26 Mayıs 2017 Cuma

Kemal Bey’e Hatırlatmalar 


Bu bloğu takip edenler bilir, CHP, Baykal ya da Kılıçdaroğlu, bir iki yazı haricinde hiç temel meselem ya da konum olmadı. Nedeni bence malûm. Benim sorunum yobazlarla, faşistlerle ve ihanet içinde telakki ettiğim liberal solcularla (kullanışlı aptallarla) idi. Sosyal demokrat olduğunu iddia eden bir parti ve liderinin yaptıkları, zaten ona uygundu ve diyebilirim ki, benim de farklı bir beklentim yoktu.

Ama yıllardan beri AKP ya da RTE aleyhine neredeyse tek bir sağlam eleştiri yapmadan, CHP’ye, Baykal’a, Kılıçdaroğlu’na saydıranlara gıcık olduğum da bir vakıadır. Bu gıcığın nedeni CHP’yi sevmem ya da tutmam değil tabii ki.

Bu AKP ya da RTE muhibbi eski dostlarımızın bir kısmının, Fetö-AKP sarmalında gözlerinin kamaşmış olması, onları takip eden kitlenin de o kişilerce özellikle Anti-Kemalizm bağlamında eğitilmiş olması, onlar için CHP’yi eleştirmeyi, ona küfretmeyi adeta asli bir görev haline getirdi.

Şundan kesinlikle eminim, bu kişilerin çoğu Kemalizm’le ya da CHP ile uğraşacaklarına, enerjilerini bu aptalca işe harcayacaklarına, gelmekte olan İslami-Faşist diktatörlüğe karşı harcasalardı, bugün asla bu noktada olmazdık.

Kemalizm’e ve onu temsil ettiğine inandıkları CHP’ye öyle düşmanlardı ki, kendilerinin de içinde bulunduğu suyun sinsice ısıtıldığını fark etmediler bile.

Ya da fark ettiler mi acaba? Bu soru beni bozar. Ama tarihte, Bizanslı Ortodoks rahip Lucas Notaras’a maledilen bir söz var: “Latin serpuşu yerine Türk sarığı görmeyi yeğlerim” demiş, 1453 yılında Konstantinopolis Fatih Sultan Mehmet tarafından muhasara edilirken. Çünkü 4.Haçlı Seferi sırasında Latinlerin yaptığı zulüm ve yağmayı unutmamışlar.

Acaba Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve ardılları, gelebilecek olan bir İslami-Faşizm’in yapabilmesi muhtemel zulümden daha fazlasını mı yaptılar ki, bu yaralı mazlumlar, CHP’yi AKP ya da Fetö’den daha beter bir düşman olarak gördüler?

Bu konuda gerçekten çok fazla kafa patlattım. Biz uyarma görevimizi neden başaramamıştık? Neden bu son derece net uyarılar işe yaramadı? Sonunda buldum.

Uyarmaya çalışanlar, yani bizler, onların gözünde ya iflah olmaz birer Kemalist, ya liberalleşememiş birer Marksist-Leninist ya da her ikisi birdendik. Demektir ki, uyarılarımızın ya da söylediklerimizin bir kıymeti harbiyesi yoktu.

Halbuki muhafazakar entelektüeller onlara saygı gösteriyor, söylediklerine kulak veriyorlardı. Bunu söylemek hoşuma gitmiyor ama, iç ve dış seyahatler, konferanslar, paneller, onöre etmeler vb. de işin cabasıydı.

Kemalistler ya da diğer solcular bu kadar saygılı ve ekmekli değillerdi ne de olsa.

Sakın gereksiz alınganlık yapmayın, ekmek alan kendini bilir, saygı gören kendini bilir, bu işi beleşe yapmış olanlar da kendini bilir.

Kusura bakmayın, geçerken bizimkilere uğramadan edemedim. Ne de olsa o güzel şarkıdaki gibi: “Eski dostlar, eski dostlar.”

Böyle siyasi bir yazının içinde bu şarkı aykırı kaçabilir, ama bana çok hitap ettiği için almadan edemedim. Sakın bunu bir zaaf olarak görmeyin. Arada onları özlüyorum da tabii.

Sıra gene CHP’de


Burada bir siyasi liderin, çizgisi önemli olmaksızın belirli durumlarda nasıl tavır alması gerektiğini, tarihten iki ve günümüzden bir örnekle anlatmaya çalışacağım.

