31 Ekim 2014 Cuma

"Türkiye'de liberal entellektüeller İslamcıların 'faydalı aptalları'nı mı oynadılar?"

Fransız Slate.fr haber sitesi yazarı Ariane Bonzon 'Söyleşi yaptığım otuz kadar liberal entelektüelden hiçbiri AKP’ye şans tanıdığı için pişman görünmüyor' dedi


Ariane Bonzon / Slate.fr
Çeviri: Hayri Koray
Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı. Kültürel ve toplumsal olarak her şey, agnostik hatta ateist, Batılılaşmış, AB taraftarı “liberal” Türk aydınlarıyla (sağ veya soldakileri), muhafazakâr İslamcıları karşı karşıya getiriyordu. Oysa, iki tarafı yaklaşık on seneliğine birleştiren gayriresmi ittifak, 2003’ten beri iktidardaki Recep Tayyip Erdoğan ve AKP için hayati ve belirleyici olduğunu kanıtladı.
Bu liberal entelektüeller, az sayıları ve seçimlerde sahip olabilecekleri ağırlığın düşündüreceğinden çok daha büyük bir rol oynadılar. AKP’nin post-İslamcı, liberal, demokrat ve reformcu bir imge inşa etmesini sağladılar. Batılılaşmış orta ve üst sınıfların yanı sıra, Avrupa ve Amerikalı işadamlarını, siyasetçileri, diplomatları ve gazetecileri teskin ederek muhafazakâr Müslümanları meşrulaştırdılar.
Mayıs-Haziran 2013 gösterilerinin şiddetle bastırılışı ve ardından gelen son zamanlardaki yolsuzluk meseleleri ve bunları devletin üst kademelerinde hasıraltı etme isteği, zaten son zamanlarda su alsa da bir avuç alt edilmezin hâlâ sıkı sıkıya tutunduğu bu ortaklığı muhakkak sekteye uğrattı.
Peki, bu liberaller, İslamcı muhafazakâr iktidarın yoldan sapışlarını eleştirmekte neden geciktiler? Ve sonuç itibariyle, sol kesimden bazı entelektüellerin 1950-60’larda Sovyet rejimi nezdinde oldukları gibi, AKP ve Erdoğan’ın “faydalı aptalları” (idiots utiles) olmadılar mı?
'Köylülere” karşı duyulan suçluluk'
AKP, 2002 sonunda iktidara geldiğinde, bir açılım havası vardı. Bunun öncesinde senelerdir istikrarsız koalisyon hükümetleri el değiştiriyordu. Oyların “yalnızca” % 34’üyle Mecliste elde edilen mutlak çoğunlukla hegemonyasını kurmaya başlayan AKP’nin kendisi de bizatihi merkez sağdan, sağın aşırı-milliyetçilerine kadar uzanan bir koalisyondu.
AKP’yi önceleyen ekonomi bakanı Kemal Derviş, 2001 krizinden çıkmak için derinlemesine maliye ve banka reformları başlatmıştı. AKP hükümeti bunlara devam etti ve Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne sokmak istediğini söylerken ikna edici gözüküyordu, teskin ettiği işadamları birliği TÜSİAD da oyunu oynadı. Ayrıca, çok sayıda liberal, AKP’nin Kürtlerle varılacak barış mutabakatına dair bir umut olabileceğini söylemekteydi.
Harvard’da ders veren ekonomist Dani Rodrik, “çoğumuzun umduğu, Erdoğan ve AKP’nin hakiki bir demokratik güç haline gelmesiydi —mutlaka muhafazakâr kalıp, İslam’dan nasibini almış olmaya devam edecekti, ama yine de açılımcı ve demokratik bir güç bekliyorduk”, diyor.
Öte yandan, Batılılaşmış sol elit kendini —İstanbul’un şık semtlerinde, hükümete gelen Anadolulular için kullanılan tabirle— bu “köylüler” karşısında suçlu hissediyordu. Başbakanın aralarından çıktığı muhazakârlar nezdinde Batılılaşmış elitlerin vicdanı rahatsızdı. Zira, laik ve askeri düzenin demir yumruğu altında bu dindar ve mütevazı kesimlerin türbanlı kızlarıyla alay edilmiş ve bu kesimler birçok dini özgürlükten mahrum bırakılmışlardı.
Siyaset bilimci ve eski UNESCO bürokratı Ali Kazancıgil, “AKP, nüfusun modernleşmeden dışlanmış ve hor görülmüş çoğunluğunu temsil ediyordu. Onlara bir şans verilmesi gerektiğini düşündük. Ayrıcalıklı ve Batılılaşmış bir çevreden geliyorum, fakat bir Sartre’cı olarak kendi sınıfıma ihaneti meşru buldum. Böylece AKP’yi destekledim”, diyor.
Paris-XIII Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler bölümü öğretim üyesi Alican Tayla, “bu entelektüeller arasındaki yaygın bir fikre göre AKP’nin iktidara gelişi, ‘gerçek’ halkın rövanşıydı ve dönüşüm de ancak gerçek halktan gelebilirdi”, diye özetliyor.
