24 Aralık 2016 Cumartesi

IŞİD  Videosu


Kahrolası videoyu görmek istemiyordum. Şu yakılan gençlerin videosunu. Önce sadece bir iki resim gördüm, yetti. Olayı duyduğumda, daha resimleri görmeden, Nazım Hikmet’in bir şiiri kafama takılıverdi. Yazının sonuna koydum. Çok güzeldir, çok vurucudur, çok güçlü bir soru sorar.

Altmış iki yaşındayım. Elle tutacağım kadar yakınımdaki ölümler çok erken başladı. Dedemi kaybettiğimde yedi, annemi kaybettiğimde ise oniki yaşımdaydım. Sonra da çok ölüm gördüm çevremde, çok yaşadım.

Bir kıyaslama yapmak ya da bir ölçü belirlemek ne kadar doğru bilmiyorum, ama ölüme ilişkin en büyük acının, evlat acısı olduğuna dair genel kabul görmüş bir yaklaşımı ben de benimsiyorum. Kahretsin, çevremde bunun örneklerini de gördüm.

Kimileri, belki biraz acımasızca da olsa, bu acının da dereceleri olduğunu iddia ediyorlar.Çok da yanlış değil galiba.

Mesela oğlunun ya da kızının ölüm haberini almış, ama şu ya da bu nedenle ölü bedenini görememiş, kendi meşrebince yanağını öpüp vedalaşamamış, arada bir başında dua edip evladıyla konuşabileceği bir mezara koyamamış bir anne ya da babanın acısı belki biraz daha fazladır, bilemem.

Tabii ki, asla bilmek de istemem.

İki askerin ölümlerine ilişkin resimleri gördükten, hele mecburen videoyu seyrettikten ve bunlardan birinin alev alev yanarken “anne” diye seslendiğini duyduktan sonra, zaten uzun zamandır bozuk olan ayarlarım tamamen şaştı. Neden mecburen seyrettim? Üzerine yazı yazmaya karar verince, bu kahrolası mecburiyet peşinden geldi. Dün gece boyunca beynimi yiyen düşüncelerin, duyguların haddi hesabı yok. Tabii, bugün de.

İtiraf ediyorum, bunların önemli bir kısmını nefret duyguları oluşturuyor. Ama öncelikli yer, seslenilen anneye ayrılmış durumda. Dilerim, ölünceye kadar bu resimlere ya da videoya rastlamaz. Evladını canlı bir meşale değil, askere giderkenki ya da izine geldiğindeki haliyle hatırlama şansına erişir. Tabii aynı dilek, diğer anne için de geçerli.

Şanı büyük yüce devletimiz, askerlerimizin yanmış bedenlerini ailelerine getirmeyi beceremez ise, o annelerin başında ağlayabilecekleri birer mezar bile olmayacak.

Tut ki, getirildiler. Anneleri babaları son bir defa veda etmek, yanaklarını öpmek için evlatlarını görmek istediklerinde ne olacak? Onlara kim, ne diyebilecek?

Videonun sonunda saçı sakalına karışmış bir ızbandut, “Müslümanların öcünü bu şekilde aldık, eğer siz askerlerinizi çekmezseniz, savaşan bütün askerlerinizin sonu bu şekilde olacaktır. Artık bu görüntülere alışacaksınız. Ve kendi gözlerinizle onların nasıl yandıklarına şahit olacaksınız. Onların çığlıklarını duyacaksınız....” diye höykürüyor.

Hangi dilde mi höykürüyor? Tabii ki Türkçe. Çünkü o şerefsiz, buradan giden “öfkeli gençlerden” biri. Burada küfür etmiyorum, ama tüm küfür hazinemi kullansam bile tatmin olamayacağımı biliyorum. O yaratığa karşı mı? Asla. O ancak bir harf alabilir. Geri kalanı silsile-i meratipe göre yukarıya doğru.

Gelelim büyük ustanın şiirine. İlk ağızda yukarıdaki konudan farklı gibi algılanabilir. Yukarıda yazdıklarım ölümün sebep olduğu acılara, Nazım’ın şiiri ise ölümlerin muhtemel (sınıfsal) farklılıklarına ilişkin gibi algılanabilir. Dolayısıyla da “ne alakası var, canım” denebilir.

