28 Aralık 2015 Pazartesi

Unutturamaz Seni Hiç Bir Şey


Büyük Türk Sanat Müziği bestecilerinden Ekrem Güyer’in Nihavend bestesi ¨Unutturamaz seni Hiç Bir Şey¨ şarkısının ilk mısraı, benim siyasi tarihimdeki (yani benim içinde ya da kenarında olduğum siyasi olay, tavır, gelişme, başarı, ihanet vb.) mottolarımdan biridir. Öyle ki, herhangi bir olayın göbeğinde, başrolünde bulunmuş bir arkadaşımın çoktan unutmuş olduğu bir olayı, ben bugünmüş gibi tüm detaylarıyla hatırlayabilirim. Anarım, överim, kınarım, yererim, anlatırım (ama henüz hepsini yazmam, hele bu gelen faşizmde hiç yazmam). Bu nedenle sevenlerimin yanı sıra sevmeyenlerim de çoktur, çünkü ben onların unutmak istediklerini de hatırlarım.
 
Bazı¨unutulamayanlar ise ister istemez insanda ¨takıntı (tıbbi adı obsesyon)¨ yaratabiliyor. Bende de bunlardan birkaç tane var. Bazıları çok dar bir çevrenin bildiği, ama beni çok derinden etkilemiş olaylara ilişkindir. Bir de tüm toplumu etkileyen, geleceğini belirleyen, her yeni olayda¨acaba o hata olmasaydı, bu durum yine böyle olur muydu?¨ sorusunu sorduran, kendini hep hatırlatan boyuttaki olaylar vardır. Hani şu yukardaki şarkıdaki gibi.

Hangi Olay Mesela?


Bloğumu ilk yazımdan bu yana takip edenler, bu ikinci türden en güçlü takıntımın hangisi olduğunu hemen bileceklerdir: ¨Yetmez, ama evet¨. Peki, bugün neden gene buna takıldım? Tamamen tesadüf.

Ortaköy’de bir home-ofisim var. Kitaplarım, dosyalarım orada duruyor. Bizim oğlan, avukat olup kendi parasını kazanmaya başlayınca, kendi evini de kurmak istedi. O arada da benim hayat kalitem oldukça düşmüştü. Öksürüp bayılıyordum. Birkaç kez de bu yüzden kafamı yardım. Evden dışarı çıkmama pek izin verilmiyordu, ben de nasıl olsa gidemiyorum deyip Ortaköy’deki evi oğluma verdim.

Ama tabii oranın gerçek bir ev olarak yaşanabilir hale getirilmesi gerekiyordu. Bir süre orada düzenleme, temizleme, yeniden yerleştirme, atma, satma faaliyeti yapmak gerekti.

Soldaki sayfada altta ¨Bu broşür AKP İSTANBUL İL BAŞKANLIĞI
 tarafından hazırlanmıştır¨ yazısı görülüyor
Ve ta,ta,ta,taaam. Dosyaların birinden iki broşür çıktı. Biri, AKP’nin 12 Eylül 2010 referandumu için hazırlamış olduğu ¨EVET¨ broşürü. Yirmi dört sayfa, üzerinde üstte ¨TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI¨, altta da ¨Üstünlerin Hukuku Değil, Hukukun Üstünlüğü¨ ibareleri var.

Diğeri ise yine 12 Eylül 2010 referandumu için kimin hazırlamış olduğunu bilemediğimiz (ileride buna bakacağız) ¨Yetmez, ama Evet¨ broşürü. O da kapağında büyük bir ¨YETMEZ! ama EVET!¨ yazısı ve altta da www.yetmezamaevet.com site adresi var.



Duygu Fırtınası

Önce onları buldum diye çok sevindim. Neredeyse bayram ettim. Büyük bir hevesle sayfalarını çevirdim. Karşılaştırdım, bayramım mateme döndü. Kendime çok kızdım. Bu iki broşür o günlerden beri bendeymiş madem, bu karşılaştırmayı neden o günlerde yapmamışım ki?

Neyse, kendime çok kızmam da gereksiz. Bugün, geçmiş beş yıldaki gelişmelerin, yapılan tartışmaların, kavgaların ve çeşitli yazıların ışığında görebileceğim şeyleri o günlerde bu kadar net görebilmem belki de mümkün değildi (İnanmayın, tevazu ayağı yapıyorum, çok şey görmüştüm o günlerde de).

O Günler


Şimdi o günleri içinde yaşamamış gençler ve benim gibi takıntılı olmayıp unutmuş olanlar için biraz anlatayım.

AKP, demokratik bir atılım gerçekleştirmek için (!) referandum önerisi getirdi. Amaçlanan (!), ülkeyi askeri ve yargısal vesayetten kurtarmak, daha demokratik bir ülke haline getirmekti. ¨İleri demokrasi¨ye geçilecek, o sayede de Avrupa Birliği’ne giriliverecekti. Dandik Ergenekon davasıyla zaten ortam yumuşatılmış, tava getirilmişti. Balyoz davası

Cemaat ve AKP'nin tetikçisi TARAF'ı o günlerde tek solcu gazete olarak
görenler ve uydurma haberlerine inananlar vardı. Bugün bu manşetlere bir daha bakın.
Bugün de inanan varsa, doğru  La Pais hastanesine.

başlamış, gözaltılar, tutuklamalar gerçekleşmişti. Birçok solcu, aydın (?) vb. ¨ulaan, adamlar Ergenekon’u bile bitiriyor, generallere kafa tutuyor, bütün faili meçhulleri aydınlatacaklar¨ diye sayhalanıp, EVET’e yazıldılar. EVET saflarının ana gövdesini AKP oluşturuyor, bu solcu, aydın grubu da cansiperane destek veriyordu.

HAYIR tavrı ise, CHP, MHP ve bir kısım sol siyasetlerce destekleniyordu.  HDP’nin o günlerdeki öncülü BDP ve bazı devrimci siyasetler de, referandumu boykot ettiler.

