Sukut-u Ahlâk Üzerine
Sevgili Merdan Yanardağ’ın,
www.abcgazetesi.com’da 12 Haziran tarihinde bir yazısı yayınlandı. Başlığı
şöyleydi: “Kutsallaşan toplumsal kötülükle mücadele”. Yazıda AKP ve özellikle
de RTE’nin, kötülüğü sadece toplumsallaştırmayıp aynı zamanda
kutsallaştırdığını anlatıyor Yanardağ.
Yanardağ’a göre, kendilerine destek
vermemiş olan kesimler de “din düşmanı” sayıldıklarından, onlara karşı
uygulanacak her türlü faşizan saldırı da mübah görülüyor.
Merdan Yanardağ |
Yazının ileriki bölümlerinde,
“devrimci olmak, gerektiğinde halka karşı olmayı göze almaktır” başlıklı
tümüyle katıldığım bir bölüm ve CHP’nin yeni stratejisine ilişkin bir bölüm
var. Yazı, yine benim tümüyle katıldığım “ülkenin kaderi sokaklarda
belirlenecek” başlıklı bir bölümle sona eriyor.
Ben zaten yazıya neredeyse tümüyle
katılıyorum. İnternetten bulup tamamını okumanızı da hararetle tavsiye ediyorum.
Ama ben bu yazıyı bir başka konuda hareket noktası olarak kullanmak istiyorum.
Ne konuda mı? Safa yatmayın, tabii ki “yetmez ama evet” ve “YAE’ciler” (culuklar)
konusunda.
Bu Ülkede Sukut-u Ahlâk’ın Kısa Tarihçesi
Çoğu araştırmacı, yazar, tarihçi, bu
ülkede ahlaki zayıflamanın başlangıcını Demirel’e bağlar. Ama hemen hepsinin,
bu arada benim de paylaştığımız
ortak görüş, ilk derin ahlaki fay kırılmasının
Özal’ın başbakanlığı döneminde gerçekleştiğidir.
Tonton bir yanı vardı, ama... |
Çok yerinde bir öngörüyle söylemiş
olduğu “alışırlar, alışırlar” sözü, kısa sürede hayattaki karşılığını buluyor,
“anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz”, “benim memurum işini bilir”, “bir
koyar, üç alırız” gibi sözlerine, askeri kıtayı mayoyla selamlaması gibi
eylemlerine gerçekten de alışılıyor ve ahlaki faydaki kırılma giderek
artıyordu. Bu tabii ki topluma da belli ölçülerde yansıyor, giderek daha çok
insan, ahlaki kaygılarından arınıp, “bir koyup üç almanın” yollarını aramaya
başlıyordu.
Yalnız Özal’ın bir handikapı vardı,
o da devletin hala devlet olmasıydı. Edinilen bütün yeni alışkanlıklara rağmen,
askeri ve sivil bürokrasi, az ya da çok geleneklere bağlılığını sürdürüyor, bu
da Özal’ın amaçladığı hızlı düşüşü frenliyordu. ANAP’ta gerçekleşen dört siyasetin
birlikteliği, tam bir şer ve menfaat işbirliğine hemen dönüşemediğinden,
bürokrasi bazı konularda devlet kurallarını ve usullerini gözetmeye devam edebiliyordu.
Alooo, darbe yapmadı, istifa etti |
Bunun yanı sıra hatırlayalım, Irak’a
yalın kılıç saldırma hevesinde olan Özal, Torumtay’ın istifasıyla (heey
şebelekler, darbe değil istifa), bu sonu belirsiz maceradan vazgeçmek zorunda
kalıyordu. (Çekinmeyin, haydi söyleyin. İttihatçı gelenek değil mi?) Bu istifa
meselesine bir mim koyalım, ileride farklı örnekler gelecek.
Ardından gelen Mesut Yılmaz, Tansu
Çiller ve koalisyon dönemlerinde, değil bu inişe dur demek, aksine buna yardım
eden, hatta hızlandıran kadrolar iş başına geçti.
Meydan AKP’de
Uzatmayalım, devran döndü, AKP
geldi. AKP, bugün artık aklı eren herkesin kabul ettiği gibi, dış destekli bir
proje partisiydi. Belirli garantilere, maddi desteklere sahipti. Farklı
merkezlerden farklı vaatler almıştı. Aslında bu merkezlerden bazılarını ilk
günden “muhafazakâr demokrat” kisvesiyle kandırmayı da başarmıştı. Canım, o
kadar olsundu. Onlar da inanmasalardı.
