18 Mayıs 2018 Cuma

Bugün 18 Mayıs, Türkan Saylan'ın Ölüm Yıldönümü


Siz hiç cüzzam (Lepra) hastalığından dolayı burnu düşmüş (tabir böyle) bir insan gördünüz mü?


Resimlerin en etkisizlerini seçtim


Ben gördüm. Küçücük bir çocuktum. Beylerbeyi vapur iskelesinin çımacısı Mustafa’nın lakabı, ¨burunsuz¨ idi. O hastalık nedeniyle burnu düşmüş, o dönemde yeni yeni başlayan tedavilerle iyileşmiş ama suratının ortasında çok çirkin bir çukur taşıyan, çok iyi bir adamcağızdı. Büyüklerimiz anlatırdı çok iyi bir adam olduğunu. Biz çocuklarsa, yanına pek yaklaşmamayı tercih ederdik.

Cüzzam hastaları, binyıllarca tüm dünyada lanetli olarak tanındılar. Toplumdan mutlaka dışlanırlar, tercihan onlara ayrılmış bir adada tecrit edilirlerdi. Bu arada fırsattan istifade hemen mallarına da el konurdu. Bilinen bir tedavisi olmayan bu hastalık ölüme kadar giderdi. 

İşte burun gitmiş
Türkiye, coğrafyası itibarıyla bu hastalığın en yoğun görüldüğü bölgelerin arasında yer alıyordu. Tıbbın ana branşlarında bile çok az doktorun olduğu bu ülkede, cüzzam tedavisine sıra gelmesi neredeyse imkansızdı. Bu hastalar genellikle toplumun fakir kesimlerinden geldikleri için, bu konuda hekimlikten para kazanmak da çok zordu.

Cüzzama ilişkin bu kadar bilgi yeter.



Sıra Türkan Saylan’a geldi (Vikipedi’den)


13 Aralık 1935 günü İstanbul'da doğdu. Cumhuriyet döneminin ilk müteahhitlerinden Fasih Galip Bey ile (evlendikten sonra Leyla adını alan) İsviçreli Lili Mina Raiman çiftinin beş çocuğunun en büyüğüdür.



Sol başta en büyük olan Türkan

1944-1946 yıllarında Kandilli İlkokulu ve 1946–1953 yıllarında Kandilli Kız Lisesi’nde okudu. 1963’te İstanbul Tıp Fakültesi'ni bitirdi. 1964-1968 yılları arasında SSK Nişantaşı Hastanesi’nden Deri ve Zührevi Hastalıklar Uzmanlığını aldı.

1968 yılında İstanbul Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı’nda Başasistanlığa başladı. 1971’de İngiliz Kültür Heyeti’nin bursuyla İngiltere'de ileri eğitim gördü, 1974'de Fransa’da ve 1976’da İngiltere’de kısa süreli çalışmalar yaptı, 1972’de doçent, 1977’de profesör oldu. 1982–1987 yılları arasında İstanbul Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı Başkanlığı’nı, 1981–2001 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Lepra Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürlüğü’nü yürüttü. 1990’da oluşturulan “İÜ Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi”nin kuruluşunda görev aldı ve 1996’ya kadar müdür yardımcılığı ile Kadın Sağlığı derslerinin koordinatörlüğünü yaptı. Dermatoloji Kliniği öğretim üyesi olarak 2002 yılı sonuna kadar çalıştı ve 13 Aralık 2002'de emekli oldu.

1976 yılında lepra (cüzzam) çalışmalarına başladı, Cüzzamla Savaş Derneği ve Vakfı’nı kurdu. 1986’da kendisine Hindistan’da “Uluslararası Gandhi Ödülü” verildi. 2006 yılına kadar Dünya Sağlık  Örgütü’nün lepra konusunda danışmanlığını yapmıştır. Uluslararası Lepra Birliği’nin (ILU) kurucu üyesi ve başkan yardımcısıdır. Avrupa Dermato Veneroloji Akademisi’nin ve Uluslararası Lepra Derneği’nin üyesidir. Dermatopatoloji Laboratuvarının, Behçet Hastalığı ve Cinsel İlişkiyle Bulaşan Hastalıklar Polikliniklerinin kurulmasında yer aldı. 1981-2002 yılları arasında 21 yıl gönüllü olarak Sağlık Bakanlığı Lepra Hastanesi'nin Başhekimliği’ni yaptı.

1957'de evlendi ve bu evlilikten iki oğlu oldu. Biri grafiker diğeri hekim iki oğlundan iki torunu vardır. 

Saylan, oğullarıyla


Uzun süre meme kanseri ile savaşan Saylan, bu hastalıktan kurtulduktan bir süre sonra bu sefer karaciğer kanserine yakalandı ve 18 Mayıs 2009 tarihinde saat 04.45'te vefat etti. Vefat ettiğinde gönüllü kuruluş olarak ÇYDD’nin Genel Başkanlığını, TÜRKÇAĞ ve KANKEV Vakfı Başkanlığı ile Cüzzamla Savaş Derneği ve Vakfı Başkanlığı’nı sürdürmekteydi.

1989 yılında, "Atatürk ilke ve devrimlerini korumak, geliştirmek, çağdaş eğitim yoluyla çağdaş insan ve çağdaş topluma ulaşmak" amacı ile oluşturulan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin (ÇYDD) kurucularındandır ve uzun bir süre Genel Başkanlığını yürütmüştür. Bunun yanı sıra, 14 Nisan 2007 Ankara-Tandoğan ve 29 Nisan 2007 İstanbul-Çağlayan Cumhuriyet Mitinglerinin organizasyonunda ve icrasında bulunmuştur.