İçinde örgütlü tek güç olarak DSİP’in (Devrimci Sosyalist İşçi Partisi) ve bireyler olarak da Birikim tayfasının büyük kısmının ve bir dolu solcu şöhretin yer aldığı ve daha sonra toplumda ¨sol liberaller¨ olarak adlandırılacak olan bir grup solcu ve aydın da o mucize buluşa sarıldı: Yetmez, ama EVET!

 
Hıyar-tuz metaforunun önde gelenlerinden biri: Doğan Tarkan
Maalesef onu kaybettik. Belki de hatasının sonuçlarının
giderek büyümesine dayanamadı. Kimbilir?


Ara not: Bu grubun katkısı AKP açısından o kadar önemliydi ki, sonuçlar açıklandıktan sonra yaptığı balkon konuşmasında RTE, DSİP’e özellikle teşekkür etti. Ufak bir hata ile; partinin adını tam öğrenemişti, Devrimci Sosyalist İşçi Partisi yerine, Devrimci Solcu İşçi Partisi dedi. Olsun, DSİP’liler buna aldırmadı bile. Uğruna o kadar mücadele ettikleri koca başbakan onlara teşekkür etmişti ya. ¨Evet¨ kazanmıştı ya. O kadarcık hata da oluversindi.

Bu parlak ¨Yetmez ama, Evet¨ sloganının kimden çıktığı bilinmiyordu. Aslında ben, hem Avrupai olması (malum, hepsi Avrupa görmüş adamlardır) hem de sanki çelişkinin bir düzey üzerine çıkılmış gibi bir hava vermesi nedeniyle, bizim Birikim tayfasından şüpheleniyordum. Ama daha sonra Hayko Bağdat, sloganı kendisinin bulduğunu açıkladı. Hayko, özür diler gibi olduysa da, bugün hâlâ bizim gibi Hayır’cıların eleştirilerine uğruyor. Hükümet bile, uyguladığı kaba saba, baskıcı politikalar için o referandumda aldığı desteğin öneminden bahsedip duruyor. Bir önceki hükümetin başbakan yardımcısı Bülent Arınç bunu açıkça söyledi: (mealen) ¨Son yıllarda ne yaptıysak, 12 Eylül referandumundan aldığımız güçle yaptık.¨ Zavallı Hayko da bu ifadeler yüzünden kendisini Arabesk filminde Şener Şen’in söylediği şu şarkıdaki ruh halinde bulduğunu itiraf ediyor.

 
Bana çok sempatik geliyor, ama bence kafası bugün de karışık.
 Yine de binlerce YAE'ciye göre çok daha delikanlı. 
¨Eğer ki yaşananlarda sorumluluğum var ise:





Allahım kör et beni.
Aman bu ne acı, bu ne keder, bu ne sancı
Yalan, yalan dünya, yalan sevgi, aşklar yalan
Görmeseydi gözlerim.
 Görmeseydi gözlerim gözlerim gözlerim
Yetmedi mi gördüklerim Kör ol artık gözlerim
Allahım kör et beni Allahım kör et beni
Dünya olsun kara zindan Esirgeme kulundan
Allahım kör et beni Allahım kör et beni
Aksın gözüm nur aksın Bundan böyle kör baksın
Allahım kör et beni Allahım kör et beni
Görmeyeyim bir daha o yârin ettiğini
Allahım kör et beni Allahım kör et beni
Yetmedi mi gördüklerim Kör ol artık gözlerim
Allahım kör et beni Allahım kör et beni
Dünya olsun kara zindan Esirgeme kulundan
Allahım kör et beni Allahım kör et beni
Aksın gözüm nur aksın Bundan böyle kör baksın.¨

Hayko’nun tavrı tabii ki sempatik. Ama yine de işi, ¨sorumluluğum var ise¨ şartına bağlamış. Var mı, yok mu? Açıkça söyleyiver, rahatlarsın kardeşim.

Neyse yine de diğer ¨Yetmez ama, Evet¨çilerden daha dürüst. Onların büyük çoğunluğu bu ayıbı sessizce atlatmaya, unutturmaya çalışıyor.

Tabii ki Kimse Kör Olmasın


¨Yetmez, ama Evet¨i savunanlar (yazıda buradan sonra YAE’ciler olarak anılacak), kişi sayısı olarak belki yüzdeleri

Bu yürüyüş İstanbul'dan. Diğer büyük şehirlerin çoğunda da böyle
yürüyüşler düzenleyebildiler. Geçerken iki soru:
Katılanların hepsi gerçekten YAE'ci miydi?  TOMA nerede?
çok etkileyebilecek kadar kalabalık değildiler. Ama yine de kitlesel olarak yüzlerce belki binlerce pankartın taşındığı,gösteri ve yürüyüşler düzenleyebildiler. Yazıda gördüğünüz broşürlerden yüz binlerce dağıttılar.

Belki bu kadarı, bugün hâlâ suçlanabilmeleri için yeterli değilmiş gibi görülebilir.  Ama çok önemli bir olgu daha söz konusu. YAE’cilerin özellikle kaymak tabakası olarak niteleyebileceğimiz şöhretler kısmı, gerek yurt içinde gerekse yurt dışında çok etkili isimlerden oluşuyordu.

İlginç olan, bu isimlerin belki o güne kadarki hiç bir kampanyada, bu denli gönüllü, bu denli aktif, bu denli kendinden geçercesine yer almamış olmalarıydı. Aralarında çokça rastlanan ¨o varsa, ben yokum¨ türünden tavırlar tümüyle ortadan kalkmış, her hıyarım var diyene (EVET) bir avuç tuz kapıp koşturuyorlardı.

Birkaç YAE militanı, kandırılmış zavallılar.
Bu isimler asıl vurucu etkiyi yurt dışında yaptılar. Çeşitli konferanslara, panellere, açık oturumlara davet edildiler. Hıyar-tuz metaforu burada da geçerliydi. Buradaki etkileri çok daha önemliydi. AB’nin, ABD’nin ve çok etkili olabilecek sivil  toplum kuruluşlarının olayın gerçek yüzünü anlamalarını ve tavır almalarını engellediler, adeta gövdelerini gerçeklerin, AKP’nin ve özellikle de RTE’nin önüne siper ettiler. Bu aşkın altyapısı aslında hâlâ tam olarak anlaşılamadı.

