25 Ocak 2016 Pazartesi


Ah Biden, vah Biden, neler yaptın sen?


Neredeyse ömrüm boyunca siyasete ilgi duymuş ve dış ve iç siyaseti aktif olarak takip etmiş biriyim. Şu geçtiğimiz günler, siyasetle ilgili olarak yaygın kullanılan bir ifadeyi bir kez daha kanıtladı: ¨Siyasette çare tükenmez¨, bizim olayımızda belki bu şekilde kullanmak, istenileni tam vermeyebilir. Onun yerine ¨siyasette olabileceklerin sonu yokmuş¨ da diyebiliriz. Çünkü bizim durumumuzda bir çare değil, bir olay söz konusu.

Bu muhabbete bakmayın, odada kimbilir neler oldu?


Şimdi bir soru (Google, Vikipedi ya da başka bir kaynağa bakmak serbest):

Dünya tarihinin son yüz yıllık (isterseniz daha uzun olabilir) bölümünde, (örneğe yakın kalalım) bir ABD başkanının (baaak, yardımcısı filan değil, başkanı), iki kez ziyarete gittiği bir ülkede, o ülkenin başkentine gitmemiş, onun yerine bir başka şehirde kalmış olma ihtimali nedir? 

Bir soru daha:

Bu ABD başkanının, ev sahibi devlet görevlilerinden önce, mevcut iktidar tarafından işlerinden atıldığı bilinen gazetecilerle, muhalif tanınan sivil toplum kuruluşlarının temsilcileriyle, muhalefet partilerinin sözcüleriyle göstere göstere toplantılar yapmasına rastlanmış mıdır?

Sorular artarda geliyor:

Ana oğul Dündarlar Biden'in yanından çıkarken

Bütün bunlardan daha elim ve vahim olmak üzere, yine bu devletin cumhurbaşkanı tarafından, suçsuz olduğu halde hapse attırıldığı büyük bir çoğunlukça kabul edilen bir gazetecinin eşi ve oğlunu davet ederek, dışarıda ifade edileceğini bile bile ¨senin baban bir kahraman¨ demesine benzer bir olay gerçekleşmiş midir? Bu tavırlar, uluslararası ve tarihi teamüllere uygun mudur?

Bitmediiii.

Hadi o ülkenin başbakanını mazur görelim, o naif bir insan, adeta parantez dışı. O belki böyle şeylere aldırmayabilir. Peki, o ülkenin dediği dedik, öttürdüğü düdük cumhurbaşkanı, bütün bunlar dış basında çarşaf çarşaf yayınlanmışken, sarayını bırakıp Başkanın olduğu şehre giderek, onunla orada görüşmüş müdür? Uzun süren baş başa görüşmelerinde neler konuşulmuş olabilir ki, çıkışta bir ortak basın toplantısı yapılamaması durumu doğmuş olabilir?

Şimdilik sorular bitti. Başkan yardımcısı yerine Başkan yazmamın nedeni, eğer varsa tarihteki örneğin daha güçlü olmasını sağlamak. Yani bu tür uygulamaları bir Başkan bile yapmadı, ya da bu tür yalakalıklar bir Başkan’a bile yapılmadı herhalde demek için. Halbuki bizim durumumuzda adam bir de sadece başkan yardımcısı.

 Peki, bunlardan bize ne?

İşte bu sözü kabul edemem. Bize ne diyemem, diyene de çok kızarım. Burada bir şeyler gururuma dokunur. Uluslararası siyasette eşi görülmemiş bir tavırlar manzumesi, benim ülkeme, benim milletime reva görülemez. Bu duruma düşmemize neden olanlar, bu ülkenin yöneticisi olmaya devam edememelidir.

Burada çirkin Amerikalı’yı mazur gösterebilecek tek şey, tüm bu tavırların bizim yöneticilerin meşru kıldığı tavırlar olmasıdır. O da kendi çapında, meşru saymadığı saraya gitmemekte, muhalefete değer verdiğini göstermekte ve maalesef ülke yönetimini de azarladığının mesajını vermeye çalışmaktadır.

