17 Ocak 2017 Salı

Belki Affedebilirim, Ama Asla Unutmam (1)


Mine Kırıkkanat-Ahmet İnsel Olayı


7 Ocak günü Twitter’e normalde kanlı geçmesi beklenebilecek bir çatışmanın işaretleri düştü:


OdaTV o gün bu twitleri haber yaptı. Fakat olay çatışmaya dönüşmedi, “çat” olarak kaldı. Yani taraflardan biri olaya dahil olmadı. Mine Kırıkkanat kendi postunda sert bir çat daha yaptı, fakat karşıdan yine ses alamadı.

Entellektüel diye kendisinden önce konuyu işleyeni kaynak gösterene denir! Entellektüel olmak zor, ama Ahmet İnsel gibi entellektüel müsveddesi bol!

Aldoğan ve Kırıkkanat'ın hedef aldığı, olayın müsebbibi olarak görünen kişiydi: Ahmet İnsel. Aslında bu sessizlik normal karşılanabilirdi. Çünkü Ahmet İnsel’in de önde gelenleri arasında olduğu o taraf, son yıllarda kendilerine yöneltilen eleştirileri büyük bir vakar ve olgunlukla (yok, yazmadan duramayacağım, yüzsüzlükle) geçiştirmeyi marifet sayanlardan oluşuyor. Adeta bu tavrı sürdürebilmek için bir teflonla kaplanmış durumdalar.

Teflon temsilcisi: Ahmet İnsel


İlk ve en güçlü YAE’ci önderlerden biri olarak Ahmet İnsel’in bu tanrı vergisi (?) teflonu Mine Kırıkkanat karşısında da kullanması normaldir.

Okuyanlar hatırlayacaktır. Ahmet İnsel, Nuray Mert, Aydın Engin vb. YAE’cilerin Cumhuriyet Gazetesi’ne gelişlerinde en sert ve açıktan karşı tavır Mine Kırıkkanat’tan gelmişti. Bu kişilerin önce ciddi birer özeleştiri yapmaları gerektiğinde ısrarcı olmuştu. Yani, o zamandan beri bu kişilerin Kırıkkanat’la bir hesapları var. Herhalde Kırıkkanat’ı hâlâ cuntacı, darbeci, ulusalcı vb. olarak görüyor ya da bu örnekteki gibi görmezden geliyorlardır. Bu tavra ilişkin sabıkaları zaten oldukça çok. Bu yazı dizisine de biraz bu sabıkaları anlatabilmek için başladım. Ahmet İnsel ilk sırayı almış oldu.

İntihal mi? Ayıp mı?


Önce şu intihal konusunu bir sonuca bağlamak gerekiyor. Aslında olayın benim özellikle ilgilendiğim yanında sonuç belli. Aradan epey zaman geçti, ben hiçbir yerde Ahmet İnsel’in bu konuda olumlu, olumsuz bir cevabına, bir açıklamasına rastlamadım (teflon!).

Aslında bu tavır siyasette taktik olarak kullanılabilir, ama olmazsa olmaz önkoşulları vardır. Birincisi, en ufak bir tereddüde mahal bırakmayacak şekilde haklı olmaktır. İkincisi (biraz daha sübjektif olanı), karşınızdaki kişinin herhangi bir temas durumunda yakanızı asla bırakmayacağından emin olduğunuz sülüksü bir kişi olmasıdır (örn. Doğu Perinçek).

Aksi durumda bu taktiğin kullanılması çok çok ayıptır ve kişinin kendisini ya da grubunu uzun vadede çok kötü duruma düşürür.

Mart 2016'da çıktı, PKK'nın aforozuna uğradı


Ben o cinayetleri başından beri çok yakından takip etmeye çalıştım. Mine Kırıkkanat’ın Mart 2016’da piyasaya çıkan “Hiç Kimse” adlı romanını hemen alıp okudum. Kısmen hayâli mekanlar ve kişilerle örülmüş bu romanın, katil zanlısının ilginç ölümünden sonra, gerçekliğe ne kadar yaklaşmış olduğunu bir kez daha farkettim. Yine Kırıkkanat’ın 25 Aralık 2016 tarihli Cumhuriyet’te yazdığı ”Katil mi? Hiç Kimse!” başlıklı yazısını da okudum.