Oluşabilecek karşı tavırları o denli güzel pasifize ettiler ve ortamı o denli başarılı gölgelediler ki, bugün referandum sonucunda yüzde kaç etkileri olduğunu söylemek zor. Ama Arınç’ın ifadesi doğruysa, etkilerinin çok küçük sayılamayacak bir düzeyde olduğu söylenebilir, bu da maalesef sorumluluğa ortak olmak demektir. Neyin sorumluluğuna mı? Yuh artık. Adam söyledi, referandumdan bu yana neler yapabildilerse,  onu sorumluluğuna. Herhalde neler yapabildiklerinin ve neler yapmakta olduklarının farkındasınızdır.

Peki, Biz Neden Başaramadık?


Bir yandan asıl yapmamız gereken AKP karşıtı mücadeleyi sürdürürken, bir yandan da bunların etkisini kırmaya çabaladık. Ama bunu başarmak çok zordu. Neredeyse tüm TV kanalları onlara her türlü imkanı açmıştı. Her akşam en az birkaç kanaldaydılar. O açık oturumlarda kimler yan yana gelmiyordu ki? Bu yazıda fazla isim vermemeye gayret edeceğim, ama şu kadarını söylemeden de duramam. TRT kanallarıyla CNN, NTV gibi haber kanallarının yanı sıra Cemaate ait tüm kanallardaki panel ve açık oturumlara şevkle katıldılar. Her biri bu açık oturumların en az iki-üç tanesinde Burhan Kuzu, Mehmet Baransu, Rasim Ozan Kütahyalı, Nâgehan Alçı gibi fenomenlerle yan yana aynı tezleri savunur hale düştüler. Diğer partnerlerini saymaya bile gerek yok, bence bunlarla aynı safta bulunmuş olmak bile yeterli.

Unutmadan belirtelim, bu aydınların bazıları o zamanlar o kadar el üstünde tutuluyorlardı ki, yurtdışı gezilerinde Başbakan’a (o dönemde RTE) uçağında refakat bile ediyorlardı. Aralarından birine başbakanın ağabey diye hitap ettiği de biliniyordu. Garibim, şimdi yargılanıyor RTE’ye hakaretten.

 
İşte o ağabey. Resmini her gördüğümde aklıma çok eski
bir tekerleme geliyor:
Bir zamanlar kral idi Mısır'a,
Yazık oldu Cemal Abdülnasır'a.
Sevdiğim bir arkadaşımın bu aydınlarla ilgili olarak Facebook’ta paylaştığı bir ifadeyi burada aktarmak istiyorum: ¨Bunlar Fatih Sultan Mehmet’in Molla Gürani’si, Ak Şemsettin’i olmak istediler. Ama bu sultan, Fatih değildi¨.

YAE’ciler – Hayırcılar İlişkisi


Amaçlanan bu muydu bilemiyorum, ama bu ilişki çok yıkıcı ve adeta kanlı oldu. İşin bu noktaya gelmesinde bir ¨hayırcı¨ olarak, diğer ¨hayırcı¨lar adına da konuşabilirim, pek bir suçumuz, hatta kabahatimiz olduğunu kabul etmiyorum. Buna karşı çıkacak olan bir YAE’cinin net olarak ¨siz de şunu yaptınız, bunu söylediniz, şu hatalı tavrı savundunuz¨ diyebilmesi gerekiyor. Bu çok zor. Çünkü bir defa neyi öngördüysek gerçekleşti. Ayrıca bizim söylediklerimiz de aşağı yukarı şöyleydi: ¨Yapmayın, etmeyin. Bu işe alet olmayın. AKP’nin gizli ajandası var. Öncelikli amaçları yargıyı ele geçirmek. Diğer maddelerin çoğu kandırmaca, kamuflaj. Asıl amaçları HSYK ve yargıyla ilgili diğer maddeleri geçirmek¨.

Bu iddialar karşısında aldığımız cevaplar ise şöyleydi (herhalde bugün inkar edemezler, değil mi?): ¨Niyet okuyorsunuz¨, ¨Kemalistler¨, ¨Atatürkçüler¨, ¨postal yalayıcılar¨, ¨dikta heveslileri¨, ¨diktacılar¨, ¨12 Eylülcüler¨, ¨ulusalcılar¨, hatta ¨sol faşistler¨.

İtiraf edeyim, tartışmalarımda benim de bazen sert ve alaycı bir üslup kullandığım oldu. Tabii katiyen bu ağırlıkta laflar etmedim. Ama yine itiraf edeyim, bir yandan da içim kan ağlıyordu. Tertemiz bildiğim adamlar gözümün önünde, kendilerinden geçmişçesine, gayet pis bir oyuna alet oluyorlardı. Bu adamların çoğuyla birlikte bir sürü iş yapmıştık. O zaman da aptaldılar da ben aptalca onları akıllı mı zannetmiştim, yoksa benim gördüğüm gibi akıllı adamlardı da şimdi anlaşılmaz bir nedenle aptallık mı yapıyorlardı? Gel çık işin içinden.
 

Hadi, Biraz Analiz Yapmaya Çalışalım


¨Hayır¨ ya da ¨Boykot¨ tavrını savunan gruplar ile YAE tavrını savunanlar arasındaki farklardan biri, ikincilerin diğerlerine göre daha global bakan, daha global hedefleri olan insanlardan oluşuyor olmalarıydı. Kabaca şöyle

Birgün gazetesi, yani Dev-Yol ve bazı sol gruplar ¨darbeciler, sol faşistler, postalseverler, vb¨ olarak ilk günden çok net bir hayır tavrı koydular.tavrı koydu.
karşılaştıralım: Boykotçular ve Hayırcılar, kendilerini kendi bölgelerini ya da ülkelerini değiştirme hedefiyle adeta kısıtlamışlardı. YAE’ci gruplar ise (Birikim, Troçkistler vb.) önlerine dünyayı değiştirme, dönüştürme hedefi koyan insanlardı. Burada aslında YAE’cilere torpil koyduğum açık, ama aynı zamanda bu analiz eşittir: Bunların ayakları ve kafaları böyle somut bir durum karşısında bulunmaları gereken yerden en az birer karış havadaydı. Benim ilk görüşüm bu.

