Unutturamaz Seni Hiç Bir Şey
Büyük
Türk Sanat Müziği bestecilerinden Ekrem Güyer’in Nihavend bestesi ¨Unutturamaz
seni Hiç Bir Şey¨ şarkısının ilk mısraı, benim siyasi tarihimdeki (yani benim içinde
ya da kenarında olduğum siyasi olay, tavır, gelişme, başarı, ihanet vb.) mottolarımdan
biridir. Öyle ki, herhangi bir olayın göbeğinde, başrolünde bulunmuş bir
arkadaşımın çoktan unutmuş olduğu bir olayı, ben bugünmüş gibi tüm detaylarıyla hatırlayabilirim.
Anarım, överim, kınarım, yererim, anlatırım (ama henüz hepsini yazmam, hele bu gelen
faşizmde hiç yazmam). Bu nedenle sevenlerimin yanı sıra sevmeyenlerim de çoktur,
çünkü ben onların unutmak istediklerini de hatırlarım.
Bazı¨unutulamayanlar ise ister istemez insanda ¨takıntı (tıbbi adı obsesyon)¨
yaratabiliyor. Bende de bunlardan birkaç tane var. Bazıları çok dar bir
çevrenin bildiği, ama beni çok derinden etkilemiş olaylara ilişkindir. Bir de
tüm toplumu etkileyen, geleceğini belirleyen, her yeni olayda¨acaba o hata olmasaydı,
bu durum yine böyle olur muydu?¨ sorusunu sorduran, kendini hep hatırlatan
boyuttaki olaylar vardır. Hani şu yukardaki şarkıdaki gibi.
Hangi Olay Mesela?
Bloğumu
ilk yazımdan bu yana takip edenler, bu ikinci türden en güçlü takıntımın
hangisi olduğunu hemen bileceklerdir: ¨Yetmez, ama evet¨. Peki, bugün neden
gene buna takıldım? Tamamen tesadüf.
Ortaköy’de
bir home-ofisim var. Kitaplarım, dosyalarım orada duruyor. Bizim oğlan, avukat
olup kendi parasını kazanmaya başlayınca, kendi evini de kurmak istedi. O arada
da benim hayat kalitem oldukça düşmüştü. Öksürüp bayılıyordum. Birkaç kez de bu
yüzden kafamı yardım. Evden dışarı çıkmama pek izin verilmiyordu, ben de nasıl
olsa gidemiyorum deyip Ortaköy’deki evi oğluma verdim.
Ama
tabii oranın gerçek bir ev olarak yaşanabilir hale getirilmesi gerekiyordu. Bir
süre orada düzenleme, temizleme, yeniden yerleştirme, atma, satma faaliyeti
yapmak gerekti.
Soldaki sayfada altta ¨Bu broşür AKP İSTANBUL İL BAŞKANLIĞI tarafından hazırlanmıştır¨ yazısı görülüyor |
Ve
ta,ta,ta,taaam. Dosyaların birinden iki broşür çıktı. Biri, AKP’nin 12 Eylül
2010 referandumu için hazırlamış olduğu ¨EVET¨ broşürü. Yirmi dört sayfa,
üzerinde üstte ¨TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI¨, altta da ¨Üstünlerin Hukuku
Değil, Hukukun Üstünlüğü¨ ibareleri var.
Diğeri
ise yine 12 Eylül 2010 referandumu için kimin hazırlamış olduğunu bilemediğimiz
(ileride buna bakacağız) ¨Yetmez, ama Evet¨ broşürü. O da kapağında büyük bir
¨YETMEZ! ama EVET!¨ yazısı ve altta da www.yetmezamaevet.com site adresi var.
Duygu
Fırtınası
Önce
onları buldum diye çok sevindim. Neredeyse bayram ettim. Büyük bir hevesle
sayfalarını çevirdim. Karşılaştırdım, bayramım mateme döndü. Kendime çok
kızdım. Bu iki broşür o günlerden beri bendeymiş madem, bu karşılaştırmayı
neden o günlerde yapmamışım ki?
Neyse, kendime
çok kızmam da gereksiz. Bugün, geçmiş beş yıldaki gelişmelerin, yapılan
tartışmaların, kavgaların ve çeşitli yazıların ışığında görebileceğim şeyleri o
günlerde bu kadar net görebilmem belki de mümkün değildi (İnanmayın, tevazu
ayağı yapıyorum, çok şey görmüştüm o günlerde de).
O Günler
Şimdi o günleri içinde yaşamamış
gençler ve benim gibi takıntılı olmayıp unutmuş olanlar için biraz anlatayım.
AKP, demokratik bir atılım
gerçekleştirmek için (!) referandum önerisi getirdi. Amaçlanan (!), ülkeyi
askeri ve yargısal vesayetten kurtarmak, daha demokratik bir ülke haline
getirmekti. ¨İleri demokrasi¨ye geçilecek, o sayede de Avrupa Birliği’ne giriliverecekti.
Dandik Ergenekon davasıyla zaten ortam yumuşatılmış, tava getirilmişti. Balyoz
davası
HAYIR tavrı ise, CHP, MHP ve bir kısım
sol siyasetlerce destekleniyordu.
HDP’nin o günlerdeki öncülü BDP ve bazı devrimci siyasetler de,
referandumu boykot ettiler.
İçinde örgütlü tek güç olarak DSİP’in
(Devrimci Sosyalist İşçi Partisi) ve bireyler olarak da Birikim tayfasının
büyük kısmının ve bir dolu solcu şöhretin yer aldığı ve daha sonra toplumda
¨sol liberaller¨ olarak adlandırılacak olan bir grup solcu ve aydın da o mucize
buluşa sarıldı: Yetmez, ama EVET!
