28 Nisan 2017 Cuma

Sözde Referandum ve Ne Yapmalı'ya Giriş


Sözde referandumun ertesi gününden itibaren konuya ilişkin bulabildiğim her yazıyı okumaya çalıştım. Tabii ki ezici ağırlıkla “HAYIR” cephesinden. Yüksek bir ortalama, aklın yolunun bir olduğu gerçeğini bana bir kez daha gösterdi.


Ortak nokta buydu


Yazıların hemen hepsi, sonucu EVET yönünde değiştiren bir dolu hile ve kanunsuzluğun yapıldığına, aslında HAYIR’ın kazanmış olduğuna vurgu yapıyordu. Doğru, aslında HAYIR kazanmıştı, ama hukuki (!) durum böyle göstermiyordu.

7 Haziran seçimlerinden sonra olduğu gibi RTE ve AKP bildiğinden şaşmamakta esaslı bir direnç sergilemekteydiler. Üstüne üstlük başvurulan tüm hukuk yolları ve hukuk kurumları da onları (hukuksal olarak) haklıymış gibi gösteriyordu. Bu yazıyı yazmaya başladığım gün henüz yapılmamış olan, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvurunun nasıl sonuçlanacağı hakkında da mahkeme başkanı zaten ön açıklamasını yapmış durumdaydı. Nitekim yazı bitmeden de dediği oldu, başvuru reddedildi.

Geriye kalan tek hukuki yolun, yani Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, bu konudaki emsal kararlar da göz önünde bulundurulduğunda, iptal kararı verme ihtimali çok yüksek. Burayı İngilizce yazayım, ukalâlık olsun: So what?

Bir defa mahkeme sonuçlanana kadarki süre çok uzun. Atı alan gerçekten Üsküdar’a geçer. Diğer yandan, o güne kadar öyle işler yapılır ki, artık Avrupa’yı gerçekten kim takar?

Peki, bu hukuksal yollar bırakılsın mı yani? Asla! Erişilebilen hangi platformda RTE’nin ve AKP’nin hukuksuzluğu teşhir ve mahkûm edilebiliyorsa edilmeli.

Buradaki temel hedef, sadece onların mahkûm edilmesi değil. Aslında varlığı gerek ABD’nin, gerekse AB’nin çok daha fazla işine gelebilecek olan RTE’nin desteklenme olasılığının uluslararası hukuk ve toplum tarafından zorlaştırılmasını sağlamak.

Özellikle AB ülkelerinin kamuoylarını kendi devletlerinin muhtemel desteğine karşı harekete geçirmek. Nitekim, özellikle Federal Almanya’dan gelen mizahi program kayıtları bile (ben sadece Almanca’lara bakıyorum), bu gerçekliğin oralarda şimdiden büyük etki yarattığını gösteriyor.

Bu arada vurgulamadan geçmem imkansız. Almanya’ya, bizdeki ana-avrat küfüre denk gelen Nazi ya da faşist laflarını ettikten sonra, Mehmet Şimşek’in Almanya’dan ekonomik yardım istemesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu tarihten bu yana düştüğü en derin noktayı göstermektedir. Sakın yanlış anlamayın, ekonomide ve siyasette hep vurgulanageldiği gibi bir “dip” katiyen yoktur. Ayrıca hiç merak da etmeyin, bu iktidar, iktidar olarak kaldıkça, çok daha derin dipleri göreceğimiz kesindir.

Aşağı Yukarı Ortak Akıl


Okumuş olduğum tüm yazılarda aşağı yukarı ortak görüş olarak şöyle bir şeyler çıkıyor:

Hayır cephesi, oldukça heterojen, asla yanyana gelemeyecekmiş gibi görünen siyasal faktörlerin oluşturduğu bir blok oldu. Bu öyle bir blok ki, belki referandum sonrasında birileri “yahu, ben kimlerle birlikte ne yaptım” demiş de olabilir.

Ama bütün bu sürecin en umut veren noktası da bence budur. Çünkü bu nokta, toplumun belirgin bir tehlikeye karşı, refleks olarak, gayrı ihtiyari vermiş olduğu tepkinin, onları biraraya getirebildiği noktadır.

2019 İhaneti


Sözde referandum sonuçlanır sonuçlanmaz, belli  mihraklardan 2019 lafları duyulmaya başlandı. En güçlü ve etkili (!) olanı ise, tabii ki Baykal’ın söyledikleri:

“Hayır maç henüz bitmedi. Daha maçın devamı var. ........... Yani 2.5 yıl var. Sizin kararınızın hiçbir önemi yok, önemli olan milletin kararıdır. Millet de o kararı 2019’da size verecek.”