Tabii bu çok, hatta aşırı iyi niyetli bir görüş. Buna benzer, ama daha çok rakipleri tarafından ileri sürülen görüşler de var tabii: ¨Bunlar enteldir¨, ¨Dünyaya sırça köşkten bakarlar¨ vb. Hadi, buna da okey diyelim. Başka eleştiriler de olabilir. Ama bunlar durumu açıklamakta yeterli olamıyor bence.

Aslında bunların aldığı YAE tavrının tek bir güdüsü var, askeri ve Kemalist vesayetin kaldırılacağı inancı. Tabii buna kuvvetli bir ek olarak da, 12 Eylülcülere yargılanma yolunun açılacak olması. İşte YAE’cilerin argo tabiriyle mandepsiye bastıkları yer de burası.

Bu tek güdünün varlığı, önceki varsayılabilecek nedenleri tümüyle iptal ediyor ve maalesef benim iki paragraf önceki aptallık sorumu yeniden ortaya sürüyor.

Gerçekten İnanmış Olabilirler mi?


Tüm kalbimle cevap veriyorum: Evet.

Aralarında, en azından etkili konumda bir ya da bir kaç paralı asker olabileceği fikrini tümüyle reddediyorum. Belki bazılarında TV ekranlarına çıkıyor olmak, belli bir alışkanlık ya da ekstra keyif yaratmış da olabilir (biz aramızda onlara medya maymunu diyoruz). Bedava yurt dışı seyahatler, yurt içi ağırlamalar (Abant vb.) da hoşlarına gitmiş olabilir. Ama bence avantanın tümü bu kadar.

Yani inandılar mı? İnandılar. Gerçekten inandılar.

Referandum Nedir? Yapılan Neydi?


12 Eylül 2010 tarihinde yapılan, asla bir referandum değildi. İddia ederim ki, dünya üzerinde o güne kadar bu tür bir uygulama, referandum adı altında yapılamamıştır.

O gün yapılan, sağcısıyla, solcusuyla, aydınıyla, cahiliyle tüm halkın hiç itiraz etmeden katıldığı oylama, dalaveredir, gözbağcılıktır. Bir oylamanın referandum olabilmesi için, tek bir konuda ¨evet – hayır¨ ya da ¨kabul – ret¨ biçiminde ikili bir seçme yapılması gerekir. Yirmi altı birbirinden farklı maddenin tek bir seferde oylandığı bir durum, asla referandum olamaz.

Okumuş etmiş, kariyer sahibi olmuş insanlar, bir esnaf kurnazlığına, hatta bir dolandırıcılığa kurban gittiler ve böyle uydurma bir oylamayı referandum diye kabul ettiler.
 
Bu, Bugün gazetesinde yayınlanan bir ropörtajında aynen
kullandığı bir ifade.
Bazılarının bugün kıvırtarak arkasına sığınmaya çalıştıkları gibi kandırılmadılar, isteyerek kandılar. Yine hep ifade edegeldikleri gibi ¨o dönemin koşulları farklıydı¨ lafı da tam bir saçmalık. Zaten sorulduğunda da bu koşulların neler olduğuna ilişkin tek bir örnek bile veremiyorlar.
 
Bu da üç gün sonraki durum. Ne farketmiş? O arada cemaate
operasyon yapılıvermiş.
Büyük bir kısmı, o günkü Erdoğan ile referandum sonrası Erdoğan’ın çok farklı olduğunu söylüyorlar. Aslında da bu da doğru değil, ama velev ki doğru. İşte adam sizi kandırmış, siz de gönüllü kanmışsınız. Ayrıca RTE hedeflerini, henüz İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olmadan açıkça ifade etmişti. Kimseyi kandırdığı filan da yoktu.
 
Bu fotoğrafı görünce, ¨acaba, kandırma burada mı yapılıyor¨ diye düşünmekten kendimi alamadım.
Aslında bu anın biraz öncesi çok acıklıdır. Akil adamlar masasının etrafını gezip, herkesin elini sıkan Erdoğan, Belge'nin yanına gelince, Belge nedendir bilinmez, tam kalkamadı. Tereddüt etti. Bu anda RTE'nin TV'de de duyulan sözleri çok yaralayıcıydı: 
¨Kalk, kalk, herkes kalktı. 
Sen de kalk!¨ 

Narsisizm Olgusu


Film yönetmeni ve uzman doktor Mustafa Altıoklar, RTE  hakkında narsisizm teşhisi koyduğu ve bunu yüksek sesle ifade ettiği için yargılandı. Mahkeme tesadüfen bugün sonuçlandı ve Altıoklar, on ay para cezasına çarptırıldı. Ceza altı bin lira para cezasına çevrildi. 

Bu vuruş çok iyi geldi.
İnternette yapacağınız kısa bir tur, narsisizm hakkında genel bir fikir edinmenize yardımcı olacaktır. Testlerde genellikle on - on beş kadar davranış sıralanmakta, bunlardan üç ila dört tanesinin aynı insanda bulunması, narsistik kişilik bozukluğuna (dikkat! Hastalığına değil, kişilik bozukluğuna) işaret etmektedir. Yani sonradan narsist olunmaz, narsist doğulur.

Bu davaya bakan heyette olmak istemezdim. Hüküm uluslararası bir
rezalete sebep olacak.
Dolayısıyla RTE’nin özellikle bu bağlamda referandum öncesinde farklı bir kişilik, sonrasında farklı bir kişilik olduğu ya da çok değiştiği ileri sürülemez. Çok zeki biri olduğu için bu bozukluğun arazlarını, hedefine ulaşma ihtirasıyla bir miktar gizleyebilmiş olabilir, ama arada mutlaka kontrolünü aşan davranışlarda bulunmuş olmalıdır. Bunları yakalayabilmek, bu arazları görebilmek için belki de daha dikkatli bakmak gerekiyordu. Ama askeri vesayet karşısında kazanılıyor gibi gözüken zaferler, bakanların bir kısmının (YAE tayfası) gözünü kör etmişti.

