"Türkiye'de liberal entellektüeller İslamcıların 'faydalı aptalları'nı mı oynadılar?"
Fransız Slate.fr haber sitesi yazarı Ariane Bonzon 'Söyleşi yaptığım otuz kadar liberal entelektüelden hiçbiri AKP’ye şans tanıdığı için pişman görünmüyor' dedi
Ariane Bonzon / Slate.fr
Çeviri: Hayri Koray
Dam üstünde saksağan, vur beline
kazmayı. Kültürel ve toplumsal olarak her şey, agnostik hatta ateist,
Batılılaşmış, AB taraftarı “liberal” Türk aydınlarıyla (sağ veya soldakileri),
muhafazakâr İslamcıları karşı karşıya getiriyordu. Oysa, iki tarafı yaklaşık on
seneliğine birleştiren gayriresmi ittifak, 2003’ten beri iktidardaki Recep
Tayyip Erdoğan ve AKP için hayati ve belirleyici olduğunu kanıtladı.
Bu liberal entelektüeller, az
sayıları ve seçimlerde sahip olabilecekleri ağırlığın düşündüreceğinden çok daha
büyük bir rol oynadılar. AKP’nin post-İslamcı, liberal, demokrat ve reformcu
bir imge inşa etmesini sağladılar. Batılılaşmış orta ve üst sınıfların yanı
sıra, Avrupa ve Amerikalı işadamlarını, siyasetçileri, diplomatları ve
gazetecileri teskin ederek muhafazakâr Müslümanları meşrulaştırdılar.
Mayıs-Haziran 2013 gösterilerinin
şiddetle bastırılışı ve ardından gelen son zamanlardaki yolsuzluk meseleleri ve
bunları devletin üst kademelerinde hasıraltı etme isteği, zaten son zamanlarda
su alsa da bir avuç alt edilmezin hâlâ sıkı sıkıya tutunduğu bu ortaklığı
muhakkak sekteye uğrattı.
Peki, bu liberaller, İslamcı
muhafazakâr iktidarın yoldan sapışlarını eleştirmekte neden geciktiler? Ve
sonuç itibariyle, sol kesimden bazı entelektüellerin 1950-60’larda Sovyet
rejimi nezdinde oldukları gibi, AKP ve Erdoğan’ın “faydalı aptalları” (idiots
utiles) olmadılar mı?
'Köylülere” karşı duyulan suçluluk'
AKP, 2002 sonunda iktidara
geldiğinde, bir açılım havası vardı. Bunun öncesinde senelerdir istikrarsız
koalisyon hükümetleri el değiştiriyordu. Oyların “yalnızca” % 34’üyle Mecliste
elde edilen mutlak çoğunlukla hegemonyasını kurmaya başlayan AKP’nin kendisi de
bizatihi merkez sağdan, sağın aşırı-milliyetçilerine kadar uzanan bir
koalisyondu.
AKP’yi önceleyen ekonomi bakanı Kemal
Derviş, 2001 krizinden çıkmak için derinlemesine maliye ve banka reformları
başlatmıştı. AKP hükümeti bunlara devam etti ve Recep Tayyip Erdoğan,
Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne sokmak istediğini söylerken ikna edici
gözüküyordu, teskin ettiği işadamları birliği TÜSİAD da oyunu oynadı. Ayrıca,
çok sayıda liberal, AKP’nin Kürtlerle varılacak barış mutabakatına dair bir
umut olabileceğini söylemekteydi.
Harvard’da ders veren ekonomist Dani
Rodrik, “çoğumuzun umduğu, Erdoğan ve AKP’nin hakiki bir demokratik güç
haline gelmesiydi —mutlaka muhafazakâr kalıp, İslam’dan nasibini almış olmaya
devam edecekti, ama yine de açılımcı ve demokratik bir güç bekliyorduk”, diyor.
Öte yandan, Batılılaşmış sol elit
kendini —İstanbul’un şık semtlerinde, hükümete gelen Anadolulular için
kullanılan tabirle— bu “köylüler” karşısında suçlu hissediyordu. Başbakanın
aralarından çıktığı muhazakârlar nezdinde Batılılaşmış elitlerin vicdanı
rahatsızdı. Zira, laik ve askeri düzenin demir yumruğu altında bu dindar ve
mütevazı kesimlerin türbanlı kızlarıyla alay edilmiş ve bu kesimler birçok dini
özgürlükten mahrum bırakılmışlardı.