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin dışında farklı sivil toplum kuruluşlarında da çeşitli görevlerde bulunmuş, örneğin 1990’da oluşan “Öğretim Üyeleri Derneği”ni kurmuş ve ilk dönem II. Başkanlığını yapmıştır. Ayrıca 1995’te, mezun olduğu lise için oluşturulan Kandilli Kız Lisesi Kültür ve Eğitim Vakfı (KANKEV)nın ve yine 1995’te kurulan 'Türkiye Çağdaş Yaşamı Destekleme Vakfı' (TÜRKÇAĞ)’nın kurucusu ve başkanıydı.

Bazı detaylar


Buraya kadar yazmadığım bazı ufak tefek detaylar var. Yukarıda ¨1976’da¨ yani kırk bir yaşında ¨Lepra çalışmalarına başladı¨ deniyor. Sanılabilir ki, bu hekim odasında masasının başına geçti ve çalışmalarına başladı. Hayır, öyle olmadı. 



Mezra, köy, her yere gitti

Haber aldığı her vaka için, arabayla gidebildiği yerlere arabayla, jiple gidebildiği yerlere jiple, atla gidebildiği her yere atla, eşekle gidebildiği her yere eşekle gitti.

Rahatça denebilir ki, Anadolu’da gitmediği yer kalmadı. Hastaları tek tek tesbit etti. Getirebildiklerini kendi kurmuş olduğu hastaneye getirdi. Getiremediklerinin, bulundukları yerlerde tedavi edilmeleri için gerekli tedbirleri aldı. Toplumdan tecrit edilmiş, kimsenin yanlarına yaklaşmadığı, bu nedenle de adeta yaşayan ölüler haline gelmiş insanları, çevrelerindeki korkuyu alt edebilmek amacıyla öpe okşaya yeniden topluma ve hayata kazandırdı. Hastalığın kökünü kuruttu. Bugün tüm ülkede, hepsi kayıtlı ve tedavi edilmiş olmak üzere sadece 2 500 hasta kalmış durumda.

Bazı ek bilgiler (Yılmaz Özdil’den)


¨Ömrünü kız çocuklarının eğitim almasına adayan yürekli kadınımız Profesör Türkan Saylan, 36 bin kız çocuğunun hayatına dokundu, okumalarını, meslek sahibi olmalarını sağladı. Gözlerini yumduğunda 29 bin üniversite öğrencisine burs veriyordu. 28 kız yurdu yaptırdı. 56 okul yaptırdı.
.


Cenaze miting gibiydi

.
(Cenazesinde) Miting gibi tören yapıldı. Sadece AKP hükümeti katılmadı. Kızlarımızın eğitimine ömrünü veren ‘kadın’ın cenazesine ‘kadın milli eğitim bakanı’ bile katılmadı. İstanbul valisi Muammer Güler'di, o da katılmadı. Çiçek bile göndermediler. Başsağlığı bile yayınlamadılar. Toprağa verildiği gün, yandaş medyanın gazeteleri ‘lezbiyen, terörist, fahişe, dinsiz, Ergenekoncu, 

Sloganı buydu

misyoner, Amerikan ajanı, komünist’ diye yazdı. Zincirlikuyu'da defnedildi, kabristandaki belediye işçisi Halil Düldül hergün mezarını sulayıp, hergün başucunda dua ediyordu, çünkü, kızı üniversitede okuyordu, Türkan Saylan'ın bursu sayesinde okuyordu.

O narin güzel kadının zihnimize kazınan son hatırası... Ruhumuza açılan çiçekli penceresinden gülümseyerek el sallamasıydı.






Sevenlerinin desteğiyle ayakta durabiliyordu

Sıra bende


Şimdi de buraya kadar bir türlü yazamadığım, her niyetlenişimde önce çok kişiye saygılarımı (!) sunmamı gerektiren bir noktaya geldik.

Bu mucize kadının evi, ölümünden sadece 35 (yazıyla otuz beş) gün önce, 13 Nisan 2009’da Ergenekon şüphelisi olduğu gerekçesiyle sabahın köründe polisler tarafından basıldı. Kemoterapi görüyor olması nedeniyle dinlenmesi ve steril koşullarda yaşaması zorunlu olan Saylan kaldırılarak, ufacık evinde yedi saati aşan polis araması yapıldı. Ev darmadağın edildi. Aynı saatlerde başkanlık ettiği ÇYDD'nin çeşitli merkezlerinde de aramalar yapıldı, bazı ÇYDD yöneticileri göz altına alındı, birçok bilgisayar ve belgeye el konuldu. 


Ölümüne 35 gün kala

(Ufak bir not: Baskın haber alındığında, başta Arnavutköylü komşuları olmak üzere o kadar çok kişi evinin önüne toplandı ki, kendisi yine o hayran olunası sorumluluk duygusuyla çiçekli penceresine çıkarak, hastalıktan kurumuş elleriyle mola işareti ve sessiz, sakin olun işareti yaptı. Yine de evde arama yapan polisler, giderken bayağı zorlandılar. Özellikle kadınlardan yakalarına yapışanlar oldu.)

Hükümetin, Gülen cemaatinin, diğer dincilerin bu gelişme  karşısında orgazma yakın bir heyecan duyduklarından eminim. Bu beni hiç ilgilendirmiyor. Benim ve benim gibi düşünenlerin sırası da gelecektir. Benim derdim başka.