İlki çok eski. Tarih bilmeyen gençler için anlatıyorum. Sadece bir liderin soğukkanlılığını göstermek istiyorum.

1961-1965 yılları arasındaki dönemde üç koalisyon hükümeti kuran İsmet İnönü, 21 Şubat 1964 günü Başbakanlık’tan çıkıp arabasına bindiğinde bir suikastçinin üç el ateşine maruz kaldı. Otomobili 1962 model Opel idi. Zırhı yoktu. Arka kapıya isabet eden mermiler şansa İnönü’ye değmedi.
 

İnönü'ye suikast

Silah seslerini duyan İnönü, “bu suikast” dedi. Önde oturan Özel Kalem Müdürü Necdet Calp (12 Eylül 1980’den sonra parti kuran) şoföre “arabayı kaldır” dedi. Şoför panikle gaz yerine frene bastı. İnönü ise gülerek, “durun bakalım, derdi neymiş, anlayalım” diyordu.

Başbakan İnönü, oradan hareketle TBMM’ye gittiğinde henüz haber oraya erişmemişti bile. Neden sonra insanların haberi oldu ve “geçmiş olsun” kuyruğuna girdiler.

Bir Eski Vukuat Daha, Ama Ne Vukuat


5 Haziran 1972’de genel seçim yapılacaktı. TRT tek kanaldan yayın yapıyordu. Seçim öncesinde her partiye akşam kuşağında belirli bir süre propaganda süresi ayrılmıştı (eşit!).

3 Haziran 1977 günü Taksim’de CHP’nin bir mitingi vardı. Fakat ilginç bir gelişme oldu. 2 Haziran günü dönemin başbakanı Süleyman Demirel, Bülent Ecevit’i telefonla arayarak, ertesi gün miting sırasında bir suikaste kurban gidebileceğini haber verdi.
 

Ben ve eşim orada olacağız

Ecevit, kendi sırası olmadığı halde o akşam TRT’de CHP’ye ayrılan propaganda kuşağına çıktı ve şunları söyledi:

“Bugün Başkan Demirel bana telefon ederek yarınki Taksim mitingimizi iptal etmemizi istedi. Çünkü aldığı istihbarata göre miting sırasında bana bir otelden uzun namlulu silahla ateş edileceğini öğrendiğini söyledi. Bu koşullarda hiç kimseden yarınki mitingimize gelmesini isteyemem. Ancak eşim ve ben yarın miting saatinde Taksim meydanında olacağız”.

3 Haziran 1977 günü ben de oradaydım. Henüz aşağı yukarı bir ay önce kardeşlerimizi, yoldaşlarımızı o meydanda kanlı 1 Mayıs katliamına kurban vermiştik. Sizi temin ederim, 3 Haziran günü o meydandaki kalabalık bugüne kadarki tüm kalabalıklardan büyüktü. İstiklal Caddesi’nden meydana gelmeye çalışan CHP otobüsü, bazı anlarda yükseğe kaldırmaya çalışan insanlar nedeniyle sallanıyordu.

Sıra bugünden örnekte


Sözde referandum gecesi, YSK hilesi duyulur duyulmaz, herhangi bir partinin başkanı ya da sorumlusu olmayan bir kişi, yanına bulabildiği insanlarla YSK’nın kapısına dayandı. Sn. Ümit Özdağ. Ortalıkta ne silahlı ne eli sopalı AKP

Ümit Özdağ YSK'nın kapısında

militanları vardı. Sesi çıkabildiği kadar itirazını seslendirdi ve gitti.

Soru geldi:

Aynı gece, YSK’nın kapısına beş yüz bin ya da bir milyon kişi dayansaydı, ne olurdu? Ya da şöyle sorayım: Kemal Kılıçdaroğlu, “kimseyi oraya çağıramam, ama ben ve eşim bu sonuçlara itiraz etmek için YSK’ya gidiyoruz” dese ne olurdu?

Aynı soru çok daha önce de geçerliydi. 7 Haziran seçimlerinden sonra kendisine hükümet kurma görevi verilmediğinde, istikşafi görüşmeler yerine “ben ve arkadaşlarım görevi almaya geliyoruz” diyerek Beştepe’ye gitseydi, acaba ne olurdu?