Siyaset bilimci ve eski UNESCO
bürokratı Ali Kazancıgil, “AKP, nüfusun modernleşmeden dışlanmış ve hor
görülmüş çoğunluğunu temsil ediyordu. Onlara bir şans verilmesi gerektiğini
düşündük. Ayrıcalıklı ve Batılılaşmış bir çevreden geliyorum, fakat bir
Sartre’cı olarak kendi sınıfıma ihaneti meşru buldum. Böylece AKP’yi
destekledim”, diyor.
Paris-XIII Üniversitesi’nde
uluslararası ilişkiler bölümü öğretim üyesi Alican Tayla, “bu
entelektüeller arasındaki yaygın bir fikre göre AKP’nin iktidara gelişi,
‘gerçek’ halkın rövanşıydı ve dönüşüm de ancak gerçek halktan gelebilirdi”,
diye özetliyor.
Bu bakış açısı, ordu tarafından
aleyhinde 2000’den beri birçok dava açılan yayıncı Erol Özkoray’ı bir
saniye olsun etkilememişti. Seçimlerden hemen bir ay sonra, 11 Aralık 2002’de,
Libération gazetesinin sütunlarında AKP’nin zaferini bir “karşı-devrim” olarak
nitelendiriyordu. “Bazı meslektaşlar ve arkadaşlarımın çoğu bana karşı
burunlarından soluyorlardı. Akademisyen bir arkadaşımsa bana şöyle haykırmıştı:
‘Nasıl böyle bir şey yazabildin, onlara en azından ufak bir şans veremez
miydin?’. Bundan sonra da benimle bir daha hiç konuşmadı”, diye hatırlıyor
bugün.
Ortak düşman, ordu
Özellikle, liberal entelektüellerin
İslamcılarla ortak bir düşmanları vardı: Ordu. İslamcılar gibi, solcu
öğrenci ve militan olan bazıları da, 1980 askeri darbesi sonrasında
tutuklanmış, işkence görmüş ve hapse atılmıştı.
2007’de Genelkurmay hâlâ kudretliydi,
güvenlikçi ve laik düzenle birlikte Recep Tayyip Erdoğan’ı sarsma,
istikrarsızlaştırma girişiminde bulunmuştu. Ama, kazanan AKP oldu: Kuvvetlenen
çoğunluğuyla (2007’de oyların yaklaşık % 47’sini toplayarak) ikinci bir hükümet
dönemine hak kazanıp, Avrupa Birliği’nin de desteğini alarak, askeri vesayet
rejimine karşı Ergenekon operasyonunu başlattı.
Bundan böyle, liberal entelektüeller
yekvücut halinde, onlarca subaya karşı yürütülen tutuklama ve kovuşturmaları
destekleyeceklerdi. Sürecin ilerleyiş ve yürütülüş biçimiyle ilgili de çok ince
eleyip sık dokumayacaklardı. Strazburg Üniversitesi doçenti Samim Akgönül,
2009’da, merkez sol gazetesi Radikal’de, Ergenekon’un, hakiki darbe
girişimlerine karşın, muhaliflerin tasfiyesine yönelik bir operasyon olduğunu
yazsa da, soruşturmadaki çok sayıda usulsüzlük ve belgelerde yapılan tahrifata
dair yazılan makaleler son derece enderdi.
Polisin bu manipülasyonlarından
kendisine söz ettiğim bir entelektüel ise konuşmamızı orada durdurarak, elde
ettiğim bilgileri sesi yankılanırcasına “Bullshit” [İng. argo “saçmalık”, ç.n.]
diye nitelemişti (ki bu bilgiler artık teyit edilmiş durumda). Başka bir defa
ise, gazeteci Mehmet Altan şüphelerime şöyle cevap vermişti:
“Seni temin ederim ki hiçbir şüphe
yok, bir darbe girişimi oldu ve önemli olan da bu”.