Bu arada ihmal edilmemesi gereken, çok milliyetçi, bu konuda çok ahlaki (?) tavır almış olan bir aktör daha var: MHP. Partinin sözcüsü büyük demagog Oktay Vural esti gürledi, ¨biz böyle bir rezilliğe katılmayız¨ filan dedi. Affınıza sığınarak bu tavra iki kelimelik bir cevap vermek istiyorum:

İşte milli gurur budur. Canım benim.

¨Canım benim¨. Büyük handikapların, sabıkaların olmasaydı, kuyruğunu kıstırıp koşa koşa giderdin. Nitekim, ¨yalnız bizi çağırmış olsaydı, gidebilirdik¨ filan da demişsin. Ama bu saygısız Amerikalı (anlaşıldığı kadarıyla kitabı raftan indirmiş durumda, babası gelse ısıracak), sana dese ki, ¨ben seni çağırdım ama senin aslında AKP yalakası  olduğunu biliyorum, şimdiye kadar her zorlandığı noktada ona koltuk değneği oldun, anlat bakalım¨, ne yapacaksın Oktayım Vuralım? Halkımız bile seni anlayıp, oyunu yarıya indirdi. Elin şeytan Amerikalısı anlamaz mı, senin ne olduğunu. Ciğerini biliyordur senin, ne de olsa kadim patronun sayılır.

Katılanlar?


Gazetecilerin, STK temsilcilerinin, Can Dündar’ın eşi ve oğlunun katılmalarında bence bir sorun yok. Büyük bir ülkenin Başkan Yardımcısı, medeni bir davette bulunmuş, siyasi titri olmayan herkes böyle bir davete rahatça icabet edebilir. Siyasiler için durum biraz farklı. Burada verilecek karar siyasidir ve sonuçları da siyasi olacaktır. Yani diğer bir deyişle, siyasi olarak kendini açıklayabilecek olanlar, katılabilir.

Tabii önemli bir olgu daha var. Bunu anlatabilmek için beş sene geriye gitmek zorunlu. Hatırlayacaksınız, bugünü inşa eden referandum 12 Eylül 2010 tarihinde yapıldı. Bugün muhalefette olan partiler o gün de muhalefeti oluşturuyorlardı. Hayır diyorlardı. Ama evetçiler çok güçlüydü. Özellikle ¨Yetmez, ama evet¨ diye bir garabeti savunan kitle yurtdışında çok etkili olabildi. ¨Hayır¨ı savunanlar yurtdışında etkili olamadılar. Diğerleri isim ve

Ne ¨yetmez, ama evet¨miş be!

ünvan sahibi, şöhret sahibi kişilerdi. Bir dolu gazetede dergide, köşeleri vardı. Her TV proramında konuşmacıydılar. Bir dolu uluslararası toplantıda, panelde, yayın organlarında adeta canları pahasına ¨yetmez, ama evet¨i savundular. ¨Evet¨e, AKP’ye ve RTE’ye özellikle dış ülkelerde büyük bir meşruiyet kazandırdılar. Oralarda yabancıların daha o zamandan uyanılabilecekleri falsoların önüne kendilerini siper ettiler. Bu cansiperane çabalarında en büyük yardımcıları ise Cemaat’ti.

Beş seneden beri hızla yükselen İslami faşizme karşı mücadelede yetersiz kalan muhalefet partilerinin, Biden’in davetini, ayaklarına gelen bir kısmet olarak gördükleri açık. Bu fırsatı kaçırmak istemediler. Bu aşamada milli gurur vb. konular biraz kenara itildi. Tabii, Biden’e muhtaç olmadan kendi mücadelelerini gerektiği gibi verebilselerdi, onlar için mutlaka daha hayırlı olurdu. Ama ne yapalım, bu da onların kaderi bir yerde.

Zaten en önemli ulusal hasletlerimizden biri de, kendi beceremediğimiz işleri birilerine ihale etmektir. O nedenle muhalefet partilerinin tavrı bana normal geliyor.

 N’olucak şimdi?


Bu yapılan operasyondan ilk sırada anladığımız, ne ABD’nin ne de Biden’in, Türkiye’yi de RTE’yi de bunca senedir tanımamış olduğudur. Bu tavırların RTE’nin işine yaraması olasılığı çok yüksektir. Yanlış anlaşılmasın, hani halkımızın gururuna filan dokunduğundan değil, RTE’nin yapabileceği dış düşman ve mağduriyet  propagandasından. Ayrıca eğer hala gücü ve cesareti kaldıysa, yapabileceği kabadayı havalarından.

