26 Mayıs 2016 Perşembe

Kurban olduğum seni de mi verdi?


Favorilerimden Levent Gültekin

Son dönemde tanınan yazar-çizer takımı arasında en sevdiklerimden biri, Levent Gültekin. Eski bir militan Müslüman olarak, bence çok yararlı çalışmalar sürdürüyor. O çevreden gelen ve o çevreyi çok iyi tanıyan biri olarak, hem eski yol arkadaşlarını daha kolay eleştirebiliyor, ona göre sapmış oldukları noktaları gösterebiliyor. Demokratlara, solculara da dincilerle tartışmalarında kullanabilecekleri ipuçları, argümanlar sunabiliyor.

İşin güzel tarafı, bütün bu çabayı amatörce bir ruhla yapıyor olması. Dolayısıyla bana göre son dönemdeki en yararlı, en olumlu faktörlerden biri, Gültekin. Yazılarını, seyrek de olsa TV’deki konuşmalarını yakından takip ediyorum.

Ne oldu sana Levent?


Heyhat! Çoğu şöhretin başına gelen onunda başına geldi. Güzel güzel kendi alanında etki yaratmakta, büyük ilgi ve destek görmekte olmasından hareketle, aniden “ben galiba oldum, artık başka alanlarda da fikirlerimi açıklayabilirim” dedi ve şu şanssızlığa bakın ki, konu olarak tutup “yetmez ama evet’i seçti. Hem de YAEciler’i savunmak ve onları eleştirenleri kınamak için. 

Boşuna demiyorum ben, “kurban olduğum verdikçe veriyor” diye.

Bloğu hayata geçirdiğim günden bu yana altmışın üzerinde yazı yazdım. İtiraf ediyorum, bunların büyük bir kısmı “yetmez ama evet”çiler üzerineydi. Çoğu kişinin, hele “yetmez ama evet” taraftarlarının “artık yeter” dediklerinin farkındayım. Bunların bazıları zaten yazarak da bu  görüşlerini bana ilettiler. (Açık söylemek gerekirse, bana göre yeterince saygılı olmayanlar da vardı).

Aslında benim tavrımın çok basit bir açıklaması var: Yok, bazılarınızın düşündüğünden emin olduğum, mental ya da ruhsal bir takıntı değil bu.

Takıntım değil, gerçekten önemli hata


Bence “yetmez ama evet”, son yirmi-otuz yılın en büyük siyasi hatalarından biri, son on yılın ise tartışmasız en büyük hatasıdır. Şimdi bazı şebelek sazanların atlamasını engellemek için şiddetle vurgulamak gerekiyor: (Yazar, sözünü ettiği “hata” kavramını, CHP, MHP, HDP ve benzeri siyasi partiler ve onların üyeleri için değil, kendini sosyalist, komünist vb. olarak tanımlayanları hedef alarak kullanmaktadır.)

Kabul ediyorum, bu büyük bir iddia ve etkili bir şekilde savunulması gerekiyor. Militan YAE’cilerin, bu iddiayı doğru bulsalar bile, bunu açık edeceklerini ve hatalı olduklarını kabul edeceklerini hiç zannetmiyorum. Son yıllarda yaşadığım pratik, beni böylesi hayallere kapılmaktan koruyor. Öyle ki, herhangi bir dini inanca sahip olsam, onları Tanrı’ya havale etmekten başka bir şey gelmezdi elimden.

Zarar tehlikesi başka yerde


Benim derdim, bu hatalı görüşü savunmuş ve hala hiç bir tereddüt göstermeksizin sağda solda yazmakta olanlardan gençleri koruyabilmek. Tahmin edeceğiniz gibi bu iş çok zor. Bu efendilerin (aralarında hanımefendiler de var tabii) çoğu, zamanında haklı ya da haksız edinmiş oldukları şöhreti kullanarak, köşe kadılığı görevlerini sürdürüyorlar. Onlara şöhretlerinden dolayı haklı ya da haksız saygı duyup, köşelerini okuyanlar, özellikle Facebook ve Twitter aracılığıyla bu yazıları yaygınlaştırıyorlar. 