Hıyar-tuz metaforunun önde gelenlerinden biri: Doğan Tarkan Maalesef onu kaybettik. Belki de hatasının sonuçlarının giderek büyümesine dayanamadı. Kimbilir? |
Ara not: Bu grubun katkısı AKP
açısından o kadar önemliydi ki, sonuçlar açıklandıktan sonra yaptığı balkon
konuşmasında RTE, DSİP’e özellikle teşekkür etti. Ufak bir hata ile; partinin
adını tam öğrenemişti, Devrimci Sosyalist İşçi Partisi yerine, Devrimci Solcu
İşçi Partisi dedi. Olsun, DSİP’liler buna aldırmadı bile. Uğruna o kadar
mücadele ettikleri koca başbakan onlara teşekkür etmişti ya. ¨Evet¨ kazanmıştı
ya. O kadarcık hata da oluversindi.
Bu parlak ¨Yetmez ama, Evet¨ sloganının
kimden çıktığı bilinmiyordu. Aslında ben, hem Avrupai olması (malum, hepsi
Avrupa görmüş adamlardır) hem de sanki çelişkinin bir düzey üzerine çıkılmış
gibi bir hava vermesi nedeniyle, bizim Birikim tayfasından şüpheleniyordum. Ama
daha sonra Hayko Bağdat, sloganı kendisinin bulduğunu açıkladı. Hayko, özür
diler gibi olduysa da, bugün hâlâ
bizim gibi Hayır’cıların eleştirilerine uğruyor. Hükümet bile, uyguladığı kaba saba, baskıcı politikalar için o referandumda
aldığı desteğin öneminden bahsedip duruyor. Bir önceki hükümetin başbakan
yardımcısı Bülent Arınç bunu açıkça söyledi: (mealen) ¨Son yıllarda ne
yaptıysak, 12 Eylül referandumundan aldığımız güçle yaptık.¨ Zavallı Hayko da bu
ifadeler yüzünden kendisini Arabesk filminde Şener Şen’in söylediği şu şarkıdaki
ruh halinde bulduğunu itiraf ediyor.
Bana çok sempatik geliyor, ama bence kafası bugün de karışık. Yine de binlerce YAE'ciye göre çok daha delikanlı. |
¨Eğer ki yaşananlarda
sorumluluğum var ise:
Allahım kör et beni.
Aman bu ne acı, bu ne keder,
bu ne sancı
Yalan, yalan dünya, yalan
sevgi, aşklar yalan
Görmeseydi gözlerim.
Görmeseydi gözlerim
gözlerim gözlerim
Yetmedi mi gördüklerim Kör
ol artık gözlerim
Allahım kör et beni Allahım
kör et beni
Dünya olsun kara zindan
Esirgeme kulundan
Allahım kör et beni Allahım
kör et beni
Aksın gözüm nur aksın Bundan
böyle kör baksın
Allahım kör et beni Allahım
kör et beni
Görmeyeyim bir daha o yârin
ettiğini
Allahım kör et beni Allahım
kör et beni
Yetmedi mi gördüklerim Kör
ol artık gözlerim
Allahım kör et beni Allahım
kör et beni
Dünya olsun kara zindan
Esirgeme kulundan
Allahım kör et beni Allahım
kör et beni
Aksın gözüm nur aksın Bundan
böyle kör baksın.¨
Hayko’nun tavrı tabii ki
sempatik. Ama yine de işi, ¨sorumluluğum var ise¨ şartına bağlamış. Var mı, yok
mu? Açıkça söyleyiver, rahatlarsın kardeşim.
Neyse yine de diğer ¨Yetmez
ama, Evet¨çilerden daha dürüst. Onların büyük çoğunluğu bu ayıbı sessizce
atlatmaya, unutturmaya çalışıyor.
Tabii ki Kimse Kör Olmasın
¨Yetmez, ama Evet¨i
savunanlar (yazıda buradan sonra YAE’ciler olarak anılacak), kişi sayısı olarak belki yüzdeleri
Bu yürüyüş İstanbul'dan. Diğer büyük şehirlerin çoğunda da böyle yürüyüşler düzenleyebildiler. Geçerken iki soru: Katılanların hepsi gerçekten YAE'ci miydi? TOMA nerede? |
İlginç olan, bu isimlerin
belki o güne kadarki hiç bir kampanyada, bu denli gönüllü, bu denli aktif, bu
denli kendinden geçercesine yer almamış olmalarıydı. Aralarında çokça rastlanan
¨o varsa, ben yokum¨ türünden tavırlar tümüyle ortadan kalkmış, her hıyarım var
diyene (EVET) bir avuç tuz kapıp koşturuyorlardı.
Bu isimler asıl vurucu etkiyi yurt
dışında yaptılar. Çeşitli konferanslara, panellere, açık oturumlara davet
edildiler. Hıyar-tuz metaforu burada da geçerliydi. Buradaki etkileri çok daha
önemliydi. AB’nin, ABD’nin ve çok etkili olabilecek sivil toplum kuruluşlarının olayın gerçek yüzünü
anlamalarını ve tavır almalarını engellediler, adeta gövdelerini gerçeklerin,
AKP’nin ve özellikle de RTE’nin önüne siper ettiler. Bu aşkın altyapısı aslında
hâlâ
tam olarak anlaşılamadı.
Oluşabilecek karşı tavırları o denli
güzel pasifize ettiler ve ortamı o denli başarılı gölgelediler ki, bugün referandum
sonucunda yüzde kaç etkileri olduğunu söylemek zor. Ama Arınç’ın ifadesi
doğruysa, etkilerinin çok küçük sayılamayacak bir düzeyde olduğu söylenebilir, bu da maalesef
sorumluluğa ortak olmak demektir. Neyin sorumluluğuna mı? Yuh artık. Adam
söyledi, referandumdan bu yana neler yapabildilerse, onu sorumluluğuna. Herhalde neler yapabildiklerinin ve
neler yapmakta olduklarının farkındasınızdır.
