28 Eylül 2017 Perşembe

 Usta: “Yaz!” Dedi. Belki Utanan Olur

 

Resim yazısı resmin içinde


Birkaç gün önce “Utanmazların Utancı” başlıklı bir yazıya başlamıştım. Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesinde olanlara ilişkin yorumları irdeleyen bir yazı olacaktı. Olanları değil, olanlara ilişkin bazı yorumları! Yazdıkça hırslandım, alıntı örnekleri arttıkça daha çok hırslandım ve sonunda yazmayı bıraktım. Evvelsi güne kadar...

Evvelsi gün bozkırın tezenesi, büyük usta Neşet Ertaş’ın ölüm yıldönümüydü. Bir arkadaşım, Instagram’da Usta’nın bir resmini paylaşmış. Resmin üzerinde de Usta’dan alınma bir özlü söz var. Şöyle diyor büyük sanatçı, büyük insan: “Kendi kendisinden utanmayan, yeryüzünde kimseden utanmaz”.

Dedim ki kendime, senin daha dün vazgeçtiğin yazın, ‘utanmak, utananlar, utanmazlar, utanma numarası yapanlar, mahcup olanlar’ vb. üzerine değil miydi? Sanki Usta burada sana “haydi, vazgeçme, yaz” diyor. Burası biraz latife, biraz gerçek. Zaten gönlüm yazmaktaydı.

Ve yazıya geri döndüm.

Utanmazların Utancı (!)


Bu ülkede bir cenaze ayıbı yaşandı. Neler olduğunu takip etmişsinizdir. En son aşamada İçişleri Bakanı’yla tutuklananlardan birinin birlikte poz verdikleri fotoğraf, kazuratın üzerine dikilen bir tüydü. Bu ahlaksızca eylem ve üzerine bu fotoğraf, toplumun geniş kesiminde oldukça ciddi bir eleştiri dalgasına yol açtı. O kadar ki, gözünü milliyetçi bir kin bürümüş olduğuna çeşitli vesilelerle şahit olduğumuz bir Kürt milletvekili olan Aysel Tuğluk, bu güçlü tepkiye şaşırdı ve annemin cenazesine yapılan saldırı büyük bir vahşet. Ancak bu saldırıya karşı toplumdan tek ses halinde gelen lanetleme, kınama beni umutlandırdı. Annemin cenazesi umut ederim ki bazı şeyleri sorgulamamıza gözden geçirmemize sebebiyet versin. Barışa karşı umudumuzu kaybetmememiz gerektiğini bir kez daha anladım. Çözüm süreci bitmemiş olsaydı bunu yaşamamış olabilirdik. Nasıl bu hale geldik. Biz de tabii ki barış sürecinin sekteye uğramasında büyük hatalar yaptık. İki tarafın da hataları oldu. Umarım annemin cenazesinde yaşanan bu hadise başka umutların kapısını açsın. Çünkü toplumsal uzlaşmadan başka, barıştan başka çıkış yolumuz yok" demek zorunda hissetti kendini.

Bunları söylediği için parti yoldaşları daha sonra ona ne yaparlar bilemem, ama genelde ne yapmadıklarını net olarak biliyorum. Şimdilik bu ifadeyi, Aysel Tuğluk’un annesini kaybetmiş olmasının acısına verdiler ve bu yönde tek bir kelime söylememeye dikkat ettiler.

Çünkü onların kafalarında “Kürt” dışında bu ülkede yaşayan herkesin o cenazeye yapacağı şey, yapılmış olanla aynıdır ve mesela ben, Türk (?) Ziya olarak, aslında zamanında oraya erişemediğim için o eyleme katılamamışımdır. 

Kusura bakılmasın, ben HDP’de Ertuğrul Kürkçü ya da Mithat Sancar gibi unsurların bile böyle düşündüklerine inanıyorum. Hatta Trakya kökenli olup eş durumundan kendini Kürt zanneden bazı eski arkadaşlarımızın bile böyle hissettiklerini izleyebiliyorum.

Peki, neden böylesi acımasızca sayılabilecek bir hükme sahibim? Bu arada belirtmemde fayda var, hayatımda hiçbir konuda sabit fikirli olmadım, ama bu hükmüm ancak çok somut, bilimsel bazı karşı tezlerle çürütülebilirdi (zaten o nedenle hüküm diyorum), bu da henüz başarılamadı.