Bunu yapanların çoğu ise, ununu elemiş, eleğini asmış, sütre gerisine çekilip oradan ara sıra kuru sıkı atış yapan emekli solcu anneanneler, babaanneler 

Gezide bizi koruyan ¨laikçi teyzeler¨

ve dedeler. (Normal olarak böyle bir ifadeyi kullanmazdım, ama özellikle bu tür kişiler tarafından bizim mücadeleci analarımız için “laikçi teyzeler” ifadesi o kadar çok kullanıldı ki, bazen ben de kendimi tutamıyorum.)

Bunların zararı şurada: Bunların Facebook’ta paylaştıklarını, Twitter’de retweet ettiklerini ya da çok az miktarda da olsa (ne olur, ne olmaz) kendi yazdıklarını okuyan gençler, etkileniyorlar tabii. “Ne güzel, küskünlükler bitsin, eski düşmanlıklar ortadan kalksın,  insanlar el ele tutuşsun, hayat bayram olsun”. Bunu kim istemez ki? Ben de isterim tabii.

Hayale bak şimdi


Ama bunun bir de gerçek hayattaki karşılığı var.

Bu hayal değil


Mesela barışmışız. Eski küskünlüklerden eser kalmamış. Hatalar ya unutulmuş ya da üzerleri kalın örtülerle örtülmüş. Kah el ele kırlarda koşturuyor, kah kentlerin sokaklarında sloganlar atıyor, gaz fişeklerine karşı mücadele ediyoruz.

Birden ortaya birileri

Vallahi Kıble 6.Filoydu

çıkıyor, birkaç kişi değil, oldukça kalabalık bir grup. (Bilalciğim, bak burası çok önemli). Bir kez daha vurgulayalım: Kalabalık bir grup. (Levent kardeşim, bu ayrıntıya sen de dikkat et. Sen de tek başına değil de, kalabalık ve eskiden tanıdığımız bir grupla gelmiş olsaydın, durum sıkıntılı olabilirdi.)

 Bu gruptakilerin çoğunu hepiniz tanıyorsunuz. Aralarında, sizinle ve ağabeylerinizle, ablalarınızla üniversite koridorlarında, bahçelerinde, öğrenci derneklerinde dövüşmüş olanlar var. Hemen hepsi, senin (bu sen,Bilal değil, sensin ey okur)

Bunu yaşınız tutuyor olabilir

görüşündekilere şehrin en büyük meydanında saldırıp iki yoldaşını bıçaklayarak öldürmüş bir geleneğin temsilcileri. Tanımlamak için yetersiz mi kaldı bu ifade,

Kanlı Pazar polis seyrediyor

devam edelim, senin protesto etmek için o meydana çıktığın düşman filosunu rıhtımda kıble tayin edip toplu namaz kılmış bir geleneğin temsilcileri. Farklı şehirlerinde uydurma  bahanelerle masum halka saldırıp, komşularını baltayla parçalamış bir geleneğin temsilcileri. Yine uydurma bir bahane nedeniyle saldırıya uğrayınca canlarını kurtarabilmek için bir otele sığınmış aydınlarını, ozanlarını, “yakın, Allah için yakın” naralarıyla yakmış bir geleneğin temsilcileri.

Temsilcileri değil, kendileri


Ne temsilcisi be, bizzat kendileri, kendileri. O yangının suçlularını savunan avukatlar, daha sonra AKP milletvekilleri oldular, haberiniz var mı? (Ben, Bilal’i üzmemek için her şeyi açık söylemiyorum, son günlerde zaten durup durup ağlamaya başlıyormuş, onun için ortalığa çıkartmıyorlarmış, ben de Fuat Avni’nin yalancısıyım).

Bu gelen gruptakiler birdenbire topluca gömleklerini çıkartıyorlar, “biz çok değiştik, artık birer demokratız” filan diye bağırmaya başlıyorlar. Senin saflarında bir dalgalanma oluyor.

Sürpriiiz, gömlek değişti


Şimdi geriye dönük bir tespit gerekiyor. Bu yukarıdaki soyunma tabii benim dediğim gibi birdenbire olmuyor aslında. Onun uzun bir hazırlık evresi var. Fazla örneğe gerek yok, farklı alanlardan iki tane yeterli.

Azgın demokrat (!)


Bu gömlek çıkaran gruba yakın, temiz dilli, kocaman elli bir köşe yazarı ve onun bazı arkadaşları, senin ileride akil bir adam olacağı o zamandan belli bir yazarına ve onun arkadaşlarına gelip gidiyor. Ve ortaklaşa oluşturacakları demokrasi üzerine sohbetler yapıyorlar.  Bu hazırlıkların birincisi.