İki hafta sonra, 7 Ocak 2017 tarihinde yine Cumhuriyet’te Ahmet İnsel’in “Paris’te üç Kürt kadın öldürülmüştü…” başlıklı yazısı yayınlandı. İnsel yazısında Fransız gazeteci Laure

Marchand'ın torpili ortada

Marchand’ın yazdığı “La Fayette Sokağı 147 No.da Üçlü Cinayet” başlıklı kitabı tanıtıyor. İnsel’e göre gazeteci bu kitapta sorgu tutanakları, tanık ifadeleri vb. somut kaynaklardan faydalanmış.

Ahmet İnsel’in yazısından anladığım kadarıyla bu yazarın sonunda gelebildiği nokta, Mine Kırıkkanat’ın bu somut kaynaklara erişemeden yazdığı kitabında gelmiş olduğu nokta.

Şimdi geldiğimiz nokta ise, zurnanın zırt dediği nokta. Ahmet İnsel, Kırıkkanat’ın yazısından iki hafta sonra aynı gazetenin farklı bir köşesindeki yazısında ne Kırıkkanat’tan, ne kitabından ne de köşe yazısından tek bir kelimeyle bile bahsetmiyor.

Neden Ben?


Evet, neden ben bu konunun bu kadar içindeyim? Neden uğraşıp bu yazıyı yazıyorum? Bu konunun yazının başlığıyla alakası ne?

Bu soruların cevabına geçmeden önce bahse konu çatışma (aslında çat) hakkındaki görüşümü belirtmem gerekecek. Çünkü bu soruların cevabının bir kısmı da o görüşte saklı.

İlk olarak “intihal” konusu:

Bu konu bence yoruma açık. Tartışma, “intihal nedir”, “ne durumda intihal yapılmış sayılır” sorularına kadar gider.
Burada konu, sınırları son derece belirgin, spesifik ve aynı. İnsel, Kırıkkanat’ın yazısındaki cümleleri birebir kopyalayarak kullanmış olsa buna zaten tereddütsüz intihal denir. Burada o durum yok. Aksi takdirde zaten yazıyı okumuş olduğu ortaya çıkar, ki o başka bir konu.

Biz değerlendirmemizde biraz taraf tutalım ve intihal yok burada diyelim. Ama hiç kötü bir şey de yok diyemeyeceğiz. Son derece mide bulandırıcı, çok pis kokulu bir başka durum söz konusu. Yine uzun uzun irdelemek gereksiz. Özetle: Bir yazar bir gazetedeki köşe yazısında kendi yazmış olduğu bir kitaptan alıntılar yapıyor. Kitap, güncel bir konuda. Bir hafta sonra aynı gazetenin bir başka köşe yazarı kendi köşesinde aynı konuda bir diğer kitaptan bahsediyor ve önceki kitaba ve ona ilişkin yazıya hiç değinmiyor. Sanki öyle bir kitap ve öyle bir köşe yazısı, hatta öyle bir yazar hiç var olmamış gibi.

Halbuki kitap, yayımlandığında öyle büyük ilgi uyandırmış ki, sayfalarında ona ilişkin yer ayırmamış bir yayın bulmak zor. Gazetelerin kitap sayfaları ve eklerinden Ekşi Sözlük’e kadar bir sürü yerde kitap hakkında yazılar, Mine Kırıkkanat ile söyleşiler vb. var.

Ahmet İnsel, Fransız kültürüyle yetişmiş, eğitiminin ve çalışma hayatının bir bölümünü Fransa’da geçirmiş birisi. Anlatıldığına göre Fransa, tarihinde mertçe, centilmence yapılan düellolarla meşhurdur. Ne diyebilirim?

Bir diğer sonuç ise benim hassasiyetle üzerinde durduğum konuyla ilgili: Teflon.

