Kemal
Bey’e Hatırlatmalar
Bu
bloğu takip edenler bilir, CHP, Baykal ya da Kılıçdaroğlu, bir iki yazı
haricinde hiç temel meselem ya da konum olmadı. Nedeni bence malûm. Benim
sorunum yobazlarla, faşistlerle ve ihanet içinde telakki ettiğim liberal
solcularla (kullanışlı aptallarla) idi. Sosyal demokrat olduğunu iddia eden bir
parti ve liderinin yaptıkları, zaten ona uygundu ve diyebilirim ki, benim de
farklı bir beklentim yoktu.
Ama
yıllardan beri AKP ya da RTE aleyhine neredeyse tek bir sağlam eleştiri
yapmadan, CHP’ye, Baykal’a, Kılıçdaroğlu’na saydıranlara gıcık olduğum da bir vakıadır.
Bu gıcığın nedeni CHP’yi sevmem ya da tutmam değil tabii ki.
Bu
AKP ya da RTE muhibbi eski dostlarımızın bir kısmının, Fetö-AKP sarmalında
gözlerinin kamaşmış olması, onları takip eden kitlenin de o kişilerce özellikle
Anti-Kemalizm bağlamında eğitilmiş olması, onlar için CHP’yi eleştirmeyi, ona
küfretmeyi adeta asli bir görev haline getirdi.
Şundan
kesinlikle eminim, bu kişilerin çoğu Kemalizm’le ya da CHP ile uğraşacaklarına,
enerjilerini bu aptalca işe harcayacaklarına, gelmekte olan İslami-Faşist diktatörlüğe
karşı harcasalardı, bugün asla bu noktada olmazdık.
Kemalizm’e
ve onu temsil ettiğine inandıkları CHP’ye öyle düşmanlardı ki, kendilerinin de
içinde bulunduğu suyun sinsice ısıtıldığını fark etmediler bile.
Ya
da fark ettiler mi acaba? Bu soru beni bozar. Ama tarihte, Bizanslı Ortodoks
rahip Lucas Notaras’a maledilen bir söz var: “Latin serpuşu yerine Türk sarığı
görmeyi yeğlerim” demiş, 1453 yılında Konstantinopolis Fatih Sultan Mehmet
tarafından muhasara edilirken. Çünkü 4.Haçlı Seferi sırasında Latinlerin
yaptığı zulüm ve yağmayı unutmamışlar.
Acaba
Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve ardılları, gelebilecek olan bir İslami-Faşizm’in
yapabilmesi muhtemel zulümden daha fazlasını mı yaptılar ki, bu yaralı
mazlumlar, CHP’yi AKP ya da Fetö’den daha beter bir düşman olarak gördüler?
Bu
konuda gerçekten çok fazla kafa patlattım. Biz uyarma görevimizi neden
başaramamıştık? Neden bu son derece net uyarılar işe yaramadı? Sonunda buldum.
Uyarmaya
çalışanlar, yani bizler, onların gözünde ya iflah olmaz birer Kemalist, ya
liberalleşememiş birer Marksist-Leninist ya da her ikisi birdendik. Demektir
ki, uyarılarımızın ya da söylediklerimizin bir kıymeti harbiyesi yoktu.
Halbuki
muhafazakar entelektüeller onlara saygı gösteriyor, söylediklerine kulak
veriyorlardı. Bunu söylemek hoşuma gitmiyor ama, iç ve dış seyahatler,
konferanslar, paneller, onöre etmeler vb. de işin cabasıydı.
Kemalistler
ya da diğer solcular bu kadar saygılı ve ekmekli değillerdi ne de olsa.
Sakın
gereksiz alınganlık yapmayın, ekmek alan kendini bilir, saygı gören kendini
bilir, bu işi beleşe yapmış olanlar da kendini bilir.
Kusura
bakmayın, geçerken bizimkilere uğramadan edemedim. Ne de olsa o güzel şarkıdaki
gibi: “Eski dostlar, eski dostlar.”
Böyle siyasi bir yazının içinde bu şarkı aykırı
kaçabilir, ama bana çok hitap ettiği için almadan edemedim. Sakın bunu bir zaaf
olarak görmeyin. Arada onları özlüyorum da tabii.
Sıra gene CHP’de
Burada bir siyasi liderin, çizgisi önemli olmaksızın
belirli durumlarda nasıl tavır alması gerektiğini, tarihten iki ve günümüzden
bir örnekle anlatmaya çalışacağım.
İlki çok eski. Tarih bilmeyen gençler için anlatıyorum.