Bir de uluslararası bir tefecinin

Tanı bunu, tanı da büyü

kurmuş olduğu teşkilat var. Bu teşkilat, çeşitli ülkelerdeki çeşitli gruplara maddi destekler veriyor ve mor, fuşya, saman sarısı, afiş ve broşür mavisi (bu renk de nereden çıktı, haa YAE’cilerin yüz binlerce afiş ve broşüründen aklımda kalmış) vb. hareketler yaratıyor. E tabii, senin ülkene de geliyor ve potansiyel akıllılarla temasa geçiyor. Karşılığında hiçbir şey istemeden veriyor da veriyor.

Üzerime alınıyorum!


Sevgili Levent Kardeşim, bu yazıyı yazmaya sen ve senin gibi düşünenler için giriştim. İşin altını üstünü, evvelini ahirini tam olarak bilmeden kendine senin gibi bu tür görevler vehmetmek son derece risklidir. Şimdi bizim bu gömlekli tayfaya bakışımız hakkında biraz bilgilendin sanırım. Daha spesifik olarak senin yazıya gelelim.

Baştan söylemem ve seni uyarmam gereken bir durum var gibi: Son zamanlarda ya YAE’ci tayfayla çok beraber oldun ya lider bir YAE’cinin sarmasına (!) gelmiş durumdasın. (Ayrıca bu kişi ya da kişilerin seni “bizim Ziya seni okur, bu yazdıklarını üzerine alınır, yazık olur” diye uyarmadıklarını düşünüyorum. Benim seni uyarmaya çalışmamın nedeni de bu; onlar öyledir, insanı korumazlar, öylesine ortaya atıverirler.)

Nitekim üzerime alındım da. Yazından parça parça ufak alıntılar yapıyorum: “….demenin demokratlıkla bağdaşmayacağını düşünüyorum”; “…Ne kadar haksızca bir saldırı. Ne kadar demokratik kültürden uzak bir yaklaşım”; “…Önyargılarla hareket etmek, ideolojik set kurmak ve niyet okumak demokrat, hakkaniyetli, aklı başında insanların yapacağı şeyler değildir”.

Hepsini buraya almak istemiyorum. Dileyen Levent’in yazısını diken.com.tr’den okuyabilir. Yazının tamamı aynı minvalde gidiyor, ama bana özellikle dokunan bir, iki alıntı daha yapayım: “Niyet okumak, okuduğu o niyete göre bir tavır belirlemek, değişen , demokrat olmaya çalışan bir partiye karşı durmak demokratlığa, aydınlığa yakışır mı”; “…Çünkü ’Yetmez ama evet’çilere hakaret edenler aslında şunu demiş oluyor: ‘Ben kör bir ideolojik fanatizm içindeyim. Önyargılarla hareket ederim. Benim için esas olan birinin bugünkü söz ve davranışı değil, geçmişte nerede durduğudur.’ Bu da ne yazık ki hakkaniyetten uzak, çok sığ bir yaklaşımdır.”

Yazının son paragrafı üzerine ise bir şeyler söylemek, beni fazla yıpratır. Kalsın.

Şimdi sondan başa doğru alıntılar hakkında kısa kısa bir şeyler yazmak gerekiyor. Öncelikle önemli bir ifade hakkında bir adres vermem şart. YAE’cilerin hep kullandığı, Levent’e de bulaştırdıkları şu meşhur “niyet okuma” meselesi. Bloğumda bu ifade üzerine yazılmış bir yazı var, mufassal bir açıklama isteyen onu okuyabilir (14.4.2015 tarihli ¨Niyete filan bakma, önce doğru anla¨ başlıklı yazıda ¨Niyet okuma¨ bölümü). Levent Kardeşim, sen de oku.

Son yaptığım alıntı beni dehşete düşürdü. Kusura bakma Leventçiğim, burada ağzımı tutamam. Bir defa YAE’cilere hemen hiç hakaret edilmedi, en azından ben etmedim, gerek yoktu, bizim töremizde düşküne vurulmaz. (Bu senin provokasyonun). GenellikleYAE’ciler için kullanılan tabir, “kullanışlı aptallar” idi, bu da hakaret değil, uluslararası sol terminolojiden alınma bir ifadedir ve aslında kişilerin kendilerini değil, oynadıkları rolü belirtmek için kullanılır.