Peki, Biz Neden Başaramadık?
Bir yandan asıl yapmamız gereken AKP
karşıtı mücadeleyi sürdürürken, bir yandan da bunların etkisini kırmaya
çabaladık. Ama bunu başarmak çok zordu. Neredeyse tüm TV kanalları onlara her
türlü imkanı açmıştı. Her akşam en az birkaç kanaldaydılar. O açık oturumlarda
kimler yan yana gelmiyordu ki? Bu yazıda fazla isim vermemeye gayret edeceğim, ama şu
kadarını söylemeden de duramam. TRT kanallarıyla CNN, NTV gibi haber
kanallarının yanı sıra Cemaate ait tüm kanallardaki panel ve açık oturumlara şevkle
katıldılar. Her biri bu açık oturumların en az iki-üç tanesinde Burhan Kuzu,
Mehmet Baransu, Rasim Ozan Kütahyalı, Nâgehan Alçı gibi fenomenlerle
yan yana aynı tezleri savunur hale düştüler. Diğer partnerlerini saymaya bile gerek
yok, bence bunlarla aynı safta bulunmuş olmak bile yeterli.
Unutmadan belirtelim, bu aydınların
bazıları o zamanlar o kadar el üstünde tutuluyorlardı ki, yurtdışı gezilerinde
Başbakan’a (o dönemde RTE) uçağında refakat bile ediyorlardı. Aralarından
birine başbakanın ağabey diye hitap ettiği de biliniyordu. Garibim, şimdi
yargılanıyor RTE’ye hakaretten.
İşte o ağabey. Resmini her gördüğümde aklıma çok eski bir tekerleme geliyor: Bir zamanlar kral idi Mısır'a, Yazık oldu Cemal Abdülnasır'a. |
Sevdiğim bir arkadaşımın bu aydınlarla
ilgili olarak Facebook’ta paylaştığı bir ifadeyi burada aktarmak istiyorum:
¨Bunlar Fatih Sultan Mehmet’in Molla Gürani’si, Ak Şemsettin’i olmak istediler.
Ama bu sultan, Fatih değildi¨.
YAE’ciler – Hayırcılar İlişkisi
Amaçlanan bu muydu bilemiyorum, ama bu
ilişki çok yıkıcı ve adeta kanlı oldu. İşin bu noktaya gelmesinde bir ¨hayırcı¨
olarak, diğer ¨hayırcı¨lar adına da konuşabilirim, pek bir suçumuz, hatta
kabahatimiz olduğunu kabul etmiyorum. Buna karşı çıkacak olan bir YAE’cinin net
olarak ¨siz de şunu yaptınız, bunu söylediniz, şu hatalı tavrı savundunuz¨
diyebilmesi gerekiyor. Bu çok zor. Çünkü bir defa neyi öngördüysek gerçekleşti.
Ayrıca bizim söylediklerimiz de aşağı yukarı şöyleydi: ¨Yapmayın, etmeyin. Bu
işe alet olmayın. AKP’nin gizli ajandası var. Öncelikli amaçları yargıyı ele
geçirmek. Diğer maddelerin çoğu kandırmaca, kamuflaj. Asıl amaçları HSYK ve yargıyla
ilgili diğer maddeleri geçirmek¨.
Bu iddialar karşısında aldığımız
cevaplar ise şöyleydi (herhalde bugün inkar edemezler, değil mi?): ¨Niyet
okuyorsunuz¨, ¨Kemalistler¨, ¨Atatürkçüler¨, ¨postal yalayıcılar¨, ¨dikta
heveslileri¨, ¨diktacılar¨, ¨12 Eylülcüler¨, ¨ulusalcılar¨, hatta ¨sol
faşistler¨.
İtiraf edeyim, tartışmalarımda benim de
bazen sert ve alaycı bir üslup kullandığım oldu. Tabii katiyen bu ağırlıkta
laflar etmedim. Ama yine itiraf edeyim, bir yandan da içim kan ağlıyordu.
Tertemiz bildiğim adamlar gözümün önünde, kendilerinden geçmişçesine, gayet pis
bir oyuna alet oluyorlardı. Bu adamların çoğuyla birlikte bir sürü iş
yapmıştık. O zaman da aptaldılar da ben aptalca onları akıllı mı zannetmiştim,
yoksa benim gördüğüm gibi akıllı adamlardı da şimdi anlaşılmaz bir nedenle
aptallık mı yapıyorlardı? Gel çık işin içinden.
Hadi, Biraz Analiz Yapmaya Çalışalım
¨Hayır¨ ya da ¨Boykot¨ tavrını savunan
gruplar ile YAE tavrını savunanlar arasındaki farklardan biri, ikincilerin
diğerlerine göre daha global bakan, daha global hedefleri olan insanlardan
oluşuyor olmalarıydı. Kabaca şöyle
Birgün gazetesi, yani Dev-Yol ve bazı sol gruplar ¨darbeciler, sol faşistler, postalseverler, vb¨ olarak ilk günden çok net bir hayır tavrı koydular.tavrı koydu. |
Tabii bu çok, hatta aşırı iyi niyetli
bir görüş. Buna benzer, ama daha çok rakipleri tarafından ileri sürülen
görüşler de var tabii: ¨Bunlar enteldir¨, ¨Dünyaya sırça köşkten bakarlar¨ vb.
Hadi, buna da okey diyelim. Başka eleştiriler de olabilir. Ama bunlar durumu
açıklamakta yeterli olamıyor bence.
Aslında bunların aldığı YAE tavrının
tek bir güdüsü var, askeri ve Kemalist vesayetin kaldırılacağı inancı. Tabii
buna kuvvetli bir ek olarak da, 12 Eylülcülere yargılanma yolunun açılacak
olması. İşte YAE’cilerin argo tabiriyle mandepsiye bastıkları yer de burası.