Bu iki örnek soruda aynı değerlendirme söz konusu. Lider, yolu gösterir ve kendisi o yola düşer. Gelecek ve o yürüyüşe katılacak olanların sorumluluğu kendilerindedir. Aynen Taksim’de olduğu gibi.

Bir dostun haklı isyanı


Boğaziçi Üniversitesi’nde farklı siyasi görüşlerde olmamıza rağmen, saygılı bir ilişki içinde olduğumuz, bugün artık yoldaşım olarak gördüğüm Zafer Arapkirli’nin geçtiğimiz günlerde Facebook’ta yayınladığı bir yazısını buraya aynen almak istiyorum:

"KEMAL KILIÇDAROĞLU...

Ya, 17 nisan sabahı "yenildik" deyip liderliği bırakacaktı...
Ya da, "Hukuksuzluk yapıldı, sonuna kadar HAYIR!.." diyerek bunun mücadelesine "Ölümüne" (yani siyasi hayatının en son meydan savaşı niteliğinde) sarılacaktı.

Bu seçeneklerin dışında ne konuşursa konuşsun, boştur. Kendisine, partisine ve "HAYIR" oyu veren geniş cepheye de onların aylar süren onurlu mücadelesine de iradesine de zarar vermektedir.

Büyük liderler, sadece başkalarının sözlerine tepki düzeyinde sözlerle liderlik yapan insanlar değildir. Kendi söylemi olur. Onu söyler ve sonuna kadar arkasında durur.

Misal : "Bu kontrollü bir darbedir. Elimizde kanıtlar var açıklayacağım" dedikten sonra çıkar bunun kanıtını sunar. Kimi ne ile itham ediyorsa, gider suratına çarpar bu kanıtları.
Misal : "Adil Öksüz'ü kimin sakladığını biliyoruz. Açıklayacağız" imasında bulunduktan sonra, çıkar bunun kanıtını sunar.

Misal : "Bu oylamanın sonucunu kabul etmiyoruz. Gayrı meşrudur" dedikten sonra, bunun dışında her türlü eylemi, sonucun geçerli olduğu varsayımı bağlamındaki her türlü görüşü reddeder ve yanıt dahi vermez.

Misal : "siyasi tarihimizin en açık sandık hilesi karşısında, o gece yüzde 49'u oluşturan 23,779,141 insanla birlikte, ne pahasına olursa olsun (siyaset gerektiğinde her türlü bedel ödeyebilme sanatıdır) YSK'nın kapısına dayanır, sonuç geçersiz kılınana dek o kapıdan bir yere kımıldamaz.

Misal : Oy çalanı, milletin iradesini çalanı, sandık çalanı, pusula çalanı, "Dünyanın en adi en aşağılık hırsızı" kabul edersek, birilerini bu suçla itham ettikten sonra, gidip o kişilerle yan yana "kahkaha pozları" vermez.

Misal : "Haberal, Özkan, Balbay halkın oylarıyla seçildi. Onlar gelmeden o meclis salonuna asla girmem" dedikten sonra... Girmez.

Misal : Sizi Cumhurbaşkanı kabul etmiyoruz. Saygı duymuyoruz dedikten sonra ne olursa olsun (şimdi gitmezsem ne derler) diye, "Saray'a yani Huzura" çıkmaz.
Misal : "Kontrollu" olduğuna inandığı bir darbeye karşı tavır alır ama "Kontrol ettiğine inandığı"na karşı da tavır alır ve Yenikapı'ya giderek "aksesuar" durumuna düşmez. Kendi mitinginde verdiği güçlü mesajla yetinir. Bahçeli, Cüppeli ve Akar ile aynı meydanda görünmez.

Misal : Dokunulmazlıkların kaldırılması meselesinde "Ama herkesin" kaydını koyduktan sonra, "İktidar haricinde herkesin" formülüne rıza göstermez. Oyuna gelmez.

Misal : Demokrasi tarihimizin en önemli demokratik kitlesel direnişi olan Gezi Parkı'nda Altı Ok'u gizlemez, gelir en ön safta yerini alır, partisinin her bir ferdini de oraya gönderir "yerini aldırır", bunu yapmadan, Gezi Direnişi Şehitleri'ne övgüler dizerek siyasi çıkar ummazdı.