Velev ki hakaret edilmiş olsun, senin “hakaret eden” kişinin ağzından yazdıklarına ne demeli? Hele sonra o var olduğu şüpheli kişiye yönelik yargın ne demek oluyor?

Haa, nasıl hakaret edildiğine ilişkin örnekler görmek istersen sana adresler verebilirim. İstersen birkaç YAE’ci hakareti örneği vereyim: “darbeci”, “postal yalayıcı”, “astsubay meraklısı”, hadi eksik kalmasın “sol faşist”. Bunlar birkaçı, diğerlerini de öğrenmek istersen, onlara sor.


Ceterum censeo Carthaginem esse delendam... 

Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.

17 Mayıs 2016 Salı

Bugün 18 Mayıs, Türkan Saylan'ın Ölüm Yıldönümü


Siz hiç cüzzam (Lepra) hastalığından dolayı burnu düşmüş (tabir böyle) bir insan gördünüz mü?


Resimlerin en etkisizlerini seçtim


Ben gördüm. Küçücük bir çocuktum. Beylerbeyi vapur iskelesinin çımacısı Mustafa’nın lakabı, ¨burunsuz¨ idi. O hastalık nedeniyle burnu düşmüş, o dönemde yeni yeni başlayan tedavilerle iyileşmiş ama suratının ortasında çok çirkin bir çukur taşıyan, çok iyi bir adamcağızdı. Büyüklerimiz anlatırdı çok iyi bir adam olduğunu. Biz çocuklarsa, yanına pek yaklaşmamayı tercih ederdik.

Cüzzam hastaları, binyıllarca tüm dünyada lanetli olarak tanındılar. Toplumdan mutlaka dışlanırlar, tercihan onlara ayrılmış bir adada tecrit edilirlerdi. Bu arada fırsattan istifade hemen mallarına da el konurdu. Bilinen bir tedavisi olmayan bu hastalık ölüme kadar giderdi.

İşte burun gitmiş
Türkiye, coğrafyası itibarıyla bu hastalığın en yoğun görüldüğü bölgelerin arasında yer alıyordu. Tıbbın ana branşlarında bile çok az doktorun olduğu bu ülkede, cüzzam tedavisine sıra gelmesi neredeyse imkansızdı. Bu hastalar genellikle toplumun fakir kesimlerinden geldikleri için, bu konuda hekimlikten para kazanmak da çok zordu.

Cüzzama ilişkin bu kadar bilgi yeter.



Sıra Türkan Saylan’a geldi (Vikipedi’den)


13 Aralık 1935 günü İstanbul'da doğdu. Cumhuriyet döneminin ilk müteahhitlerinden Fasih Galip Bey ile (evlendikten sonra Leyla adını alan) İsviçreli Lili Mina Raiman çiftinin beş çocuğunun en büyüğüdür.
 


Sol başta en büyük olan Türkan

1944-1946 yıllarında Kandilli İlkokulu ve 1946–1953 yıllarında Kandilli Kız Lisesi’nde okudu. 1963’te İstanbul Tıp Fakültesi'ni bitirdi. 1964-1968 yılları arasında SSK Nişantaşı Hastanesi’nden Deri ve Zührevi Hastalıklar Uzmanlığını aldı.

1968 yılında İstanbul Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı’nda Başasistanlığa başladı. 1971’de İngiliz Kültür Heyeti’nin bursuyla İngiltere'de ileri eğitim gördü, 1974'de Fransa’da ve 1976’da İngiltere’de kısa süreli çalışmalar yaptı, 1972’de doçent, 1977’de profesör oldu. 1982–1987 yılları arasında İstanbul Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı Başkanlığı’nı, 1981–2001 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Lepra Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürlüğü’nü yürüttü. 1990’da oluşturulan “İÜ Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi”nin kuruluşunda görev aldı ve 1996’ya kadar müdür yardımcılığı ile Kadın Sağlığı derslerinin koordinatörlüğünü yaptı. Dermatoloji Kliniği öğretim üyesi olarak 2002 yılı sonuna kadar çalıştı ve 13 Aralık 2002'de emekli oldu.