Sadece bir liderin soğukkanlılığını göstermek istiyorum.
1961-1965 yılları arasındaki dönemde üç koalisyon
hükümeti kuran İsmet İnönü, 21 Şubat 1964 günü Başbakanlık’tan çıkıp arabasına
bindiğinde bir suikastçinin üç el ateşine maruz kaldı. Otomobili 1962 model
Opel idi. Zırhı yoktu. Arka kapıya isabet eden mermiler şansa İnönü’ye değmedi.
Silah seslerini duyan İnönü, “bu suikast” dedi. Önde
oturan Özel Kalem Müdürü Necdet Calp (12 Eylül 1980’den sonra parti kuran)
şoföre “arabayı kaldır” dedi. Şoför panikle gaz yerine frene bastı. İnönü ise
gülerek, “durun bakalım, derdi neymiş, anlayalım” diyordu.
Başbakan İnönü, oradan hareketle TBMM’ye gittiğinde
henüz haber oraya erişmemişti bile. Neden sonra insanların haberi oldu ve
“geçmiş olsun” kuyruğuna girdiler.
Bir Eski Vukuat Daha, Ama Ne Vukuat
5 Haziran 1972’de genel seçim yapılacaktı. TRT tek
kanaldan yayın yapıyordu. Seçim öncesinde her partiye akşam kuşağında belirli
bir süre propaganda süresi ayrılmıştı (eşit!).
3 Haziran 1977 günü Taksim’de CHP’nin bir mitingi
vardı. Fakat ilginç bir gelişme oldu. 2 Haziran günü dönemin başbakanı Süleyman
Demirel, Bülent Ecevit’i telefonla arayarak, ertesi gün miting sırasında bir
suikaste kurban gidebileceğini haber verdi.
Ecevit, kendi sırası olmadığı halde o akşam TRT’de
CHP’ye ayrılan propaganda kuşağına çıktı ve şunları söyledi:
“Bugün Başkan Demirel bana telefon ederek yarınki
Taksim mitingimizi iptal etmemizi istedi. Çünkü aldığı istihbarata göre miting
sırasında bana bir otelden uzun namlulu silahla ateş edileceğini öğrendiğini
söyledi. Bu koşullarda hiç kimseden yarınki mitingimize gelmesini isteyemem.
Ancak eşim ve ben yarın miting saatinde Taksim meydanında olacağız”.
3 Haziran 1977 günü ben de oradaydım. Henüz aşağı
yukarı bir ay önce kardeşlerimizi, yoldaşlarımızı o meydanda kanlı 1 Mayıs
katliamına kurban vermiştik. Sizi temin ederim, 3 Haziran günü o meydandaki
kalabalık bugüne kadarki tüm kalabalıklardan büyüktü. İstiklal Caddesi’nden
meydana gelmeye çalışan CHP otobüsü, bazı anlarda yükseğe kaldırmaya çalışan
insanlar nedeniyle sallanıyordu.
Sıra bugünden örnekte
Sözde referandum gecesi, YSK hilesi duyulur duyulmaz,
herhangi bir partinin başkanı ya da sorumlusu olmayan bir kişi, yanına
bulabildiği insanlarla YSK’nın kapısına dayandı. Sn. Ümit Özdağ. Ortalıkta ne
silahlı ne eli sopalı AKP
militanları vardı. Sesi çıkabildiği kadar itirazını
seslendirdi ve gitti.
Ümit Özdağ YSK'nın kapısında |
Soru geldi:
Aynı gece, YSK’nın kapısına beş yüz bin ya da bir
milyon kişi dayansaydı, ne olurdu? Ya da şöyle sorayım: Kemal Kılıçdaroğlu,
“kimseyi oraya çağıramam, ama ben ve eşim bu sonuçlara itiraz etmek için YSK’ya
gidiyoruz” dese ne olurdu?
Aynı soru çok daha önce de geçerliydi. 7 Haziran
seçimlerinden sonra kendisine hükümet kurma görevi verilmediğinde, istikşafi
görüşmeler yerine “ben ve arkadaşlarım görevi almaya geliyoruz” diyerek
Beştepe’ye gitseydi, acaba ne olurdu?
Bu iki örnek soruda aynı değerlendirme söz konusu.
Lider, yolu gösterir ve kendisi o yola düşer. Gelecek ve o yürüyüşe katılacak
olanların sorumluluğu kendilerindedir. Aynen Taksim’de olduğu gibi.