Öte yandan RTE’nin iktidarının ilk günlerinden beri dikkatlice bakanlar ve bu arazları görebilenler vardı. Ama bu kişiler çok şanssızdı. İleride YAE’ci olarak ün kazanacak ¨aydınlar¨, bu öngörü sahiplerini o günlerde en azından ¨niyet okumacılık¨ ile suçladılar. ¨Cuntacılık, ulusalcılık, darbeperestlik, postalseverlik¨ gibi ünvanlar da ardından geldi.

¨Niyet Okumacılık¨, Acep Ne Ola ki?


YAE’cilerin suçlamaları başladığından bu yana anlayamadığım iki kavram var. Birincisi, ¨ulusalcılık¨. Ne anlamda ve bize karşı neden kullandığını anlayamadım. Zaten üzerime de hiç alınmadım. Ne demek olduğunun açıklanmasını da istemiyorum. Bence bırakalım, öyle havada ya da Aydınlıkçılarda kalsın.

Söyleyenler açısından büyük bir ayıbı oluşturan kavram ise ¨niyet okumacılık¨. Aslında bu konuda daha önce de yazmıştım. Ama hem konunun önemli bir parçası, hem de yeni takipçilerime kolaylık olsun diye kısaca özetlemeye karar verdim.

Önce bir örnek verelim:

“Yürütmenin yargı üzerinde tahakkümünün pekişmesi iddiası bugünkü duruma göre nesnel açıdan savunulması zor, daha çok niyet okumayla varılabilecek bir değerlendirme olmaktan öteye gitmiyor.” (Ahmet İnsel, Güven oylaması değil halk oylaması, 7 Eylül 2010)  (bold, ZB)

Birlikte çok anım var, ama aklımda kalan tek görüntü,
Gezi merdivenlerinde kendinden geçmiş haldeki
konuşması. Nedense yukarı çıkamamıştı:)).
İşte YAE’cilerin önderlerinden biri. Hem akademik hem de siyasi bir kişilik. Çok da severim kendisini.

Bu referandum garabetinde aktif taraf olan herkesin ortak bir özelliği var. Hepsi siyasi, yani siyasete şu ya da bu düzeyde angaje olmuş insanlar. Bazıları da aynı zamanda akademik kişiler.

Şimdi bu insanların aslında tek bir cümlede anlaması ve kabul etmesi gereken o gerçeği, bir türlü anlayamadıkları için birkaç cümlede açıklayalım:

Siyaset sözcüğü Arapça ¨seis¨ kökünden gelir ve ¨at terbiyesi¨ demektir. (Demirel’den öğrenmiştim). Bugün kullanmakta olduğumuz ¨seyis¨ de aynı kökten gelir. Eğitim ya da yarış sırasında, bir atın ne yapmaya niyetlendiğini, hangi koşullarda neleri yapabileceğini bilmeyen, öngörmeyen, atın niyetini okuyamayan bir seyisin başarı ihtimali sıfırdır. Bir şeye binmeye ya da eğitmeye çok hevesliyse, eşekle idare edebilir, yarış atlarını rahat bırakmalıdır.

Şimdi geldik büyük ödüllü soruya:

Bir siyasi kişi, örgüt ya da parti, rakibinin ya da rakiplerinin ne yapmayı planladığını, ne yapmaya hazırlandığını öngörmez ya da öngöremezse, yani niyet okuma yapamazsa, herhangi bir siyasi başarı ümit edebilir mi? Bence edemez. Düşeceği durumun siyasetteki adı kuyrukçuluktur.

AKP-CHP ilişkisinin bu kuyrukçuluk açısından analizini başka bir yazıda yapmaya çalışacağım.

Demek ki, neymiş? YAE’cilerin ağızlarını doldura doldura ya da kalemlerinden kan damlata damlata bize yönelttikleri ¨niyet okumacılık¨ suçlaması, hayatın ve de özellikle siyasetin gerçekleri karşısında hallaç osuruğuna tekabül ediyormuş.

Yahu, Broşürleri Unuttuk


Yazıya broşür bayramıyla başlamıştık. O konuyu unuttuk adeta.

AKP’nin broşürü üzerine söylenecek fazla bir şey yok. Normal bir broşür işte. 24 sayfa, renkli, kuşe kağıt, vinyet ve çizimlerle süslenmiş, 10 x17 boyutlarında bir broşür.

İlk dört sayfada ¨Anayasa nedir? Değişiklikler neden önemlidir?¨ başlığı altında 82 Anayasası’nın bir sorun olduğu, bütünüyle değiştirilmesinin altyapısını oluşturabilmek için bazı acil reformları yapabilmek amacıyla referanduma başvurulduğu anlatılıyor.

Benim burada anlayamadığım tek cümlelik bir paragraf var:

¨Bu anayasa değişikliği ile 150 yıl sonra söz de karar da milletin olacaktır¨.

 
Alttan üçüncü paragraf: 150 yıl
saçmalığı.
Neden o kadar bekleyeceğiz? Yok beklemeyeceksek, ama yıl sayısı hatalıysa, 2010’a 50 ekledim, anlamı yok. 100 ekledim, olmadı. 15 ekledim, gene anlamsız. Aradaki 5 fazla deyip 10 ekledim, gene olmadı. Neyse.

Maddelerde yapılacak değişikliklerin açıklandığı her sayfanın altında o sayfada anlatılan değişiklik konusunda bir cümle ve yanında EVET mührü yer alıyor.