İşte onlardan bir demet

Tahmin ettiğiniz gibi benim derdim, başta Türkan Saylan olmak üzere ona ve onun kadın yoldaşlarına ¨laikçi teyzeler¨ diye hitap eden ¨yetmez ama evet¨çilerle, ¨sol liberaller¨le, ¨özgürlükçü demokratlar¨la ve her ne iseler onlarla.

Araya önemli bir katkı


Biraz karışıklık olabilir, ama vurgulamadan geçmek istemediğim tarihsel bir olgu daha var: Bu aşağılanan ¨laikçi teyzeler¨ var ya, onları biz bir yerde daha gördük. Gezi direnişi sırasında sanırım İstanbul valisi, annelere çağrıda bulunarak, ¨gelin, çocuklarınızı evlerinize götürün¨ demişti. İşte o çağrı üzerine, akşamın ilerleyen saatlerinde Taksim’e gelerek, Gezi merdivenlerinin önünde elele tutuşarak zincir oluşturan elleri öpülesi o kadınlar, ¨laikçi teyzeler¨den başka birileri değildi. 

Laikçi teyzeler ve kızları

İşin komik (yok canım, hicranlı tarafı) tanınmış YAE’cilerden sadece birinin, Ahmet İnsel’in, o merdivenlerin yakınına kadar gelebilmiş olmasıydı. Diğerleri Gezi’yi ancak fotoğraflarda ve TV’de görebildiler.

Konuya dönelim


Bu zavallıların ezici bir çoğunluğu da, dincilerle aynı orgazmı yaşadılar. Çünkü Taraf dışında bir gazete okumadıklarından, o mübarek kadının 14 Nisan Tandoğan ve 29 Nisan 2007 Çağlayan Cumhuriyet mitinglerinde ¨Ne şeriat, ne darbe¨ diye bağırdığını bilmiyorlardı. Ben Çağlayan’daydım, şahidim.



Hadi RTE korktu, YAE'ciler neden korktu?

Ama o şeysizlerin (arkadaş, yine bulamadım, neysizdi bunlar?) o mitinglerde görebildikleri tek şey, tabii yine ¨solcu, demokrat¨ Taraf gazetesinin katkılarıyla, Türk Solu adını taşıyan ne idüğü belirsiz üç-beş kişilik grubun taşıdığı ve sonra katılanlarca engellenen ¨Ordu göreve¨ pankartıydı.

Çok zaman sonra Yrb.Ali Tatar’la Türkan Saylan’ı suçlamakta kullanılan CD’lerin sahte olduğu ortaya çıktı. Bazı şeysizler (buraya bir şey bulmak lazım artık), yine asker olduğu için Ali Tatar’ı görmezden gelerek, ¨canım, o Türkan Saylan’a yapılanlar, benim de biraz midemi bulandırmıştı¨ filan dediler.



Öldükten sonra aklandılar, hesaba kim ortak?

Yahu, yapılanlar 2009 Nisan’ında yapıldı, hadi o zaman mideniz bulandı. Bugüne kadar niye çıkartamadınız? Haydi şimdi itiraf edin, Saylan’a edilen küfürler bu yana, aklınıza yatan bir olgu daha vardı. Bunun kaynağını genç yaşta okumuş, belki de yararlanmıştınız (hııııı!). Çağlayan Yayınları’ndan çıkmış, küçük boyutlu bir kitap: ¨İnsan Harası¨.

Akla yatan ahlaksızlık


Canım, tabii yatılı okulda ben de okudum. O kitapta Nazilerin, cephede kahramanlık göstermiş genç ve ari ırk özelliklerini taşıyan subaylarla, Nazi Almanyası’nın önde gelen ari ailelerinin kızları, bu iş için özel olarak seçilmiş evlerde bir araya geliyorlardı. Amaçlanan üstün bir ırk yaratmaktı. 

Senaryoyu yazanlar bunu okumuştu


Ergenekon davasında bu senaryo aynen Türkan Saylan için öne sürüldü. Vallahi sürüldü, billahi sürüldü. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin, tahsiline yardımcı olduğu genç kızlar, bulundukları illerde genç subaylarla tanıştırılacaklar, düzenlenen balolar vb. yollarla ilişkiye geçmeleri sağlanacak filan. Herhalde o şeyler de bu kitabı (belki dinci olmadan önce) okumuşlardı. Onlar bu fikirden yararlanarak senaryolarını yazdılar, ama işin acıklı tarafı, sizin de aklınıza yattı. Neden? Çünkü bu Kemalistler ve Laikçi Teyzeler, size göre peze....lik dahil her şeyi yapabilecek yaratıklardı.

Gördünüz mü, gayet düzgün, hatta neredeyse bilimsel olarak nitelenebilecek bir yazı ne hale geldi? Söyleyin, suçlu olan ben miyim, yoksa ilham verenler mi?

Yazıyı bitirmeden birkaç ibret fotoğrafı vermek istiyorum.

Son günlerinde




Vakit gazetesinin yorumu










Muhterem böyle konuşmuştu








Hatırlıyor musunuz nasıl öldüğünü?













Son söz



Ülkemde benzeri az görülen bu çalışkan, yaratıcı, fedakar, dirençli, olağanüstü kadının anısı önünde hürmetle eğiliyor ve ömrümün sonuna kadar ona saygısızlık yapmış herkesten, onun manevi şahsiyetinden özür dileyinceye kadar hesap sormaya devam edeceğimi ilan ediyorum.