Tahminim odur ki, acısının biraz küllendiğine kanaat getirdiklerinde, parti arkadaşları herhalde Aysel Tuğluk’a gerekli uyarıları yapacaklardır.

Utanma, Mahcubiyet Alıntıları


Bu alıntıların tamamını vermeyeceğim, çok yer kaplar. Belki bir de tanıdık gelip sahibini meydana çıkarır. Böyle dokundurma gibi ifadeleri sevmem, doğrudan hedef alırım genelde. Ama burada ufak örneklerle, bir iki alıntıyla yetinmek istiyorum. Açıkçası her yazıyı da takip etmedim, ama istatistiksel bir çoğunluğa ulaştım.

“Ne olduğunda mahcubiyet duyacak bu toplum?”, “İnsan olan güne utanarak başlar, yüzünü yerden kaldıramaz bu ülkede”...

Twitter’da buna benzer onlarca tweet’e, onların da yüzlerce retweet’ine rastladım. Demek ki, utanan, mahcup olan ve diğerlerini (kimleri ?) bu nedenle garipseyen, onlardan da aynı tavrı bekleyen, hatta o tavrı takınmadıkları için onları kınayan bir dolu insan var. Ay, pek sevindim, ne hassasiyet, ne hassasiyet.

Konunun ve bu konunun canlanmasına yol açan özdeyişin içerdiği yüksek hassasiyetin bilincindeyim. O nedenle bu yazıyı okuyanlardan biraz edepsizce sayılabilecek bir ricam var. Kızmayın, tecrübe konuşuyor. Lütfen bu yazıyı salt gözünüzle ya da g.tünüzle değil, beyninizi de devreye katarak okuyun. Yanlış anlaşılmaya çok müsait bir konu.

İşte İtiraf: “Asla Utanmıyorum!”


Tabii ki aslında itiraf filan söz konusu değil, dobra dobra söylüyorum: “Asla utanmıyorum!”. Şaşırmayın, nedenleri hepinizin anlayabileceği kadar basit.

Dikkat ettiyseniz, ‘nedeni’ değil ‘nedenleri’ dedim. Çünkü esas olarak çok farklı iki düzeyde, iki farklı nedeni var bu tavrın. Daha fazla da sayılabilir, ama temel nedenler bu ikisi.

Önce Kimlik Tespiti


İsterseniz önce bu zaten utananların, mahcup olanların, utanma  veya mahcubiyet bekleyenlerin kim olduklarına biraz bakalım. Yapılan derme çatma bir istatistik bile, bunların çoğunluğunun, bundan yedi sene önce “yetmez ama evet” sayhalarıyla (bu kelimeyi seviyorum) sokaklara, gazetelere, dergilere, radyolara, televizyonlara çıkan ya da onları gönülden destekleyenlerden olduğunu kanıtlayacaktır. Peki, bunların o tavırlarından utandıklarına ilişkin tek bir ifadeye rastlandı mı? Bunu bir kenara koyalım. Onlara bu yazıda söyleyeceğimiz daha çok söz var.

Ben Neden Utanmıyorum?


Affınıza sığınarak söylüyorum, ben salak bir ütopyacı sosyalist değilim. Daha farklı bir ifadeyle, kendini sosyalist sanan liberal bir salak hiç değilim. Bugünü, bugünden yarını görebilmek için, dünü iyi bilmenin zorunlu olduğuna inanırım. Bulunduğum ortamı, değiştirmek, dönüştürmek istediğim ortamı iyi tanımaya gayret ederim. Solcuyu, dinciyi, Kürd’ü, Laz’ı, Alevi’yi, Sünni’yi, varsa Türk’ü, hadi yakında yine iş başına düşecek olan Balkanlı’yı tanımak, bilmek, ne zaman ne yapmış, ne yapar sorularına cevap bulmak zorundayım.

O dün şunu yapmış, bu bugün şunu yapıyor, diğeri yarın şunu yapacak ya da yapabilir diye utanmak ya da onların utanmasını bekleme lüksüm yok. Burada benim açımdan devreye girecek olan (tarihi şahıs ya da) semt, Kasım Paşa’dır.

Haydi Biraz Tarih


Bu şimdi utanan ya da utanç bekleyen zevat, örneğin Menemen Olayı’nın yıldönümünde dinci kişilerin bir yedek subayın kafasını kesmelerini ve sırığa takıp dolaştırmalarını, o ilçe halkının da buna karşı çıkmadıklarını hatırladıklarında, bir utanç duyuyor mudur ya da toplumdan bir mahcubiyet bekliyor mudur?