Bu ifade, yıllar önce RTE’ye Siirt dandik seçimleriyle milletvekilliğini, ardından başbakanlığı, ardından cumhurbaşkanlığını, ardından da başkanlığı (!) açan yolun ifadesidir.

Bu ve benzeri tüm ifadelerin  bugün artık istisnasız tüm demokratik güçlerce kesinlikle reddedilmesi zorunludur. MHP’nin sözde sürpriz atağıyla sözde referandum karşısında kalan RTE ve AKP’nin bu kadar kısa süre içinde organize edebildiği hileli sonuçların, maçın sonu olarak hayali kurulan 2019 seçimlerinde çok daha ustalıkla manipüle edilebileceği açıktır.

Ayrıca 2019 seçimlerinin bir hedef olarak konması, net bir biçimde bu sözde referandumun meşru ve geçerli kabul edildiği anlamına gelecektir.

Halbuki erişilebilen tüm insanlara, bunun hileli, gayrımeşru bir referandum olduğu, bıkmadan, usanmadan anlatılmalı ve bu HAYIR dalgasının sönümlenmesine asla izin verilmemelidir.

İşin fikirde ve eylemde 2019’a bırakılması, gaflet, dalalet ve hıyanetten başka bir şey değildir. Ne yapılacaksa daha önce yapılması zorunludur.

Gelelim Acıklı Bir Konuya


Altmış üç yaşındayım. On yedi yaşımdan beri aktif olarak siyasetin içindeyim. Kaç yıl olmuş? Kırk altı yıl. Biraz daha dayansam, yarım asır.

İşte ben bu yaklaşık yarım asırlık siyasi ömrümde, bu ülkede kendini demokrat olarak gören ya da solcu olarak ifade eden kimsenin, ortak bir tehlike (muhtıra, askeri darbe, faşizm vb.) karşısında, gerçek anlamda biraraya geldiğini görmedim.

Çok moral bozucu değil mi?

Yakın geçmişe ait bir örnekten yola çıkalım. Kısa bir zaman önce Haziran Hareketi’nin Kartal’da organize ettiği mitinge, HDP’nin katılması ihtimaline karşı, CHP’nin katılmamış  olması, çok önemli bir siyasi güç kaybına neden olmamış mıydı?

İşte bu sefer iş farklı olmak zorunda. Bu iş sadece siyasilere bırakılamayacak kadar ciddi. Neden mi? Çok basit ve net. Bu gerçekten son atış.

Bugünden, 2019 olarak konan hedefe kadar yapılması gereken çok şey var. Öyle ki, bunlar yapılabildiği takdirde, 2019 kabusuna gerek bile kalmayacak.

Önce Büyük Tehlikeyi Görelim


Bir dakika! Önce çok dikkat edilmesi ve mutlaka tedbir alınması gereken bir tehlikeyi özellikle vurgulamak durumundayım.

Evet, mucizevi sayılabilecek genişlikte bir HAYIR cephesi oluştu ve aslında EVET’i yendi. Sözde referandum sonrasında da bu cephenin aşağı yukarı tüm bileşenleri, aynı ya da paralel yönde irade beyanlarında bulundular.

Gelmekte ya da gelmiş olan en net ifadesiyle faşizmdir ve buna karşı mücadelede yer almak için faşizme karşı olmak yeterlidir. (‘Anti-faşist’ tanımını sevmem, ‘faşizm tarafından belirlenen’ anlamını içerir bir miktar.)

Henüz sözde referandumun üzerinden on gün bile geçmeden, sağda solda, orada burada, malûm bir zevatın belli, belirsiz beyanlarına rastlanmaya başlandı.

Tabii ki konu Kemalizm. Kendimi Kemalist olarak tanımlamam. Ama bunca yıldır en korktuğum olgu, bu kelimenin bir biçimde ortaya çıkması, sarf edilmesidir. Çünkü bilirim ki, bunun ardından ‘Ermeni Meselesi’, ‘İslamcıların ezilmesi’, ‘zorbalıkla yapılmış olan devrimler’, ‘Ankara’nın halka danışılmadan başkent ilan edilmesi’ (gülmeyin, vallahi bunu da dediler, yalnızca Cemil Koçak, Ayşe Hür gibi lejyonerlerden bahsetmiyorum) ve tabii ‘yetmez ama evet’ gelir.