Bu bakış açısı, ordu tarafından aleyhinde 2000’den beri birçok dava açılan yayıncı Erol Özkoray’ı bir saniye olsun etkilememişti. Seçimlerden hemen bir ay sonra, 11 Aralık 2002’de, Libération gazetesinin sütunlarında AKP’nin zaferini bir “karşı-devrim” olarak nitelendiriyordu. “Bazı meslektaşlar ve arkadaşlarımın çoğu bana karşı burunlarından soluyorlardı. Akademisyen bir arkadaşımsa bana şöyle haykırmıştı: ‘Nasıl böyle bir şey yazabildin, onlara en azından ufak bir şans veremez miydin?’. Bundan sonra da benimle bir daha hiç konuşmadı”, diye hatırlıyor bugün.
Ortak düşman, ordu
Özellikle, liberal entelektüellerin İslamcılarla ortak bir düşmanları vardı: Ordu. İslamcılar gibi,  solcu öğrenci ve militan olan bazıları da, 1980 askeri darbesi sonrasında tutuklanmış, işkence görmüş ve hapse atılmıştı.
2007’de Genelkurmay hâlâ kudretliydi, güvenlikçi ve laik düzenle birlikte Recep Tayyip Erdoğan’ı sarsma, istikrarsızlaştırma girişiminde bulunmuştu. Ama, kazanan AKP oldu: Kuvvetlenen çoğunluğuyla (2007’de oyların yaklaşık % 47’sini toplayarak) ikinci bir hükümet dönemine hak kazanıp, Avrupa Birliği’nin de desteğini alarak, askeri vesayet rejimine karşı Ergenekon operasyonunu başlattı.
Bundan böyle, liberal entelektüeller yekvücut halinde, onlarca subaya karşı yürütülen tutuklama ve kovuşturmaları destekleyeceklerdi. Sürecin ilerleyiş ve yürütülüş biçimiyle ilgili de çok ince eleyip sık dokumayacaklardı. Strazburg Üniversitesi doçenti Samim Akgönül, 2009’da, merkez sol gazetesi Radikal’de, Ergenekon’un, hakiki darbe girişimlerine karşın, muhaliflerin tasfiyesine yönelik bir operasyon olduğunu yazsa da, soruşturmadaki çok sayıda usulsüzlük ve belgelerde yapılan tahrifata dair yazılan makaleler son derece enderdi.
Polisin bu manipülasyonlarından kendisine söz ettiğim bir entelektüel ise konuşmamızı orada durdurarak, elde ettiğim bilgileri sesi yankılanırcasına “Bullshit” [İng. argo “saçmalık”, ç.n.] diye nitelemişti (ki bu bilgiler artık teyit edilmiş durumda). Başka bir defa ise, gazeteci Mehmet Altan şüphelerime şöyle cevap vermişti:
“Seni temin ederim ki hiçbir şüphe yok, bir darbe girişimi oldu ve önemli olan da bu”.
Dani Rodrik, bu entelektüellerden bazılarıyla Balyoz operasyonunun başında irtibata geçtiğini belirtiyor, ki o da Ergenekon çerçevesinde yürütülen tasfiyelerden biriydi ve birçok başkasının yanı sıra, Rodrik’in kayınpederi general Çetin Doğan’ı da hedefliyordu:
“Çetin Doğan, ya da diğer sanıklarla ilgili onlardan anlayış beklemiyordum. Sadece davada tam olarak neyin tecelli ettiğini görmelerini istiyordum. Fakat hiçbiri oralı olmadı. Sanki onlara başka bir ülkeden bahsediyordum, Türkiye’den değil.
Onlar için hiçbir şeyin önemi yoktu, ne sürecin nasıl temelinden saptırıldığının, ne de uydurma kanıtların aşırılığının. Hiçbir şey, tüm bu adamların suçlu olduğuna ve davaların iyi bir şey olduğuna dair fikirlerini değiştiremezdi”.
Hedef, yöntemleri de mübah kılıyordu. Yüzlerce asker böylece hapse atıldı, askeri hiyerarşinin başı kesildi ve ordu kışlalarına geri gönderildi.
Liberal entelektüellerin, 2007’den itibaren bu davalardaki hükümler kadar, yürütülüş biçimlerine de önem vermeleri gerekmez miydi? Bu çarpık bacaklı hukuki sürecin siyasi sonuçlarını azımsamış olmadılar mı?
Şayet bugün Recep Tayyip Erdoğan ve çevresi, kendi haklarındaki yolsuzluk soruşturmalarına köstek vurmak üzere bu kadar rahatça müdahalede bulunabiliyorsa, bu belki de Türkiye’de AKP’nin iktidara gelişinden önce de adaletin siyasi iktidar tarafından her zaman manipüle  edilmiş oluşundan kaynaklanmaktadır, fakat bu aynı zamanda askerlere karşı açılan davalar kapsamında liberal entelektüeller yeterince eleştirel davranmadığı için de mümkün olabildi. Güney Afrika, Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu [Truth and Reconciliation Comission] ile hakkaniyetli bir adalet sisteminin geçiş dönemlerindeki önemini göstermişti.