Bu tek güdünün varlığı, önceki
varsayılabilecek nedenleri tümüyle iptal ediyor ve maalesef benim iki paragraf
önceki aptallık sorumu yeniden ortaya sürüyor.
Gerçekten İnanmış Olabilirler mi?
Tüm kalbimle cevap veriyorum: Evet.
Aralarında, en azından etkili konumda
bir ya da bir kaç paralı asker olabileceği fikrini tümüyle reddediyorum. Belki
bazılarında TV ekranlarına çıkıyor olmak, belli bir alışkanlık ya da ekstra
keyif yaratmış da olabilir (biz aramızda onlara medya maymunu diyoruz). Bedava
yurt dışı seyahatler, yurt içi ağırlamalar (Abant vb.) da hoşlarına gitmiş
olabilir. Ama bence avantanın tümü bu kadar.
Yani inandılar mı? İnandılar. Gerçekten
inandılar.
Referandum Nedir? Yapılan Neydi?
12 Eylül 2010 tarihinde yapılan, asla
bir referandum değildi. İddia ederim ki, dünya üzerinde o güne kadar bu tür bir
uygulama, referandum adı altında yapılamamıştır.
O gün yapılan, sağcısıyla, solcusuyla,
aydınıyla, cahiliyle tüm halkın hiç itiraz etmeden katıldığı oylama,
dalaveredir, gözbağcılıktır. Bir oylamanın referandum olabilmesi için, tek bir
konuda ¨evet – hayır¨ ya da ¨kabul – ret¨ biçiminde ikili bir seçme yapılması
gerekir. Yirmi altı birbirinden farklı maddenin tek bir seferde oylandığı bir
durum, asla referandum olamaz.
Okumuş etmiş, kariyer sahibi olmuş
insanlar, bir esnaf kurnazlığına, hatta bir dolandırıcılığa kurban gittiler ve
böyle uydurma bir oylamayı referandum diye kabul ettiler.
Bazılarının bugün kıvırtarak arkasına
sığınmaya çalıştıkları gibi kandırılmadılar, isteyerek kandılar. Yine hep ifade
edegeldikleri gibi ¨o dönemin koşulları farklıydı¨ lafı da tam bir saçmalık.
Zaten sorulduğunda da bu koşulların neler olduğuna ilişkin tek bir örnek bile
veremiyorlar.
Büyük bir kısmı, o günkü Erdoğan ile
referandum sonrası Erdoğan’ın çok farklı olduğunu söylüyorlar. Aslında da bu da
doğru değil, ama velev ki doğru. İşte adam sizi kandırmış, siz de gönüllü
kanmışsınız. Ayrıca RTE hedeflerini, henüz İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı
olmadan açıkça ifade etmişti. Kimseyi kandırdığı filan da yoktu.
Narsisizm Olgusu
Film yönetmeni ve uzman doktor Mustafa
Altıoklar, RTE hakkında narsisizm
teşhisi koyduğu ve bunu yüksek sesle ifade ettiği için yargılandı. Mahkeme tesadüfen bugün sonuçlandı ve Altıoklar, on ay para cezasına çarptırıldı. Ceza altı bin lira para cezasına çevrildi.
İnternette
yapacağınız kısa bir tur, narsisizm hakkında genel bir fikir edinmenize yardımcı
olacaktır. Testlerde genellikle on - on beş kadar davranış sıralanmakta, bunlardan üç ila
dört tanesinin aynı insanda bulunması, narsistik kişilik bozukluğuna (dikkat!
Hastalığına değil, kişilik bozukluğuna) işaret etmektedir. Yani sonradan
narsist olunmaz, narsist doğulur.
Bu vuruş çok iyi geldi. |
Dolayısıyla RTE’nin özellikle bu
bağlamda referandum öncesinde farklı bir kişilik, sonrasında farklı bir kişilik
olduğu ya da çok değiştiği ileri sürülemez. Çok zeki biri olduğu için bu
bozukluğun arazlarını, hedefine ulaşma ihtirasıyla bir miktar gizleyebilmiş
olabilir, ama arada mutlaka kontrolünü aşan davranışlarda bulunmuş olmalıdır. Bunları
yakalayabilmek, bu arazları görebilmek için belki de daha dikkatli bakmak
gerekiyordu. Ama askeri vesayet karşısında kazanılıyor gibi gözüken zaferler,
bakanların bir kısmının (YAE tayfası) gözünü kör etmişti.
Öte yandan RTE’nin iktidarının ilk
günlerinden beri dikkatlice bakanlar ve bu arazları görebilenler vardı. Ama bu
kişiler çok şanssızdı. İleride YAE’ci olarak ün kazanacak ¨aydınlar¨, bu öngörü
sahiplerini o günlerde en azından ¨niyet okumacılık¨ ile suçladılar.
¨Cuntacılık, ulusalcılık, darbeperestlik, postalseverlik¨ gibi ünvanlar da
ardından geldi.
¨Niyet Okumacılık¨, Acep Ne Ola ki?
YAE’cilerin suçlamaları başladığından
bu yana anlayamadığım iki kavram var. Birincisi, ¨ulusalcılık¨. Ne anlamda ve
bize karşı neden kullandığını anlayamadım. Zaten üzerime de hiç alınmadım. Ne
demek olduğunun açıklanmasını da istemiyorum. Bence bırakalım, öyle havada ya
da Aydınlıkçılarda kalsın.
Söyleyenler açısından büyük bir ayıbı
oluşturan kavram ise ¨niyet okumacılık¨. Aslında bu konuda daha önce de
yazmıştım. Ama hem konunun önemli bir parçası, hem de yeni takipçilerime
kolaylık olsun diye kısaca özetlemeye karar verdim.