Dani Rodrik, bu entelektüellerden
bazılarıyla Balyoz operasyonunun başında irtibata geçtiğini belirtiyor, ki o da
Ergenekon çerçevesinde yürütülen tasfiyelerden biriydi ve birçok başkasının
yanı sıra, Rodrik’in kayınpederi general Çetin Doğan’ı da hedefliyordu:
“Çetin Doğan, ya da diğer sanıklarla
ilgili onlardan anlayış beklemiyordum. Sadece davada tam olarak neyin tecelli
ettiğini görmelerini istiyordum. Fakat hiçbiri oralı olmadı. Sanki onlara başka
bir ülkeden bahsediyordum, Türkiye’den değil.
Onlar için hiçbir şeyin önemi yoktu,
ne sürecin nasıl temelinden saptırıldığının, ne de uydurma kanıtların
aşırılığının. Hiçbir şey, tüm bu adamların suçlu olduğuna ve davaların iyi bir
şey olduğuna dair fikirlerini değiştiremezdi”.
Hedef, yöntemleri de mübah kılıyordu.
Yüzlerce asker böylece hapse atıldı, askeri hiyerarşinin başı kesildi ve ordu
kışlalarına geri gönderildi.
Liberal entelektüellerin, 2007’den
itibaren bu davalardaki hükümler kadar, yürütülüş biçimlerine de önem vermeleri
gerekmez miydi? Bu çarpık bacaklı hukuki sürecin siyasi sonuçlarını azımsamış
olmadılar mı?
Şayet bugün Recep Tayyip Erdoğan ve
çevresi, kendi haklarındaki yolsuzluk soruşturmalarına köstek vurmak üzere bu
kadar rahatça müdahalede bulunabiliyorsa, bu belki de Türkiye’de AKP’nin
iktidara gelişinden önce de adaletin siyasi iktidar tarafından her zaman
manipüle edilmiş oluşundan kaynaklanmaktadır, fakat bu aynı zamanda
askerlere karşı açılan davalar kapsamında liberal entelektüeller yeterince eleştirel
davranmadığı için de mümkün olabildi. Güney Afrika, Hakikat ve Uzlaşma
Komisyonu [Truth and Reconciliation Comission] ile hakkaniyetli bir adalet
sisteminin geçiş dönemlerindeki önemini göstermişti.
Neo-tarikat Gülen cemaati köprüsü
Fakat bu sessizlik, kaynağını başka
yerden alıyor. Bu davalar süresince, Erdoğan’ın son zamanlarda sorgulamaya
başladığı güçlü bir toplumsal ve dini hareket olan neo-tarikat Gülen cemaatine
yakın adamlar, Başbakanla yapılan uzlaşma çerçevesinde, büyük ölçüde polis ve
adalet teşkilatında ipleri ellerinde bulunduruyorlardı.
Oysa, liberal entelektüellerin büyük
kısmı bu hareketle sıkı temas halindeydi, ya onun basınında yazıyor, ya da onun
televizyon kanallarında boy gösteriyorlardı. Bunun yanı sıra, Gülen’in
neo-tarikatıyla bağlantılı olsa da belli bir özerkliğe sahip Abant platformunun
Türkiye’de ve yurtdışında düzenlendiği tartışma ve seyahatlere katıldıkları da
oluyordu.
Gülen hareketinin “yol arkadaşları”
liberal entelektüeller, “Türk demokrasisini ilerletmek” umuduyla burada bir
kürsü ve birçok tabu konu (laiklik, Ermeni Soykırımı, dini özgürlükler, vs.)
hakkında tartışabilecekleri bir mekân buluyorlardı. Cemaate üye olmadan, onun
tarafından ileri sürülüyor ve böylece yurtdışında, ya da Türkiye’de bugüne dek
ulaşamadıkları halk kesimleri nezdinde belli bir tanınırlık elde ediyorlardı.
Bu neo-tarikat, forum ve toplantı organizasyonlarında tek değil, fakat mali
olanakları, uluslararası şebekesi ve tabanındaki sadık taraftarlarıyla ayırt
ediliyor.
Bu entelektüeller, en azından işin
başında, Gülen hareketi sayesinde Recep Tayyip Erdoğan’ın yakın çevresiyle
temas kurmanın peşindeydi. “İki taraf da bu işten kazançlı çıkıyordu”, diyor
ekonomist Eser Karakaş, “Cemaat beni kullandı ve ben de onu kullandım. Biz
liberaller Abant platformunu Türkiye’yi demokratikleştirmek için kullandık”. Ve
liberaller de ara sıra Türk ve İslamcı galaksinin, en azından işin başında,
fikir, kavram ve programlarını ifade edişine yardımcı oldular ve böylece
kodlarını ve dillerini iyi bildikleri Batı çevreleri tarafından da
benimsenmelerini sağladılar.