Önceki dönemlerde bu ülkeye nizam vermek için bir kaç kez askeri çözüme başvurmaktan çekinmeyen ABD, bugünkü koşullarda artık bir askeri darbe yaptıramaz. Ordudan anti-Amerikan komuta kademesi temizlenmiş olmasına rağmen buna girişemez. AKP’nin son seçimde almış olduğu oy sayısı, halk desteği buna engeldir.

Ama burası petrol zengini Venezuela değil, RTE de Chàvez değil. ABD de kendisine bu kadar dayılanmayı kaldıracak ve böyle bağımsız halleri tolere edecek durumda değil, hele hele bölgede çok atak bir Putin’in varlığında.

Gördüğünüz gibi, bu bölümün başlığı olan soruyu cevaplamak kolay değil. İmkansız değil, ama henüz kolay da değil. Bakacak, göreceğiz. Enseyi karartmayın.

Başvurulabilecek başka yollar da var, bunların en az biri hakkında fikirler geliştirmekteyim. Dilerim, bir iki yazı sonra yeterli hale gelmiş olur.

Ceterum censeo Carthaginem esse delendam. 

(Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.)


18 Ocak 2016 Pazartesi



İşte gene o yerdeyiz (2)


(hani zurnanın zırt dediği, ama bu zırtta
zurnanın da başı derde girecek herhalde)


Geçen yazıda, cevaplamaya çalışacağıma söz verdiğim birkaç soru var. Bunların birine, ikisine münhasıran cevap vermeye çalışacağım, kendi başlıkları altında. Diğerleri ise umarım yazının içinde yeri geldikçe cevaplarını bulur.

Önce kriminolojinin temel sorusunun cevabı: ¨Kime yaradı?¨

Önceki yazıda kazananlar olarak, AKP’yi ve esas olarak RTE’yi vermiştim. Cevap zaten çok bariz ortada. 7 Haziran’da aslında büyük bir yenilgi almış ve iktidarı kaybetmiş olan AKP ve RTE, buna hiç aldırmadan beş ay gibi bir sürede tüm diğer aktörleri manipüle etti ve kayıplarını telafi ediverdi, iktidarı yeniden eline geçirdi. Ama daha önemli sonuç, RTE’nin Yüce Divan’dan kurtulması oldu. Ben iktidarı kaybetme hatasını bir daha asla yapmayacaklarına inanıyorum, neye mal olursa olsun. Şu anda sürmekte olan ¨savaş¨ da nelere başvurabileceklerinin bir göstergesi zaten.

2023 hedefi palavra. Asıl hedef mezara kadar iktidar.


Bir defa bu dönemde Anayasa’yı TC tarihinde ilk kez bu çapta keyfi olarak ihlal etmenin, neredeyse kimse tarafından önemsenmediğini açıkça gördüler. Halktan hiç bir tepki gelmemesi bir tarafa, muhalefet partilerinden de elle tutulur bir karşı hareket görülmedi. Aslında artık AKP ve RTE'yi kısıtlayan bir şey kalmamış gibi.

Muhtemel seçimler


7 Haziran ile 1 Kasım arasındaki dönemde başvurdukları yöntemlere yüzeysel bir bakış bile, AKP’nin bundan sonra kendisine gerektiğinde yapacağı seçimlerin muhtemel sıhhati hakkında bir fikir verecektir.

Belki şaşırtıcı olan, hilesiz, hurdasız bir seçimde bile AKP’nin
Kendi partisindekiler bile doktora onun
gitmesi gerektiğini düşünüyor.
en azından referanduma gidebilecek bir çoğunluğu elde edebileceği gerçeğidir. 7 Haziran sonrasında aniden giriştiği

Kürdistan saldırısı, MHP’deki milliyetçi oyları zaten AKP’ye çekti. MHP’nin ağır kaybının bir diğer nedeni ise avucuna gelmiş olan iktidarı daha 7 Haziran gecesi elinin tersiyle itmesiydi.