Saadet Partisi’nden Haziran Hareketi’ne, TKP’den MHP muhaliflerine kadar herkesin, biraraya gelerek oluşturdukları bir HAYIR cephesinde, Kemalizm’den ya da Anti-Kemalizm’den bahsetmeye gerek yoktur. Bunu yapmak sadece cepheyi bozmaya yarar ki, benzeri faaliyeti ‘yetmez ama evet’çiler 2010 sözde referandumunda zaten yapmış ve maalesef başarılı olmuşlardır. Bugünümüzü önemli ölçüde onlara borçluyuz.

Ortak bir noktada buluşabilmek için Kemalizm’den hiç söz etmeden, yalnızca faşist tek adam saltanatından bahsetmek yeterlidir.

Ne Yapacağız?


Birincisi, durmayacağız. Sözde referandum öncesi sergilediğimiz hareketliliği artırarak sürdüreceğiz. Bu, sadece sokaklara çıkıp bağırmak şeklinde olmamalı. Faşist yönetim şu anda pek yapmıyor gibi gözüktüğü şiddetli baskıyı yakında devreye sokacak ve işi başında söndürmeye çalışacaktır. Boşuna kayıp vermek gereksiz.

Bu ülke, diğer bir sürü ülkedeki hareketlere örnek olan bir GEZİ’yi yaşadı. Öyle bir olguydu ki, tez konusu oldu. Dünya'da başka hareketlere örnek oldu. Üzerine bir dolu kitap yazıldı, belgesel yapıldı. Orada sergilenmiş olan direniş, dayanışma, ölümüne cesaret, yaratıcı zekâ herhalde henüz unutulmadı. Bütün bunların yeniden ve fazlasıyla devreye sokulması gerekiyor.

Biz yaptık. Deneyim kazandık. Unutulmadı


Gezi sırasında duvarlara yazılan, internette yayılan o buram buram zeka kokan sloganların çok daha gelişkinlerinin, bir yanda HAYIR cephesinin konsolide edilmesi, diğer yanda da EVET cephesinden insanların etkilenmesi için çeşitlendirilmesi ve yeniden yaratılması gerekiyor. Aslında bu çok kolay olabilmeli. Çünkü içine sürüklenmekte olduğumuz ekonomik kriz, bu evetçileri etkilemeye başladıkça, bu tür propagandaya daha çok açık olacaklardır.

Gezi demişken. Hakkını yemeyelim, Gezi’nin en muhteşem görüntüleri, CHP’nin Kadıköy mitingini iptal ederek Boğaziçi Köprüsü üzerinden Taksim’e gelmesiyle gerçekleşmişti. Aynı akşam Çarşı, Fenerbahçe ve Galatasaray taraftarları da alana gelmişlerdi.  Demek ki, CHP tabanında ve hatta bir miktar da tavanında 2019 yavesine kapılmayacak, bugünkü tehlikenin farkında olan bir kitle var.

Görevlerden biri de, bu kitleyi mobilize ederek parti yönetimini silkemeye, 2019’u beklemekten alıkoymaya yönlendirmek olmalı. Yalnız bu iş sadece Kılıçdaroğlu’nu kafaya takarak yapılmaz. Dışarıdan da olsa parti yönetimindekilere ya da etkili olabilecek kişilere yaratıcı fikirler ilham etmekle, onları motive etmekle (!) olur.

Elimizdeki En Büyük Güç


Yukarıda bir kısmını saymaya çalıştığım mücadele hedeflerini artırmak ve çeşitlendirmek mümkün. Ama Facebook profilime baktığınızda göreceksiniz ki, altmış üç yaşındayım. Internet kullanımında artık biraz yetersiz kalmış olabilirim, VPN diyorlar, o ne ki diyorum.

Yine de, erişebildiğim her posta, her münakaşaya, her saldırıya erişmeye çalışıyorum. Biraz üzüntüyle farkettiğim bir olgu var. Bazı insanlar, iyi niyetli olsalar bile, Facebook’ta ya da Twitter’da birilerine karşı bir şeyler yazdıklarında, ‘oh be, nasıl taktım ama’ fazına geçiyorlar. İtiraf ediyorum, buna bazen ben de düştüm. Bunun hiç bir faydası yok. Sadece boş bir tatmin sağlıyor. Etkileyebileceğiniz insanlarla etkileyebileceğiniz konularda yazışın. Bunu bıkmadan yapın.