Bazı entelektüellerse neo-tarikat ile
çalışmayı reddetti, fakat büyük kısmı kabul etmişti. Gülen hareketenin çok
sayıdaki ve genellikle ilerici eylem ve inisiyatifine katılımlarıyla, bu
hareketin odağı haline geldiği suçlamalar arasında sıkıntıya düştüler, mesela
gazeteci Ahmet Şık ve Nedim Şener’in hareketin gizli olduğu
varsayılan icraatını ifşa ettikleri gerekçesiyle tutuklanıp hapse
atıldıklarında olduğu gibi.
Son olarak, bu entelektüellerin
önemli bir kısmı ekonomist (Eser Karakaş, Cengiz Aktar, Ahmet
İnsel gibi) ve dolayısıyla AKP ile birlikte büyümenin kapıda oluşuyla
yabancı yatırımların katlanarak artışını çok iyi karşılamışlardı. Muhafazakâr
ve girişimci yeni Müslüman burjuvazisinin yükselişinde ise ülkenin
demokratikleşmesi için önemli bir fırsat görüyorlardı.
2010 referandumunun parçalanmaları
Sonunda 2010 Anayasa referandumuyla
liberal entelektüeller aralarında parçalanmaya başlayacaklardı. Seçmenler bir
dizi Anayasa değişikliği hakkında blok halinde oy kullanmaya çağırılmıştı; bu
değişikliklerden bazıları olumluydu, 1980 askeri darbesinin sorumlularının
yargılanma yolunun açılması veya yargının bürokrasi ve diğer tüm resmi
makamlardan bağımsızlığı gibi; öte yandan bazılarıysa daha tartışmalıydı, zira
siyasi çoğunluk bazı yargı atamaları üzerinde vesayet elde ediyordu.
İki taraf karşı karşıya geliyordu.
Bir yanda, çekimserliği savunanlar, bu anayasal değişiklikleri yetersiz buluyor
ve Başbakana bir zafer sunmak istemiyorlardı, zira otoriter eğilimleri gittikçe
barizleşmekteydi. Öbür tarafta ise, Murat Belge, Baskın Oran ya da Ahmet İnsel
gibi “Yetmez ama evet” oyu çağrısında bulunanlar vardı. Bu konudaki tartışmalar
bazen yumruk dövüşüne kadar gidiyordu. Bazı arkadaşlar artık birbirleriyle
konuşmaz olmuştu.
Alican Tayla, bazı liberal
entelektüelleri “entelektüel dürüstlükten uzak” olmakla suçluyordu: “Evet oyu
kullanma çağrısı yaptıktan bir ay sonra, hükümet tarafından Hakimler ve
Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) üyeleri değiştirilince ortalığı ateşe verdiler.
Oysa, Erdoğan zaten bu açık çeki elde etmek için referandumu düzenlemişti, bunu
da herkes biliyordu!”.
“Aşırı derecede eleştirildik,
özellikle de ‘solcular’ tarafından”, diye açıklıyor sosyolog Ferhat Kentel ve
ekliyor, « bize kukla muamelesi yaptılar, bizi AKP’ye satılmış olmakla itham
ettiler. ‘Evet’ oyu kullandım, çünkü ilerleme vesilelerinin değerlendirilmesini
savunuyorum ».
Referandumdan % 77’nin üzerinde bir
katılımla, % 58 oranında evet sonucu çıktı,. “Sonuç itibariyle bu oylama pek
bir işe yaramadı: Hâlâ hakikaten yeni bir Anayasa bekliyoruz”, diye saptıyor
Galatasaray Üniversitesi’nden hukukçu Özgür Mumcu.
Hepsi göstericileri desteklemiyor
Mayıs ve Haziran 2013’te, 2 milyondan
fazla gösterici, hükümetin bilhassa kadınların ve gençlerin özel hayatlarına
müdahalesine ve otoriter sapmalarına karşı sokağa indi. Bu gösteriler şiddetle
bastırıldı, ardında birçok ölü ve binlerce yaralı bırakarak.