1976 yılında lepra (cüzzam) çalışmalarına başladı, Cüzzamla Savaş Derneği ve Vakfı’nı kurdu. 1986’da kendisine Hindistan’da “Uluslararası Gandhi Ödülü” verildi. 2006 yılına kadar Dünya Sağlık  Örgütü’nün lepra konusunda danışmanlığını yapmıştır. Uluslararası Lepra Birliği’nin (ILU) kurucu üyesi ve başkan yardımcısıdır. Avrupa Dermato Veneroloji Akademisi’nin ve Uluslararası Lepra Derneği’nin üyesidir. Dermatopatoloji Laboratuvarının, Behçet Hastalığı ve Cinsel İlişkiyle Bulaşan Hastalıklar Polikliniklerinin kurulmasında yer aldı. 1981-2002 yılları arasında 21 yıl gönüllü olarak Sağlık Bakanlığı Lepra Hastanesi'nin Başhekimliği’ni yaptı.

1957'de evlendi ve bu evlilikten iki oğlu oldu. Biri grafiker diğeri hekim iki oğlundan iki torunu vardır. 

Saylan, oğullarıyla


Uzun süre meme kanseri ile savaşan Saylan, bu hastalıktan kurtulduktan bir süre sonra bu sefer karaciğer kanserine yakalandı ve 18 Mayıs 2009 tarihinde saat 04.45'te vefat etti. Vefat ettiğinde gönüllü kuruluş olarak ÇYDD’nin Genel Başkanlığını, TÜRKÇAĞ ve KANKEV Vakfı Başkanlığı ile Cüzzamla Savaş Derneği ve Vakfı Başkanlığı’nı sürdürmekteydi.

1989 yılında, "Atatürk ilke ve devrimlerini korumak, geliştirmek, çağdaş eğitim yoluyla çağdaş insan ve çağdaş topluma ulaşmak" amacı ile oluşturulan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin (ÇYDD) kurucularındandır ve uzun bir süre Genel Başkanlığını yürütmüştür. Bunun yanı sıra, 14 Nisan 2007 Ankara-Tandoğan ve 29 Nisan 2007 İstanbul-Çağlayan Cumhuriyet Mitinglerinin organizasyonunda ve icrasında bulunmuştur.

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin dışında farklı sivil toplum kuruluşlarında da çeşitli görevlerde bulunmuş, örneğin 1990’da oluşan “Öğretim Üyeleri Derneği”ni kurmuş ve ilk dönem II. Başkanlığını yapmıştır. Ayrıca 1995’te, mezun olduğu lise için oluşturulan Kandilli Kız Lisesi Kültür ve Eğitim Vakfı (KANKEV)nın ve yine 1995’te kurulan 'Türkiye Çağdaş Yaşamı Destekleme Vakfı' (TÜRKÇAĞ)’nın kurucusu ve başkanıydı.

Bazı detaylar


Buraya kadar yazmadığım bazı ufak tefek detaylar var. Yukarıda ¨1976’da¨ yani kırk bir yaşında ¨Lepra çalışmalarına başladı¨ deniyor. Sanılabilir ki, bu hekim odasında masasının başına geçti ve çalışmalarına başladı. Hayır, öyle olmadı.
 


Mezra, köy, her yere gitti

Haber aldığı her vaka için, arabayla gidebildiği yerlere arabayla, jiple gidebildiği yerlere jiple, atla gidebildiği her yere atla, eşekle gidebildiği her yere eşekle gitti.

Rahatça denebilir ki, Anadolu’da gitmediği yer kalmadı. Hastaları tek tek tesbit etti. Getirebildiklerini kendi kurmuş olduğu hastaneye getirdi. Getiremediklerinin, bulundukları yerlerde tedavi edilmeleri için gerekli tedbirleri aldı. Toplumdan tecrit edilmiş, kimsenin yanlarına yaklaşmadığı, bu nedenle de adeta yaşayan ölüler haline gelmiş insanları, çevrelerindeki korkuyu alt edebilmek amacıyla öpe okşaya yeniden topluma ve hayata kazandırdı. Hastalığın kökünü kuruttu. Bugün tüm ülkede, hepsi kayıtlı ve tedavi edilmiş olmak üzere sadece 2 500 hasta kalmış durumda.