Karşınızdakini tanımaya, anlamaya çalışın. Bir örnek: Twitter’da Sn.Anayasa Profesörü Burhan Kuzu’nun bir hesabı var. Gerçek. Bir laf yazıyor, yüzlerce kişi cevap yazıyor. Gereksiz. O insanların sahip oldukları yaratıcı zekayı başka yerde kullanmalarını sağlayın.

Çoğunuz bir ikinci hatta üçüncü dil biliyorsunuz. Burhan Hoca’ma yazacağınıza dışarıya yazın. ABD’nin ya AB’nin işine geliyor olabilir tek adam yönetimi, ama onların da toplumları var ve bizden çok ileriler. Onları etkileyin.

Onlara  borcumuz var. Unutursak kanımız kurusun.


Bu öneriler aklıma geldikçe devam edecek.

“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”

“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”



12 Nisan 2017 Çarşamba


Sözde Referandum:

Tahminim, Ne Çıkarsa Ne Olur vb.

Daha önce bu konudaki tahminimi açıklamıştım: Bana göre HAYIR çıkacak. Yalnız bunu söylerken, daha önceki referandum ve seçimlerdeki tahminlerimin hep yanlış çıktığını da belirtmem gerekiyor. Hani bir sigorta payım bulunsun.

 

Hem bu ülkede, biliyorsunuz, yanılmak ya da kandırılmak, sonra da çamura yatmak, aydınların ya da kendini öyle görenlerin bir ayrıcalığı. Koskoca teorisyenler yanıldı (kabul etmeseler de öyle), ben bir garip ademim, yanılsam ne olur. Haydi hayırlısı!

Şaka bir tarafa, bir referandum için bir ya da iki önceki seçimler veya bir önceki yakın zamanlı bir referandum, bir referans oluşturabilir. Ama tüm koşullarda arada geçen zamanın getireceği farklılıklar da mutlaka olacaktır. Ayrıca toplum ne kadar saflara ayrışmış olursa olsun, seçimlerdeki parti faktörünün referandumda aynı ölçüde etkili olması beklenemez.

Faktörler, Bileşenler, Koşullar

Birinci faktör: Bahçeli ve MHP

Burada benim açımdan bir umut ve bir vakıa söz konusu. Umut, Bahçeli’nin son on beş yıldaki siyasi karar, tercih ve taahhütlerinde hatalı ve güvenilmez oluşuna dayanıyor. Tabii burada bu hataların, nihai olarak hep AKP’ye yaradığını da gözden kaçırmamak gerekiyor. Yani bunlar bilinçli yapılmış hatalar olabilir. Ama bu kez de AKP açısından gerçek bir hata yapıyor olabilir. Öyle de gözüküyor.

Hatalarını tek tek saymaya gerek yok. Burada önemli olan lidere mutlak itaatin şart olduğu bir faşist partide bile, ardı ardına yapılan bu tür hataların, lideri çok zayıflatıyor olması.

Üstüne üstlük parti içinde, bu zayıflığı öne sürerek liderliğe oynayan dört kişi söz konusu. Bahçeli’nin, onları engellemek için bugüne kadar sövüp saydığı iktidar partisinin adeta kucağına oturmuş, ona muhtaç duruma düşmüş olması, kalan gücünü ve saygınlığını da kaybetmesine yol açacaktır.

MHP içinde, Bahçeli’nin sonunu ve MHP tabanının ezici HAYIR çoğunluğunu belirleyecek çok önemli bir faktör daha var. Dört muhalif unsurun, adeta bir katriumvira gibi, birbirine saygılı, centilmence bir mücadele sürdürüyor olmaları. Bu tarz bir mücadeleye Türkiye siyasi tarihinde daha önce rastlanmadı.

Bahçeli’nin bu mücadeleyi eninde sonunda kaybedeceği görünüyor. Unutulmamalı ki, kurtlukta düşeni yemek kanundur. Bahçeli’nin yapabileceği tek şey (mecazi anlamda) canını kurtarabilmek için yanında kalacak bir miktar taraftarıyla AKP’ye iltica etmek ve MHP’yi imha etmektir. Bu taraftar kitlesinin niteliği de, muhalifleri protesto ederken başvurdukları yöntemlerde kendini gösteriyor.

Neyse, bu sonraki mesele. Bugün için önemli olan, MHP tabanının ezici çoğunluğunun muhalifleri destekleyeceği ve tercihini HAYIR’dan yana kullanacağının belli olması.