Neo-tarikat Gülen cemaati köprüsü
Fakat bu sessizlik, kaynağını başka yerden alıyor. Bu davalar süresince, Erdoğan’ın son zamanlarda sorgulamaya başladığı güçlü bir toplumsal ve dini hareket olan neo-tarikat Gülen cemaatine yakın adamlar, Başbakanla yapılan uzlaşma çerçevesinde, büyük ölçüde polis ve adalet teşkilatında ipleri ellerinde bulunduruyorlardı.
Oysa, liberal entelektüellerin büyük kısmı bu hareketle sıkı temas halindeydi, ya onun basınında yazıyor, ya da onun televizyon kanallarında boy gösteriyorlardı. Bunun yanı sıra, Gülen’in neo-tarikatıyla bağlantılı olsa da belli bir özerkliğe sahip Abant platformunun Türkiye’de ve yurtdışında düzenlendiği tartışma ve seyahatlere katıldıkları da oluyordu.
Gülen hareketinin “yol arkadaşları” liberal entelektüeller, “Türk demokrasisini ilerletmek” umuduyla burada bir kürsü ve birçok tabu konu (laiklik, Ermeni Soykırımı, dini özgürlükler, vs.) hakkında tartışabilecekleri bir mekân buluyorlardı. Cemaate üye olmadan, onun tarafından ileri sürülüyor ve böylece yurtdışında, ya da Türkiye’de bugüne dek ulaşamadıkları halk kesimleri nezdinde belli bir tanınırlık elde ediyorlardı. Bu neo-tarikat, forum ve toplantı organizasyonlarında tek değil, fakat mali olanakları, uluslararası şebekesi ve tabanındaki sadık taraftarlarıyla ayırt ediliyor.
Bu entelektüeller, en azından işin başında, Gülen hareketi sayesinde Recep Tayyip Erdoğan’ın yakın çevresiyle temas kurmanın peşindeydi. “İki taraf da bu işten kazançlı çıkıyordu”, diyor ekonomist Eser Karakaş, “Cemaat beni kullandı ve ben de onu kullandım. Biz liberaller Abant platformunu Türkiye’yi demokratikleştirmek için kullandık”. Ve liberaller de ara sıra Türk ve İslamcı galaksinin, en azından işin başında, fikir, kavram ve programlarını ifade edişine yardımcı oldular ve böylece kodlarını ve dillerini iyi bildikleri Batı çevreleri tarafından da benimsenmelerini sağladılar.
Bazı entelektüellerse neo-tarikat ile çalışmayı reddetti, fakat büyük kısmı kabul etmişti. Gülen hareketenin çok sayıdaki ve genellikle ilerici eylem ve inisiyatifine katılımlarıyla, bu hareketin odağı haline geldiği suçlamalar arasında sıkıntıya düştüler, mesela gazeteci Ahmet Şık ve Nedim Şener’in hareketin gizli olduğu varsayılan icraatını ifşa ettikleri gerekçesiyle tutuklanıp hapse atıldıklarında olduğu gibi.
Son olarak, bu entelektüellerin önemli bir kısmı ekonomist (Eser Karakaş, Cengiz Aktar, Ahmet İnsel gibi) ve dolayısıyla AKP ile birlikte büyümenin kapıda oluşuyla yabancı yatırımların katlanarak artışını çok iyi karşılamışlardı. Muhafazakâr ve girişimci yeni Müslüman burjuvazisinin yükselişinde ise ülkenin demokratikleşmesi için önemli bir fırsat görüyorlardı.
2010 referandumunun parçalanmaları
Sonunda 2010 Anayasa referandumuyla liberal entelektüeller aralarında parçalanmaya başlayacaklardı. Seçmenler bir dizi Anayasa değişikliği hakkında blok halinde oy kullanmaya çağırılmıştı; bu değişikliklerden bazıları olumluydu, 1980 askeri darbesinin sorumlularının yargılanma yolunun açılması veya yargının bürokrasi ve diğer tüm resmi makamlardan bağımsızlığı gibi; öte yandan bazılarıysa daha tartışmalıydı, zira siyasi çoğunluk bazı yargı atamaları üzerinde vesayet elde ediyordu.
İki taraf karşı karşıya geliyordu. Bir yanda, çekimserliği savunanlar, bu anayasal değişiklikleri yetersiz buluyor ve Başbakana bir zafer sunmak istemiyorlardı, zira otoriter eğilimleri gittikçe barizleşmekteydi. Öbür tarafta ise, Murat Belge, Baskın Oran ya da Ahmet İnsel gibi “Yetmez ama evet” oyu çağrısında bulunanlar vardı. Bu konudaki tartışmalar bazen yumruk dövüşüne kadar gidiyordu. Bazı arkadaşlar artık birbirleriyle konuşmaz olmuştu.
