10 Temmuz 2016 Pazar

Sukut-u Ahlâk Üzerine


Sevgili Merdan Yanardağ’ın, www.abcgazetesi.com’da 12 Haziran tarihinde bir yazısı yayınlandı. Başlığı şöyleydi: “Kutsallaşan toplumsal kötülükle mücadele”. Yazıda AKP ve özellikle de RTE’nin, kötülüğü sadece toplumsallaştırmayıp aynı zamanda kutsallaştırdığını anlatıyor Yanardağ.


Yanardağ’a göre, kendilerine destek vermemiş olan kesimler de “din düşmanı” sayıldıklarından, onlara karşı uygulanacak her türlü faşizan saldırı da mübah görülüyor.


Merdan Yanardağ


Yazının ileriki bölümlerinde, “devrimci olmak, gerektiğinde halka karşı olmayı göze almaktır” başlıklı tümüyle katıldığım bir bölüm ve CHP’nin yeni stratejisine ilişkin bir bölüm var. Yazı, yine benim tümüyle katıldığım “ülkenin kaderi sokaklarda belirlenecek” başlıklı bir bölümle sona eriyor.

Ben zaten yazıya neredeyse tümüyle katılıyorum. İnternetten bulup tamamını okumanızı da hararetle tavsiye ediyorum. Ama ben bu yazıyı bir başka konuda hareket noktası olarak kullanmak istiyorum. Ne konuda mı? Safa yatmayın, tabii ki “yetmez ama evet” ve “YAE’ciler” (culuklar) konusunda.

Bu Ülkede Sukut-u Ahlâk’ın Kısa Tarihçesi


Çoğu araştırmacı, yazar, tarihçi, bu ülkede ahlaki zayıflamanın başlangıcını Demirel’e bağlar. Ama hemen hepsinin, bu arada benim de paylaştığımız


Tonton bir yanı vardı, ama...


ortak görüş, ilk derin ahlaki fay kırılmasının Özal’ın başbakanlığı döneminde gerçekleştiğidir.

Çok yerinde bir öngörüyle söylemiş olduğu “alışırlar, alışırlar” sözü, kısa sürede hayattaki karşılığını buluyor, “anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz”, “benim memurum işini bilir”, “bir koyar, üç alırız” gibi sözlerine, askeri kıtayı mayoyla selamlaması gibi eylemlerine gerçekten de alışılıyor ve ahlaki faydaki kırılma giderek artıyordu. Bu tabii ki topluma da belli ölçülerde yansıyor, giderek daha çok insan, ahlaki kaygılarından arınıp, “bir koyup üç almanın” yollarını aramaya başlıyordu.

Yalnız Özal’ın bir handikapı vardı, o da devletin hala devlet olmasıydı. Edinilen bütün yeni alışkanlıklara rağmen, askeri ve sivil bürokrasi, az ya da çok geleneklere bağlılığını sürdürüyor, bu da Özal’ın amaçladığı hızlı düşüşü frenliyordu.   ANAP’ta gerçekleşen dört siyasetin birlikteliği, tam bir şer ve menfaat işbirliğine hemen dönüşemediğinden, bürokrasi bazı konularda devlet kurallarını ve usullerini gözetmeye devam edebiliyordu.


Alooo, darbe yapmadı, istifa etti


Bunun yanı sıra hatırlayalım, Irak’a yalın kılıç saldırma hevesinde olan Özal, Torumtay’ın istifasıyla (heey şebelekler, darbe değil istifa), bu sonu belirsiz maceradan vazgeçmek zorunda kalıyordu. (Çekinmeyin, haydi söyleyin. İttihatçı gelenek değil mi?) Bu istifa meselesine bir mim koyalım, ileride farklı örnekler gelecek.
Ardından gelen Mesut Yılmaz, Tansu Çiller ve koalisyon dönemlerinde, değil bu inişe dur demek, aksine buna yardım eden, hatta hızlandıran kadrolar iş başına geçti.

Meydan AKP’de


Uzatmayalım, devran döndü, AKP geldi. AKP, bugün artık aklı eren herkesin kabul ettiği gibi, dış destekli bir proje partisiydi. Belirli garantilere, maddi desteklere sahipti. Farklı merkezlerden farklı vaatler almıştı. Aslında bu merkezlerden bazılarını ilk günden “muhafazakâr demokrat” kisvesiyle kandırmayı da başarmıştı. Canım, o kadar olsundu. Onlar da inanmasalardı.