Bazı ek bilgiler (Yılmaz Özdil’den)


¨Ömrünü kız çocuklarının eğitim almasına adayan yürekli kadınımız Profesör Türkan Saylan, 36 bin kız çocuğunun hayatına dokundu, okumalarını, meslek sahibi olmalarını sağladı. Gözlerini yumduğunda 29 bin üniversite öğrencisine burs veriyordu. 28 kız yurdu yaptırdı. 56 okul yaptırdı.
.


Cenaze miting gibiydi

.
(Cenazesinde) Miting gibi tören yapıldı. Sadece AKP hükümeti katılmadı. Kızlarımızın eğitimine ömrünü veren ‘kadın’ın cenazesine ‘kadın milli eğitim bakanı’ bile katılmadı. İstanbul valisi Muammer Güler'di, o da katılmadı. Çiçek bile göndermediler. Başsağlığı bile yayınlamadılar. Toprağa verildiği gün, yandaş medyanın gazeteleri ‘lezbiyen, terörist, fahişe, dinsiz, Ergenekoncu,

Sloganı buydu

misyoner, Amerikan ajanı, komünist’ diye yazdı. Zincirlikuyu'da defnedildi, kabristandaki belediye işçisi Halil Düldül hergün mezarını sulayıp, hergün başucunda dua ediyordu, çünkü, kızı üniversitede okuyordu, Türkan Saylan'ın bursu sayesinde okuyordu.


O narin güzel kadının zihnimize kazınan son hatırası... Ruhumuza açılan çiçekli penceresinden gülümseyerek el sallamasıydı.





Sevenlerinin desteğiyle ayakta durabiliyordu

Sıra bende


Şimdi de buraya kadar bir türlü yazamadığım, her niyetlenişimde önce çok kişiye saygılarımı (!) sunmamı gerektiren bir noktaya geldik.

Bu mucize kadının evi, ölümünden sadece 35 (yazıyla otuz beş) gün önce, 13 Nisan 2009’da Ergenekon şüphelisi olduğu gerekçesiyle sabahın köründe polisler tarafından basıldı. Kemoterapi görüyor olması nedeniyle dinlenmesi ve steril koşullarda yaşaması zorunlu olan Saylan kaldırılarak, ufacık evinde yedi saati aşan polis araması yapıldı. Ev darmadağın edildi. Aynı saatlerde başkanlık ettiği ÇYDD'nin çeşitli merkezlerinde de aramalar yapıldı, bazı ÇYDD yöneticileri göz altına alındı, birçok bilgisayar ve belgeye el konuldu.
 

Ölümüne 35 gün kala

(Ufak bir not: Baskın haber alındığında, başta Arnavutköylü komşuları olmak üzere o kadar çok kişi evinin önüne toplandı ki, kendisi yine o hayran olunası sorumluluk duygusuyla çiçekli penceresine çıkarak, hastalıktan kurumuş elleriyle mola işareti ve sessiz, sakin olun işareti yaptı. Yine de evde arama yapan polisler, giderken bayağı zorlandılar. Özellikle kadınlardan yakalarına yapışanlar oldu.)

Hükümetin, Gülen cemaatinin, diğer dincilerin bu gelişme  karşısında orgazma yakın bir heyecan duyduklarından eminim. Bu beni hiç ilgilendirmiyor. Benim ve benim gibi düşünenlerin sırası da gelecektir. Benim derdim başka.
 


İşte onlardan bir demet

Tahmin ettiğiniz gibi benim derdim, başta Türkan Saylan olmak üzere ona ve onun kadın yoldaşlarına ¨laikçi teyzeler¨ diye hitap eden ¨yetmez ama evet¨çilerle, ¨sol liberaller¨le, ¨özgürlükçü demokratlar¨la ve her ne iseler onlarla.

Araya önemli bir katkı


Biraz karışıklık olabilir, ama vurgulamadan geçmek istemediğim tarihsel bir olgu daha var: Bu aşağılanan ¨laikçi teyzeler¨ var ya, onları biz bir yerde daha gördük. Gezi direnişi sırasında sanırım İstanbul valisi, annelere çağrıda bulunarak, ¨gelin, çocuklarınızı evlerinize götürün¨ demişti. İşte o çağrı üzerine, akşamın ilerleyen saatlerinde Taksim’e gelerek, Gezi merdivenlerinin önünde elele tutuşarak zincir oluşturan elleri öpülesi o kadınlar, ¨laikçi teyzeler¨den başka birileri değildi.
 