Önce bir örnek verelim:
“Yürütmenin yargı üzerinde tahakkümünün
pekişmesi iddiası bugünkü duruma göre nesnel açıdan savunulması zor, daha çok niyet okumayla varılabilecek bir
değerlendirme olmaktan öteye gitmiyor.” (Ahmet İnsel, Güven oylaması değil halk
oylaması, 7 Eylül 2010) (bold, ZB)
Birlikte çok anım var, ama aklımda kalan tek görüntü, Gezi merdivenlerinde kendinden geçmiş haldeki konuşması. Nedense yukarı çıkamamıştı:)). |
İşte YAE’cilerin önderlerinden biri.
Hem akademik hem de siyasi bir kişilik. Çok da severim kendisini.
Bu referandum garabetinde aktif taraf
olan herkesin ortak bir özelliği var. Hepsi siyasi, yani siyasete şu ya da bu
düzeyde angaje olmuş insanlar. Bazıları da aynı zamanda akademik kişiler.
Şimdi bu insanların aslında tek bir
cümlede anlaması ve kabul etmesi gereken o gerçeği, bir türlü anlayamadıkları
için birkaç cümlede açıklayalım:
Siyaset sözcüğü Arapça ¨seis¨ kökünden
gelir ve ¨at terbiyesi¨ demektir. (Demirel’den öğrenmiştim). Bugün kullanmakta
olduğumuz ¨seyis¨ de aynı kökten gelir. Eğitim ya da yarış sırasında, bir atın
ne yapmaya niyetlendiğini, hangi koşullarda neleri yapabileceğini bilmeyen,
öngörmeyen, atın niyetini okuyamayan bir seyisin başarı ihtimali sıfırdır. Bir
şeye binmeye ya da eğitmeye çok hevesliyse, eşekle idare edebilir, yarış
atlarını rahat bırakmalıdır.
Şimdi geldik büyük ödüllü soruya:
Bir siyasi kişi, örgüt ya da parti,
rakibinin ya da rakiplerinin ne yapmayı planladığını, ne yapmaya hazırlandığını
öngörmez ya da öngöremezse, yani niyet okuma yapamazsa, herhangi bir siyasi
başarı ümit edebilir mi? Bence edemez. Düşeceği durumun siyasetteki adı
kuyrukçuluktur.
AKP-CHP ilişkisinin bu kuyrukçuluk açısından
analizini başka bir yazıda yapmaya çalışacağım.
Demek ki, neymiş? YAE’cilerin
ağızlarını doldura doldura ya da kalemlerinden kan damlata damlata bize
yönelttikleri ¨niyet okumacılık¨ suçlaması, hayatın ve de özellikle siyasetin
gerçekleri karşısında hallaç osuruğuna tekabül ediyormuş.
Yahu, Broşürleri Unuttuk
Yazıya broşür bayramıyla başlamıştık. O
konuyu unuttuk adeta.
AKP’nin broşürü üzerine söylenecek
fazla bir şey yok. Normal bir broşür işte. 24 sayfa, renkli, kuşe kağıt, vinyet
ve çizimlerle süslenmiş, 10 x17 boyutlarında bir broşür.
İlk dört sayfada ¨Anayasa nedir?
Değişiklikler neden önemlidir?¨ başlığı altında 82 Anayasası’nın bir sorun
olduğu, bütünüyle değiştirilmesinin altyapısını oluşturabilmek için bazı acil
reformları yapabilmek amacıyla referanduma başvurulduğu anlatılıyor.
Benim burada anlayamadığım tek cümlelik
bir paragraf var:
¨Bu anayasa değişikliği ile 150 yıl
sonra söz de karar da milletin olacaktır¨.
Neden o kadar bekleyeceğiz? Yok
beklemeyeceksek, ama yıl sayısı hatalıysa, 2010’a 50 ekledim, anlamı yok. 100
ekledim, olmadı. 15 ekledim, gene anlamsız. Aradaki 5 fazla deyip 10 ekledim,
gene olmadı. Neyse.
Maddelerde yapılacak değişikliklerin
açıklandığı her sayfanın altında o sayfada anlatılan değişiklik konusunda bir
cümle ve yanında EVET mührü yer alıyor.
Son beş sayfada bu mühürlü cümleler yok
(açıklaması ileride). EVET mühürlü sayfalarda yalnızca on altı - on yedi
maddenin açıklanması yapılıyor. Toplam değişecek madde sayısı yirmi altı
olduğuna göre, dokuz - on maddeyi açıklamaya gerek bile görmemişler. Onlar
herhalde tam boşluk doldurma maddeleri. Kamuflaj maddeleri. Zaten yirmi altı
maddenin AKP açısından gerçekten önemli olanlarının sayısı en fazla beş hatta
üç. Diğerleri bu maddeleri gizlemek, kafa karıştırmak için konmuş.
Sayfa sayısı bakımından bir dengesizlik
daha var: Tamam, on yedi maddenin her biri için birer sayfa ayrılmış, ama iki
değişiklik konusu var ki, onlara ilişkin düzenlemeler toplam on sayfada
açıklanıyor. Bunların son altı sayfası ise Anayasa Mahkemesi ve Hakimler ve
Savcılar Yüksek Kurulu’nun kaçar üyesi olacağından, bunların nasıl
seçileceğinden bahsediyor. Sayfa toplamında bir hata yok. Bazı sayfalar
(Anayasa Mahkemesi ve HSYK ile ilgili) iki sayfa kategorisine birden giriyor.
Acaba bu kurumlar çok mu önemli? Neden?
Burada Baykal’ı Anmasam Olmaz
Bu değişiklikler planlanırken,
AKP’lilerin aklında geçici 15. Maddeyi kaldırmak, yani 12 Eylülcüler’in
yargılanmasının önünü açmak hiç yoktu. Bu parlak fikir Baykal’dan geldi.