İkinci faktör: Saadet Partisi

Seçimlerdeki küçük oy yüzdesine rağmen, bu referandumun en önemli faktörlerinden biri. Partinin kemik seçmeninin dışında kalan, sağ muhafazakar bir başka alternatif bulamadığı için çaresiz AKP’ye oy veren ve destekleyen bir kısım seçmen, gönül rahatlığıyla HAYIR tercihi yapabilecek.

AKP’den benzer bir HAYIR kanaması, MHP muhalefeti sayesinde gerçekleşecek. Seçim koşullarında sağ iktidarı sağlama almak için gerek Saadet Partisi’nden gerekse MHP’den AKP’ye akan oyların, bu referandumda HAYIR olarak geri döneceklerini söyleyebiliriz.

Üçüncü faktör: CHP

CHP’nin bu referandum öncesinde genelde başarılı bir strateji izlemekte olduğu çok açık. Bunu ileri sürerken, adeta bilimsel kesinlikte bir olguya dayanıyorum.

Anti-Kemalistlerin CHP’nin ya da Kılıçdaroğlu’nun bazı gaflarına AKP’ye oranla çok daha az saldırıyor olmaları bence önemli bir ölçü. Biliyorsunuz, önceleri Anti-Kemalistlerin CHP’ye yönelik bazı saldırıları, AKP’yi adeta çırak çıkartır ve onlar açısından da eğitici olurdu. Huylu huyundan vazgeçmez, yine arada sırada laf edenler oluyor, ama eski hırsları sanki törpülenmiş gibi (ücretli Artin Kemaller hariç). Belki çevrenizde siz de rastlamış olabilirsiniz, ben Facebook ve Twitter’da Haluk Levent’in yapmış olduğu İzmir Marşı videosunu hem de altına duygulu mesajlar yazarak paylaşan Anti-Kemalistlere rastladım (yok artık filan demeyin, tek tek isim veririm).

Her biri birbirinden ağır, seviyesiz provokatif saldırılara cevap vermeyerek, başta RTE olmak üzere AKP yönetici kadrolarını adeta açığa düşürme stratejisi, bence CHP’nin kedi olalı tuttuğu ilk fare olarak kabul edilebilir.

Diğer yandan, kadrolarının canını dişine takmış biçimde çalıştıkları da çok net görülüyor. Hele, bir eski başkan, bir kongre mağlubu başkan adayı ve bir başkanın ülkenin her yanında gösterdikleri performans, ne CHP seçmeninin ne de diğer parti taraftarlarının daha önce görmedikleri bir tablo oluşturuyor ve ciddi sempati topluyor (aralarından birinin Baykal olmasına rağmen).

CHP açısından acıklı olan, bu strateji ve bu çalışmayla alışık olduğu yüzdenin üzerine çıkıp çıkmadığını ölçemeyecek olması.

Geldik AKP’ye

AKP’yi sondan bir evvelki sırada (son sırada Kürtler var) değerlendirecek olmamın nedeni, analiz zorluğu bakımından Kürtler’den bir tık kadar kolay olması.

Bu işi bilenler, partinin içinden bilgi alabiliyor olanlar, irili ufaklı yedi farklı gruptan söz ediyorlar. Bu konuda yazabileceğim kadar bilgi sahibi değilim. Ama benim de kendime göre bir gruplamam var. Ben üç grup sayıyorum. Nasıl mı?

1. AKP: Bu aslında grup değil. Recep Tayyip Erdoğan. Tek başına, şahsen, bizzat, münhasıran, kendisi, sadece o. Yanında çok az sayıda kişiden oluşan esnek bir çevreden söz edilebilir belki. En sağlamı olarak damat Berat Albayrak sayılabilir.

Ama böyle tek adam durumlarının tarihteki örnekleri RTE için pek umut vaat etmiyor. İktidarının son döneminde Mussolini’yi satıp Müttefiklerle ilişkiye giren kişi, damadı Kont Ciano idi. Aynı şekilde son günlerinde Hitler’i satıp Müttefiklerle şerefli bir teslim anlaşması (?) için ilişkiye girenler, en yakın adamları Himmler ve Göring idi. Baldızının eşi General Fegelein’i de saymak gerekir.