AKP, aşama aşama hazırlanmış bir
plan ve yoğun dış destek eşliğinde yolunda ilerlemeye başladı. Bu yolculuk
sırasında AYM’nin kapatma davası, 367 sayısı gibi engellerle karşılaşmadı
değil. Ama sonuç? Yolculuğu engellenemedi. Başlangıçta Dünya’nın ekonomik
konjonktürü sayesinde kendiliğinden akan sıcak para, bu azaldığında gelen
sınırsız denebilecek sıcak Arap parası desteği, sorunlar karşısında gelen
siyasi destekler, ilk günden beri yanına aldığı “kullanışlı aptallar”ın içeride
ve dışarıda sağladıkları meşruiyet gibi faktörlerin yardımıyla buraya kadar
geldi.
Cemaat desteği olmasa işler zordu |
Bu arada hazır yetişmiş kadrolarını
belirli bir koalisyon çerçevesinde AKP’ye sunan Cemaat’i görmezden gelemeyiz.
Zaten yukarıda bahsettiğimiz dış desteklerin önemli bir kısmı da Cemaat
aracılığıyla, adeta onun ipoteği ve kefaletiyle geldi.
Şimdi bu yolculuktaki bazı duraklara
ve aşamalara biraz daha yakından bakmakta fayda var. Bürokraside giderek artan
bir hızla gerçekleştirilen siyasi kadrolaşma, üniversitelerde yapılan siyasi
rektör atamaları, eğitimde birkaç senede bir yapılan sert değişiklikler vb. ile
aşamalar teker teker geçildi.
Ordu’da farklı tıynetler
Ama TC Ordusu hala içeride bir
korku, dışarıda da bir rahatsızlık kaynağı
olmaya devam ediyordu. Bir Genelkurmay
Başkanı “hocam” hitabıyla makam arabasına davet edilerek (ki ileride ¨kasaptaki
ete soğan doğramam¨ gibi garip bir lafla arazi olacaktı), bir diğeri sarayda baş
başa bir görüşmeyle, kazasız belasız geçiştirildiler. Bu arada sonradan yine
dış destekli olduğu anlaşılan Ergenekon davası başladı.
Soğancı paşa patronuyla |
Saray görüşmesini saklayacaktı, unuttu (!) |
Bir sonraki Genelkurmay Başkanı’nın
görev süresi içinde de Balyoz davası başladı. (Bu başkan emekli olduktan sonra
bu davadan yargılandı ve müebbet hapse mahkum oldu). Bu iki dava sayesinde
Silahlı Kuvvetler’e büyük bir darbe vurulmuş oldu. Bir sonraki Genelkurmay
Başkanı Işık Koşaner (öbürkülerin adını bilerek vermedim, ama bu adam
hatırlanmayı hak ediyor) üç yıl yapacağı görevinden birinci yılının bitmesine
bir kaç gün kala kuvvet komutanı arkadaşlarıyla birlikte istifa etti. Davaları
protesto ediyorlardı.
Asker olmak delikanlı olmaya mani değilmiş |
Org.Işık Koşaner ve
kuvvet komutanı arkadaşlarının istifalarından sonra, dönemin Jan.Gen.Komutanı
Org. Necdet Özel, ikişer gün arayla Kara Kuvvetleri Komutanlığı ve Gen.Kur. Başkanvekilliği
görevlerine atanarak Genel Kurmay Başkanı oldu.
Bence bu, teslim
alınan TC Ordusu’nun genel akışa paralel olarak geldiği ahlâki seviyenin somut
bir göstergesidir. Ve tuzun kokmaya başlamış olduğunun da kanıtıdır.
“Kullanışlı Aptallar”da Sukut-u Ahlâk
Bir önceki yazımda
bahsetmiştim. Son zamanlarda çeşitli yayınlarda ya da Facebook’ta culuklar
tarafından yazılan yazılar daha sık görülmeye başlandı. İçerik olarak pek yeni
bir şey yok aslında. Ama mesela Facebook’ta böyle bir post yakalayan ve sesini
başka bir yerde duyuramayacak küçük culuklar, adeta yem kabına koşarcasına posta
dalıyorlar ve post sahibi culuğun şefkatli kanatları altında, YAE karşıtlarına
çığlık çığlığa saldırıyorlar. Bu da aslında çok önemli değil, tabii ben biraz
daha kendilerini ortaya koymalarını, isimlerini rumuzların filan arkasına
saklamamalarını tercih ederim. Neyse Allah’tan hepsi böyle yapmıyor.