Biraz dikkat! O videoda yanarken görülen evlatlar, çalışabilecekleri bir iş bulamadıkları için, geçimlerini sağlamak ya da bir aile kurabilmek için askerlik yapan gençler. Yani fakirler. Şiiri bir de bu açıdan okuyun lütfen. Tabii bir de yukarıda bahsettiğim ölüm acısının adaleti açısından.


ÖLÜME DAİR
Buyrun, oturun dostlar,
hoş gelip sefalar getirdiniz.
Biliyorum, ben uyurken
hücreme pencereden girdiniz.
Ne ince boyunlu ilâç şişesini
ne kırmızı kutuyu devirdiniz.
Yüzünüzde yıldızların aydınlığı
başucumda durup el ele verdiniz.
Buyrun, oturun dostlar
hoş gelip sefalar getirdiniz.
Neden öyle yüzüme bir tuhaf bakılıyor?
Osman oğlu Hâşim.
Ne tuhaf şey,
hani siz ölmüştünüz kardeşim.
İstanbul limanında
               kömür yüklerken bir İngiliz şilebine,
                                                 kömür küfesiyle beraber
                                                                          ambarın dibine...
Şilebin vinci çıkartmıştı nâşınızı
ve paydostan önce yıkamıştı kıpkırmızı kanınız
                                                      simsiyah başınızı.
Kim bilir nasıl yanmıştır canınız...
Ayakta durmayın, oturun,
ben sizi ölmüş zannediyordum,
hücreme pencereden girdiniz.
Yüzünüzde yıldızların aydınlığı
hoş gelip sefalar getirdiniz...
Yayalar-köylü Yakup,
                            iki gözüm,
                                            merhaba.
Siz de ölmediniz miydi?
Çocuklara sıtmayı ve açlığı bırakıp
çok sıcak bir yaz günü
yapraksız kabristana gömülmediniz miydi?
Demek ölmemişsiniz?
Ya siz?
Muharrir Ahmet Cemil?
Gözümle gördüm
                            tabutunuzun
                                                toprağa indiğini.
Hem galiba
tabut biraz kısaydı boyunuzdan.
Onu bırakın Ahmet Cemil,
vazgeçmemişsiniz eski huyunuzdan,
o ilâç şişesidir
                        rakı şişesi değil.
Günde elli kuruşu tutabilmek için,
yapyalnız
dünyayı unutabilmek için
                                          ne kadar çok içerdiniz...
Ben sizi ölmüş zannediyordum.
Başucumda durup el ele verdiniz,
buyrun, oturun dostlar,
hoş gelip sefalar getirdiniz...
Bir eski Acem şairi :
«Ölüm âdildir» — diyor,—
«aynı haşmetle vurur şahı fakiri.»
Hâşim,
neden şaşıyorsunuz?
Hiç duymadınız mıydı kardeşim,
            herhangi bir şahın bir gemi ambarında
                                             bir kömür küfesiyle öldüğünü?...
Bir eski Acem şairi :
«Ölüm âdildir» — diyor.
Yakup,
ne güzel güldünüz, iki gözüm.
Yaşarken bir kerre olsun böyle gülmemişsinizdir...
Fakat bekleyin, bitsin sözüm.
Bir eski Acem şairi :
«Ölüm âdil...»
Şişeyi bırakın Ahmet Cemil.
Boşuna hiddet ediyorsunuz.
Biliyorum,
ölümün âdil olması için
hayatın âdil olması lâzım, diyorsunuz...
Bir eski Acem şairi...
Dostlar beni bırakıp,
dostlar, böyle hışımla
                            nereye gidiyorsunuz?



Son Sözler Asrımızın Liderinden

“HAMDOLSUN EL BAB HALLOLMAK ÜZERE!

Bakınız El Bab… Birileri kuru sıkı atıyor. Dünyayı biz mi kurtaracağız? Kilis’e bomba düşünce neredesin ey devlet diyorsunuz! Bunlar ne saf insanlar. Biz boşuna mı terörden arındırılmış güvenli bölge açıklamasını en başından beri yaptık. İşte şimdi El Bab hamdolsun hallolmak üzere! Silahlı Kuvvetlerimiz ÖSO ile orayı da hallediyor.”

¨Şüphesiz şehitlerimiz, canımızı yakıyor. Ama şunu da bileceğiz ki, bir toprağın vatan olması için şehide, gaziye ihtiyacı var¨.


“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...” “Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”



9 Aralık 2016 Cuma

Sana Kaderinin Bir Oyunu Mu Bu, 

Levent Gültekin?