Son beş sayfada bu mühürlü cümleler yok (açıklaması ileride). EVET mühürlü sayfalarda yalnızca on altı - on yedi maddenin açıklanması yapılıyor. Toplam değişecek madde sayısı yirmi altı olduğuna göre, dokuz - on maddeyi açıklamaya gerek bile görmemişler. Onlar herhalde tam boşluk doldurma maddeleri. Kamuflaj maddeleri. Zaten yirmi altı maddenin AKP açısından gerçekten önemli olanlarının sayısı en fazla beş hatta üç. Diğerleri bu maddeleri gizlemek, kafa karıştırmak için konmuş.

Sayfa sayısı bakımından bir dengesizlik daha var: Tamam, on yedi maddenin her biri için birer sayfa ayrılmış, ama iki değişiklik konusu var ki, onlara ilişkin düzenlemeler toplam on sayfada açıklanıyor. Bunların son altı sayfası ise Anayasa Mahkemesi ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun kaçar üyesi olacağından, bunların nasıl seçileceğinden bahsediyor. Sayfa toplamında bir hata yok. Bazı sayfalar (Anayasa Mahkemesi ve HSYK ile ilgili) iki sayfa kategorisine birden giriyor. Acaba bu kurumlar çok mu önemli? Neden?

Burada Baykal’ı Anmasam Olmaz


Bu değişiklikler planlanırken, AKP’lilerin aklında geçici 15. Maddeyi kaldırmak, yani 12 Eylülcüler’in yargılanmasının önünü açmak hiç yoktu. Bu parlak fikir Baykal’dan geldi. Askerin bir ihtimal taş koyabileceği yanılgısıyla, ¨madem demokratikleşiyoruz, bu maddeyi de kaldırın da görelim¨ dedi. Halbuki asker o sırada Ergenekon ve Balyoz eğitimine alınmış, ne yapacağını şaşırmış haldeydi. AKP teklifin üzerine atladı.

Bu aptalca teklif, yüzbinlerce evet oyuna mal oldu. Öneri tabii ki demokratçaydı, ama böyle bir referandum komedisinde yeri yoktu. O, başlı başına bir hesaplaşma olmalı ve tüm cuntacıları kapsamalıydı, iki bunak ihtiyarı değil. Zaten sonucunu da daha sonra gördük.

¨Yetmez! ama evet!¨ Broşürü


Yine kuşe kağıda basılı (biraz daha kalın), kapak sayfaları dahil sekiz sayfalık (iç yazılı sayfa adedi altı), 10,5 x 21

Broşürün ikinci ve üçüncü sayfaları. Değişiklik yapılacak bazı maddeler açıklanıyor.
ebadında, resimsiz bir broşür bu. Son iki sayfada yirmi beş maddede yapılması planlanan değişiklikler özetle sıralanmış.

İlk dört sayfada ise yirmi kadar maddeye ilişkin değişiklikler ana hatlarıyla verilmiş. Burada çok ilginç bir durum var. Bu

Bunlar, dördüncü ve beşinci sayfalar. Açıklamalar devam ediyor, ama Anayasa Mahkemesi ve HSYK ile
ilgili maddeler, diğerlerine göre çok daha detaylı açıklanıyor.

dört sayfanın bir buçuk sayfası (yani % 25’i) nedense yine Anayasa Mahkemesi ve Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu ile ilgili değişikliklere ayrılmış. Demek ki bu iki kurum YAE’ciler (biliyorsunuz bunlar solcuydu) için de en az AKP’liler için olduğu kadar yaşamsal önem taşıyordu. Belki de, bu iki konu ¨ileri demokrasi¨nin mihenk taşıydılar, ama biz anlayamadık.
 
Bunlar da altıncı ve yedinci sayfalar. Maddelerde yapılacak değişiklikler bir kez daha
özetle veriliyor, sanki yer doldurmaca. Mesela Madde 9 ile Madde 10'dan bize ne?

Söz yeniden Anayasa Mahkemesi’ne gelmişken, belirtilmesi gereken bir olgu var. Bizim YAE’cilerin ileri demokrasi yolunda önemli bir aşama olarak gördükleri, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının tanınmasında, AKP’nin demokratik bir katkısı yoktu. AİHM yıllardan beri bu konuda bastırıyordu, çünkü bizim demokrasiden oraya yapılan hukuksuzluk başvuruları AİHM’i kilitliyor, diğer davalara bakamaz hale getiriyordu.

Bu Broşürü Ben Hazırlasaydım...


Bu broşürü ben hazırlasaydım, bu kadar kısıtlı bir hacimde, bir sürü maddeyi ikişer kere vurgulamak yerine, bir solcu olarak (YAE’cilerin solcu oldukları varsayılıyor) beni daha doğrudan ilgilendiren maddeleri seçer ve kuru kalabalık yerine onların önemini vurgulardım. Ne de olsa benim hedef kitlem ağırlıkla solcular olmalıydı (sosyal demokratlar dahil).

Şimdi yukardaki uzun cümleyi yazınca maddelere bir kere daha bakayım dedim. Solcuları doğrudan ilgilendiren, daha doğrusu ileri demokrasi yolunda atılmış gerçek adımlara tekabül edenler hangileriydi?

Sevgili YAE’ciler, burada hitabım size: ¨Buna ilişkin değerlendirmemi ben buraya yazmak istemiyorum. Her şeyi bilen Google amcaya ¨12 Eylül 2010 Anayasa referandumu maddeleri¨ diye sorun, hemen geliyor. Kendiniz bakıverin maddelere bir kez daha. Acaba hangileri ¨ileri demokratik¨miş ve solcuları özellikle ilgilendiriyormuş? Bu incelemeyi yüzeysel değil, kelime kelime yapın. Grev, sendika vb. kelimelerinin cazibesine kapılıp, tuzaklara düşmeyin. Haa, bir de Google’a girmişken, AKP iktidarından önceki üçlü koalisyon zamanında AB ile uyum çerçevesinde kaç tane Anayasa maddesinde hangi değişikliklerin yapıldığına da bakıverin. Tabii, bunu yaparken geçici olarak CHP (orada DSP) nefretinden sıyrılmanız gerek.
Bu referandumla değiştirilmesi planlanan Anayasa’ya hala 12 Eylül Anayasası demenin de siyasi bir tezgah olduğunu belki gözden kaçırmazsınız.¨

 
Neden öyle diyorlarmış?
Resmini koydum, ama belki net okunmayabilir. Bu broşürün arka sayfasındaki metni bir kez de buraya alıyorum (italik):

¨Neden yetmez diyoruz!¨


(Haklısınız, soru işareti yerine ünlem kullanılması benim de dikkatimi çekti. Ama fazla üzerinde durmak gereksiz, bu kerameti kendinden menkul aydın taifesi hep biraz tahakkümcü olagelmiştir. Bu da onun yansıması. Yani diyor ki, ¨Heey, sana söylüyorum, sen de yetmez de! Ben bu işi biliyorum¨.)