Bir de benim birinci ağızdan dinlediğim bir olayı katalım buraya. Bakalım utanç, mahcubiyet düzeyi ne olacak?

Dedem, annemin babası Mehmet Duyuldu, Balkanlardan göç ettirilip yerleştirildiği İnegöl’de bir yandan ufak atölyesinde takunya üretirken bir yandan da (Balkan eğitimli biri olarak okuma yazma ve Kuran bildiğinden) geçimini sağlamak için çevresindekilere hafızlık öğretiyordu. Bugün İnegöl’de belli bir yaşın üzerindeki kişilerce hâlâ ‘takunyacı Hafız’ adıyla hatırlanır. İstiklâl Madalyası vardı. Bir gün ona Kurtuluş Savaşı’nı sordum. “Yazıcıydım” dedi. “İyimiş” anlamına gelen bir şeyler söyledim. Çok kızdı. Yakasız mintanını sıyırdı ve üç kurşun yarasının izini gösterdi. Meğer İnegöl yakınında bugün de ‘Kanlıbayır’ adıyla bilinen yer Yunan ordusuyla en kanlı çatışmaların olduğu yerlerden biriymiş. Orada vurulmuş.

Buraya kadar sadece onu tanıtmaya çalıştım. Yani dindar, hafız, hoca. Önemli dinsel takıntısı ise futbol oynanmasına karşı olmasıydı.

Daha sonra bana bir şeyler daha anlattı. Yunan Ordusu İnegöl’ü ele geçirdikten sonra, orada yaşayan yobazlar Yunan subaylarına tek tek (onun tabiriyle) Kuvvacı evlerini göstermişler. Daha önce kaçabilen kaçmış, kaçamayanlar çok zulme uğramışlar, hükümet meydanında kuruna dizilenler, asılanlar ve tabii ki evlerde de ırzına geçilenler olmuş. Ve dedem bana dedi ki (sene 1966, ben on iki yaşındayım): “Uyanık olun, Yunan düşmandı, gitti. Asıl düşman içeride. Müslüman komşusunu ihbar eden Müslüman, her kötülüğü yapar.”

Annemle bir gün arayla biri İnegöl’de biri İstanbul’da hakka yürüdüler. Birbirlerinin ölümünden haberleri olmadı. Neden böyle dinsel bir ifade kullandım? Bunun da nedeni var.

Etnik Katliamcı Başka, Dinci Katliamcı Başka


Din faktörü, dikkat çekecek ölçüde dillere yerleşmeye başladı. Bu yukarıda bahsettiğim utananlar, mahcuplar, bunu toplumdan isteyenler, tweetlerinde son zamanda Tanrı’ya da sığındılar. Ateist olduğunu iddia edenler bile “eğer varsa, onları affetmez”, “Allah belalarını versin”, “Allah onları kahretsin” gibi ifadelere sıkça başvurur oldular.

Ben, bu tarihi bilen biri olarak (Menemen, İnegöl yetmedi mi, eksik mi kaldı? Daha var: Çorum, Maraş, Sivas ..., son yıllarda Ankara, Diyarbakır, Suruç ve bir sürü...) Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesine saldıranların sloganlarında çok net bir ifade algılıyorum: “Ermeni, Alevi” ifade ediliyor, Kürt yok. Din var, etnisite yok, Ermeni gavur anlamında, etnisite hâlâ yok. Ya da dinsel faktör sanki daha önde. Zaten Türk mezarlığı da yok, Müslüman mezarlığı var.

Menemen’de kafa kesenden, Sivas’ta insan yakana, Suruç’ta oyuncak götüren gençleri parçalayandan, Ankara’da cenazeye saldırana kadar bu oldukça geniş yelpazedekileri tanıyorum. Menemen’de görmezden gelenden, Sivas’ta tezahürat yapana kadar hepsini tanıyorum. Elinde bayrakla poz veren Samast’ın yanındakileri, Ankara’da karakolda çekilen fotoğraftakileri tanıyorum. Onlardan neden utanayım, hepsini tanıyorum, ne olduklarını, ne olabileceklerini, neler yapabileceklerini biliyorum. Ne yaptıklarını okudum, gördüm. “Acaba gene yaparlar mı? Yok canım, herhalde artık bu devirde de yapmazlar” deme lüksüm yok.