Alican Tayla, bazı liberal entelektüelleri “entelektüel dürüstlükten uzak” olmakla suçluyordu: “Evet oyu kullanma çağrısı yaptıktan bir ay sonra, hükümet tarafından Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) üyeleri değiştirilince ortalığı ateşe verdiler. Oysa, Erdoğan zaten bu açık çeki elde etmek için referandumu düzenlemişti, bunu da herkes biliyordu!”.
“Aşırı derecede eleştirildik, özellikle de ‘solcular’ tarafından”, diye açıklıyor sosyolog Ferhat Kentel ve ekliyor, « bize kukla muamelesi yaptılar, bizi AKP’ye satılmış olmakla itham ettiler. ‘Evet’ oyu kullandım, çünkü ilerleme vesilelerinin değerlendirilmesini savunuyorum ».
Referandumdan % 77’nin üzerinde bir katılımla, % 58 oranında evet sonucu çıktı,. “Sonuç itibariyle bu oylama pek bir işe yaramadı: Hâlâ hakikaten yeni bir Anayasa bekliyoruz”, diye saptıyor Galatasaray Üniversitesi’nden hukukçu Özgür Mumcu.
Hepsi göstericileri desteklemiyor
Mayıs ve Haziran 2013’te, 2 milyondan fazla gösterici, hükümetin bilhassa kadınların ve gençlerin özel hayatlarına müdahalesine ve otoriter sapmalarına karşı sokağa indi. Bu gösteriler şiddetle bastırıldı, ardında birçok ölü ve binlerce yaralı bırakarak.
Bu liberal entelektüellerin hepsi değil ama büyük kısmı, protesto hareketinin yanında yer aldı ve Samim Akgönül, Cengiz Aktar, Ahmet İnsel, hatta Ragıp Zarakolu gibileri “Gezi Komünü’nde” gözüktüler. Başkalarıysa daha sessizdi.
Ferhat Kentel, bugün hâlâ AKP’yi destekliyor. Ekim 2013’te, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun kurduğu Şehir Üniversitesi’ndeki bürosunda yaptığımız görüşmede “benim gözümde, AKP ülkeyi devrime götüren toplumsal güçleri temsil ediyor ve artık türbandan, Ermeni Soykırımı’ndan ya da Kürtlerden bahsettiğim için sokakta suikaste uğramaktan korkmuyorum”, diye açıklıyordu. “Bu, Erdoğan’ın tavır ve davranışlarının demokrasiye vahim zararlar verdiğini düşünmemi engellemiyor, her ne kadar bunlar büyük ölçüde sandık hesaplarından ibaret olsa da”.
Karşılaştırma maksadıyla Fransız Devrimi’nde Robespierre taraftarlarının tasfiyesi örneğine başvurarak, şunu belirtiyor:
“AKP’nin devrimi son buldu, AKP’nin İslamcıları şu an Thermidor’larını yaşıyorlar”.
Söyleşi yaptığım otuz kadar liberal entelektüelden hiçbiri AKP’ye şans tanıdığı için pişman görünmüyor. Diğer tarafı, yani baştan beri AKP’yi ülkeyi gizlice İslamcılaştırma amacı gütmekle itham eden “laikçi Kemalistleri” rahatlatacak bir şey söylemek söz konusu değil hiç şüphesiz.
2008’de Ermeni Soykırımı’nın tanınmasını savunduğu için para cezası alan ve Kürtler için daha fazla adem-i merkeziyetçilik ve özerklik istediği için 2011’den 2012’ye hapis yatan Ragıp Zarakolu, “AKP ve Erdoğan değişti, ben değil”, diye açıklıyor. Samim Akgönül’se, “AKP’nin sistemi dönüştüreceğini zannediyorduk, fakat aynı sistemin araçlarını kendisi üstlendi ve ideolojik aygıtını tekeline aldı”, diye hayıflanıyor.
Siyaset bilimci Halil Karaveli aynı fikirde değil. Ona göre, “sistemden” bahsederek, yani devlet aygıtının sürekliliğini öne sürerek, liberaller kendi sorumluluklarını kabul etmiyorlar: “Şayet liberal entelijansiya, laik muhalefete karşı tavizsiz tavra destek vermek yerine ideolojik arabulucu rolünü oynasaydı, AKP’nin reformcu ve ılımlı çizgisini devam ettirmesi imkânsız değildi”, diye yazıyordu 2008’de.
Fazla kaçan bir eleştiri sonrası AKP yanlısı gazetelerden atılan veya kendilerine otosansür uygulayan liberaller, Recep Tayyip Erdoğan’ın zamanının dolduğunu anladılar. Türkiye Başbakanı, iki tarafa da ait olmayan ve bazen kendi yandaşlarını sinirlendiren bu İstanbullu entelektüellerle artık uğraşmak istiyor gibi görünmüyor.
Nisan 2013’te, AKP’nin İstanbul il başkanı Aziz Babuşçu, “önümüzdeki seneler, şu ana dek bizimle birlikte yürümüş bulunan liberallerin isteklerine tekabül etmeyecek. Bundan böyle düşmanlarımızın ortakları olacaklar, zira inşa edeceğimiz Türkiye, onların kabul edebileceği bir gelecekle örtüşmüyor”, diye sakince beyan etmişti.