18 Mart 2018 Pazar

Birbirinden Ahlâklı İki Yazı


Malûm, şu yaşadığımız koşullarda mutlu, keyifli, yüksek moralli olabilmek oldukça zor. Çok ufak şeylerle mutlu olmaya çalışıyoruz. Derken…

Çok ilginç bir şey oldu ve bir iki saat arayla internette farklı iki yazıya denk geldim. Biliyorsunuz, yetmez ama evet konusu neredeyse bu bloğun ve benim uzmanlık alanım haline gelmiş durumda. Ama YAE’ci kanat büyük ve derin bir sessizliğe gömülmüş olduğu için, şöyle ağız tadıyla çarpışılacak bir yazara, üzerinde kıyasıya tartışılacak, eleştirilecek bir yazıya rastlamak ne mümkün. Dolayısıyla bu iki yazıyı art arda görünce, kulaklarımda farklı müzikler çınlamaya başladı.

Bir yanda “yine de şahlanıyor aman, yandım da kolbaşının kır atı” (faşistiz ya), diğer yanda bütün ihtişamıyla “1812 Uvertürü”, farklı bir yönden “Enternasyonal” (bana her zaman çok gaz verir), son olarak da “gün doğdu hep uyandık” marşı.

Kabul edersiniz ki, yerimde duramaz oldum. Sanırsınız ki, yıllardır görüşmediğim arkadaşlarım gurbetten gelmişti. Onları en iyi şekilde karşılamalı ve ağırlamalıydım. Ama sırayla…

Yazıların tarih bakımından ilki Agos Gazetesi’nde Ohannes Kılıçdağı’nın “Muhalefet Şerhi” adlı köşesinde “Allah bu millete bir daha ‘yetmez ama evet’ yazısı yazdırmasın” başlıklı ve 22.02.2018 tarihli yazısı. Ama ben onu ikinci sıraya alıp, Mustafa Paçal’ın P24 Blog Bağımsız Gazetecilik Platformu (daha önce görmediyseniz bir göz atın, kimler kimler var o platformda) adlı sitedeki 03.03.2018 tarihli yazısını öne almaya karar verdim.

Paçal, bunun yazarı


 Zaten cevabı da kısa olacak, ayrıca biraz daha basit. Yazının uzun bir başlığı var: “Bir yetmez ama evet’çinin itirafları-Bir gün olsun, AKP şu işi de doğru yaptı diyebildiniz mi?

Çok etkileyici. Önce heyecan yaratıyor, bir YAE’ci itiraf ediyor diye. Ardından bir sorgulama. İnsan panik oluyor, acaba böyle bir şey mi yaptım diye. Kısa bir hesaplaşma sonrasında cevap “yapmadım” olursa, bu sefer bir azap saldırısı geliyor: “Acaba neden yapmadım?”. Neyse bunları çabuk atlatıyor ve yazıya dalıyorsunuz.

İlk paragrafların akışında bir ikilemle karşılaştım. Üslup biraz mizah kokuyordu. Acaba ben de öyle mi yapsaydım? Yazıyı biraz daha okuyunca ciddi davranmak gerektiğine karar verdim, çünkü bu konuyu mizah çerçevesi içinde ele aldığınızda zaten yüzsüze bağlamış olan YAE’ci tarafın iyice yüzsüzleşmesi durumu olabiliyor.

Neyse zaten Bay Paçal da birkaç paragraf sonrasında ciddiyete dönüyor ve YAE tavrını neden benimsediğini anlatıyor.

Önce “bir fikr-i istikameti”nin özetini veriyor. Soldan gelmiş, demokrat olmuş. Burada kendisinin vermediği bazı kariyer bilgilerini de vermek gerekiyor. Hak-İş Genel Sekreter Yardımcısı ve Hak-iş Genel Sekreteri olarak görev yapmışlığı var. (YAE savunmak ilginç kişilere kaldı, P24'ün de yazarı).

AB kriterleri ölçüsünde bir demokrat. Bu nedenle 2001, 2004 ve 2010 değişikliklerini desteklemiş. Anayasa ve yasaların AB müktesebatına uygun olmalarını önemsemiş. Dahası, 16 yıllık AKP döneminde ve öncesinde desteklediği ve YAE dediği başka kararları da olmuş. RTE’nin şiir nedeniyle hapse atılmasına ve siyasetten yasaklanmasına karşı çıkmış, daha önce yapılan 28 Şubat post-modern darbeye hayır demiş.

2005’te AKP’nin ülkeyi AB ile tam üyelik müzakerelerine getirmiş olmasına tam destek vermiş. E-muhtıraya karşı çıkmış, AKP’nin tavrını alkışlamış. AKP’nin kapatılması çabalarına karşı çıkmış. “Çözüm süreci”ni desteklemiş. AKP’ye karşı demokratik ve hukuki olmayan yaptırımlara karşı çıkmış.

Nihayet geliyor “şu 2010 referandumu meselesine… Referanduma sunulan anayasa paketinin öne çıkan yanında yargı yönetiminin yeniden düzenlenmesi var”mış.

Aslında asıl tezgahı da fark etmiş, ama tam anlayamamış Paçal. Öbür YAE’ciler, yok “ombudsman”, yok “bireysel başvuru” gibi konulara da takılmışlardı. Bay Paçal tabii ki “evet” oyu vermiş, yani “yetmez ama evet” bağlamında.