Diğer tarafta PKK saldırısı konusunda açık bir tavır alamaması, HDP’yi Türkiye partisi olabilme iddiasından uzaklaştırınca, bu durum da oy bakımından AKP’ye yaradı.

Bir yandan AKP'nin diğer yandan PKK'nın baskısı altında. 


Kadri Gürsel’in araştırmaya dayalı tespitine de katılıyorum. TC devletinin yoğun olarak çatıştığı il ve ilçeler, HDP’nin oy kaybetmediği, hatta bazılarında artırdığı yerler. Halk oralardan göçe zorlanarak, muhtemel  bir erken seçimde HDP’nin oylarının düşmesi de sağlanmaya çalışılıyor.

Bu partilerin istikbali?


Sonuçta 1 Kasım’da MHP milletvekillerinin yarısını, HDP de % 25’ini kaybetti, bunların da ezici çoğunluğu AKP’ye gitti.

Kaybeden bu iki partiden MHP oylarını % 16.3’ten % 11.9’a indirdi, yani baraja doğru hızlı bir iniş sergiledi. HDP ise % 13.1’den % 10.8’e indi. İniş hızı daha düşük, ayrıca 7 Haziran’da almış olduğu emanet oyların bir kısmını da muhafaza etmiş görünüyor. Ama bir yandan da baraja çok yakın. Sonuçta zamanlamasını kendisi belirleyeceği bir erken seçimde AKP bu partilerin birini hatta ikisini birden barajın altına itebilir. Bu da en azından referandum olanağını, hatta tek başına anayasa yapabileceği çoğunluğu eline geçirmesi demektir.

PKK neden kazandı?


Bir  kere şunu görmekte fayda var. PKK artık yalnızca bu ülkenin bir aktörü, bir faktörü değil. Geçen yazıda ¨kime yaradı¨ sorusuna cevap verirken, ABD, AB ya da Rusya gibi uluslararası aktörleri bu değerlendirmenin dışında tutacağımı söylemiştim. PKK söz konusu olunca bunu yapmanın imkansız olduğunu farkettim. Ama bu konuya girersem bu yazı zor biter. Başka bir yazıda anlatmaya çalışayım, daha iyi.

PKK, Apo'yu tavizkar buluyor. Sesini
çıkaramaz olması da işine geliyor.

PKK önderliği (Apo hariç) uzun süreden beri kendini HDP’den ayrı konumlandırmaya çalışıyor. Açıktan olmasa da, Apo’dan da uzak duruyor. Bu tavrı, çok büyük ölçüde, aldığı dış destekten de kaynaklanıyor.

PKK, içeride daha da güçlenebilecek ve kendisini oyun dışına itebilecek bir HDP’yi asla kabul edemezdi. Çünkü böyle bir durumda, çözüm Türkiye ile sınırlı kalabilirdi. PKK’nın hedefleri ise artık çok daha büyük.

Karma cevaplar


Geçen yazıdaki diğer soruların cevapları pek birbirinden ayrı olarak verilemez. İsterseniz o soruları kısaca hatırlayalım:

Ümit Kıvanç’tan aldığım soru: ¨Türkler nerede?¨.

Ne oldu ve nasıl oldu da, gerek TC devleti gerekse PKK-Kandil aynı günlerde bütün güçleriyle birbirlerine saldırdılar?

7 Haziran sonrası bizim eski kullanışlı aptallar, yeni Kürtler neden şaşırdı?

Şimdi bunları birlikte cevaplamaya çalışayım. Son sorudan başlıyorum.

Şaşkın ¨Kullanışlı Aptallar¨


7 Haziran’dan sonraki gelişmelere en çok şaşıranlar, seçim öncesinde Kürtleşmiş olan ¨Yetmez ama evet¨ tayfası oldu. Referandum döneminde evet oyu vermeyenleri faşistliğe varan hakaretlerle suçlamışlardı. Bu seçim öncesinde de HDP’ye oy vermeyecek olanları, milliyetçilik hatta faşistlikle suçlamaktan çekinmediler. Aynen referandum öncesinde olduğu gibi, 7 Haziran öncesinde de karşı görüşlere hiç kulak asmadılar, kendi ¨mutlak doğrular¨ını yine saldırgan bir üslup ve küfürlerle süsleyerek savundular.