Bak, şimdi aklıma geldi, araya katıvereyim. Yıllar önce bu utangaçlardan biri, “bu ülkede kendine komünist diyenler iktidara gelseydi, en az beş milyon insanı katlederlerdi” mealinde laflar etmişti bir röportajında. Aynı yıl yapılan referandumda neyi savunmuştu peki? Yetmez ama evet’i tabii ki. Peki, o zaman kendisine “hata yapıyorsunuz, bu adamların niyeti kötü” dediğimizde bize ne demişti o utangaç: “Faşistler!”   

Daha önce dedemin örneğini verdim. Tarihten bir örnek daha vereyim mi? Ne garip rastlantıdır ki, (Prof.Dr.Celal Şengör’den) Sakarya Meydan Muharebesi’nden kaçan asker oranı da yaklaşık % 46’dır. Tanıdık geldi mi?

Ensar’dan bahsetmem de gerekiyor mu? Karısını vurmak için bile ancak pusu kurup arkasından ateş edebilenlerden? Acaba benden mi diye şüphelenip, çocuğunu öldürenlerden? Yetmiş yaşında ak sakallıyken on üç yaşında kızla evlenenlerden? Bu işin aslında dokuz, hatta altı yaşında da olabileceğini söyleyenlerden?

Gene dinsel takılayım, Allah korusun, mutlak iktidara sahip olduklarında, Abant’taki masum masörün daha önce ovduğu hangi boyunlara vinçlerdeki iplerin geçirilmesine onay vereceği hakkında bir fikrim var. Yıllar önce İletişim Han’ın merdivenlerinde rastladığım mütedeyyin aydınların (lafa bak), hangi postlarda oturup nasıl hükümler vereceklerine dair de çeşitli fikirlerim var.

Haydi diyelim bunlar faraziye. Öylemesine sallıyorum. Kontrollü ya da değil, 15 Temmuz’da harekete geçenlerin arasında o emirleri aldıkları sümüklü vaizin sümüklü mendilini yiyenler vardı. Adamlar inkar etmiyor, bu da mı faraziye.

Peki, Bu Utangaçlar Kim?


Yazmadan duramayacağım. Bu “utangaçlar” ya da “utananlar” kelimelerini gördüğümde, aklıma bu ifadenin yetersiz kaldığı fikri saplanıyor. Eski bir paralelliği de devreye sokarak “kullanışlı utangaçlar” ifadesini kullanmak sanki hem daha hoş hem de daha bilimsel gibi geliyor bana. Peki, kim bunlar?

Bunlar gerçek hayatı, tarihi, insanları, insansıları velhasıl hiç bir moku doğru dürüst tanımayan, yaşanmışlıklardan ders almayıp salakça aynı konuda yeniden denemeler yapan, gene tanımak için zahmete girmediği ama kendisine hedef olarak gösterilen düşmanlarına kin duyan, dünyaya o kinin penceresinden bakan insanlar. Örnek: Gazi Mustafa Kemal Atatürk adını duyduğunda ya da onun resmini gördüğünde aklına gelen ilk şeylerin İstiklâl Mahkemeleri (ki o yukarıda bahsettiğim % 46 vb. durumlar için kurulmuştur, savaş görmüş her ülkenin tarihinde de vardır), Prof.Dr.Afet İnan (6, 9 ya da 12 yaşında değil, koskoca Prof.), Sabiha Gökçen (Ermeni veya değil, bana ne, sana ne) olduğu insanlar.

Biraz zorlama gibi algılanabilir, ama sanki yeri geldi. Son bir örnek vermek istiyorum, olabildiğince objektif değerlendirmeniz ricasıyla:

Geçtiğimiz yıllarda bazı yazarlar, yazılarında kullandıkları “bidon kafalılar”, “göbeğini kaşıyan adamlar” gibi ifadeler nedeniyle, bu kullanışlı utangaçların çoğu tarafından “faşist“ olmakla suçlandılar. Hâlâ da öyle tanımlanıyorlar. Dikkat edin, daha hafif bir tanımlama değil: “FAŞİST”. Şimdi, kendisinden utanılacak nitelikte büyük bir kitle adına utanan, kendisini o pozisyonda gören, kendinde o hakkı bulan birileri size de sanki biraz faşizan gelmiyor mu? En azından daha üst, elit bir noktada değiller mi?