Sonra Ne Olmuş?


Sonra ne oldu; AKP’nin devlet etkisi üzerinde siyasi etkisi arttıkça  ve daha çok devlete benzedikçe ve bugün devletin kendisi oldukça bu pembe tablo giderek kötüleşmeye başladı”.

Hadi canıııım! Nereden kapılıyorsunuz bu vehimlere?

Bu işin buralara geleceğini yıllar önce bire bir söylemiş, tarif etmiş birileri mi vardı yoksa?

Dilerim onlara “postal yalayıcı”, “darbeci” hatta “faşist” filan dememişsinizdir. Çok ayıp olurdu.

Bakın şimdi bu tespit önemli:

Bugün artık ne o gün ‘yetmez ama evet’ dediğimiz AKP ve ne de o günkü Erdoğan var. Bugün tüm siyasi, ekonomik ve toplumsal göstergeleri olumsuz yönde bozulmuş ve bölgesinde dünyada itibarı kalmamış bir Türkiye var”.

Şimdi Paçal’ın vurucu soruları geliyor. Kime mi? YAE’cileri eleştirip kınayanlara, bize.

Siz ‘yetmez ama evet’çilerin destek olduğu bu gelişmelere destek verdiniz mi? Bir gün olsun, AKP şu işi de doğru yaptı diyebildiniz mi? Aynı kaygı ve görüşleri yukarıda saydığım siyasi gelişmeler karşısında duydunuz mu? 2011 öncesi AKP’ye karşı yapılmak istenen anti-demokratik girişimlere ‘oh olsun’ demediniz mi?

Şimdi tüm yazının doğru tek fikri patlıyor.

Bunları yapmadıysanız, biz sizin gibilerle aynı fikr-i istikamette değiliz demektir. Biz başka dünyaların insanlarıyız…

Yani biz hükümetlere, partilere siyasi ve ideolojik körlükle bakmıyoruz. Bu bakışın yararına inanmıyoruz. Geçmiş bu körlükle bakmanın sonucu olan çeşitli düşmanlıklarla dolu, bundan ibret alıyoruz.

Bugün yine Türkiye’nin yeni demokratik anayasaya kavuşmasını, bölge ülkeleriyle savaş değil iyi komşuluk ilişkileri geliştirmesini, AB ile yeniden müzakerelere geri dönülmesini, toplumsal barış için Kürt sorununun çözüme kavuşturulmasını, OHAL’in kaldırılmasını ve tüm milletvekili, belediye başkanları, gazeteciler, akademisyenler ve siyasi mahkûmların serbest bırakılmasını ortaya koyan bir siyasi irade görürsek yine ve yeniden ‘yetmez ama evet’ demeye hazırız.

Kendinizi kollayın, vurucu soru geliyor:

Siz buna hazır mısınız?

Kullanışlı Aptallar


Biliyorsunuz, bu YAE meselesi çıktığından beri YAE’cileri bir siyasal terminoloji terimi ile “kullanışlı aptallar” olarak adlandırıyoruz. İtiraf edeyim, Mustafa Paçal’ın bu yazısını okuyana kadar ben bu terimi herhangi bir derecelendirmeye tabi tutmadım. Bugün farkettim ki, bu YAE’ciler aslında çok geniş bir yelpazeyi kaplıyorlar. 

Biraz açalım. Yelpazenin bir ucunda YAE’ci olduğu için dış seyahatlere, gezilere götürülen, cebine harçlık konan, hatta ev, yalı alabilenler var. Bunları “kullanışlı” kanat olarak adlandırabiliriz. Diğer uçta ise kullanışlı olup olmadığı ya da ne kadar kullanışlı olabileceği önemli olmayan “aptallar” var. Yelpazeyi de bu iki kavramın düzeyine göre sıraya dizilmiş elemanlar oluşturuyor.

Mustafa Paçal’ın yazısını (bu derecelendirme nedeniyle) ciddi bir eleştiriye tabi tutmak istemiyorum. Ama bir yandan da onu meşgul edebilmek, bir daha böyle yazılar yazma hevesinden vazgeçirebilmek için çok detayda kalmış (sadece simgesel) bir konuda bir soru sormak istiyorum. (Bu soru tüm YAE’cilere).

Bir dolu uygun tören salonu olan Avrupa’da, Türkiye Cumhuriyeti ile Avrupa Birliği arasındaki üyelik müzakerelerinin başlatılmasına yönelik imza töreni, kimin dev heykelinin eteklerinin dibinde düzenlenmiş olabilir ve neden?

Son Olarak


Paçal’ın son sorusuna cevap vermek istemiyorum, hani hazır olup olmadığımıza dair soru var ya, ona. Ama küçük bir ipucu vereyim, sıraladığı sorunların çözümü, özellikle de bu coğrafi bölgede ve gelinmiş olan bu noktadan sonra, onun hayal edebileceği partiler ve mücadele yöntemleriyle gerçekleşemez. Başka (ve maalesef çok daha sert) yollara mecbur olunacaktır.

Haa, bu noktada da (son zamanlarda çok güldüğüm bir ifade ile) Mustafa Paçal ve yelpazesindeki insanların diyecekleri, çok da fifi.

Sıra Kılıçdağı’nda


Yazılar arasında aslında bir hafta var, ama ben tesadüfen aynı gün okudum. Birincisi 22.02.2018 tarihli Agos Gazetesi’nde “Muhalafet Şerhi” adlı köşesinde Ohannes Kılıçdağı’nın yazısı: “Allah bu millete bir daha ‘yetmez ama evet’ yazısı yazdırmasın” idi.