¨Biz demokratik, sivil, özgürlükçü, eşitlikçi, düşünce, gösteri, örgütlenme ve ifade özgürlüğünü sınırsız geliştiren ve güvence altına alan yeni bir anayasa istiyoruz. Bu yüzden bu değişiklikler yetersiz. Bu yüzden ‘yetmez ama, evet’ diyoruz.

Daha radikal değişiklikler istememize, mevcut değişiklikler çok küçük değişiklikler olmasına rağmen 12 Eylül anayasasından daha ileri bir adıma tekabül ettiği için ‘yetmez ama, evet’ diyoruz¨.


Bu yedi satırı yazan benim öğrencim olsaydı, Türkçe Kompozisyon dersinde feci çakardı. İlk dört satırdaki art arda ¨bu yüzden¨, alttaki üç satırda da paragrafı oluşturan tek bir cümlede üç kez ¨değişiklikler¨ tekrarları, çok sanatsal olmuş.
 
Bu da bir başka broşür ya da afiş. Hızla yazılmış, gereksiz tekrarların farkına varılmamış.
İşin içine herkesi katmışlar. Erdal Eren, Necdet Adalı, Şemdinli savcısı, herkes var. 

Neyse asıl konumuz bu değil tabii, geçerken uğradım. O da, hani bu kadar masraf edilmiş, bu ekibin bir daha asla en az beş yüz bin (rakamla 500 000) broşür bastırabilme olanağı bulması da zor (bu rakam da 2 Eylül’e kadar dağıtılan broşür sayısı, herhalde son on günde bunun birkaç katı daha dağıtılmıştır. Kaynak: Marksist.org 2 Eylül 2010). Adamlar gerçekten aydınsa biraz daha düzgün yazabilirlerdi diye düşündüğümden.

Benim Açımdan Zurnanın Zırt Dediği Yer


Şimdi işin üzerine laf edilmesi bakımından riskli noktasına geldik. YAE üzerine okumuş olduğum sayısız yazıda, bu konuda laf edene açıkçası pek rastlamadım. Sanki en şiddetli eleştirenlerde bile bir görmezden gelme, üzerine gitmeme hali var. Bunu pek anlamıyorum aslında. Bu riskli olarak nitelediğim konunun birkaç ayağı var. Sırayla gidelim.

Önce diğer yazılarda da bazen yaptığım gibi, bu konuya ilişkin tarihi bir altyapı verip, ardından da en önemli hukuki dayanağımı açıklayacağım. Vira bismillah!

Kısa Tarih Bilgisi:


I.Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Almanlar, o sıralar İsviçre’de sürgünde olan Lenin’e ilginç bir teklifte bulunurlar. Onu kilitli vagonları olan bir trenle, yanına bolca altın da vererek, Alman topraklarından geçirip Rusya’ya gönderecekler, o da Rusya’nın savaşa son vermesini sağlayacaktır.

Lenin o trenden inerken

Lenin, Dünya’nın tüm dengelerini değiştiren Bolşevik Devrimi’nin gerçekleşmesine olanak sağlayan bu teklifi kabul etmiştir. Bunu bir kenara koyalım. Bu tarih kısmı.

Hukuki (biraz da ahlaki) kısım: 

AKP’nin broşürünün arka sayfasının alt kısmında ¨Bu broşür AK PARTİ İSTANBUL İL BAŞKANLIĞI tarafından hazırlanmıştır¨ ibaresi var. Yani biz bu broşürü hazırlayanların kimler olduğu hakkında bir bilgi edinebiliyoruz.

Ama diğer broşürde böyle bir bilgi yok. Ön sayfanın da arka sayfanın da altında ¨www.yetmezamaevet.com¨ internet adresi var. Ama bu da herhangi bir kimlik bilgisi vermiyor.

Gene yukarıda resmini koyduğum, farklı bir metne sahip afişte de kimlik bilgisi yok, yalnızca internet sitesinin ¨www.yetmezamaevet.com¨ adresi var. Bu afiş de içerik bakımından sorunlu. Nedeni anlaşılamayan tekrarlar var. Belli ki bu metni de aynı aydınlar yazmış.

Hayatımın büyük bölümünde yayın piyasasında, kısa dönemler olarak da sendikacılıkta ve STK üyeliklerinde bulundum. Bu işlerin hepsinin mutfağında da yer aldım.

O kadar broşür, o kadar afiş, o kadar bayrak, o kadar T-shirt, bunların depolanması, nakliyesi, dağıtımı, otel salonlarında ve daha büyük mekanlarda toplantılar, ses düzenleri vb.

Altmış bir yaşındayım. Siyasi olaylara 1971’de, yani bundan kırk dört yıl önce, on yedi yaşımdayken bulaştım. Tüm siyasi yaşamımda böylesine demokratik, böylesine kolektif, devletin böylesine himmet gösterdiği, bu denli harcamalar karşısında Maliye’nin böylesine kayıtsız kaldığı, bu kalabalıklar, bu salonlar karşısında Emniyet’in böylesine ilgi (!) göstermediği, altında en azından sorumlu tutulabilecek bir adres olmaksızın bu kadar çok broşürün, afişin kullanılabildiği bir organizasyona rastlamadım.