Ahmet İnsel, bu kitaplar ve köşe yazıları konusunda önce sevgili Yazgülü Aldoğan’ın ardından da Mine Kırıkkanat’ın sert eleştirilerine maruz kaldı. Bu sert eleştiriler Twitter sınırlarında kalmadı, OdaTV’de ve başka yerlerde kendine yer buldu. Yani çok sayıda insana erişti. Bunun karşısında İnsel’in tavrı çok net: Teflon.

Bulunduğu çevre ve konumdan ötürü kendine vehmettiği o elit, o dokunulamaz, o eleştirilemez, o hatasız kimlikten biraz kurtulabilse, ama doğru ama yanlış, ama yalan bir dolu cevap bulabilirdi. Meşrebine kalmış. “Kitaptan haberim yoktu”, “kitaptan haberim vardı, ama okumamıştım”, “yazıyı da kitabı da görmedim” dersin. “Okumuşum, okumamışım, size ne” dersin. “Siz kimsiniz, ister okurum, ister okumam, sizi de muhatap bile almam” dersin. Ama dersin. Referandum döneminde “YAE” programlarındaki gibi mertçe (?), Gezi ayaklanmasında merdivenlerin altında (malum yukarı çıkamıyorlardı) sol yumruğunu sallayarak konuştuğun gibi dersin, söyleyebildiğini söylersin. Ama sadece istediğini söyleyip, istediğini yazıp, cevabını alınca da susup bir köşeye çekilmezsin.

Bu işine gelmediğinde susma tavrının, bu görmezden, duymazdan gelme tavrının, hele hele başkalarının görüp te gözüne soktuğu, duyup da kulağına bağırdığını görmezden, duymazdan gelme tavrının bedeli bu ülkede çok pahalı oldu son yıllarda. Ve keyfen takınılan bu tavrın bedelini takınanlar değil, herkes ödedi, ödemekte ve daha da ödeyecek.

Ben bu ödemeye teflonluların da hisselerine düşen payın fazlasıyla katılmaları taraftarıyım. Belki teflonları çok dirençlidir ve bir seferde delemem. Ama en azından vuracağım darbelerin onları sarsacağını, çatlatacağını ümit edebilirim.


“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”


 “Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”

10 Ocak 2017 Salı

Murat Belge’nin “Değişmeyen Simetri”si


Karizma sonsuz, ama bence yoruldu artık
26 Aralık 2016 tarihli Birikim Haftalık İnternet Dergisi’nde Murat Belge’nin bir yazısı yayınlandı, daha doğrusu yayınlanmış. Bir arkadaşım rica etti bakmam için. Bakmaz olaydım, bu Anayasa hengamesi içinde bir de buna üzüldüm. Yazının başlığı “Değişmeyen Simetri”.

Kemalizm vs. Anti-Kemalizm                          

Uzun süredir bu ülke için hayati bir mesele olarak gördüğüm “Kemalizm-Antikemalizm” konusuyla uğraşıyor, aklıma gelen noktaları ileride kapsamlı bir yazıda birleştirmek umuduyla notlar alıyordum. Öyle ki, saplantılı sayıldığım “YAE”den vazgeçmiş olmam da zaten bu çalışma nedeniyle idi aslında.

İtiraf etmekte de yarar var, YAE’den tam manasıyla vazgeçmem de mümkün olamıyor. Çünkü hangi Anti-Kemalist’e değsem, YAE’ci çıkıyor. Kahrolsun bu federaller!

Bu yazı biraz sert olabilir. Yine hep arkasına sığındığım bahaneyi kullanıyorum: “Kabahat bende değil, ilham verende”.

Yazıyı ilk okumamın sonunda dileğim şuydu: “N’olur ben yanlış anlıyor olayım, Murat bunu yapmamıştır”. Birkaç kere daha okudum. Bu dilek yerini tarifsiz bir kedere bıraktı. Evet, yapmıştı.
Benimki biraz naiflik, bunu yapan neler yapmaz?