Askerin bir ihtimal taş koyabileceği yanılgısıyla, ¨madem demokratikleşiyoruz,
bu maddeyi de kaldırın da görelim¨ dedi. Halbuki asker o sırada Ergenekon ve
Balyoz eğitimine alınmış, ne yapacağını şaşırmış haldeydi. AKP teklifin üzerine
atladı.
Bu aptalca teklif, yüzbinlerce evet
oyuna mal oldu. Öneri tabii ki demokratçaydı, ama böyle bir referandum
komedisinde yeri yoktu. O, başlı başına bir hesaplaşma olmalı ve tüm
cuntacıları kapsamalıydı, iki bunak ihtiyarı değil. Zaten sonucunu da daha
sonra gördük.
¨Yetmez! ama evet!¨ Broşürü
Yine kuşe kağıda basılı (biraz daha kalın),
kapak sayfaları dahil sekiz sayfalık (iç yazılı sayfa adedi altı), 10,5 x 21
Broşürün ikinci ve üçüncü sayfaları. Değişiklik yapılacak bazı maddeler açıklanıyor. |
İlk dört sayfada ise yirmi kadar
maddeye ilişkin değişiklikler ana hatlarıyla verilmiş. Burada çok ilginç bir
durum var. Bu
Bunlar, dördüncü ve beşinci sayfalar. Açıklamalar devam ediyor, ama Anayasa Mahkemesi ve HSYK ile ilgili maddeler, diğerlerine göre çok daha detaylı açıklanıyor. |
Bunlar da altıncı ve yedinci sayfalar. Maddelerde yapılacak değişiklikler bir kez daha özetle veriliyor, sanki yer doldurmaca. Mesela Madde 9 ile Madde 10'dan bize ne? |
Söz yeniden Anayasa Mahkemesi’ne
gelmişken, belirtilmesi gereken bir olgu var. Bizim YAE’cilerin ileri demokrasi
yolunda önemli bir aşama olarak gördükleri, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel
başvuru hakkının tanınmasında, AKP’nin demokratik bir katkısı yoktu. AİHM
yıllardan beri bu konuda bastırıyordu, çünkü bizim demokrasiden oraya yapılan
hukuksuzluk başvuruları AİHM’i kilitliyor, diğer davalara bakamaz hale
getiriyordu.
Bu Broşürü Ben Hazırlasaydım...
Bu broşürü ben hazırlasaydım, bu kadar
kısıtlı bir hacimde, bir sürü maddeyi ikişer kere vurgulamak yerine, bir solcu
olarak (YAE’cilerin solcu oldukları varsayılıyor) beni daha doğrudan
ilgilendiren maddeleri seçer ve kuru kalabalık yerine onların önemini
vurgulardım. Ne de olsa benim hedef kitlem ağırlıkla solcular olmalıydı (sosyal
demokratlar dahil).
Şimdi yukardaki uzun cümleyi yazınca
maddelere bir kere daha bakayım dedim. Solcuları doğrudan ilgilendiren, daha
doğrusu ileri demokrasi yolunda atılmış gerçek adımlara tekabül edenler
hangileriydi?
Sevgili YAE’ciler, burada hitabım size: ¨Buna ilişkin değerlendirmemi ben
buraya yazmak istemiyorum. Her şeyi bilen Google amcaya ¨12 Eylül 2010 Anayasa referandumu
maddeleri¨ diye sorun, hemen geliyor. Kendiniz bakıverin maddelere bir kez
daha. Acaba hangileri ¨ileri demokratik¨miş ve solcuları özellikle
ilgilendiriyormuş? Bu incelemeyi yüzeysel değil, kelime kelime yapın. Grev,
sendika vb. kelimelerinin cazibesine kapılıp, tuzaklara düşmeyin. Haa, bir de Google’a
girmişken, AKP iktidarından önceki üçlü koalisyon zamanında AB ile uyum
çerçevesinde kaç tane Anayasa maddesinde hangi değişikliklerin yapıldığına da
bakıverin. Tabii, bunu yaparken geçici olarak CHP (orada DSP) nefretinden
sıyrılmanız gerek.
Bu referandumla değiştirilmesi
planlanan Anayasa’ya hala 12 Eylül Anayasası demenin de siyasi bir tezgah
olduğunu belki gözden kaçırmazsınız.¨
Resmini koydum, ama belki net
okunmayabilir. Bu broşürün arka sayfasındaki metni bir kez de buraya alıyorum
(italik):
¨Neden yetmez diyoruz!¨
(Haklısınız, soru işareti yerine ünlem
kullanılması benim de dikkatimi çekti. Ama fazla üzerinde durmak gereksiz, bu
kerameti kendinden menkul aydın taifesi hep biraz tahakkümcü olagelmiştir. Bu
da onun yansıması. Yani diyor ki, ¨Heey, sana söylüyorum, sen de yetmez de! Ben
bu işi biliyorum¨.)
¨Biz demokratik, sivil, özgürlükçü, eşitlikçi,
düşünce, gösteri, örgütlenme ve ifade özgürlüğünü sınırsız geliştiren ve
güvence altına alan yeni bir anayasa istiyoruz. Bu yüzden bu değişiklikler
yetersiz. Bu yüzden ‘yetmez ama, evet’ diyoruz.
Daha radikal değişiklikler istememize,
mevcut değişiklikler çok küçük değişiklikler olmasına rağmen 12 Eylül
anayasasından daha ileri bir adıma tekabül ettiği için ‘yetmez ama, evet’
diyoruz¨.
Bu yedi satırı yazan benim öğrencim
olsaydı, Türkçe Kompozisyon dersinde feci çakardı. İlk dört satırdaki art arda
¨bu yüzden¨, alttaki üç satırda da paragrafı oluşturan tek bir cümlede üç kez
¨değişiklikler¨ tekrarları, çok sanatsal olmuş.