AKP, aşama aşama hazırlanmış bir plan ve yoğun dış destek eşliğinde yolunda ilerlemeye başladı. Bu yolculuk sırasında AYM’nin kapatma davası, 367 sayısı gibi engellerle karşılaşmadı değil. Ama sonuç? Yolculuğu engellenemedi. Başlangıçta Dünya’nın ekonomik konjonktürü sayesinde kendiliğinden akan sıcak para, bu azaldığında gelen sınırsız denebilecek sıcak Arap parası desteği, sorunlar karşısında gelen siyasi destekler, ilk günden beri yanına aldığı “kullanışlı aptallar”ın içeride ve dışarıda sağladıkları meşruiyet gibi faktörlerin yardımıyla buraya kadar geldi.


Cemaat desteği olmasa işler zordu


Bu arada hazır yetişmiş kadrolarını 
belirli bir koalisyon çerçevesinde AKP’ye sunan Cemaat’i görmezden gelemeyiz. Zaten yukarıda bahsettiğimiz dış desteklerin önemli bir kısmı da Cemaat aracılığıyla, adeta onun ipoteği ve kefaletiyle geldi.

Şimdi bu yolculuktaki bazı duraklara ve aşamalara biraz daha yakından bakmakta fayda var. Bürokraside giderek artan bir hızla gerçekleştirilen siyasi kadrolaşma, üniversitelerde yapılan siyasi rektör atamaları, eğitimde birkaç senede bir yapılan sert değişiklikler vb. ile aşamalar teker teker geçildi.

Ordu’da farklı tıynetler


Ama TC Ordusu hala içeride bir korku, dışarıda da bir rahatsızlık kaynağı

Soğancı paşa patronuyla

olmaya devam ediyordu. Bir Genelkurmay Başkanı “hocam” hitabıyla makam arabasına davet edilerek (ki ileride ¨kasaptaki ete soğan doğramam¨ gibi garip bir lafla arazi olacaktı), bir diğeri sarayda baş başa bir görüşmeyle, kazasız belasız geçiştirildiler. Bu arada sonradan yine dış destekli olduğu anlaşılan Ergenekon davası başladı.


Saray görüşmesini saklayacaktı, unuttu (!)


Bir sonraki Genelkurmay Başkanı’nın görev süresi içinde de Balyoz davası başladı. (Bu başkan emekli olduktan sonra bu davadan yargılandı ve müebbet hapse mahkum oldu). Bu iki dava sayesinde Silahlı Kuvvetler’e büyük bir darbe vurulmuş oldu. Bir sonraki Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner (öbürkülerin adını bilerek vermedim, ama bu adam hatırlanmayı hak ediyor) üç yıl yapacağı görevinden birinci yılının bitmesine bir kaç gün kala kuvvet komutanı arkadaşlarıyla birlikte istifa etti. Davaları protesto ediyorlardı.



Asker olmak delikanlı olmaya mani değilmiş


Org.Işık Koşaner ve kuvvet komutanı arkadaşlarının istifalarından sonra, dönemin Jan.Gen.Komutanı Org. Necdet Özel, ikişer gün arayla Kara Kuvvetleri Komutanlığı ve Gen.Kur. Başkanvekilliği görevlerine atanarak Genel Kurmay Başkanı oldu.

Bence bu, teslim alınan TC Ordusu’nun genel akışa paralel olarak geldiği ahlâki seviyenin somut bir göstergesidir. Ve tuzun kokmaya başlamış olduğunun da kanıtıdır.

“Kullanışlı Aptallar”da Sukut-u Ahlâk


Bir önceki yazımda bahsetmiştim. Son zamanlarda çeşitli yayınlarda ya da Facebook’ta culuklar tarafından yazılan yazılar daha sık görülmeye başlandı. İçerik olarak pek yeni bir şey yok aslında. Ama mesela Facebook’ta böyle bir post yakalayan ve sesini başka bir yerde duyuramayacak küçük culuklar, adeta yem kabına koşarcasına posta dalıyorlar ve post sahibi culuğun şefkatli kanatları altında, YAE karşıtlarına çığlık çığlığa saldırıyorlar. Bu da aslında çok önemli değil, tabii ben biraz daha kendilerini ortaya koymalarını, isimlerini rumuzların filan arkasına saklamamalarını tercih ederim. Neyse Allah’tan hepsi böyle yapmıyor.