Levent Gültekin’i uzun zamandan beri yakından izliyorum. Yazılarını, katıldığı TV programlarını kaçırmamaya çalışıyorum. Bir defasında beni üzdü ve o konuda bloğuma bir yazı yazdım: 26/05/2016 tarihli ve “Kurban olduğum seni de mi verdi?” başlıklı yazım.

Öğren de yaz, tamam. Ama böyle olmuyor

Yazıda Levent’i hasbelkader uyarmış, yeterince vakıf olmadığı konularda ahkâm kesmemesi, hele hele buralara saparsa laflarına çok dikkat etmesi konusunda ricada bulunmuştum.

Diyebilirsiniz ki, Levent’in de çok umurundaydı. Benim zaten asıl hedefim o değil, onu okuyup, dinleyip yanlış etkilenebilecek olanlardı. Ama bir yerden bloğumu duyar, bunları okur ve etkilenirse, cennet canıma minnet.

Levent’in Son Büyük Hatası


Diken dergisinde Levent’in yeni bir yazısıyla karşılaştım ve kendimi adeta ihanete uğramış hissettim. Bu öncekinden daha beter bir hadsizlik taşıyordu: Başlığı: “Castro, Chavez ve Erdoğan”.
 

Öbürünü koymadım, ayıp

Şanssız yazının girişini Levent’in kaleminden vereyim:

“Sabah akşam demokrasi, özgürlük, insan hakları, evrensel değerler, bağımsız yargı, bağımsız medya diyenlerin, ölümü üzerine Fidel Castro’ya düzdükleri övgüleri görmemiş olsaydım böyle bir yazıya ihtiyaç duymayacaktım.”

Şerefsizim, bu girişi okumasaydım, ben de böyle bir yazıya gerek duymayacaktım.

Yazıma başladım, birkaç gün içinde önce Diken dergisinde sevgili Murat Sevinç’in “Levent Gültekin’in yazısına dair bir iki söz” başlıklı yazısını ve ardından Birgün Gazetesi’nde Mustafa K.Erdemol’un “Fidel efsane değil, gerçekti” başlıklı yazısını okudum. Küba Büyükelçisi Eduardo Gonzales Casals’ın Mustafa Akyol zibidisine verdiği cevabı ve birkaç yazıyı daha okuyunca, aklıma düsturumuz geldi: “Düşküne vurmak bize yakışmaz” ve vermiş olduğum söze, ayrıca bütün kızgınlığıma rağmen yazmaktan vazgeçtim. Nereye kadar mı?
 

Son dönemleri, ama zımba gibi

Twitter’da takip etmekte olduğum Levent Gültekin’in bu konuda koyu yazılmış tweetini görene kadar:

Levent Gültekin:

“Küba ve dermokrasi yazıma Sevgili Murat Sevinç eleştiri yazmış. Katılmasam da çok kıymetli buluyorum.”

(Burada Murat Sevinç’in yazısına link var. Delikanlı bir tavır.)

İnan Temelkuran’ın “nerelerine katılmadığınızı merak ettim. Belki bi yazı yazarsınız” tweetine ise Levent o öldürücü cevabı veriyor:

“Bu konu öyle sürdürülecek kadar kıymetli bir konu değil.”


Tamer_inc adlı kullanıcının “Küba mı kıymetli değil yazdığınız yazı mı?” sorusuna ise cevap vermemiş.

Bu tweeti daha sonra silmiş Gültekin. Bilmem neden? Aslında önemli de değil. Her iki yazıyı okuyanlarınız, Levent Gültekin’in “konu” kelimesiyle neyi kastettiği hakkında bir fikir sahibi olacaklardır.

Hep karizmaydı


Belki size garip gelebilir, ben “konu” kavramına Gültekin’in ne yüklediğiyle de ilgilenmiyorum. En azından şimdilik. Çünkü yazının ilerleyen kısımlarında farklı bir yorumla karşılaşacaksınız.

İster Levent’e cevap olarak yazılmış olsun, ister Levent’ten haberi bile olmasın, Küba, Fidel, Che üzerine yazılmış bir dolu yazı, onun yazısını bir daha ele alıp ayrıntılı olarak eleştirmeyi gereksiz kılıyor, yani Levent’in tarzıyla ama daha belirgin ifade etmek gerekirse (ki bazen hakikaten gerekiyor), onun yazısının içeriği, aslında tek tek eleştirilecek ve öyle sürdürülecek kadar kıymetli bir olgu oluşturmuyor. Ama yine kafası karışabilecek diğer okurlar için, bunu yapmak maalesef zorunlu.