Kılıçdağı da Agos'ta yazıyor



Yazının başlığındaki bu duayı anlayabilmek için son paragrafa hatta son satıra kadar okumak gerekiyor. Yazının sonunda bu duayı değerlendireceğim.

Okuyanlarınız bilir, bir diziye başlamıştım. Siyasal ahlâk üzerine. Bu yazı nedeniyle ara vermiş gibi oluyorum, çünkü bu planlı değildi. Ama Kılıçdağı’nın yazısında da siyasal ahlâk (özellikle de YAE’ci siyasal ahlâk) bakımından eleştirilecek o kadar çok nokta var ki, bu yazı da sanki dizinin bir parçası (4.bölüm) oluverdi.

Kılıçdağı’nın ilk tespiti ve eleştirisi, onun ifadesiyle “yetmez ama evetçilere ölüm’ histerisi” içinde olanların, bir torba yapıp, “AKP iktidarına ucundan kıyısından ‘bulaşmış’ herkesi onun içine atıp” vurmaya başlamaları. Bu tavrın başlangıcını 2010 öncesine de yayıyor ve AKP’nin herhangi bir icraatına ufacık bir onay verenlerin bile bu torbaya atıldığını iddia ediyor. 

Halbuki ona göre “kişinin sadece 2010 referandumundaki pozisyonuna değil, 2002’den bu güne kadar belli momentlerde aldığı pozisyona bakarak değerlendirme yapılmalı” imiş. Çok hoş, “bak bakalım adam Gezi’de, 17-25’te ne demiş mesela?” “Ama o zor tabii, onun  yerine ‘siiiiz’ diye esip gürlemek kolay”.

Bu birkaç alıntı bile beni benden almaya yetti aslında. Farklı müzikler gene yükseldi. Bir yandan da tam anlayamamış olmanın korkusunu da yaşamadım diyemem. Aklıma, Hüsnü Mahalli’nin “bundan bir şey anladıysam Arap olayım” lafı da geldi. Çok derinlerden de birkaç Dombra notası duyar gibi oldum.

Anlayabildiğim kadarıyla Kılıçdağı’nın istediği şöyle bir şey:
Önemli bir insan grubunu teker teker ele alacağız. “Ohannes, YAE dedi, Gezi’yi destekledi, 17-25’te ne tavır alacağını bilemedi”, “Murat referandumda YAE’ci idi, Gezi’ye karşı çıktı,….”, vb. Demek ki, bunlar aynı torbaya konulamaz. Ayrı ayrı nitelendirmek ve adlandırmak gerekir. Bir de tabii bu tavırların ölçüleri, gramajları var. YAE’yi ölümüne desteklemiş birisiyle, “YAE diyeyim bari” diyen bir elemanı aynı torbaya koymak, fevkalade ayıptır, hatta faşistlik olduğu bile söylenebilir (Ohannes’in arkadaşları bu damgaları çok kolay ve hatta severek vurdular).

Bir ufak alıntı daha: “AKP’nin ‘liberallerden’ aldığı destek, bu grubun etkisi niceliğine göre asimetrik olsa da, etkenlerden sadece birisidir, en etkilisi de değildir.” Tevazu mu bu? Hatırlayalım, RTE, balkon konuşmasında YAE’cilere özel olarak teşekkür etti. Ayrıca herhalde bu desteğe çok önem veriyorlardı ki, bir süre sonra İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu, “size artık ihtiyacımız kalmadı” dedi. Yani AKP onları sessizce terk etmedi, kendini ilan etmek zorunda hissetti. Demek ki, bir vicdani bir borcun varlığını inkar edemedi. 

Kılıçdağı’ya göre “Cumhuriyet’in kuruluşundan 2002’ye gelene kadar ülkenin çözemediği temel sorunların, devlet-toplum ilişkisinin AKP’nin iktidara gelişindeki rolü neydi” vb. “soruları sormadan, tek değişkenli, süfli analizlerin ötesine gidilemez”miş. Kangrenleşmiş sorunların 2002’den evvel olduğunu, AKP’nin gelişine bunların yol açtığını söyleyenlere de bu YAE karşıtları “hemen bugün ne kadar kötü durumda olduğumuzu anlatmaya başlıyorlar¨mış.

(Şimdi ufak bir itirazım var. Neredeyse her bir YAE’cinin ayrı ayrı değerlendirilmesini öneren Kılıçdağı, en ufak bir tereddüt göstermeksizin tüm YAE karşıtlarını aynı torbaya atabiliyor.
Mutad ortalamadan biraz az okunan geçen yazımda Murat Belge de benzer bir ahlâki (!) yönteme başvuruyor ve kendi görüşü dışındaki herkesi “reddiyeci” olarak adlandırıyordu. Aslında buna da şükür, eskiden herkese Makyavelist derdi.)

Bak şu densiz YAE karşıtlarına! CHP’yi unuttunuz mu yoksa? Her melanetin müsebbibi o değil mi? Eyyy Kılıçdaroğlu! Hele o askeri vesayet! Ulaaaan, Sabih Kanadoğlu!

Sözkonusu cenahın savlarından bir tanesi de ‘AKP’nin hep aynı olduğu” imiş. Halbuki AKP kurulalı on altı- on yedi yıl olmuş. İllaki değişmiş olmalıymış. “Ne kadar aynı kaldığı, ne kadar değiştiği, değişimin sebepleri ciddi bir araştırma konusu” imiş.