İşte tartışmanın çıkacağı nokta tam da burası. Ben de elit değil miyim? Elbette öyleyim. İçine doğmuş olduğum koşullar beni elit olarak nitelenebileceğim bir noktaya getirmiş (tabii sonra benim de biraz katkım var, çok okudum) . O ufacık (belki de büyük) fark burada devreye giriyor. Ben, benim gibi elit olmayanların yaptıkları ya da yapmadıkları şeyler için utanmam. Buna hakkım yoktur. Eğer ben elitsem, bir misyonum olmalıdır ve bunun içinde onlar adına utanma değil, onlara bir şeyler verebilme olmalıdır. Kalkıp da birisi bana “ulan, sen kim oluyorsun da benim adıma utanıyorsun” derse, son derece haklıdır ve söyleyecek sözüm yoktur. Bu ayrı bir sürü yazının konusu.

Peki, ben utanmaz mıyım? Utanma duygum mu yok? Vardı da aşındı mı? Hiç mi kalmadı?

Tümüyle duruyor. Ama ben bu duygumu benimle eşit, benim gibi elit insanlar için kullanıyorum, daha doğrusu ben kullanmıyorum, kendisi devreye giriyor. Birkaç örnek: “Sen şucuydun, değil mi?”, “yahu, ne yaptı bu sizinkiler?”, “filanla hâlâ görüşüyor musun?”, “o referandumda sen de mi şey demiştin?”, “yahu, senin o abi(ler) neler saçmalıyor Allah aşkına?”

İşte dan, dun utanç bombardımanı. Denebilir ki, burada da sana o elitlerden birisi çıkıp, “ulan, sen kim oluyorsun da benim adıma utanıyorsun” diyemez mi? Diyemez. Yıllardır bu konuda yazıyorum, kitap yazan bile oldu. Daha bu kullanışlı apt, pardon utangaçlardan hiçbiri tek kelime söylemedi. Burada yukarıdan faşizan tavır yok, eşitler, elitler arasında mücadele. Tam er meydanı.

Son Söz


Son söz dediğime bakmayın. Dilim ya da elim hareket ettikçe, bir sözüm hep olacak.


Bu utanma, mahcubiyet, ahlâka uygun ya da uygun olmayan tavırlar, riya, elitizm vb. konular beni hem sinirlendiriyor hem de bu konularda yazmak hoşuma gidiyor. Yani demem o ki...(arkası gelecek)



“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”

“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”

“Si vis pacem, para bellum”

“Barışı istiyorsan, savaşa hazır ol”

8 Eylül 2017 Cuma

Doğan Ağabey’i Kaybettik


Onu ağabey olarak anıyorum. Aslında onunla hiç karşılaşmadım, tanışmadım. Kitaplarından, yazılarından ve mücadelesinden tanıyorum onu.


Köşesindeki resmi

Haa, benim açımdan bir sabıkası var. Uzun süre Aydınlıkçı olmuş. Ne bileyim, benim açımdan biraz sakıncalı. Aramızda mavra konusuydu. Eski Aydınlıkçıların sonu çift sayıyla biten yıllarda, eski doktorcuların da sonu tek sayıyla biten yıllarda eski siyasetlerine döndüklerine ilişkin gırgır geçerdik. Ama utanan biz olduk, bizim doktorcular hiç dönmedi, Aydınlıkçımız yoktu zaten. Doğan Ağabey de dönmedi.

Şimdi yazmadan edemeyeceğim. Aydınlık’tan başlayıp bugünkü doğru çizgiye gelmiş birini, başlangıçta THKP-C’den başlayıp, Kızılcahamamcı (yahu hâlâ Pensilvanyacı diyemiyorum) bir çizgiye gelmiş olandan daha çok takdir edeceğim kesindir. Doğan Yurdakul eskiden ağabeyim değildi, ağabeylerim başkaydı. Şimdi geldiğimiz noktaya bak. Artık onlara ağabey diyemiyorum.

Doğan Ağabey'e İzinsiz Katkı


Doğan Yurdakul, iİerlemiş yaşlarında çok üzücü, çok yıpratıcı günler yaşadı. Bugünden bakınca hepsinin de pisi pisine yaşandığı bile söylenebilir.

Şimdi benim yapmak istediğim, farklı. Onun yaşamı boyunca verdiği mücadelenin, yaptığı katkıların yanına, onun kaybından sonra (onun maalesef haberi olmaksızın) ufak bir şeyler daha katmak istiyorum. Sanırım, okusa bana kızmazdı.