Seçim oldu, çabaları sonuç verdi. HDP barajı aştı, 80 milletvekili çıkardı, % 6-6.5 civarındaki oyunu % 13.2’ye artırmış oldu. Yeni kürtlerle birlikte biz de çok sevindik. AKP azınlıkta kalmıştı. İktidarı kaybetmiş gibiydi. Ama ilk darbe seçim gecesi geldi. Bahçeli, HDP ile bağlantılı hiç bir kombinasyonda yer almayacaklarını açıkladı ve AKP’nin yeniden önünü açtı.

Bu tavır şaşırttı, halbuki PKK'nin
başka hesapları vardı.


Hemen ardından bir darbe de PKK-Kandil’den geldi. İlginçti. Hayal bile edemeyecekleri bir başarıya imza atmış olan HDP,kendi yoldaşlarınca teslimiyetçilikle, pasifistlikle, bir şey yapamamış olmakla suçlanıyordu. Hatta silahlı mücadeleye dönülmesinden de bahsediliyordu. Ne olmuştu da, yıllardır her seçim döneminde çatışmasızlığı kabul eden ve AKP’nin havuzuna su taşıyan PKK, bu seçim döneminde çatışma ister hale gelmişti?

Planlı tırmanış


Aslında bizim yeni Kürtler için bu kadarı bile fazlaydı. Ama sırada yeni sürprizler vardı. 22 Temmuz’da Şanlıurfa’da iki polis evlerinde muhtemelen susturuculu silahla öldürüldüler. Ertesi günü Diyarbakır’da sahte bir kaza ihbarıyla çağrılan trafik polislerinden biri yaralandı, diğeri öldü. Her ne kadar bu iki eylemi önce YDG üstlendiyse de sonradan PKK kendilerinin yapmadığını açıkladı. Aslında ne olduğu da hala netleşmiş değil. Zaten bu eylemler PKK’nın alışıldık eylemlerinden oldukça farklı.

Devlet gözünü kapatmıştı, PKK yığınak
yapmakta özgürdü.


25 Temmuz’da Hava Kuvvetleri Suriye’deki IŞİD ve Kuzey Irak’taki PKK kamplarını bombaladı. Ertesi gün, Diyarbakır Lice’de askeri konvoyun geçişi sırasında yola gömülü bomba patlatıldı. İki asker öldü, dört asker yaralandı. Olaylar giderek tırmandı. Uçak bombardımanları ve bombalı tuzaklar sürdü.

¨Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan¨ demeye bile fırsat olmadı. Ortalık feci karıştı.

Şimdi gelin de bizim YAE’cilerin şaşkınlığına acımayın. Ne oluyordu? HDP de PKK da Kürt ulusal hareketinin parçasıydılar. Başarılı bir siyasi parti olan HDP, neden PKK tarafından sahnenin dışına sürükleniyordu? Kürt Kürt’e ne yapıyordu? Haklarını yemeyelim, şaşıran yalnızca YAE’ciler değildi. Anlı şanlı köşe yazarları da dillerini yutmuş haldeydiler. Peki, acaba Apo bu gelişmeler hakkında ne diyordu? Bilmiyoruz.

¨Şöyle olsaydı, böyle olsaydı¨


Geçmişe yönelik olarak, ¨şöyle olsaydı¨ , ¨böyle olsaydı¨ gibi sözler çok spekülatif olabilir. Ama muhtemel kazanç ya da kayıpları değerlendirebilmenin de başka yolu yoktur. Bu yöntem en azından belki doğru sonuca belli ölçüde yaklaşarak, önümüzü görmemize yardımcı olabilir. Veya şu ya da bu davranışın nedenlerini analiz etmemizi sağlayabilir.

Önce bir ¨.......bilseydi¨.

7 Haziran sonrasında PKK-Kandil aykırı konuşmaya başladığında HDP net bir tavır alabilseydi. ¨Ben bu işi siyasi platformda başarıyla götürüyorum, sen bir dur¨ diyebilseydi.

İkinci bir ¨.....bilseydi¨.