Araştır anacım, kim tutar seni? Ama araştırmaların sırasında ‘nihai çözüm’ için kapına gelenler olursa, sakın benden yardım bekleme. Diğer araştırmacı yoldaşlarına seslen. Belki birkaç kişi buralarda kalmış olabilir.

Kılıçdağı’nın Önemli Tespitleri


Tabii ki… Bugün özellikle demokrasi, hukukun üstünlüğü, özgürlükler söz konusu olduğunda 2002’den daha kötü durumdayız. Birçok gösterge, endeks bunu ortaya koyuyor. Fakat, Türkiye’nin 2002 ile günümüz arasında o aynı endekslerde 2002 öncesinden daha yüksek sıralarda olduğu da oldu. Kaldı ki, bugün o endekslerde dibe vurduysak, herhalde AKP ilk dönemlerinde AB’ye uyum yasaları çıkardığı ve bu başka kesimlerce desteklendiği için vurmadık. Evet, bugün Türkiye berbat bir durumda ama bu, 2002’den önceki yanlışlıkları, eksiklikleri ortadan kaldırmıyor, doğru yapmıyor.

Açıkçası bu kadar sabır ve gayret yeter. Kılıçdağı’nın yazısının henüz yarısına bile gelemedik. Zaten bitirmek diye bir şart da yok. Buraya kadarki kısmı için söyleyebileceklerimiz, bence yeterli olacaktır.

Öncelikle şu araştırma meselesi. Aslında yukarıda da gerekeni söyledim, ama bir yanını daha kuvvetli vurgulamam gerekecek. Bugün gelinmiş olan noktada, bir yanda demokratik, dürüst bir seçim ihtimalinin şüpheyle karşılanmakta, diğer yanda AKP’nin seçimi kaybetmesi halinde iktidarı devretmeyeceği ihtimali yüksek sesle ifade edilmekteyken, farklı bir deyişle bir iç savaş flu da olsa görülebilmekteyken, birisi ya da birileri ortaya çıkıp, “önce şunu, bunu araştıralım” derse, kimse benden bunu masumca bir hata olarak karşılamamı bekleyemez. Bu konuda söz bu kadar şimdilik.

“AKP’nin Hep Aynı” Olduğunu mu Söylüyoruz?


Kılıçdağı’na göre öyle yapıyormuşuz. Eleştiri amaçlı bir yazıda bazı kişilerce başvurulan masumiyet sınırları dışında bir ifade tarzı. Sizin söylemediğiniz bir ifadeyi kendilerine göre yazarlar, sonra onu eleştirirler. Adeta sizi mahvederler. Burada da durum o.

Düşünce sistematiğini değişim üzerine kurmuş insanlar karşısında bu yollara sapmak, en hafif ifadeyle acziyettir. AKP, yaşadığı 15-16 yılda tabii ki büyük değişim geçirmiştir. Bunun olmadığını söyleyenleri en iyimser tahminle rüyanızda duymuş olabilirsiniz, üzerinizi dikkatli örtün.

Değişmediği söylenen AKP değil, kuruluşundan bu yana ufak geri çekilmelere rağmen vazgeçmediği hedeflerdir. Bunu görmek için de yalnızca AKP’ye bakmak gerekmez, tüm Dünya’da, özellikle de bölgemizde İhvan vb. Siyasal İslam felsefesini benimsemiş onlarca partiye, onların pratiklerine bakmak yeterlidir. Zaten bunu yapmamış olan kargalar yüzünden tüm YAE'cilerin burunları maluma saplanmıştır.

Aynı paragrafta vakıflar, zina vb. konularda yazılmış olanlar, yine laf cambazlıkları içeriyor. Fazla demagoji var. Açıkçası uğraşmak istemiyorum. Eminim, okuyan YAE’ciler bile ayıplayacaklardır.

Sonraki uzun paragraf ise, aslında her biri uzun birden fazla cevap yazısını hak ediyor. Şimdi bir özet geçeyim de, belki ileride vaktim olur onunla oynamaya.

Bu Liberaller AKP’yi Neden Desteklediler?


Bir diğer paragrafta cevaplanması istenen soru ise, “peki, AKP neden, toptan ve hatalı bir şekilde ‘liberaller’ olarak adlandırılan bir gruptan destek gördü?” Kılıçdağı, pek yerinde bir ifadeyle “bu sorunun yanıtı çok ayrıntılı olarak verilebilir ama kısaca şöyle açıklanabilir” demiş ve (gerçekten çok komik) ayrıntılı bir Türkiye sınıfsal analizine girişmiş.   

Upuzun paragrafta kendi sorusunun cevabı olabilecek noktaya gelebilmek için, bir dolu çam devirmiş. Kötü niyetli bir eleştirmen o paragraftan çok hatalı tespitler çıkarabilir. Ama bence daha vahim olan nokta, doğru analiz yapılmadığı için YAE’cileri biraz aptal yerine koyması. Çıkış noktası olarak yine kandırılmışlık, tarih bilgi ve bilinci eksikliği (tabii bunların hepsi gizli) vb.