Alper Görmüş’ten başlayalım


Çünkü her şey sanki onunla başladı gibi. İsmi aklıma gelince “nerede yahu bu adam” dedim kendime. Google’dan baktım, “Serbestiyet” adlı bir internet gazetesinde yazıyormuş. Künyeye baktım, “Hakkımızda” başlıklı tanıtım yazısına baktım. Tanıdığım çok kişi var. Adeta bir “yetmez ama evet”ci ve Anti-Kemalist koalisyonu. Fetöcüsü bile var. Şimdi ne özeleştiri ne de özür babında bir ifadesine rastlamadığımızı belirtip, onu bir kenara koyalım (zaten bu modeller böyle).
 

Hemen kapatıldı

Alper Görmüş (ne görmüş?)



Alper Görmüş’ün Nokta dergisindeki “Darbe Günlükleri” bombasının ardından Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk, OdaTV vb. bombalar geldi.

Davalar başladı, ardı ardına gelen dalgalarla sürdü. Bir dolu asker, sivil, aydın, gazeteci, yazar, iş adamı, mafia bozuntusu (ara sıcak niyetine) gözaltına alındı ve çoğu tutuklandı. (İtiraf ediyorum, bazı tutuklular beni eğlendirmedi değil. Örneğin madalyonlu (madalyalı değil) tontoş bir emekli albay vardı. “Jitem’i ben kurdum, herkeşleri öldürdüm, kuyuları doldurdum” diye bağırdıkça, bizimkiler “yaa, gördünüz mü” diye başlarını öne arkaya sallıyorlardı.

Bir İki Örnek Olay


Bu planlı ve yaygın operasyonlar sırasında önemli hukuk usul ve kuralları çiğnendi. Yoğun bir sahte delil propagandası sürdürüldü. Gözaltı ve sorguların başlı başına işkenceye dönüştürülebilmesi, her türlü eza ve cefanın çektirilebilmesi için azami gayret gösterildi.

Planlı ve sistematik olarak sürdürülen bu muameleler neticesinde, sağlığını, hayatını kaybedenler oldu. Ben burada sadece iki örnek vereceğim, Doğan Ağabey’in çektikleri gölgelenmesin diye.


Emniyete götürülürken


Cumhuriyet Gazetesi’nin başyazarı İlhan Selçuk 83 (yazıyla seksen üç) yaşında iken sabahın ilk saatlerinde gözaltına alındı, 40 (yazıyla kırk) saat bekletildikten sonra 14 (yazıyla 14) saat sorgulandı ve sonunda serbest bırakıldı. Ağır kalp hastasıydı. Bir süre sonra ameliyat olmak zorunda kaldı ve yine bir süre sonra hayatını kaybetti. Bükemediler, ama sonunda kırıldı.

İkinci örnek:

Hayatını bu ülkeye vakfetmiş, FETÖ tehlikesi konusunda yıllar önce sesinin yettiğince uyarılarda bulunmuş Prof.Dr.Türkan Saylan’ın evi de 13 Nisan 2009’da sabahın

Bir ay ömrü kalmıştı

köründe basıldı. Vücudunu sarmış kanser dördüncü evresindeydi. Buna rağmen dostlarının desteğiyle çiçekli penceresinden sokaktaki protestocuları yatıştırmaya çalıştı. Evi yedi saat boyunca altüst edildi. Unutmayalım, hastalığının bu evresinde insanlarla ancak maske takarak ilişkide bulunması, her türlü toz vb. etkiden olabildiğince korunması gerekiyordu. Bükülmedi, ama bir ay sonra kırıldı, 18 Mayıs’ta hayatını kaybetti.

Bu iki örneğe yer vermiş olmamın nedenini yazının ileriki kısımlarında açıklayacağım. Verebileceğim daha bir dolu örnek var. Sağlığını, ailesini, malını, kariyerini, hayatının bir bölümünü ya da tamamını bu aşağılık tezgah sonucunda kaybetmiş bir dolu insan var.

Olası İtirazlar


Belki diyenler olabilir ki, “canım, artık ezberledik bunları. Tekrarlamanın ne alemi var?”. Var efendim, var. Bunlar her fırsatta vurgulanması, adeta kafalara kakılması gerekli gerçekler. Çünkü bu eleştirilerin hedefleri en ufak bir pişmanlık göstermiyorlar. Bunu bu yazının sonunda size Doğan Ağabey de söyleyecek.

Bir de zamane koşullarının getirdiği şöyle bir ifade var: “Şu günleri hele bir geçelim, geçmişin hesaplaşmasını sonra yaparız”. Çok yakın zamanda ünlü YAE’cilerden birinin bu mealde bir tweetine de rastladım.