Laikçi teyzeler ve kızları

İşin komik (yok canım, hicranlı tarafı) tanınmış YAE’cilerden sadece birinin, Ahmet İnsel’in, o merdivenlerin yakınına kadar gelebilmiş olmasıydı. Diğerleri Gezi’yi ancak fotoğraflarda ve TV’de görebildiler.

Konuya dönelim


Bu zavallıların ezici bir çoğunluğu da, dincilerle aynı orgazmı yaşadılar. Çünkü Taraf dışında bir gazete okumadıklarından, o mübarek kadının 14 Nisan Tandoğan ve 29 Nisan 2007 Çağlayan Cumhuriyet mitinglerinde ¨Ne şeriat, ne darbe¨ diye bağırdığını bilmiyorlardı. Ben Çağlayan’daydım, şahidim.
 


Hadi RTE korktu, YAE'ciler neden korktu?

Ama o şeysizlerin (arkadaş, yine bulamadım, neysizdi bunlar?) o mitinglerde görebildikleri tek şey, tabii yine ¨solcu, demokrat¨ Taraf gazetesinin katkılarıyla, Türk Solu adını taşıyan ne idüğü belirsiz üç-beş kişilik grubun taşıdığı ve sonra katılanlarca engellenen ¨Ordu göreve¨ pankartıydı.

Çok zaman sonra Yrb.Ali Tatar’la Türkan Saylan’ı suçlamakta kullanılan CD’lerin sahte olduğu ortaya çıktı. Bazı şeysizler (buraya bir şey bulmak lazım artık), yine asker olduğu için Ali Tatar’ı görmezden gelerek, ¨canım, o Türkan Saylan’a yapılanlar, benim de biraz midemi bulandırmıştı¨ filan dediler.
 


Öldükten sonra aklandılar, hesaba kim ortak?

Yahu, yapılanlar 2009 Nisan’ında yapıldı, hadi o zaman mideniz bulandı. Bugüne kadar niye çıkartamadınız? Haydi şimdi itiraf edin, Saylan’a edilen küfürler bu yana, aklınıza yatan bir olgu daha vardı. Bunun kaynağını genç yaşta okumuş, belki de yararlanmıştınız (hııııı!). Çağlayan Yayınları’ndan çıkmış, küçük boyutlu bir kitap: ¨İnsan Harası¨.

Akla yatan ahlaksızlık


Canım, tabii yatılı okulda ben de okudum. O kitapta Nazilerin, cephede kahramanlık göstermiş genç ve ari ırk özelliklerini taşıyan subaylarla, Nazi Almanyası’nın önde gelen ari ailelerinin kızları, bu iş için özel olarak seçilmiş evlerde bir araya geliyorlardı. Amaçlanan üstün bir ırk yaratmaktı.

Senaryoyu yazanlar bunu okumuştu


Ergenekon davasında bu senaryo aynen Türkan Saylan için öne sürüldü. Vallahi sürüldü, billahi sürüldü. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin, tahsiline yardımcı olduğu genç kızlar, bulundukları illerde genç subaylarla tanıştırılacaklar, düzenlenen balolar vb. yollarla ilişkiye geçmeleri sağlanacak filan. Herhalde o şeyler de bu kitabı (belki dinci olmadan önce) okumuşlardı. Onlar bu fikirden yararlanarak senaryolarını yazdılar, ama işin acıklı tarafı, sizin de aklınıza yattı. Neden? Çünkü bu Kemalistler ve Laikçi Teyzeler, size göre peze....lik dahil her şeyi yapabilecek yaratıklardı.

Gördünüz mü, gayet düzgün, hatta neredeyse bilimsel olarak nitelenebilecek bir yazı ne hale geldi? Söyleyin, suçlu olan ben miyim, yoksa ilham verenler mi?

Yazıyı bitirmeden birkaç ibret fotoğrafı vermek istiyorum.

Son günlerinde





Vakit gazetesinin yorumu










Muhterem böyle konuşmuştu








Hatırlıyor musunuz nasıl öldüğünü?













Son söz



Ülkemde benzeri az görülen bu çalışkan, yaratıcı, fedakar, dirençli, olağanüstü kadının anısı önünde hürmetle eğiliyor ve ömrümün sonuna kadar ona saygısızlık yapmış herkesten, onun manevi şahsiyetinden özür dileyinceye kadar hesap sormaya devam edeceğimi ilan ediyorum.