Ne kadar mutlu, nasıl umutluydular |
Ama başta Yüce
Culuklar, onların ardında Culuk Ağalar ve en sonda da küçük culuklar olmak
üzere, hepsinin yaptığı ortak bir ayıp var. Buna da bir şey demeden geçmeye
niyetim yok.
Bir örnekle başlayalım
(Bold’lara dikkat, bana ait):
“Şu ‘evet’ meselesini
dillerine pelesenk eden, 6 yıldır
yaptıkları tek ‘anlamlı’ politik çalışmanın ’evet’ diyenleri
itibarsızlaştırmaktan ibaret kalan insanların hala bu saçmalıktan
yorulmamış olmalarını, yapacak başka
işleri olmamalarına vermek lazım.”
İkinci örnek:
“Özeleştiri bekleyenlere de şu söz: AKP
iktidarını 2006’dan bu yana, yani AB işlerini savsaklamaya, başka yerlerde
boncuk aramaya ve iktidarını pekiştirirken siyaset alanını daraltmaya
başladığından beri eleştiriyorum. Yapabildiğini not ederek; yapmadığını,
yapamadığını, tersini yaptığını ve son dönemdeki kâbus faşistleşmeyi faş etmeye
çalışarak… Sadece siyaset değil, kalıcı tahribatının her veçhesini. Bizlere hakaret ederek hafifleyenlerin
çoğunun farkında bile olmadığı vicdanlardaki, doğadaki, çevredeki, toplumsal
dokudaki, komşularımızdaki tahribatı!”
Üçüncü örnek:
“Evet, bir de
'kanmayanlar' var: onlar, 2002’de AKP birinci parti olarak çıkınca ‘Felaket
başladı!’ dediler ve bugüne kadar da başka bir şey söylemediler. Ama zaten
2002’den çok önce bunu söylemeye başlamışlardı. Aşağı yukarı yüz yıldır aynı şeyi
söylüyorlar: 'Bunlar ‘gerici’dir; bunlardan hiçbir hayır gelmez' vb.”
Karşınızdaki hangi türden YAE'ci olursa olsun, ilk soru budur |
Size bu üçü gibi
onlarca örnek sunabilirim. Yazacak yer bulabilen her Yüce Culuk, Culuk Ağa
hatta küçük culuklar bile, farklı kelimelerle aynı şeyi ifade ediyorlar: “Bu
YAE karşıtları, hayatlarında YAE karşıtlığından başka bir şey yapmamışlardır.
Zaten yapma ehliyetleri de yoktur. Bunların babaları, hatta dedeleri de
böyleydi. Yapacak başka işleri de yoktur. Çoğu, vicdanlardaki, doğadaki,
çevredeki, toplumsal dokudaki, komşularımızdaki tahribatı bile görmekten
acizdir.”
Ne acı değil mi? Ben
bu insanların çoğunu tanıyorum. Tanıdıklarımın çoğunun da ahlâki düzeylerine
bir zamanlar kefil olabilirdim. Oysa şimdiki durumlarına bakın. Üzücü.
Adama sormazlar mı, be
kardeşim, elinde kaç tane somut örnek var ki, böyle bir genellemeye
gidebiliyorsun? Mesela ortak tanıdığımız hangi YAE karşıtı için, yukarıdaki
suçlamalardan en az birini ileri sürebilirsin?
Diyelim ki, uğraştın, didindin,
böyle bir isim bulamadın. Ki, bulamayacağını da sana garanti ederim. Neden mi?
Tarihte silinemeyecek puntolarla yerini şimdiden almış olmana rağmen, bu
insanlar seni de yeniden kazanmaya uğraşıyorlar. Tek başına bu bile önemli bir çaba
sayılır. Zamanında seni uyandıramamış, yanına çekememiş ya da engelleyememiş
olmasının bedelini bugün ülke olarak ödemekte olduğumuz ortada.
Ayrıca acaba sen, bu insanların,
ülkenin gelmiş olduğu bu durumda daha önemli bir şeye emek harcamadan, sadece
seninle uğraşıyor olduklarını mı sanıyorsun?