2. AKP: Yine merkezde RTE’nin yer aldığı, ama daha çok sayıda milletvekili ve parti yöneticisinin bulunduğu bir yapı. Bunlar, ekonomik ve siyasi geçmişlerini ve geleceklerini RTE borçlu olan kişiler. En ufak bir özgül ağırlığı olmayan, RTE’nin bir fiskesiyle silinecek kişiler. Bunlar da son dakikaya kadar kaderlerini RTE’ye bağlamış gibi duracak, ama son dakikada arazi olacak olanlar.

3. AKP: Referandum sonucu ne olursa olsun, partiyi topluca terkedecek ve hükümetin düşmesine neden olacak ekip. Farklı bir ifadeyle; tek tek avlanmamak için aynen FETÖ’cu askerlerin yapmak zorunda kaldıkları gibi partiyi topluca terketmek zorunda kalacak olanlar. Böyle bir darbe hükümeti yıkabileceğinden, herhalde RTE’yi en çok korkutan durum budur. Bunu engelleyebilmenin tek yolu da, FETÖ ile yeterli göreceği garantileri vererek yeni bir Mephisto anlaşması yapmaktır. Ne de olsa bu siyasal İslamcılardan her şey beklenebilir. Ama hangisi hangisine ne kadar güvenebilir, onu bilemem.

Strateji Hatası

AKP için, gruplar konusu dışında söylenmeden geçilemeyecek bir konu daha var. Getirdikleri on sekiz maddeyi savunabilme materyallerinden yoksun oldukları için, çareyi her an Kılıçdaroğlu’na saldırmakta buldular. Bunun çok akıllı bir strateji olduğu söylenemez. Yıllardır kendilerinin yararlandığı mağduriyet faktörünü elleriyle HAYIR cephesine vermiş oluyorlar. Hele bunu 1994 yılından görüntülerle ya da kaset edebiyatıyla yapmak acizlik belirtisi olarak görülebiliyor.

Sırada referandumun assolisti var: Kürtler  

Neden assolist dedim? Çünkü bence belirleyici faktör onlar. Son saniyeye kadar hangisinin ne yapacağının belli olmadığı grup onlar. Hemen kızmayın, Haziran seçimlerinden sonra yüzde on barajını geçen partiyi satıp silahlı mücadeleye girişen ben değilim.

Değişikliklerin 16. Maddesiyle, eyalet kokusunu alarak ağızlarına bir parmaktan da fazla bal çalınan Apo ve Kandil’in nasıl bir tavır alacağını, bence HDP bile öngöremez. Muhafazakar Kürtlerin ise EVET tavrı şimdiden belli.

Burada önemli olan, bölgedeki Kürtlerden ziyade, metropollerde ve diğer büyük kentlerde yerleşik olanların HDP’yi dinleyip dinlemeyecekleridir. Örneğin, İstanbul’da üç milyon civarında olduğu söylenen Kürt nüfusunun tavrı, referandumun tamamı üzerinde çok etkileyici hatta belirleyici olacaktır. Çünkü İstanbul’u alan taraf büyük ihtimalle referandumun galibi olacaktır.

Olası Son Ataklar

Şunun şurasında üç gün kalmış. Daha fazla yazmak gereksiz. Zaten herhalde bu konuda yazılabilecek hemen her şey yazıldı.

Muhtemel son değişiklik atakları neler olabilir? Aslında medyada bu konuda da ilginç tahminler yapıldı. Ege adalarına çıkarma yapmak (sıkmaz), Irak ya da Suriye’ye yeni bir harekat (hem sıkmaz hem de zaman ve mühimmat kalmadı), özellikle DHKP-C’nin etkili bir eylemi (deneyebildikleri Okmeydanı’nda kahve basmak oldu, yakalandılar, bu da olmaz), RTE’nin şiddetli gözyaşları (her seçim arifesinde yaptı, ama bu defa o kadar sinirli ki mazlum ağlaması yapamıyor, “örümcek ağı”, “gavurda esaret” gibi konularda gözyaşlarını zorluyor, ama olmuyor).

Netice

HAYIR kazanır, AKP bölünür, merkez sağ yeni bir parti çıkar, büyük katılımlı bir koalisyon kurulur.

Ha, EVET çıkacak olursa, AKP yine bölünür, merkez sağ yeni bir parti çıkar, büyük katılımlı bir koalisyon kurulur. (Akşener’in iddia ettiği gibi, Erdoğan durumu kabullenecek olursa tabii. Yoksa iç savaş çıkar).


Hayırlı referandumlar!


“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”

“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”