Önce eski bir yazısına bakmamız gerek.

Küba’dan Bildiriyorum!


Levent Gültekin, 8 Nisan 2014 tarihinde İnternet Haber adlı sitede “Küba’dan Bildiriyorum!” başlıklı bir yazı yayınlamış. (Başlığın sonundaki (!) ünlem işaretine dikkat. Herhalde çok önemli bir şeyler bildiriyordu). Konumuz olan son yazısında da bize uzun uzun Küba’yı anlatacak (L.G.) olmadığından bu yazıya gönderme yapıyor.

Yazıyı Internet’te bulabilirsiniz. Kısa bir yazı. Zaten yarısında kaçırdıkları uçakları anlatıyor.

Bu birkaç arkadaşın Küba’ya inebilmelerinden sonra, yoğun olumsuz eleştiri bombardımanı başlıyor. İnternet yokmuş,

O külüstürlerle geldiler, onu yolcu etmeye

arabalar eskiymiş, şehrin en görkemli, en korunaklı binası Castro’nun binlerce dönümlük orman alanı içerisindeki evi imiş (it. L.G.). Marketlerde yiyecek çok azmış, falan filan.

Tek gelir kaynağı turizm imiş. Kadınların yarısı fahişe imiş. Temel ihtiyaçlar neredeyse bedava imiş, ama halk Fidel’den memnun değilmiş.

Bir Garip Fark 

İki buçuk yıl arayla yazılmış bu iki yazı arasında ilgimi çeken farklı bir ortak anı var. İki yazıda da Küba’da kaldıkları yerde onlara hizmet eden bir garsondan bahsediyor Gültekin. Ona çocuk diyor, ama yaşı herhalde daha büyük. Çünkü esas mesleği doktorlukmuş. Aylık 20 Dolar maaş alıyormuş, garsonluktan da 30 Dolar alıyormuş.

Gültekin birinci yazıda şöyle anlatıyor: Kaldıkları otelde çocuk Gültekin’in telefonunu alıp “ben doktor olmama rağmen hayatım boyunca böyle bir telefon alamam” demiş ve gelir durumunu anlatmış.

İkinci yazısında ise farklı bir anlatım sözkonusu: Kaldıkları evde arkadaşlarından biri hizmetine karşılık doktora 100 (yazıyla 100) Dolar bahşiş vermiş. Doktor da gelir durumunu anlatıp, “bu benim için çok büyük rakam” demiş.

Murat Sevinç bu konudaki düşüncesini nazik yazısının sonunda, ince bir biçimde açıklamış. Sanki biraz kıskandım, ben o kadar nazik olamıyorum. Otel mi, ev mi? Telefon mu, 100 Dolar mı? Ne fark var ya da ne önemi var demeyin. En azından 100 Dolar fark var, biir. Küba’ya giden arkadaşlardan duyduğuma göre evde ya da otelde kalmak arasında çok fark olabiliyor, ikii. İki buçuk sene için biraz fazla unutkanlık değil mi bu?

Bir de kardeşim, 100 Dolar bahşiş ne yahu?

Geldik İşin Ağır Kısmına 

Aslında yazının tamamını okumanızı tercih ederdim, ama sinirinize dokunabilir. Ben bazı alıntılar yapayım, yeterli olacaktır sanırım.

“Castro için söylenecek elbette çok olumlu cümleler var. Ama yanlışlarına vurgu yapmadan sadece övmek bizi savunduğumuz değerleri önemsemez durumuna düşürüyor.
O nedenle sormak istiyorum:
Biz Erdoğan’ı niçin eleştiriyoruz? Demokrasiyi yok ettiği, özgürlükleri askıya aldığı, ifade özgürlüğünü kısıtladığı, bağımsız medyayı, bağımsız yargıyı ortadan kaldırdığı, dış politikada aklı selimi bir tarafa bırakıp dünya ile ilişkileri kesmeye çalıştığı için eleştirmiyor muyuz?
Bütün bunları yaptığı için kimileri Erdoğan’a diktatör demiyor mu?
Dış politikada diplomasiyi bir tarafa bırakıp, akılla değil duyguyla hareket etmesinin bu ülkeyi bir felakete sürükleyeceğini söylemiyor muyuz?
“Boyun eğmemek başka, hamasetle meydan okumak başka” demiyor muyuz? Bütün bunları yaptığı için Erdoğan’ı eleştirmiyor muyuz?
Peki Erdoğan’ın yaptığı neyi Castro geçmişte yapmadı?”