Bu kutuplaşma mantığı, liberallerde acı bir tat bırakıyor, çünkü AKP’nin zıttında yer alan Kemalist kampta da yerleri yok. Kuşkusuz bu yüzden de hiçbiri Erdoğan’ın partisini tutarak yanıldığını veya “faydalı bir aptal” olduğunu kabul etmiyor. “Bu bir tür ehvenü-ş-şer idi”, diyor birçoğu. “AKP, Türkiye’nin askeri vesayetten kurtulması için zorunlu bir geçişti



Ne Çektiniz Be!


Bu hafta her gün CNN'de Karşıt Görüş programını izledim. Aslı Aydıntaşbaş'ın karşısına sırasıyla Yıldıray Oğur, Hakan Albayrak ve İbrahim Kiras gibi AKP yanlısı yazarlar çıktı. Üçü de zaten "evet"çiydi, ama üçü de en azından Ergenekon, Balyoz, Odatv gibi davalar hakkında kendilerini "faydalı aptallar" gibi hissettiklerini, bu davalardaki haksızlıklara karşı seslerini daha çok yükseltmeleri gerekirken, bunu yapmamış olmaktan dolayı pişman olduklarını söylediler.
Tabii bu ifadelerini değerlendirirken bugünün koşullarında "paralel devlet"e karşı konumlarını gözden kaçırmamak lazım.
 Benim asıl şaşırdığım, "yetmez, ama evet"çi solcuların hala bu feraset noktasına erişememiş olmaları. Onlara bu davalardaki hukuksuzluklar ya da "YAE" tavrının hatalı olup olmadığı hakkında soru yöneltildiğinde, ilk akıllarına gelen Ergenekon davası için Veli Küçük (Bak. Habertürk'te yayınlanan Balçiçek İlter-Ömer Laçiner söyleşisi), Kemal Kerinçsiz (Bak. Müçteba'nın Facebook'ta bana tavrı) ya da Balyoz davası için de "ama o ordu da daha önce beş kez darbe yaptı" yavesi (Bak. Prof.Dr.Niyazi Öktem'in TV'de Hüsamettin Cindoruk ile çıktığı açık oturum). Ki bu ifadeye Sn.Hüsamettin Cindoruk:"Beyefendi, o saydığınız darbelerin üç tanesi bizzat benim üzerimden geçti, ama ben buna rağmen hukuğun ana ilkelerinden biri olan "suçun şahsiliği"ni unutmadım" şeklinde bir kapak takmıştı. 