“Şu günlere” gelmemek için biz tüm gücümüzle, canlarımızı, özgürlüklerimizi, sevdiklerimizi kaybederken, siz “ileri demokrasi”ye AKP ve FETÖ’yle gidebilmek için bizimle cansiperane savaşıyordunuz. Bugün “bu hale siz getirdiniz, şimdi de siz düzeltin” desek, kim bizi kınayabilir?

Hadi, hadi, korkmayın. Biz bu mücadelenin boylu boyunca içinde olacağız. Ama sizinle birlikte mi? Kusura bakmayın. Bu karikatürü daha önce de kullanmıştım, hiç eskimiyor.
 

Bu artık bir klasik


Doğan Ağabey Silivri Zindanında


Doğan Ağabey’i Nedim Şener ve Ahmet Şık’la eşzamanlı olarak 3 Mart 2011’de içeri aldılar ve 6 Mart 2011’de tutukladılar. Kalp hastasıydı, pil taşıyordu. Daha da önemlisi, içeri alındığında eşi kanser hastasıydı. Hastalığı, yapılan tedaviye cevap vermiyordu. Yani Doğan Ağabey, zindana girerken, sevgili eşini bir daha sağ olarak görüp göremeyeceğini bilmiyordu.
 

Eşiyle mutlu günlerinde

Aslında kendisi de o kadar hastaydı ki, aynı koğuşu paylaşan Ahmet Şık ve Nedim Şener, arada bir o uyurken yatağına gelip nefesini dinliyorlardı.

Bu yazıyı uzatmamak için, Soner Yalçın’ın bu zindan günlerine ilişkin yazısını dün Facebook’ta duvarımda paylaştım. Yazıyı
7/9/2017 tarihli Sözcü gazetesinde de bulabilirsiniz (Bu zulüm unutulmaz).

Doğan Ağabey, eşinin 15 Eylül 2011’deki cenazesine mavi cezaevi mahkûm nakil arabasıyla, sıkı koruma altında getirildi. Kelepçeli değildi, ama iki yanında ızbandut gibi sivil polisler vardı.
 

Sıkı tutsaydınız, kaçabilir

Doğan Ağabey, beş ay sonra 22 Şubat 2012’de sağlık nedenleriyle taburcu edildi. Ama bundan önce yaşamak zorunda kaldığı bir işkenceyi daha yazmak zorundayım.

Kızı Reyhan, babasını Silivri’de ziyaret etmek istediğinde, daha önceden deneyimli olan Doğan Ağabey tarafından metal detektörü konusunda uyarılmış. Detektör bir şekilde ötüp, görevli memur kontrol etmek isteyince, babasının kızı Reyhan, tişörtünü sıvayıp, o gün bilerek sütyen takmadığını göstermiş.
 

Oğlu ve kızıyla

Bu bizim YAE’ciler filan o dönemde bu zulümden bahseden yayınlara pek iltifat etmediklerinden, bu ve benzeri uygulamalardan haberleri olamadı. Belki de onlar açısından daha iyi oldu. Bugün daha çok utanıyor olacaklardı (gizlice utanıyor olanlardan bahsediyorum, yüzsüzlerden değil). Bir vurucu örnek daha anlatmakta üzülerek ve utanarak fayda umuyorum.


Nedim Şener’in Kızının Başına Gelenler


Davalardaki tavırları ve sonraki yazıları nedeniyle Nedim Şener’e kırgın ve kızgınım. Ama bu, kızının başına gelenler konusunu görmezden gelmeme neden değil.
 

Kuşkulu şahıs babasıyla okula gidiyor

Nedim’in kızı, anne ve babasının kararıyla ve yaşadığı delice özlemin coşkusuyla, Silivri zindanına, babasını görmeye koşuyor. Daha önce görüp karşılaşmış ve hiç sevmemiş olduğu beton grisinin elli de değil, biri iki tonunun tümüyle hakim olduğu mekanda, kız çocuğu aklıyla (sakın küçümsemeyin, çok zengindir, torunumdan biliyorum) babasına biraz renk zenginliği gösterebilmek için, çok renkli ve metal düğmeli bir etek giyiyor. Detektörden geçemiyor, eteğini çıkarttırıyorlar (henüz 8, yazıyla sekiz yaşında). Eteğin kontrol edilmesini beklemeden, hırkasını beline sarıyor ve babasına koşuyor. Nedim Şener, bu sahneyi ve Reyhan’ın olayını Medya Mahallesi programında ağlayarak anlatmıştı. YouTube’da var.