Bir dostun haklı isyanı
Boğaziçi Üniversitesi’nde farklı siyasi görüşlerde
olmamıza rağmen, saygılı bir ilişki içinde olduğumuz, bugün artık yoldaşım
olarak gördüğüm Zafer Arapkirli’nin geçtiğimiz günlerde Facebook’ta yayınladığı
bir yazısını buraya aynen almak istiyorum:
"KEMAL
KILIÇDAROĞLU...
Ya, 17 nisan sabahı "yenildik" deyip liderliği bırakacaktı...
Ya da, "Hukuksuzluk yapıldı, sonuna kadar HAYIR!.." diyerek bunun mücadelesine "Ölümüne" (yani siyasi hayatının en son meydan savaşı niteliğinde) sarılacaktı.
Bu seçeneklerin dışında ne konuşursa konuşsun, boştur. Kendisine, partisine ve "HAYIR" oyu veren geniş cepheye de onların aylar süren onurlu mücadelesine de iradesine de zarar vermektedir.
Büyük liderler, sadece başkalarının sözlerine tepki düzeyinde sözlerle liderlik yapan insanlar değildir. Kendi söylemi olur. Onu söyler ve sonuna kadar arkasında durur.
Misal : "Bu kontrollü bir darbedir. Elimizde kanıtlar var açıklayacağım" dedikten sonra çıkar bunun kanıtını sunar. Kimi ne ile itham ediyorsa, gider suratına çarpar bu kanıtları.
Misal : "Adil Öksüz'ü kimin sakladığını biliyoruz. Açıklayacağız" imasında bulunduktan sonra, çıkar bunun kanıtını sunar.
Misal : "Bu oylamanın sonucunu kabul etmiyoruz. Gayrı meşrudur" dedikten sonra, bunun dışında her türlü eylemi, sonucun geçerli olduğu varsayımı bağlamındaki her türlü görüşü reddeder ve yanıt dahi vermez.
Misal : "siyasi tarihimizin en açık sandık hilesi karşısında, o gece yüzde 49'u oluşturan 23,779,141 insanla birlikte, ne pahasına olursa olsun (siyaset gerektiğinde her türlü bedel ödeyebilme sanatıdır) YSK'nın kapısına dayanır, sonuç geçersiz kılınana dek o kapıdan bir yere kımıldamaz.
Misal : Oy çalanı, milletin iradesini çalanı, sandık çalanı, pusula çalanı, "Dünyanın en adi en aşağılık hırsızı" kabul edersek, birilerini bu suçla itham ettikten sonra, gidip o kişilerle yan yana "kahkaha pozları" vermez.
Misal : "Haberal, Özkan, Balbay halkın oylarıyla seçildi. Onlar gelmeden o meclis salonuna asla girmem" dedikten sonra... Girmez.
Misal : Sizi Cumhurbaşkanı kabul etmiyoruz. Saygı duymuyoruz dedikten sonra ne olursa olsun (şimdi gitmezsem ne derler) diye, "Saray'a yani Huzura" çıkmaz.
Misal : "Kontrollu" olduğuna inandığı bir darbeye karşı tavır alır ama "Kontrol ettiğine inandığı"na karşı da tavır alır ve Yenikapı'ya giderek "aksesuar" durumuna düşmez. Kendi mitinginde verdiği güçlü mesajla yetinir. Bahçeli, Cüppeli ve Akar ile aynı meydanda görünmez.
Misal : Dokunulmazlıkların kaldırılması meselesinde "Ama herkesin" kaydını koyduktan sonra, "İktidar haricinde herkesin" formülüne rıza göstermez. Oyuna gelmez.
Misal : Demokrasi tarihimizin en önemli demokratik kitlesel direnişi olan Gezi Parkı'nda Altı Ok'u gizlemez, gelir en ön safta yerini alır, partisinin her bir ferdini de oraya gönderir "yerini aldırır", bunu yapmadan, Gezi Direnişi Şehitleri'ne övgüler dizerek siyasi çıkar ummazdı.
İyi insan olmak, temiz namuslu bir insan olmak, oğlu "delikanlı gibi askerlik yapacak" olmak, uzun yıllar kamu görevi yaparak "Boğazından haram tek bir kuruş haram lokma geçmemiş olmak" iyi bir siyasi lider olmaya yetmiyormuş demek ki.
Benim de boğazımdan tek bir haram kuruş geçmedi. Ben de gidip "Aslanlar gibi" askerlik yaptım. Ben de namuslu ve dürüst olmak konusunda en az sizin kadar iddialıyım Kemal Bey. Ama bugünkü makamınıza da konumuza zerre kadar özenmiyorum."