Derken son iki gün içinde, beni haksız çıkaran, "YAE"cileri ise gösterdikleri bu direnişin boşa çıkmadığını gösteren bir gelişme oldu. Sn. Başbakan'ın liderliğinde yeniden büyük bir şevkle AB'ye giriyormuşuz. AB yöneticileri "paralel devlet" konusunda ikna olmuşlar, ilişkiler hızla düzelecekmiş. Dolayısıyla Hasan Cemal gazetesine geri dönecek, Murat Belge üniversite bahçesindeki lokalde içkisini yudumlayabilecek, Oya Baydar'dan kandırıldığı için özür dilenecek, Ankara'da gündüz havai fişek gösterisi yapılacakmış diyordum ki…
Yabancı basından yeni bilgiler akmaya başladı. Meğer bütün bunlar bir rüyaymış, AB'den çatlak sesler geliyormuş. AB ikna olmamış. Meğer hem başbakan, hem de Nagehan söylenenleri yanlış anlamışlar. Ne çekiyorsunuz be YAE tayfası!..

(24 Ocak 2014’te Facebook’ta yazmıştım)






Bir YAE'cinin Amansız Saldırısı


''Gelin yavrum, anlatayım...

(Bu yazı bana ait değil, bir önceki yazımda bahsettiğim kadim dostuma ait yazı, yani bir anlamda ilham kaynağıma. Çalıştığı gazetede 14.01.2009 tarihinde yayınlanmış. Z.B.)




Etrafımızda bolca bulunan pek saf ve iyi niyetli bir insan tipiyle, insanî zaruretler dışında, ilişkimi kesmeye karar verdim. Size de tavsiye ederim. Zaten mecbur kalacaksınız.

Toprak altından çıkarılan elbombaları ve suikast silahlarına ka
ş kaldırıp göz açarak baktıktan sonra, “Ay valla anlayamıyoruz, bilemiyoruz ki neler oluyor...” tiradları atanlar, eğer o silahlarla bu memleketin doğru dürüst insanları öldürülse, kalabalıklar birbirine düşürülse, katliamlar birbirini izlese, o durumda da, “Ay valla çok üzülüyoruz, içimiz parçalanıyor,” falan diyecek, sonra yoldan geçen tankları izleyerek rahat nefesler alacaklardı. Türkiye’de şu andaki ayrım, AKP’nin, CHP’nin şunun bunun boyunu kat kat aşar, Edirne’den Hakkari’ye, Sinop’tan Mersin’e birkaç defa gidip geldikten sonra üstüne iki de pantolon diker. Demek istiyorum ki, bu iyi niyetli anlayamama halleri hiç de safiyane değildir.

Pek çok insan, “Sabih Kanadoğlu ile İbrahim Şahin ne alâka?” modunda. Birçok arkadaşımdan benzer şeyleri dinliyorum: Tanıdığın ettiğin birileriyle bir vesileyle konuşmaya başlıyorsun, ikinci cümlede “ay anlamıyoruz ki!” muhabbeti. Bu muhabbetlerin sonu neyse ki genellikle bir daha birbirinin yüzüne bakamayacak hale gelmelere varıyor. Öyle olmalı.

Bazı çok basit soruları sormayı bile akıl edemiyor mu bu insanlar? İnanabilir miyiz buna?

Zorundan başlayalım: O silahları kim, niye gömdü? Ne yapılacaktı onlarla? Haydi, “anlamıyoruz”cular, lütfen mâkûl bir cevap. PKK Ankara’da karakol basarsa bunlarla karşı saldırı yapılacaktı, falan deyin. Ya da işi büyütüp, işgalci ABD ordusuna karşı gerilla savaşı örgütlenecekti gibi birşeyler..? Metal Fırtına olayı? Ha?

Ben hemen cevap vereyim, zahmet olmasın: Bizi öldüreceklerdi. O halde şimdi “anlamıyorum” diyen, bizi öldürmelerini de umursamayacaktır. Bu kadar.

Başka soru: O silahları Teknosa’dan mı, Carrefour’dan mı alıyorlar? Akmerkez’de var mı? Ben nadiren de olsa gidiyorum buralara, hiç gözüme ilişmiyor. Niye?