Bu da bir başka broşür ya da afiş. Hızla yazılmış, gereksiz tekrarların farkına varılmamış. İşin içine herkesi katmışlar. Erdal Eren, Necdet Adalı, Şemdinli savcısı, herkes var. |
Neyse asıl konumuz bu değil tabii,
geçerken uğradım. O da, hani bu kadar masraf edilmiş, bu ekibin bir daha asla en
az beş yüz bin (rakamla 500 000) broşür bastırabilme olanağı bulması da zor (bu
rakam da 2 Eylül’e kadar dağıtılan broşür sayısı, herhalde son on günde bunun
birkaç katı daha dağıtılmıştır. Kaynak: Marksist.org 2 Eylül 2010). Adamlar
gerçekten aydınsa biraz daha düzgün yazabilirlerdi diye düşündüğümden.
Benim Açımdan Zurnanın Zırt Dediği Yer
Şimdi işin üzerine laf edilmesi
bakımından riskli noktasına geldik. YAE üzerine okumuş olduğum sayısız yazıda,
bu konuda laf edene açıkçası pek rastlamadım. Sanki en şiddetli eleştirenlerde
bile bir görmezden gelme, üzerine gitmeme hali var. Bunu pek anlamıyorum
aslında. Bu riskli olarak nitelediğim konunun birkaç ayağı var. Sırayla
gidelim.
Önce diğer yazılarda da bazen yaptığım
gibi, bu konuya ilişkin tarihi bir altyapı verip, ardından da en önemli hukuki
dayanağımı açıklayacağım. Vira bismillah!
Kısa Tarih Bilgisi:
I.Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Almanlar,
o sıralar İsviçre’de sürgünde olan Lenin’e ilginç bir teklifte bulunurlar. Onu
kilitli vagonları olan bir trenle, yanına bolca altın da vererek, Alman
topraklarından geçirip Rusya’ya gönderecekler, o da Rusya’nın savaşa son
vermesini sağlayacaktır.
Lenin o trenden inerken |
Lenin, Dünya’nın tüm dengelerini
değiştiren Bolşevik Devrimi’nin gerçekleşmesine olanak sağlayan bu teklifi
kabul etmiştir. Bunu bir kenara koyalım. Bu tarih kısmı.
Hukuki (biraz da ahlaki) kısım:
AKP’nin broşürünün arka sayfasının alt
kısmında ¨Bu broşür AK PARTİ İSTANBUL İL BAŞKANLIĞI tarafından hazırlanmıştır¨
ibaresi var. Yani biz bu broşürü hazırlayanların kimler olduğu hakkında bir
bilgi edinebiliyoruz.
Ama diğer broşürde böyle bir bilgi yok.
Ön sayfanın da arka sayfanın da altında ¨www.yetmezamaevet.com¨ internet adresi
var. Ama bu da herhangi bir kimlik bilgisi vermiyor.
Gene yukarıda resmini koyduğum, farklı
bir metne sahip afişte de kimlik bilgisi yok, yalnızca internet sitesinin ¨www.yetmezamaevet.com¨
adresi var. Bu afiş de içerik bakımından sorunlu. Nedeni anlaşılamayan
tekrarlar var. Belli ki bu metni de aynı aydınlar yazmış.
Hayatımın büyük bölümünde yayın
piyasasında, kısa dönemler olarak da sendikacılıkta ve STK üyeliklerinde
bulundum. Bu işlerin hepsinin mutfağında da yer aldım.
O kadar broşür, o kadar afiş, o kadar
bayrak, o kadar T-shirt, bunların depolanması, nakliyesi, dağıtımı, otel
salonlarında ve daha büyük mekanlarda toplantılar, ses düzenleri vb.
Altmış bir yaşındayım. Siyasi olaylara
1971’de, yani bundan kırk dört yıl önce, on yedi yaşımdayken bulaştım. Tüm
siyasi yaşamımda böylesine demokratik, böylesine kolektif, devletin böylesine
himmet gösterdiği, bu denli harcamalar karşısında Maliye’nin böylesine kayıtsız
kaldığı, bu kalabalıklar, bu salonlar karşısında Emniyet’in böylesine ilgi (!)
göstermediği, altında en azından sorumlu tutulabilecek bir adres olmaksızın bu
kadar çok broşürün, afişin kullanılabildiği bir organizasyona rastlamadım.
Tebriğe şayan bir durum daha var. Ben
1976 yılında Boğaziçi Üniversitesi’ne girdiğimde oradaki ufacık öğrenci
derneğinin (BKD) yönetimi üç farklı siyasi görüşün koalisyonundan oluşuyordu.
Yeni okul yılı ve yeni öğrencilerin karşılanması konusunda ortak bir metinde
anlaşamadıkları için, oluşturabildikleri tek metin olarak Doğu Timor
Bağımsızlık Mücadelesi hakkında bir bildiri dağıtabilmişlerdi. Özellikle yeni gelen
öğrenciler bundan çok etkilenmişlerdi herhalde.
Halbuki bu broşürler ve afişlerdeki
metinler tam bir uyum içinde hazırlanmış. Sanki hiç tartışma bile yaşanmamış.
Sanki tüm o gruplar adına dışarıdan birisi (söyledim, kötü de yazıyor)
metinleri hazırlamış ve ¨kıyağına bu kadar uğraştık, masraf ettik, vakit de
kalmadı, siz de tantana etmeden kabul edin¨ demiş. Ne bileyim? Ben öyle bir
duyguya kapıldım. (Bunu söylerken, afişleme ve dağıtım konusunda arkadaşların,
AKP’nin bu işlerini yapan şirketi kullandıkları bilgisinden de yararlanıyorum
tabii. Artık kaça mal olduysa. Yalnız açıkça söylemeliyim, matbaa konusunda bir
bilgi edinemedim.)