Adım adım zifiri bir karanlığa sürüklenmekte olduğumuz şu günlerde, uyduruk bir tarihsel simetri yaratarak, bugünün suçlularını aklamaya, en azından suçu tarihe yayarak hafifletmeye çalışmıştı.

Peki, başarabilmiş miydi? Hayır. Peki, ne yapmıştı? Mental bir rahatsızlık sözkonusu değilse, sosyalist ahlâka, insani ahlâka, Birikimci ahlâka son derece aykırı bir iş yapmıştı.

Muratseverler, durun hemen kızmayın. Bu tür yazışmalarda kanıt olmaz aslında, ama iddia ediyorum, bu yazıyı okumayı bitirdiğinizde (sabrınız elverirse tabii), hele bir de Murat’ın yazısını birlikte okuyabilirseniz, bir şeylerin kanıtlanmış olduğunu hissedeceksiniz.

Önce Murat’ın yazısında görebileceğimiz bazı semptomları sıralayalım.

Semptomların Tanıtımı

Birinci semptom: Kişilerden bağımsız olarak, hangi kafa bir ülkenin kurucu lideri ile yıkıcı liderini kıyaslar ve üstüne üstlük bir simetri içinde yanyana getirmeye çalışır? Durun tahmin edelim: Kurucudan nefret ediyordur, onu aşağıya indirmeye çalışır. Yıkıcıya hayran ya da hatta aşıktır, onu da yukarıya çıkarmaya uğraşır. Sonuçta bunlar aynı hizaya gelirler. Hoooop, işte arzulanan simetri!

İkinci semptom: Bu çok belirgin ve çok dikkat çekiyor. Yazıda kullanılan üslup, kelime seçimi. Yeri geldikçe örnekleri vereceğim.

Üçüncü semptom: İnanılmaz ölçüsüzlük. Mustafa Kemal’den bahsederken kullanılan kelime sayısı, RTE’ninkilerin en az on katı. Detaylar ileride.

Nihayet dördüncü semptom: Malumatfuruşluk kullanılarak bilgi karmaşası yaratma. Buna ilişkin de çok örnek var.

Başka semptomlar da var, belki onlara değip geçerim ileride.

Bunları Biraz Açalım

En zor açıklanabilecek olanı, birincisi. Nedeni basit. Nefret-aşk ilişkisi. Hadi biraz yumuşatalım. Kin ve nefret-hafif bir hayranlık ilişkisi.

Bizde Anti-Kemalistlerin ezici çoğunluğu, Mustafa Kemal’in şahsından ziyade, ona maledilen ideolojinin, bu ideolojiyi benimsemiş devlet yapısının, bunun organlarının ve onu benimsediği inancında oldukları siyasilerin, bürokratların, askerlerin düşmanıdır. Mutlaka Murat Belge de bunlara düşmandır, ama yazısını okuduğumuzda onun özellikle ve münhasıran, kişisel olarak Mustafa Kemal’e düşman olduğu izlenimi çıkıyor. Sanki yaratılan ideolojinin, devlet yapısının, organlarının, bürokratlarının, siyasilerinin tek müsebbibi Mustafa Kemal’miş gibi.

Sözkonusu büyük nefret ve kinin, mutlaka ikinci semptomu tetiklemesi ya da mazur göstermesi şart değil. Yani bir kişiden bütün varlığınla nefret edebilirsin, ama üslubunu daha düzgün, daha efendice, daha delikanlıca kullanabilirsin. Bu hataya ben de şimdiki gibi düşebiliyorum, ama Murat Belge’den bahsediyoruz, ömrü yazarak geçmiş, akademik kariyeri olan bir zat. Hadi bu semptoma bir, iki örnek verelim: “ipleri ele alınca Tevhidi Tedrisat Kanunu’nu çıkardı”.....“Ama kendi partisi bir aşamada İmam-Hatip Lisesi açarak, ‘ikili’ yapıyı geri getirdi.” (italikler MB).