PKK, üzerlerine yıkılmak istendiği açıkça belli olan polis cinayetlerinden sonra, TC’nin ilk ağır saldırılarına iki, üç gün karşılık vermeyerek Türkiye’ye ve tüm dünyaya ¨bakın, biz barış istiyoruz, nefsi müdafaa bile yapmıyoruz¨ diyebilseydi.

¨......seydi, .......saydı¨ların en anlamlı kullanımlarından biri

Bu ¨bilseydi¨ler tabii ki sportif ya da spekülatif olarak nitelenebilir. Doğrudur da. Olanlar zaten oldu. Ama bu tür tavırların nedenlerine bakabilirsek, belki bazı ipuçlarına erişebiliriz. Burada bu bakış biraz yüzeysel olmak zorunda, Aksi takdirde bu yazının boyutlarını çok aşmak gerekir, ki okurlarım zaten uzun yazılarımdan şikayetçi. Ama ileriki yazılarımda bu incelemeler mutlaka devam edecek.

Şimdi ortadaki soru:


Ne oldu ve nasıl oldu da, gerek TC devleti gerekse PKK-Kandil aynı günlerde bütün güçleriyle birbirlerine saldırdılar?

En güçlü işaretler, RTE’nin izleme heyetine karşı çıkması, Dolmabahçe Mutabakatı’nı kabul etmediğini beyan etmesi,

AKP yöneticileri de havuz medyası da açığa düşüverdiler.


Kürt Sorunu diye bir şeyin olmadığını söylemesiydi. Diğer taraftan Kandil de Apo’nun bir an önce özgürlüğüne kavuşmak istediğini, bu nedenle taviz vermeye yatkın olduğunu düşünüyor, ama tabii bunu yüksek sesle ifade etmiyordu.

Gerek AKP gerekse PKK, HDP’nin başarısından benzer ölçülerde ve benzer kaygılarla rahatsız oldular. PKK’nın HDP aleyhine bildiri yayınlaması ve silahlı mücadeleye girişeceğini

Zavallı havuz medyası sevinçten uçmuştu.  RTE tavrını değiştirince mahvoldular.

ilan etmesi, hükümetin cevaben ¨çözüm sürecinin ancak filmini seyredersiniz¨ beyanatı, gidişatı belli etmişti. Her iki tarafın da ¨samimiyetle¨ çözüm görüşmeleri yaparken, silahlı çözümü de yedekte beklettiği açığa çıkıverdi bu ifadelerle. Yani sonuçta HDP’nin vaat ettiği ve önemli ölçüde yol alınan demokratik-barışçı çözüm, ne devletin ne de PKK’nın işine gelmemişti.

O dönemde dikkatimi çekmiş olan iki yüz ifadesi var. Dolmabahçe’deki görüşmeden sonra RTE’nin masayı

Yeminini bile etmeden gitti.
Bir tehlike mi söz konusuydu?

devirmesinin ardından Yalçın Akdoğan’ın şaşkın ve kırgın yüzü ve Kandil bildirisinden sonra Demirtaş’ın aynı ifadeyi taşıyan yüzü. Burada vurgulanması gereken bir ayrıntı daha var. O günlerde Demirtaş alelacele yurtdışına gitti. Mecliste yemin bile etmedi. Acaba TC devletinden mi çekindi, yoksa başka bir tehlike mi söz konusuydu?

Peki, büyük çatışma nasıl aynı anda başladı? Benim bu konuda iki farklı teorim var. Birincisi, iki güç arasında daha önce çok dar kadrolar (en fazla ikişer ya da üçer kişi, bak. Yalçın Akdoğan’ın şaşkınlığı) arasında belirlenmiş angajman kurallarının varlığı. Yani ¨sen bunu yaptığın anda ben de şunu yaparım, yapacağım¨ anlaşması.

İkincisi, daha önce paylaşılmış uydu telefonlarının kullanılması ve ¨hadi başlıyoruz¨ denmesi. (Şaka, şaka. Birazcık mizah katmak istedim. Acaba?)