Tebriğe şayan bir durum daha var. Ben 1976 yılında Boğaziçi Üniversitesi’ne girdiğimde oradaki ufacık öğrenci derneğinin (BKD) yönetimi üç farklı siyasi görüşün koalisyonundan oluşuyordu. Yeni okul yılı ve yeni öğrencilerin karşılanması konusunda ortak bir metinde anlaşamadıkları için, oluşturabildikleri tek metin olarak Doğu Timor Bağımsızlık Mücadelesi hakkında bir bildiri dağıtabilmişlerdi. Özellikle yeni gelen öğrenciler bundan çok etkilenmişlerdi herhalde.

Halbuki bu broşürler ve afişlerdeki metinler tam bir uyum içinde hazırlanmış. Sanki hiç tartışma bile yaşanmamış. Sanki tüm o gruplar adına dışarıdan birisi (söyledim, kötü de yazıyor) metinleri hazırlamış ve ¨kıyağına bu kadar uğraştık, masraf ettik, vakit de kalmadı, siz de tantana etmeden kabul edin¨ demiş. Ne bileyim? Ben öyle bir duyguya kapıldım. (Bunu söylerken, afişleme ve dağıtım konusunda arkadaşların, AKP’nin bu işlerini yapan şirketi kullandıkları bilgisinden de yararlanıyorum tabii. Artık kaça mal olduysa. Yalnız açıkça söylemeliyim, matbaa konusunda bir bilgi edinemedim.)

Yani Lenin hikayesini boşa yazmadım, anlayın artık.


Dümdük Sorular


Daraldım, anlamadık filan diyenler olabilir. İyisi mi, ben şu soruları açıkça (dümdük) sorayım. Sonra yeni kıvırtmacalar olmasın.

Soru 1:

Bu değirmenin suyu nereden geliyordu?

Soru 2:

Bu işin proje masasında, maliyesi ve kasasında, nakliye ve dağıtım organizasyonunda ve tabii özellikle kumanda köprüsünde kimler vardı?

Bu soruların cevabı olabilecek fikirlere tabii ki sahibim. Ama benim derdim farklı.

Tamam, bu YAE'cilerin ezici çoğunluğu özeleştiri yapmayı reddediyorlar. Kendileri bilir. Ama hiçbirinin aklından, zekasından, ferasetinden şüphe edemeyeceğim bu kişiler (YAE'cilerin tümü), bu soruları birbirlerine ya da en azından kendilerine hiç sormadılar mı?

Şimdilik Kaydıyla Son Vuruş


Yazıya şimdilik bir ara-son verirken, yine Marksist.org’dan aldığım ¨yetmez ama evet¨ toplantılarına ilişkin iki günlük bir faaliyet programı ve katılımcılar listesini koymak istedim. İlk bakışta daha sonraki dönemde AKP milletvekili olan ve o dönemde zaten AKP’li gazete yazarı olan kişiler dışında, çok ilginç birkaç isim de var. Ama benim dikkatimi özellikle İzmir Forumu’daki bir isim çekti:

 
Şu güzelliğe bak. Kapak resmi olarak çok uygun değil mi?
Abdurrahman Dilipak.

Daha ne diyebilirim? 

Bence bu da YAE’cilere tam bir kapak.




Yetmez ama EVET toplantıları (birkaç örnek)


4 Eylül (Cumartesi) - Saat: 16.00
Yetmez ama EVET 2. İstanbul Forumu
Yer: Taksim Square Oteli / Taksim
Konuşmacılar:
Osman Can, Yücel Sayman, Adalet Ağaoğlu, Yıldız Ramazanoğlu, Bejan Matur, Markar Esayan, Ferda Keskin, Doğan Tarkan, Tuğbay Öz, Eren Keskin, Ahmet Tezcan, Mehmet Altan, Ömer Laçiner, Ahmet Kekeç, Alev Erkilet, Yıldız Önen, Dilek Kurban, Garo Paylan, Cafer Solgun, Zeynep Tanbay, Hayko Bağdat, Gülçin Avşar, Mustafa Akyol, Fadime Özkan, Mehmet Uçum, Mustafa Paçal, Mustafa Şentop, Salih Tuna, Şenol Karakaş, Turgay Oğur, Emre Aköz.

4 Eylül (Cumartesi) - Saat: 16:00
Yetmez ama EVET Çanakkale Forumu
Yer: Akol Hotel
Konuşmacı: Roni Margulies

5 Eylül (Pazar) - Saat: 15:30
Yetmez ama EVET 2. İzmir Forumu
Konuşmacılar: Osman Can, Lale Mansur, Baskın Oran, Roni Margulies, Nabi Yağcı, Ferhat Kentel, Abdurrahman Dilipak
Yer: Tepekule Kongre Merkezi Anadolu Cad. No:40 Bayraklı

Yürüyüş

5 Eylül (Pazar) - Saat: 15:00
Kocaeli Yetmez ama EVET yürüyüşü
Buluşma yeri: Perşembe Pazarı

Haydi, son bir görsel:


Diyecek laf bulamadım. YAE'ciler de arkadaşım, ama
onları bu sorudan ben bile kurtaramam.
İş kendilerine düşüyor. Hadi biraz gayret.


Bitti (şimdilik)


Yazılarımı hep ¨Sağlıcakla kalın¨ diye bitiriyordum. İnternetten ve tabii İEL’den çok sevgili bir arkadaşımın Facebook’taki bir yazısına rastladım. Beni kırmayacağını ümit ederek, hangi konuda olursa olsun, bundan sonraki yazılarımın son cümlesi olarak ondan aparttığım Latince bir cümleyi kullanacağım. Önce açıklaması:

¨Yaşlı Cato senatodaki her konuşmasını bu cümle ile tamamlarmış der Plutarch. Yani 'bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır'. Hep severdim Cato'yu bugünlerde daha da çok seviyorum. Torunu da çok dürüst bir devlet adamıdır (Cato minor). Sezar ile mücadele etmiş ve intihar etmek durumunda kalmıştır... 

Ceterum censeo Carthaginem esse delendam... ne kadar çok da günümüze uyuyor¨.


Ceterum censeo Carthaginem esse delendam.