Bu yazımı okuyacak olanlardan peşinen özür diliyorum. Normalde bu noktada tanıyanların benden bekleyecekleri hitap tarzına girmiyorum. Ama Levent Gültekin söylenebilecekleri hak etmemiş değildir. Onu da belirtmem gerek.

Buraya kadar yazısının ancak yarısına gelebildim. Yazı uzayacak. O nedenle yalnızca bu alıntıya ilişkin eleştirel cevabımı yazıp, kalanını bir sonraki yazıya bırakmak istiyorum. Elimden geldiğince çabuk yazacağım onu da.

Gel Bakalım Levent Kardeşim


Öncelikle bir talebim var. İkinci cümlende bir kalıp kullanmışsın: “savunduğumuz değerler”. Şimdi bunu bir kenara koyalım, ileride çok lazım olacak.

Çok merak ettiğim bir başka nokta ise Chavez meselesi. 950 kelimelik yazında Chavez bir kere geçiyor. Onu başlığa da katmaktaki amacını anlamadım. Neyse vardır elbet bir bildiğin.

Senden yaptığım alıntıda Erdoğan eleştirisi olarak neredeyse eksik bırakmamışsın. Son cümlede de asıl darbeyi vurmuşsun:

“Peki Erdoğan’ın yaptığı neyi Castro geçmişte yapmadı?”

Bu cümleden sonra yapmış olduğun eleştirilerin çoğunu zaten cevaplayan çok arkadaşım oldu, ama ben de bir sonraki yazımda onlar üzerine bir şeyler yazmak niyetindeyim.

Ama arkadaşça vurgulamam gereken, bu son cümleyle gerçekten büyük bir halt ettiğin. Tabii ki, isteyen herkes bu iki ismi bir yazıda biraraya getirebilir, ama sonra “Wikileaks belgelerinde adım niçin geçiyor?” başlıklı yazındaki gibi ağlamak yok.
 

Dev bir tören yok, iki üç araba. Bir kapta küller.

Senden yaptığım alıntı, son derece önemli, hatta belirleyici birkaç faktörü gözardı ediyor, başta “zaman”. Görmezden geldiğin bir diğer faktör ise coğrafya”. Yine görmediğin bir başka faktör, “demografik koşullar. Görmediğin bir faktör daha var: “Tarihsel gelişim”.

Seni temin ederim, daha bir dizi faktör sayabilirim, görmediğin, görmezden geldiğin. Dikkatini çekerim, göremediğin demiyorum, görmediğin, görmezden geldiğin diyorum. İşte bu ahlaki bir soruna işaret edebilir.

Bu yazıyı bir şekilde sana eriştirmeye çalışacağım. Senden ricam, ne ricası yahu, sana meydan okuduğum nokta şu:

Bir iki tane soru sıralayacağım. Bakalım, bunları cevaplayabilecek misin? Bu cevaplarda yukarıda kenara koyduğumuz “savunduğumuz değerler”e (bizimkilere!) asgari saygıyı göstereceğini umuyorum. Malum, bu yazının bir de devamı gelecek!

Basit, Ama Bence Can Alıcı Sorular


Fidel, Raul, Che ve Cienfuegos’un lider kadroda rol aldığı Küba Devrimi’nin tarihi nedir?

Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidara geldiği tarih nedir? İki tarih arasında ne kadar fark vardır?

Küba nerededir? Yakın komşuları kimlerdir?

Türkiye nerededir? Yakın komşuları kimlerdir?

Küba nüfusunu oluşturan unsurlar nelerdir?

Türkiye nüfusunu oluşturan unsurlar nelerdir?

Küba’nın günümüze kadarki tarihsel gelişimi nasıldır? (İpucu) Tarihinde demokratik bir dönem yaşamış mıdır?

Türkiye’nin günümüze kadarki tarihsel gelişimi nasıldır? Tarihinde demokratik bir dönem yaşamış mıdır?

Son soru:

Fidel Castro’nun, halkıyla birlikte yıktığı nedir? Erdoğan’ın halkın bir kısmıyla birlikte yıkmaya çalıştığı nedir?

“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”

“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”