Bu liberal entelektüellerin hepsi
değil ama büyük kısmı, protesto hareketinin yanında yer aldı ve Samim Akgönül,
Cengiz Aktar, Ahmet İnsel, hatta Ragıp Zarakolu gibileri “Gezi
Komünü’nde” gözüktüler. Başkalarıysa daha sessizdi.
Ferhat Kentel, bugün hâlâ AKP’yi destekliyor. Ekim 2013’te, Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu’nun kurduğu Şehir Üniversitesi’ndeki bürosunda yaptığımız
görüşmede “benim gözümde, AKP ülkeyi devrime götüren toplumsal güçleri temsil
ediyor ve artık türbandan, Ermeni Soykırımı’ndan ya da Kürtlerden bahsettiğim
için sokakta suikaste uğramaktan korkmuyorum”, diye açıklıyordu. “Bu, Erdoğan’ın
tavır ve davranışlarının demokrasiye vahim zararlar verdiğini düşünmemi
engellemiyor, her ne kadar bunlar büyük ölçüde sandık hesaplarından ibaret olsa
da”.
Karşılaştırma maksadıyla Fransız
Devrimi’nde Robespierre taraftarlarının tasfiyesi örneğine başvurarak, şunu
belirtiyor:
“AKP’nin devrimi son buldu, AKP’nin
İslamcıları şu an Thermidor’larını yaşıyorlar”.
Söyleşi yaptığım otuz kadar liberal
entelektüelden hiçbiri AKP’ye şans tanıdığı için pişman görünmüyor. Diğer
tarafı, yani baştan beri AKP’yi ülkeyi gizlice İslamcılaştırma amacı gütmekle
itham eden “laikçi Kemalistleri” rahatlatacak bir şey söylemek söz konusu değil
hiç şüphesiz.
2008’de Ermeni Soykırımı’nın
tanınmasını savunduğu için para cezası alan ve Kürtler için daha fazla adem-i
merkeziyetçilik ve özerklik istediği için 2011’den 2012’ye hapis yatan Ragıp
Zarakolu, “AKP ve Erdoğan değişti, ben değil”, diye açıklıyor. Samim
Akgönül’se, “AKP’nin sistemi dönüştüreceğini zannediyorduk, fakat aynı sistemin
araçlarını kendisi üstlendi ve ideolojik aygıtını tekeline aldı”, diye
hayıflanıyor.
Siyaset bilimci Halil Karaveli
aynı fikirde değil. Ona göre, “sistemden” bahsederek, yani devlet aygıtının
sürekliliğini öne sürerek, liberaller kendi sorumluluklarını kabul etmiyorlar:
“Şayet liberal entelijansiya, laik muhalefete karşı tavizsiz tavra destek
vermek yerine ideolojik arabulucu rolünü oynasaydı, AKP’nin reformcu ve ılımlı
çizgisini devam ettirmesi imkânsız değildi”, diye yazıyordu 2008’de.
Fazla kaçan bir eleştiri sonrası AKP
yanlısı gazetelerden atılan veya kendilerine otosansür uygulayan liberaller,
Recep Tayyip Erdoğan’ın zamanının dolduğunu anladılar. Türkiye Başbakanı, iki
tarafa da ait olmayan ve bazen kendi yandaşlarını sinirlendiren bu İstanbullu
entelektüellerle artık uğraşmak istiyor gibi görünmüyor.
Nisan 2013’te, AKP’nin İstanbul il
başkanı Aziz Babuşçu, “önümüzdeki seneler, şu ana dek bizimle birlikte
yürümüş bulunan liberallerin isteklerine tekabül etmeyecek. Bundan böyle
düşmanlarımızın ortakları olacaklar, zira inşa edeceğimiz Türkiye, onların
kabul edebileceği bir gelecekle örtüşmüyor”, diye sakince beyan etmişti.
Bu kutuplaşma mantığı, liberallerde acı bir tat bırakıyor,
çünkü AKP’nin zıttında yer alan Kemalist kampta da yerleri yok. Kuşkusuz bu
yüzden de hiçbiri Erdoğan’ın partisini tutarak yanıldığını veya “faydalı bir
aptal” olduğunu kabul etmiyor. “Bu bir tür ehvenü-ş-şer idi”, diyor birçoğu.
“AKP, Türkiye’nin askeri vesayetten kurtulması için zorunlu bir geçişti