İşte bir “simetri”. Hani deniyor ya: “Eyyy Kılıçdaroğlu, senin partin halka ekmeği karneyle yedirdi!”.

Gerçekten merak ettim, bu neyin kafası? İmam-Hatiplerin kurulmasıyla Mustafa Kemal’in ne alakası var? “Kendi partisi” ne demek? Bugünkü CHP hâlâ Mustafa Kemal’in partisi mi? Bunu iddia eden bir kişi var zaten. Murat Belge onun paralelinde mi, simetriğinde mi?

Belge’nin yazısının buraya kadarki kısmı ancak dörtte biri. Ama önemli. Bağımsız bir yazının temeli, özeti de sayılabilir. Asıl gayesi, yazının devamında gelecek büyük herzeye zemin hazırlamak. Aslında belirlediğimiz dört semptomun en az ilk üçü bu kısacık bölümde son derece net görülebiliyor.

Bu bölümün bir de gizil amacı var. “Simetri” kavramına yazının sonraki bölümü için, özellikle de varolan (?) bir simetrinin değişmezliğine ilişkin bir altyapı hazırlamak.

Çünkü turbun büyüğü sonraki bu heybede.

Yazının 4.Paragrafı: Turba Başlıyoruz

Murat Belge: “Böyle olunca, somut olaylar da birbirine benziyor ya da benzetiliyor. Burada benim aklıma gelen İzmir Suikast girişimiyle Temmuz darbe girişimini izleyen dönemlerin benzerliği (simetrisi)”.

Şimdi bazı ana noktalarda benzerlikler olduğunu ben de kabul edebilirim. Buna farklı bir alandan da bir örnek vereyim. En sevdiğim hayvan olan tapirin balina ile arasındaki benzerlik (simetri) şaşırtıcıdır. Her ikisi de hayvandır, her ikisi de memelidir. O kadar. Bundan sonrası zorlamaya girer. Belge de zorlamış, olmamış. 

Beşinci paragraf:

“İttihatçılar, özellikle de Enver, Mustafa Kemal’i aralarına almamış, iktidara yakın yerlere yaklaşmasına engel olmuşlardı.”
Mustafa Kemal ve Enver Trablusgarp'te

Evet, Enver Paşa ve Mustafa Kemal arasında bir husumet olduğu doğrudur. Aralarındaki en büyük fikir ayrılığı ise Mustafa Kemal’in, ordunun siyasete bulaştırılmaması konusundaki hassasiyetinden kaynaklanır. Okumak lazım. Savaş bitince Enver Paşa ve trumvira yurtdışına gitti ve devreden çıkmış oldu (en azından doğrudan).

Murat Belge de yazısında, “Mondros Mütarekesi’nden sonra, İttihatçılar’ın ülkede kalanları, bir direniş olacaksa, bunun başında ancak Mustafa Kemal’in bulunabileceğini anlamışlardı. Onun hizmetine girmek zorundaydılar. Bir başarı elde edilecekse, bundan sonra kimin üstte kalacağını belirlemek gerekiyordu. İktidar o zaman sahibini bulacaktı. Onların böyle düşündüğünü Mustafa Kemal de anlıyordu. Birbirlerine karşılıklı ihtiyaçları vardı: symbiosis!” diyor ve bu ifade, eski bir yol arkadaşı olarak, beni çok üzüyor. (italikler MB’nin)

Düşünsenize, bir yanda neredeyse koca bir İttihat ve Terakki’nin tamamı (Malta’ya sürülenler ve kaçanlar hariç), diğer tarafta Mustafa Kemal. Sizce de biraz dengesiz (asimetrik) olmadı mı?