Son Soru ¨Türkler nerede¨


Önce Ümit’in sorusu (daha doğru ifadeyle, iddiası):  Radikal’de 15.12.2015 tarihli köşe yazısından;

¨Hiçbir şey, memleketin bir bölümünde resmen savaş çıkarılmışken toplumun ‘Türk tarafı’nda hüküm süren aldırışsızlığı ve tepkisizliği izah edemez.¨

Bu ifadenin tümüne katıldığımı söyleyemem. Bence tümüyle izah edemeseler de bu durumu anlamaya yardımcı olabilecek bazı fikirler öne sürülebilir.

İzahın bir parçasına destek olmak üzere tanınmış bir hikaye anlatayım:

Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 20 Kongresi’nde Parti Genel Sekreteri Nikita Kruşçev tarafından, daha sonraları ¨Gizli Söylev¨ olarak adlandırılan, bir rapor okundu. Kruşçev, bu raporda 1953’e kadar iktidarda olan Stalin hakkında oldukça ağır suçlamalarda bulundu.

20. Kongrenin son günü. Kruşçev ¨Gizli Söylev¨i okuyor.


Gelelim rivayete. Rapor okunurken, arka sıralardan bir parti üyesinin sesi duyulmuş: ¨O sırada sen neredeydin?¨ Bir sessizlik olmuş. Kruşçev kürsüden sormuş: ¨Kim söyledi o lafı?¨ Ses yok. Bir kez daha hiddetli bir sesle bağırmış: ¨Kimdi o, çıksın ortaya!¨ Yine ses yok.

BM'de konuşurken ayakkabısını  çıkarıp kürsüye vurmuştu.

Ardından Kruşçev’in harika esprisi gelmiş: ¨İşte,
  şimdi senin olduğun yerdeydim¨.

Şu anda (ben Türkler demek istemiyorum) Batı’daki toplum da biraz o yerde. Gık diyen dayak yedi, gak diyen vuruldu, guk diyen hapse girdi. Korku ile bağlantılı bu ölçüde yılgınlığın tek çaresi doğru muhalefet ve doğru önderliktir. Doğru kelimesine dikkat çekiyorum. CHP ya da İstanbul’daki YDG, PKK veya THKP-C değil, doğru muhalefet ya da doğru önderlik. Kim olabilirse artık. (Demek ki burada durum zorda).

Benim, aldırışsızlık ve tepkisizliğin nedenlerine ilişkin bir fikrim daha var. Soruda ¨Türkler¨ olarak geçen kitle, ilk kez kendini farklı şekilde (etnik) tanımlayan bir hareketin uzantısı olan bir siyasi partiyi destekledi. Üzerine düşeni de başardı. HDP’yi barajın çok üzerine çıkardı. (Siz bakmayın, HDP’lilerin ¨biz bunu ödünç oylarla yapmadık¨ nankörlüklerine, o tavır biraz etnik ve genetiktir, böyle dedim diye, hemen beni milliyetçi, faşist olarak damgalamayın, başka bir yazıda tarihten somut örneklerle anlatırım).

Artık final


Bu toplum otuz yılı aşkın bir süredir bu çatışma gerçeğiyle yaşamakta. İki taraf da çok ağır bedeller ödedi. İlk defa umudumsu bir şeyler doğmuşken neredeyse durup dururken savaşa tutuşan bir PKK, o umudu söndürdü ve  zaten pek mutlu olmayan ¨Türk¨ toplumunu adeta bir ¨öğrenilmiş çaresizlik¨ kabusunun içine sürükledi.

Hayatta yapmayacağı halde HDP’ye oy vermiş ve hatta bu tavrını kerhen 1 Kasım’da da sürdürmüş olan bir ¨Türk¨ün, önce PKK-Kandil’in HDP’ye karşı tavrını, ardından da bu çatışmayı görüp, ¨TC Devleti benim Kürt kardeşlerime saldırıyor¨ demesini, hele hele bu koşullarda aktif bir tavır almasını beklemek, safdillik olarak nitelenebilir ancak.

Akademisyenlerin yayınladığı bildiri, giderek artan imza çevresiyle belki yeni bir umut oluşturabilir. Bildirinin içeriğine ve zamanlamasına ilişkin bir şeyler yazmak istemiyorum. Çünkü RTE’nin ve devletin sergilediği tavır, bu konuları adeta yok etti. Belki ileride. 

Ceterum censeo Carthaginem esse delendam. 


(Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.)