Ne kadar mutlu, nasıl umutluydular


Ama başta Yüce Culuklar, onların ardında Culuk Ağalar ve en sonda da küçük culuklar olmak üzere, hepsinin yaptığı ortak bir ayıp var. Buna da bir şey demeden geçmeye niyetim yok.

Bir örnekle başlayalım (Bold’lara dikkat, bana ait):
“Şu ‘evet’ meselesini dillerine pelesenk eden, 6 yıldır yaptıkları tek ‘anlamlı’ politik çalışmanın ’evet’ diyenleri itibarsızlaştırmaktan ibaret kalan insanların hala bu saçmalıktan yorulmamış olmalarını, yapacak başka işleri olmamalarına vermek lazım.”

İkinci örnek:
“Özeleştiri bekleyenlere de şu söz: AKP iktidarını 2006’dan bu yana, yani AB işlerini savsaklamaya, başka yerlerde boncuk aramaya ve iktidarını pekiştirirken siyaset alanını daraltmaya başladığından beri eleştiriyorum. Yapabildiğini not ederek; yapmadığını, yapamadığını, tersini yaptığını ve son dönemdeki kâbus faşistleşmeyi faş etmeye çalışarak… Sadece siyaset değil, kalıcı tahribatının her veçhesini. Bizlere hakaret ederek hafifleyenlerin çoğunun farkında bile olmadığı vicdanlardaki, doğadaki, çevredeki, toplumsal dokudaki, komşularımızdaki tahribatı!

Üçüncü örnek:
“Evet, bir de 'kanmayanlar' var: onlar, 2002’de AKP birinci parti olarak çıkınca ‘Felaket başladı!’ dediler ve bugüne kadar da başka bir şey söylemediler. Ama zaten 2002’den çok önce bunu söylemeye başlamışlardı. Aşağı yukarı yüz yıldır aynı şeyi söylüyorlar: 'Bunlar ‘gerici’dir; bunlardan hiçbir hayır gelmez' vb.”

Karşınızdaki hangi türden YAE'ci olursa olsun, ilk soru budur


Size bu üçü gibi onlarca örnek sunabilirim. Yazacak yer bulabilen her Yüce Culuk, Culuk Ağa hatta küçük culuklar bile, farklı kelimelerle aynı şeyi ifade ediyorlar: “Bu YAE karşıtları, hayatlarında YAE karşıtlığından başka bir şey yapmamışlardır. Zaten yapma ehliyetleri de yoktur. Bunların babaları, hatta dedeleri de böyleydi. Yapacak başka işleri de yoktur. Çoğu, vicdanlardaki, doğadaki, çevredeki, toplumsal dokudaki, komşularımızdaki tahribatı bile görmekten acizdir.”

Ne acı değil mi? Ben bu insanların çoğunu tanıyorum. Tanıdıklarımın çoğunun da ahlâki düzeylerine bir zamanlar kefil olabilirdim. Oysa şimdiki durumlarına bakın. Üzücü.

Adama sormazlar mı, be kardeşim, elinde kaç tane somut örnek var ki, böyle bir genellemeye gidebiliyorsun? Mesela ortak tanıdığımız hangi YAE karşıtı için, yukarıdaki suçlamalardan en az birini ileri sürebilirsin? 

Diyelim ki, uğraştın, didindin, böyle bir isim bulamadın. Ki, bulamayacağını da sana garanti ederim. Neden mi? Tarihte silinemeyecek puntolarla yerini şimdiden almış olmana rağmen, bu insanlar seni de yeniden kazanmaya uğraşıyorlar. Tek başına bu bile önemli bir çaba sayılır. Zamanında seni uyandıramamış, yanına çekememiş ya da engelleyememiş olmasının bedelini bugün ülke olarak ödemekte olduğumuz ortada.


Ayrıca acaba sen, bu insanların, ülkenin gelmiş olduğu bu durumda daha önemli bir şeye emek harcamadan, sadece seninle uğraşıyor olduklarını mı sanıyorsun?

“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”

 “Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”