Kafasının iyice karıştığı bir noktaya da işaret etmeliyim. Bunu da komik olarak niteleyebiliriz, ama aslında çok acıklı. Kılıçdağı diyor ki: (İşin ilginç tarafı, ‘düz’ evet diyenler, “yetmez ama evet” diyenler kadar hatta hiç hedeflerinde değiller. Onlarınki daha mı az evet? Hayır, ama görünür değiller ve “yetmez ama evetçiler” kadar sayıca az ve onlar kadar güçsüz değiller, dolayısıyla günah keçisi olmaya müsait değiller.)

Yemin ederim, ilk okuyuşumda bu “düz evet diyenler” ifadesini “boykotçular” filan gibi algılamak istedim herhalde. Bir kez daha okumam gerekti.

Sayın Kılıçdağı! Dikkatinizi şiddetle çekmek isterim, “düz evet diyenler” ile YAE’ciler olarak kendinizi nerdeyse özdeşleşmiş görüyorsunuz bilinçaltınızda. “Neden bize vuruyorlar da onlara dokunmuyorlar?” sorusu, bu özdeşleşmenin, eş görmenin açık bir kanıtıdır. Onlar AKP seçmeni yahu!

Nasıl anlatmalı bilemiyorum


YAE tavrını eleştirenlerin hemen hepsi şu veya bu ölçüde solcu, ama mutlaka demokrat nitelikli insanlardır. Onların “düz evet diyenlere” karşı yaptıklarına, şu veya bu ölçüde mücadele denir. YAE’cilerle ise mücadele etmezler. Onları kitleler önünde eleştirirler ve sonrasında tarih önünde mahkûm ederler (bu kalıbı da pek severim). Onları Merdan Yanardağ kardeşimin pek yerinde kullandığı “Liberal İhanet” tanımıyla baş başa bırakırlar. Çok daha önemli işleri vardır ve olacaktır.

AKP’nin “liberaller” tarafından neden desteklendiğine gelince. Bu, gerçekten çok kapsamlı bir konu. Çok istenirse sayfalarca yazabilirim. Çünkü cevapları gerçekten bildiğime inanıyorum. Ama ben bu gelinmiş olan noktada, bu cevapları benim yerime tek tek YAE’cilerin araması gerektiğine inanıyorum. Önemli ve aslında yeterli başvuru kaynağı, “Liberal İhanet”, Merdan Yanardağ, Kırmızı Kedi Yayınevi).

Sonuçta gelecek tehlikeler konusunda onları defalarca uyarmış olan solcu, demokrat vb. insanlara sağcı, dinci, İhvancı iki örgütü tercih etmiş, bu uğurda cansiperane mücadele vermiş, yıllara dayalı dostluklarını, yoldaşlıklarını çöpe atmakta tereddüt etmemiş bir bünye söz konusu.

İşin YAE’ciler açısından beter yanı ise, yaşanmış ve (bence) yolları kendilerince döşenmiş büyük yanılgıya karşılık, “faşist” bile demekten çekinmedikleri insanların tartışmasız haklı çıkmış olmaları.

Bunları yazdıktan sonra yazının devamındaki lagalugaya (belki kötü bir ifade, ama bugünden bakılınca “HSYK şöyle olmuş, Anayasa Mahkemesi böyle yapmış, tabii böyle bir yazının olmazsa olmazı CHP şu haltı yemiş vb.) pek takılmak istemem.

Yani gelinmiş olan bu koşullarda, Orhan Gazi Ertekin gibi şıracı şahitlerle haklı çıkmaya çalışmak bozacılara bile yakışmaz. “Biz o zaman haklıydık” edebiyatı yapmak, oldukça abes kaçıyor. Siz bunları bırakın da, gelen fırtınada ne yapacağınızı hesaplayın. Farkındasınızdır, sayınız da firarlar nedeniyle azaldı.

İyisi mi, Sn. Kılıçdağı’nın son paragrafı ve onun üzerine bir iki cümleyle bu uzun yazıyı bitireyim.

Velhasıl, her konu gibi AKP’nin on altı yıllık iktidarını da somut illiyet bağlarıyla, kronolojisi içinde, çok değişkenli, çok aktörlü, teleolojiden uzak tartışabilirsek ancak bir faydası olur. Yoksa, zihnimizde mahkeme kurup, ona buna cezalar yağdırmak, bunu yapana kısa vadeli psikolojik bir rahatlama sağlar belki ama girdiğimiz sarmaldan çıkmamıza faydası olmaz.

Allah bu millete, onun içinde de bana, bir “yetmez ama evet yazısı” daha yazdırmasın. Amin!

Yukarıda da vurgulamaya çalıştım. Çok kapsamlı bir tartışmanın çok yararlı olacağı inancında değilim, hele en çok on sekiz aylık bir süre söz konusu olduğunda, böylesi bir tartışmayı hele hele YAE’cilerle yapma ihtimalimiz hiç yok.
Mahkemeleri zihnimizde kurmuyoruz, yazıyoruz, söylüyoruz. Bununla bağlantılı bir psikolojik rahatlamaya ise hiç ihtiyacımız yok. Tabii, bir miktar kızgınlığımız, bir miktar kırgınlığımız var. Bu kadarı her ihanet vakasında olur. Ama Kılıçdağı’nın şahsında tüm YAE’cileri temin ederim, girdiğimiz bir sarmal da söz konusu değildir.

Duanıza gelecek olursak, yaptığım tefekkür çalışması sonucunda kendi adıma kabul etmemeye karar verdim. Gerekirse gerekeni yazarız.

“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”

“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”

“Si vis pacem, para bellum”

“Barışı istiyorsan, savaşa hazır ol”