İyi insan olmak, temiz namuslu bir insan olmak, oğlu "delikanlı gibi askerlik yapacak" olmak, uzun yıllar kamu görevi yaparak "Boğazından haram tek bir kuruş haram lokma geçmemiş olmak" iyi bir siyasi lider olmaya yetmiyormuş demek ki.

Benim de boğazımdan tek bir haram kuruş geçmedi. Ben de gidip "Aslanlar gibi" askerlik yaptım. Ben de namuslu ve dürüst olmak konusunda en az sizin kadar iddialıyım Kemal Bey. Ama bugünkü makamınıza da konumuza zerre kadar özenmiyorum."
Top of Form

Bottom of Form


“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”


 “Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”

19 Mayıs 2017 Cuma

Baykal ve Üst Akıl (2)


Ne diyerek bitirmiştim bir önceki yazıyı?

“İtirazı duyar gibiyim.......

Farklı bir görüş pek yakında.”

Önceki yazının tümüne sıraladığım liderler arasında Gazi Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve Celal Bayar dışında herkes eğitimleri sırasında ya Amerikan ya da İngiliz rahle-i tedrisatından geçmiş durumda.

İngiliz eğitimi konusunda en önemli örnek, Abdullah Gül. İçerisinde bir Kürt Araştırmaları Enstitüsü, bir İslam ve Arap Araştırmaları Enstitüsü bulunduran tek İngiliz üniversitesi olan Exeter, aynı zamanda MI6 gibi İngiliz istihbarat servislerine ajan yetiştiren okul olarak tanınıyor.

Gül, 1976-1978 yılları arasında bu üniversitede eğitim gördü. Dönem arkadaşları arasında Merkez Bankası eski başkanı Durmuş Yılmaz, Fehmi Koru, Şükrü Karatepe gibi ilginç isimler de vardı. Cumhurbaşkanlığı çatı adayı olarak hatırladığımız Ekmeleddin İslamoğlu da o üniversitede doktora sonrası çalışmalar yapmıştı.

Başlık da söylüyor: İngilizlerin gözdesi


Bir de Dizbağı Nişanı olayı var. Bu nişan Osmanlı padişahları Abdülmecit ve Abdülaziz’den sonra ilk kez bir devlet büyüğü olarak Abdullah Gül’e verildi. Bu nişanın kendisi ve anlamı İngilizler açısından çok önemli.

Buradan sanki İngilizlerin Gül’e ABD’den daha çok önem verdikleri ya da anlam atfettikleri çıkar mı? “Çıksa ne yazar” dendiğini duyar gibiyim. Bu soru çok yanlış. Büyük Britanya İmparatorluğu, Orta-Doğu, İslam ve Arap dünyası gibi konularda daima ABD’nin hocası olageldi.

Atatürk ve Madalya Konusu


Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 1.Dünya Savaşı’nda çeşitli cephelerde göstermiş olduğu yararlılıklar nedeniyle gerek Osmanlı İmparatorluğu, gerekse müttefiki olan yabancı devletlerden çok sayıda madalya ve nişan aldı. Bir yabancı devletten aldığı en son nişan ise Mart 1923’de Afgan Kralı Emanullah Han tarafından verilen Aliyülüala Nişanı idi.

Cumhuriyetin ilanından sonra yabancı devletler tarafından takdim edilmek istenen madalya ve nişanları geri çevirdi. Nihayet 26 Kasım 1934 tarih ve 2590 sayılı devrim kanunun 2.maddesi gereğince Türklerin (!) yabancı devletlerden aldıkları madalya, nişan gibi hediyeleri taşımaları yasaklandı. Bu yasak bugün de geçerli.

Farklı Bir Lider


Asıl konuya dönelim. 1950 yılından bu yana devlet ve hükümet başkanlarımızın ortak özellikleri, hayatlarının bir döneminde Amerikan eğitimiyle tanışmış olmalarıydı. İki istisnanın biri, Alman eğitiminden gelen Mesut Yılmaz, diğeri ise Abdullah Gül’dü.

Ama bir lider var ki, bu konuda tümüyle istisna. Siyasi kariyer açısından Mart 1997’de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı, Mart 2003’de Başbakanlık ve nihayet Ağustos 2014’de Cumhurbaşkanlığı makamına erişmiş olan Recep Tayyip Erdoğan.

Van minüts! Van minüts!