Yine girmeyin zahmete; buyurun: O silahların, bombaların falan çoğu düpedüz Türkiye Cumhuriyeti ordusuna ait. Ya da bilmediğimiz birtakım resmî kurumlara. Bunlar kayıtsızsa başka rezalet, kayıtlı ve yokluğu fark edilmemişse başka rezalet. Yarbay cephaneliğe giriyor, “Koçum, şuradan on iki elbombası sarsana, akşama misafir gelecek,” diyor. (Adede takılmayın, takım olsun diye on iki.) Üçüncü bir ihtimal daha var: Bunlar birilerinin bilgisi dahilinde birilerine verilmiştir. Nasıl? Şimdi hiç anlamıyorlardır herhalde.

İbrahim Şahin Sivas’ta birileriyle telefonla konuşmuş, Sivas’ta kalmış bir avuç Ermeni arasından da öldürecek adam bulmuşlar, falan... Hrant öldürülmeden kim kimlerle telefonda konuştu acaba? İnsanın aklına direkman bu gelmez mi? En anlamayan bile anlasın diye kurs düzenlense bu kadarı fazla abartılı bulunup müfredata alınmayabilirdi. Ama onlar yine anlayamıyorlar. Ne yapsınlar...

Türkçe’mizde “ruhunu teslim etmek” deyimi yanlış kullanılıyor. Türk, doğduğunda ruhunu devlete teslim eder. Doğrusu böyle. Cumhuriyet’in okumuş-yazmış eliti, en bağnaz softadan daha tehlikeli bir tip oldu çıktı karşımızda. Torba torba elbombası, kutu kutu mermi çıkıyor yeraltından, lav silahları çıkıyor; okuryazar cahillerimiz onların çıkarıldığı çukura başlarını gömmeye çabalıyor.

Bu gidişin varacağı yer belli: Birileri bizim gibileri öldürüp o çukurlara doldursun isteyecekler. Bugünkü saflık, anlamazlık ayakları da geride kalacak.

“Atatürk’ü sevmek suç mu?”dan başladık, “Cumhuriyet’i savunmak kabahat mi?” ile devam ettik, “Ne var arasıra toplanıp konuşmuşlarsa?”ya geçtik, “Ortada silah mı var ki örgüt olsun?” durağında bekledik, şimdi, “Bu silahlar neyin nesi, belli mi?” aşamasındayız. Buradan, “Belli ulan! Sizi geberteceğiz!”e sıçramak hiç de sandığınız kadar zor değil. Bize el altından elbombası verecek kimse de yok.

İbrahim Şahin-Sivas bağlantısını duyduğumda içim hop etti. Hrant’ın öldürülmesini teşvik eden, buna yolu açan, belki de zaten baştan planlayan, emreden... birilerine ulaşılabileceğine dair minicik de olsa bir umut duydum ilk defa. Sırf bizim dönemde, 12 Eylül öncesinde beş bine yakın insan... Kürt meselesinden kırk bin kişi... Binlerce faili meçhul...

“Ay anlamıyorum!” diyen, esas benim bu duygumu anlama imkânı kalmamış biridir, hattâ bütün bunların savunucusu makamındadır.

Operasyon AKP hükümeti döneminde yürütüldüğü için dudak bükenlere söyleyeceklerimi açıkça söyleyebilmek içinse bir porno sitesi kuruyorum, oradan bakabilirler."



Merhaba

Ülkemizde gündem inanılmaz bir hızla değişiyor. En önemli konular bile bir bilemedin bir buçuk günde eskiyiveriyor. Bu bloğun özellikle siyaset bölümünü günlük gazete köşe yazıları gibi güncel götürmek istemiyorum. Zaten ne böyle bir hız alışkanlığım var ne de gücüm. Ben daha çok olmuşla ve olabilecek olanla ilgili, geçmişe ve geleceğe yönelik fikirlerimi yazmak istiyorum. Arada sırada belki anı yakalayabilirim, ama hedefim kesinlikle bu değil.

Bloğa başlangıç olarak daha önce yazmış olduğum yazılardan birkaçını da koymaya karar verdim. Bunların çoğunun konusu aynı, ama içerikleri farklı. Konu, tahmin edebileceğiniz gibi “Yetmez, ama evet”. Ama bu konuyu da, bu yazıları da “olan olmuş” ya da “geçmiş” kategorilerinde değerlendirmemenizi rica ediyorum.