Doğan Ağabey tabii ki ardından bundan çok daha iyi yazılar yazılmasını hak ediyor. Ama itiraf ediyorum, onun bu zamansız ve ani gidişini başka bir konuda, son yazısına güvenerek, ondan izin almışçasına kullanacağım.

Solda Sükut-u Ahlâk


Sosyal medyanın çeşitli unsurlarını (Twitter, Instagram, Facebook vb.) vaktim elverdiğince takip ediyorum. Daha önce basın ve fikir suçlarından içeriye atıldıklarından şüphe duyulamayacak gazeteciler için, bu sosyal medya unsurlarında tek bir protesto paylaşımında bile bulunmamış bazı kişiler, günlük ya da haftalık internet sitelerine, Ahmet ve Mehmet Altan kardeşler, Nazlı Ilıcak, Şahin Alpay, FETÖ’cülük bağlantılı suçlamalarla içeri alındıkları andan beri, “dünden beri içerde”, “üç gündür içerde”, “şu kadar gündür içerde”, “bu kadar gündür içerde” diye resimli tweetler gönderip duruyorlar.
 

Ahmet Kardeşim, Altanlara dua et

Onlara acıdığım nokta şu: Ahmet ya da Mehmet Altan yüzünden mecburen Kadri Gürsel’i, Ahmet Şık'ı ve diğer Cumhuriyet tutuklularını da bu kampanyaya katmak zorunda kaldılar. Ama eski aşkları, masör Ali Bulaç’tan bahsettiklerine pek rastlamıyorum. Bence gene eksik ileri demokrasi.

Yüksek ahlâklarıyla temayüz etmiş bu kişilerin, Ergenekon, Balyoz vb. dönemlerde Barış Yarkadaş, Tuncay Özkan vb. gazeteciler için böylesi feryatlarda bulunduklarına rastlamadık. Nedeni gayet açık: Taraf gazetesi, onlar hakkında “gazetecilikten tutuklanmadılar” manşetini atmış ve bu çocuklara “sakın protesto filan etmeyin” komutunu, kim bilir nereden, vermişti.

Farkındasınızdır, yazının başından beri bu çocuklar konusunda Doğan Ağabey’le benzer görüşlerde olduğumdan pek emindim. Bunu da yarım kalmış olan son yazısını buraya koyarak göstermek istiyorum. Tabii ki o bana göre daha olgun ve daha kibar.


---------------------------------------------------------------------------------

Nereye, daha karpuz kesecektik!

17.08.2017 12:00
Susayım diyorum susamıyorum, şu uzun dilini her yere sokma diyorum ama dilime dert anlatamıyorum. Karpuz mevsimi neredeyse geldi geçiyor ama benim aklımdan çıkmayan bir karpuz hikayesi var.
Yakında askerlerin görev ve terfileri belirlenecek de oradan aklıma geldi.
İlker Başbuğ’un ardından Genelkurmay Başkanlığına geçecek olan, Türk ordusunun son zamanlardaki en saygıdeğer komutanlarından biri olan General Işık Koşaner çok soylu bir davranış göstermiş, üstlerinin hapiste olmasını hazmedemeğinden çalışma arkadaşlarıyla birlikte görevden istifa ettğini bildirmişti.  29 Temmuz 2011’de Işık Koşaner o haysiyetli davranışı gösterdiğinde, Taraf gazetesinde “Daha Karpuz kesecektik” gibi iğrenç bir manşet atılmıştı.
AKP’nin sonradan ordunun başına kimleri getirdiğini hepiniz benden daha iyi biliyorsunuz!
Aslında lafım oraya değil, her zaman özgürlük mücadelesine yapışmış birer kene gibi olan bazı akıl fukaralarına. Elbette hapiste olmalarına gönlüm elvermiyor, keşke özgür olsalar da kafa kafaya tartışabilsek. Ama onlar yaptıkları hataları fark etmekten daha hâla çok uzaktalar.
Ne diyelim, bakarsınız bir gün bizimle birlikte karpuz kesmeyi isteyebilirler. 

Son yazısı böyle yarım kalmıştı


Devamı gelecek...

--------------------------------------------------------------------------------

“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”

“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”

“Si vis pacem, para bellum”

Barışı istiyorsan, savaşa hazır ol