Burada garip sayılabilecek bir durum var. 1950’den 2003’e kadar neredeyse istisnasız uygulanan bir kural (!), uygulayıcısı tarafından bir yana bırakılıyor. Daha sonra İngilizce bilgisi “van minüts” vecizesiyle kendini gösterecek, ABD hakkındaki bilgisi ve görgüsü küçükken seyrettiği bazı kovboy filmleriyle kısıtlı olan bir kişi, sorunsuz ve aralıksız sayılabilecek bir siyasi seyirle bu noktalara gelebiliyordu.

Olağandışı İltimas


Liderliğini Necmettin Erbakan’ın yaptığı ve siyasi yelpazenin bir bölümünü kaplayan “Milli Görüş”, adı üzerinde milli yönü olan bir görüştü. Erbakan bu konuda ABD gözünde oldukça sabıkalıydı. Amerikan eğitimine ihanet etmiş olan ortağı Ecevit ile birlikte haşhaş ekimi yasağını kaldırmışlar, Kıbrıs Barış Harekatı’nı yapmışlar ve TC tarihinin en ağır ABD  ambargosuna mahkum edilmişlerdi.

12 Eylül rejimiyle birlikte oluşturulmaya başlanan “sola karşı ılımlı İslam” tezgahı, Özal ile güçlendirildi, ama o da ordunun, yani hala milli özellikleri hâlâ var olan ordunun takozuna takılarak Irak meselesinde kankası Bush’un umutlarını boşa çıkarmıştı.

Bu hatalara bir daha düşmeyecek, İslamcı, milliyetçiliğinden arınabilecek, hatta milli ordunun imhasına gözü kapalı destek olabilecek birine ihtiyaç vardı. Aranan kişi bulundu.

Eğitimi çok zayıftı, ama büyük bir hırsı ve ilginç bir karizması vardı. Kısa süre içinde o hırsa ve karizmaya sahip, aynı zamanda eğitimli birini bulmak zordu. Zaten yapması gerekecek olan görevler bakımından bir miktar cahil

Hoca onu hain olarak damgaladı

cesaretine de ihtiyaç vardı.

Eğitim eksiği bir şekilde telafi edilebilirdi, hırsları okşanır, gerektiğinde biraz ürkütülür, yanına bazı destekler verilebilirdi. ABD’nin elinde bu işte kullanabileceği bazı kişilerin yanında, yıllardan beri iğne oyası gibi işlediği, eğitilmiş, yetişmiş, bir yerlere sızmaya başlamış güçlü bir destek daha vardı: Fethullahçılar.

Herhalde ABD’nin yalnızca Türkiye ile de kısıtlı olmayan uzun vadeli planlarının asıl başrol oyuncusu, Fethullahçılar idi. Ama o yolda kendi kadrolarına sahip olamayan güçlü bir taşıyıcı gerekiyordu. O da Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP olacaktı.

Ülke prototipinin, yani İstanbul’un yönetiminde başarılıydı. Aslında o mevkiyi ele geçirebilme başarısını özellikle sosyal demokratların hatalı ittifak ve seçim stratejilerine borçluydu.

Garip ilişkiler o dönemde başladı. Bugün Cumhurbaşkanı olarak 20 dakikalık bir görüşme randevusu alabilmek için dört ay beklemek zorunda kalan RTE, o günlerde bazı arabulucular sayesinde Beyaz Saray’ı ziyaret edebiliyordu. Resmen değil, ön kapıdan değil, ama olsun. Eğitim ve gazlama başlamıştı. Bu arada, henüz milletvekili bile değildi.

Eğitimciler: Zapsu ve Bağış


Yerinde (ABD’de) eğitimin yanı sıra, ABD eğitimli bazı yerli eğitimciler de görevlendirildi. Örnek olarak iki isim verebilirim.

Kim kırdı seni, Zapsu?

Birincisi ABD bağlantıları güçlü bir işadamı olan Cüneyd Zapsu idi. Tarihe, ABD yetkililerine söylediği “onu deliğe süpürmeyin, kullanın” özlü sözüyle geçti. Eğitimci olarak görev süresi çok uzun olmadı, tabii en azından bizim bildiğimiz kadarıyla.

İkinci eğitimci ise, (bunlar sadece eğitimci değil, aynı zamanda diktafon, yani sahibinin sesi, talimatları aktaranlar) tarihteki yerini “bakara, makara” ile alacak olan Egemen Bağış idi.