“Yetmez, ama evet” öylesine önemli ve belirleyici bir hata ki, telaffuz edildiği ilk dakikadan bu yana gerçekleşen her siyasi olayda bu sloganın silik ya da belirgin parmak izlerini bulmak mümkün.

Bu hataya isteyerek ya da sürüklenerek düşmüş olanların, kıvırtmadan, hiç bir şey olmamış ayaklarına yatmadan, usulüne uygun (bu usul meselesi önemli, bir diğer yazımın konusu) olarak açık bir özeleştiri vermekten kaçınmaları, işi onlar açısından çıkmaza sokuyor. Çünkü bazen o saflardan cılız da olsa “yeter yahu, daha ne kadar kafamıza kakacaksınız?” sorusu duyulabiliyor.

Hiç merak etmesinler, iktidarın uygulayacağı her zamda, her zulümde, faşizme doğru atacağı her adımda, her usulsüzlükte bu hataları mutlaka birileri tarafından kafalarına kakılacaktır.

Gelebilecek olan “niye bu konuda bu kadar çok yazı var?”, “bazı eleştiriler neden bu kadar sert?” türünden soruları peşinen cevaplayabilmiş olmak için, kadim bir dostumun (ne yapayım ki, yetmez ama evetçi oldu) 14.01.2009 tarihli bir gazetede çıkan köşe yazısını (Gelin yavrum, anlatayım…) en başa koymak istiyorum. Sanıyorum, bu yazıyı okuduktan sonra benim yazdıklarım için “kabahat Ziya’da değil, ilham verende” diyeceksiniz.

Yıllarca yanına şu veya bu düzeyde iktidar desteğini de almış, hatta bazıları doğrudan iktidar tarafından beslenen “faydalı aptallar” tarafından bu gibi saldırılara, aşağılamalara maruz kaldık. Onlar o gazeteden bu dergiye, o radyodan bu televizyona, o panelden bu yurtdışı konferansa gidip mevcut iktidara destek verirken (yanlış anlaşılmasın, o dönemdeki mevcut iktidarla bu dönemdeki aynı, değişmedi), bizler sesimizi duyurabilecek olanaklardan büyük ölçüde yoksunduk. Sesimizin azıcık çıkabildiği anlarda da bu gibi “faydalı aptallar” tarafından faşistliğe kadar varabilen suçlamalarla damgalanıyorduk.

Yazının müellifi, tanıyan herkes tarafrından her işi büyük bir ciddiyet ve sorumluluk bilinci içinde yapmasıyla ünlüdür. Nitekim, Ergenekon iddianamesini de noktası virgülüne kadar okumuş, hatta bu sırada uzun süre sol kolunu masaya dayaması sonucunda “tenis dirseği” olarak adlandırılan rahatsızlığa uğramıştır.

Yazısından anlayabildiğimiz o ki, okudukça heyecanlanmış, hele tanıdığı bazı isimlere rastlayınca iddianamenin doğruluğundan en ufak bir şüphe duymaksızın emin olmuş, “yetmeeez!” diye bağırmaya başlamış ve belki de bu çığlık bir sene sonra ülke tarihinin en önemli sloganına ilham kaynağı olmuştur.

Biz “anlamıyoruzcu”, “postal yalayıcı”, “Ergenekoncu” hatta “faşist” bile olsak, verilen sözlerin hele yazılı olarak beyan edilen sözlerin mutlaka tutulduğu bir ahlaki altyapıdan geliyoruz.  Bu nedenle son paragrafta kuracağını ilan ettiği porno siteyi bekliyorduk. Onun yerine oldukça başarılı bir blogla yetindi. Herhalde ilerde o blogda bir porno sekmesi açmayı düşünüyor.

Bu arada belirtmeden geçmeyeyim, bu arkadaşların önde gelenlerinden bazılarının yakın zamana kadar ne düşüncede olduklarının görülebilmesi için, belki okumamış arkadaşlarım vardır diyerek, Fransız gazeteci Ariene Bonzon’un otuz kadar “liberal demokrat” ile yapmış olduğu ropörtajı da ayrı bir yazı olarak koyacağım.

Bloğum, tasarımı açısından henüz nihai şeklini almadı. O nedenle yazıları tarih sırası vb. şeyleri gözetmeden yerleştiriyorum. Lütfen eleştirilerinizi, bloğun altında yer alan yorum kısmına yazın. Tabii biraz övgü de bekliyorum. (Ne de olsa benim de hassas bir ruhum var ve artık altmış yaşındayım.)

Sevgilerimle


Ziya