız, şimdiye kadar gerçekten var olan ama beceriksiz bir örgüt üzerine kurmuştum yazıyı. Şimdi olaya bir başka noktadan bakalım. İki soru: Bu örgüt eylemlerini nasıl zamanlarda yapıyor? El Cevap: Manidar zamanlarda. Tüm cinayet  romanlarında katili bulmak için sorulması gereken ilk soru nedir? El Cevap: Kime yaradı? Eğer dava foslamış olmasaydı ve Ergenekon diye bir örgütlenmenin varlığı kesin kanıtlanmış olsaydı, hiç tereddüt etmeden bu işleri de Ergenekon yürütüyor diyebilirdik. Ama o yokmuş. Acaba Mergenekon mu var? Ne dersiniz?

Sağlıcakla kalın.