Bir anekdot: New York seyahatlerimden birinde tesadüfen seçtiğim bir otelin alt katında bir Türk’ün işlettiği bir kafe vardı. Sabahları da otele kahvaltı salonu olarak hizmet veriyordu. Patronla hemen ahbap olduk. Genç yaşında kafasına esip New York’a gelmiş, Bronx gibi beter semtlerde yetişmiş, sonra da 5.Cadde yakınında o dükkanı açmıştı. Egemen Bağış’ı New York’a ilk geldiği günlerden tanıyor ve hakkında çok komik, çok enteresan şeyler anlatıyordu. 

Bakara Makaracı Bağış


Ona göre Bağış, New York’ta yaşamış ve okumuş bir kişi olarak, Birleşmiş Milletler’e gelen Türk delegasyonlarının ağırlanma, çeviri, rehberlik vb. (!) ihtiyaçlarını karşılama konusunda yardımcı oluyordu.

İşte bilemediğimiz, tanımadığımız kişilerin yanı sıra eğitim görevini sürdürenler bunlardı.

Bu arada belirtmek gerekiyor, yerinde eğitim faaliyetine de son zamanlara pek aralık verilmedi. RTE, on beş yıllık iktidarı döneminde yirmiden fazla kez ABD’ye giderek, Türk liderleri arasında kırılması zor bir rekora da imza attı.

Çok Ağırıma Giden Bir Süreç


Bu süreci yönlendiren her kim ya da kimler ise, inanılamayacak bir yola başvurmuşlardı. Belki bu zamanında uyanamayan, inanamayan salakların bahanesi bu olabilir. Devreye sokulan, Dünya tarihinde yetmiş küsur sene önce uygulanmış ve felaketle neticelenene kadar belli başarıya ulaşmış bir senaryo idi.

William Shirer’in “Nazi İmparatorluğu’nun Doğuşu, Yükselişi, Çöküşü” adlı üç ciltlik kitabını, aynı yazarın “Kabus Yılları

Okuyanlar uyandı

1930-1940” adlı kitabını, Ian Kershaw’ın iki dev ciltten oluşan “Hitler (Hubris)” ve “Hitler (Nemesis)” kitaplarını, hadi bunlardan vazgeçtim, Adolf Hitler’in “Kavgam”ını okumuş biri, ilk günden itibaren senaryoya uyanırdı.

Buna uyanamayan ya da uyanmamış ayağına yatan entelektüel liberaller ya kötü niyetli (Ali Kemal) ya da satılıktılar.

Psikoloji ve psikiyatri dallarında Dünya’nın en gelişmiş ülkesi olarak bilinen ABD de aslında bu konuda hata yaptı. Sanki Hubris’i bilmiyorlardı. Sanki narsizm hakkında bir fikirleri yoktu.

Süreç gelişip kendine güveni arttıkça eğitim ihtiyacı otomatikman azaldı. Önce Zapsu, ardından Bağış uzaklaşmak zorunda kaldılar. “Eeeey”ler başladı, “Eeeey Obama”ya kadar geldi.

Obama uyandı, ama geç kalmıştı. Son çare olarak büyük

Bu da uyandı, ama geç uyandı

devlet adamı ve şair (adaşım) Ziya Paşa’nın o çok tanınan beytine başvurdu, eline beyzbol sopasını alarak, “nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” dedi, ama başkanlık ömrü köteğe yetmedi.

Şimdi Ne Olacak?


Şimdi artık yeni bir dönemdeyiz. Çok radikal bir değişiklik olmadıkça, gelinen bu noktadan daha iyi bir noktaya yönelme ihtimali göremiyorum. Her bakımdan yokuş aşağı iniş devam edecek gibi görünüyor. İşin acıklı tarafı şu ki, ekonomide de siyasette de, daha önce de belirtmiş olduğum gibi, bir dip yoktur. Hele o değişikliğin yapılabileceği tarih olarak 2019 Cumhurbaşkanlığı seçimlerini öngörenlere söyleyebilecek hiç sözüm yok. O tam bir ham hayaldir. Bunun için mutlaka bir takım çıkış yolları bulmak zorundayız. Enseyi gene de karartmayalım, çıkmadık candan ümit kesilmez.
  
“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”

“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”