Yani Lenin hikayesini boşa yazmadım,
anlayın artık.
Daraldım, anlamadık filan diyenler olabilir. İyisi mi, ben şu soruları açıkça (dümdük) sorayım. Sonra yeni kıvırtmacalar olmasın.
Soru 1:
Bu değirmenin suyu nereden geliyordu?
Soru 2:
Bu işin proje masasında, maliyesi ve kasasında, nakliye ve dağıtım organizasyonunda ve tabii özellikle kumanda köprüsünde kimler vardı?
Bu soruların cevabı olabilecek fikirlere tabii ki sahibim. Ama benim derdim farklı.
Tamam, bu YAE'cilerin ezici çoğunluğu özeleştiri yapmayı reddediyorlar. Kendileri bilir. Ama hiçbirinin aklından, zekasından, ferasetinden şüphe edemeyeceğim bu kişiler (YAE'cilerin tümü), bu soruları birbirlerine ya da en azından kendilerine hiç sormadılar mı?
Dümdük Sorular
Daraldım, anlamadık filan diyenler olabilir. İyisi mi, ben şu soruları açıkça (dümdük) sorayım. Sonra yeni kıvırtmacalar olmasın.
Soru 1:
Bu değirmenin suyu nereden geliyordu?
Soru 2:
Bu işin proje masasında, maliyesi ve kasasında, nakliye ve dağıtım organizasyonunda ve tabii özellikle kumanda köprüsünde kimler vardı?
Bu soruların cevabı olabilecek fikirlere tabii ki sahibim. Ama benim derdim farklı.
Tamam, bu YAE'cilerin ezici çoğunluğu özeleştiri yapmayı reddediyorlar. Kendileri bilir. Ama hiçbirinin aklından, zekasından, ferasetinden şüphe edemeyeceğim bu kişiler (YAE'cilerin tümü), bu soruları birbirlerine ya da en azından kendilerine hiç sormadılar mı?
Şimdilik Kaydıyla Son Vuruş
Yazıya şimdilik bir ara-son verirken, yine
Marksist.org’dan aldığım ¨yetmez ama evet¨ toplantılarına ilişkin iki günlük bir
faaliyet programı ve katılımcılar listesini koymak istedim. İlk bakışta daha
sonraki dönemde AKP milletvekili olan ve o dönemde zaten AKP’li gazete yazarı
olan kişiler dışında, çok ilginç birkaç isim de var. Ama benim dikkatimi
özellikle İzmir Forumu’daki bir isim çekti:
Abdurrahman Dilipak.
Daha ne diyebilirim?
Bence bu da YAE’cilere
tam bir kapak.
Yetmez ama EVET toplantıları (birkaç örnek)
4 Eylül
(Cumartesi) - Saat: 16.00
Yetmez ama EVET
2. İstanbul Forumu
Yer: Taksim Square
Oteli / Taksim
Konuşmacılar:
Osman Can, Yücel
Sayman, Adalet Ağaoğlu, Yıldız Ramazanoğlu, Bejan Matur, Markar Esayan, Ferda
Keskin, Doğan Tarkan, Tuğbay Öz, Eren Keskin, Ahmet Tezcan, Mehmet Altan, Ömer
Laçiner, Ahmet Kekeç, Alev Erkilet, Yıldız Önen, Dilek Kurban, Garo Paylan,
Cafer Solgun, Zeynep Tanbay, Hayko Bağdat, Gülçin Avşar, Mustafa Akyol, Fadime
Özkan, Mehmet Uçum, Mustafa Paçal, Mustafa Şentop, Salih Tuna, Şenol Karakaş,
Turgay Oğur, Emre Aköz.
4 Eylül
(Cumartesi) - Saat: 16:00
Yetmez ama EVET
Çanakkale Forumu
Yer: Akol Hotel
Konuşmacı: Roni
Margulies
5 Eylül (Pazar)
- Saat: 15:30
Yetmez ama EVET
2. İzmir Forumu
Konuşmacılar:
Osman Can, Lale Mansur, Baskın Oran, Roni Margulies, Nabi Yağcı, Ferhat Kentel,
Abdurrahman Dilipak
Yer: Tepekule
Kongre Merkezi Anadolu Cad. No:40 Bayraklı
Yürüyüş
5 Eylül (Pazar)
- Saat: 15:00
Kocaeli Yetmez
ama EVET yürüyüşü
Buluşma yeri:
Perşembe Pazarı
Haydi, son bir görsel:
Haydi, son bir görsel:
Diyecek laf bulamadım. YAE'ciler de arkadaşım, ama onları bu sorudan ben bile kurtaramam. İş kendilerine düşüyor. Hadi biraz gayret. |
Bitti (şimdilik)
Yazılarımı hep
¨Sağlıcakla kalın¨ diye bitiriyordum. İnternetten ve tabii İEL’den çok sevgili
bir arkadaşımın Facebook’taki bir yazısına rastladım. Beni kırmayacağını ümit
ederek, hangi konuda olursa olsun, bundan sonraki yazılarımın son cümlesi
olarak ondan aparttığım Latince bir cümleyi kullanacağım. Önce
açıklaması:
¨Yaşlı Cato senatodaki her konuşmasını bu cümle ile tamamlarmış
der Plutarch. Yani 'bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka
yıkılmalıdır'. Hep severdim Cato'yu bugünlerde daha da çok seviyorum.
Torunu da çok dürüst bir devlet adamıdır (Cato minor). Sezar ile mücadele etmiş
ve intihar etmek durumunda kalmıştır...
Ceterum censeo Carthaginem esse
delendam... ne kadar çok da günümüze uyuyor¨.
Ceterum censeo Carthaginem esse delendam.