Murat Belge’nin vurucu tespiti burada devreye giriyor. Buradan sonra yukarıdaki semptomların tümüne, hatta yenilerine rastlayacaksınız. Şaşırmayın! Ya da ne bileyim, bunları Murat Belge mi söylüyor diye şaşırın! Size kalmış:

“Buraya kadar özetlediğim herhalde AKP/Gülen ittifakının temel mantığına çok uzak değildir. Onlar da birbirlerinden pek fazla hoşlanmazdı ama koşullar birlikte yürümeyi gerektiriyordu.”
Birlikte yürüdük biz bu yollarda

“Zafer kazanıldı. İktidar sorununun zamanı gelmiş oldu. O zamana kadar bir kısım İttihatçı (belki sayıca çoğunluk) Mustafa Kemal’e kalıcı şekilde biat etmişti. Etmeyenler de vardı.”

İzmir Suikastı

“Bunların bir kısmı suikast planladı. (1926) Silahşor Ziya Hurşit siyasî bağlılıklar bir yana, Ali Şükrü’nün intikamını da almayı kuruyordu. Sarı Efe Edip daha Çerkes Ethem olayından hınçlıydı. Ayıcı Arif yeni rejimde hak ettiğine inandığı yere gelemediği için kinliydi v.b. 
Ayıcı Arif

Malûm, plan tutmadı. O zaman Atatürk bu olayı bütün düşmanlarından kurtulmasına kapı açan imkân olarak değerlendirdi. Ta Bulgaristan’dan öfkeli olduğu maliyeci Cavit Bey asıldı. Onunla birlikte çeşitli İttihatçılar asıldı (Kara Kemal intihar etti v.b.). Böylece, İttihatçılar’ın biat etmeyenleri öldürülmüş ya da susturulmuş oldu (Hüseyin Cahit sürüldü v.b.). 

Bir yazının içinde bu kadar uzun alıntılar yapılmaması gerektiği açıktır. Ama eleştirmeye çalıştığım kişiyi çeviri yaparken gördüm. Faulkner ve Joyce’un kitaplarını sözlüğe bakmadan Türkçeye çevirebilen bir kişinin, İngilizceye olduğu gibi Türkçeye de fevkalade hakim olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu yazısında kullandığı öylesine ince ifadeler var ki, okura bunları aynen göstermek ya da yazısının tamamını okumaya yönlendirmek şart. (birikim.com.tr haftalık internet dergisi).

Murat Belge’nin hemen üstte italikle verdiğim paragrafları gerek bu tür incelikler gerekse benim atfettiğim semptomlar açısından bir hazine. Başka bir simetriye dikkat çekmek istiyorum. Tarih yazarı İbn-ül Emin Mahmut Kemal İnal’ı okumuş olanlar bilirler. Çok farklı bir üslubu vardır. “Son Asır Türk Şairleri” ya da “Son Sadrazamlar” gibi tanınmış kitaplarında, bir sadrazamın başarılarından ya da bir divan şairinin olağanüstü kıymetli şiirlerinden bahsederken, aniden “komşuları da onun mahbubperest olduğunu söylerlerdi” ya da “filan paşaya da gıcığı vardı” gibi bir cümle kurabilirdi. Murat Belge de suikaste karışanların intikam, hınç, kin vb. duygularını işin içine katıyor.

Tarih açısından sadrazamın başarıları mı, oğlancılığı mı önemli?
Yukarıdaki dört paragrafın son üçü, malumatfuruşluk olarak adlandırdığımız dördüncü semptomun mükemmel örnekleri. Üçüncü paragraftakiler, konuyu incelememiş birinin belki hiç duymadığı, kim olduklarını bilmediği insanlar. İttihat ve Terakki içinde de triumviranın bir üyesini belki cemiyet merdiveninde bir kez görmüş, cemiyetin herhangi bir kararında fikirleri sorulmamış kişiler. Bazıları daha sonra Millet Meclisi’nde üye olmuş, muhalif kanatta yer almış siyasiler.

Sonraki paragraftakiler önemli. Bazıları suikast olayına doğrudan karışmamış olabilecek kişiler (örn. Cavit Bey). Yazıya göre asılmasının nedeni, Mustafa Kemal’in ona ta Bulgaristan’dan öfkeli olması. Haydaa, ne zaman öfkelenmiş,
Maliyeci Cavit Bey
neden öfkelenmiş, öfkesinin şiddeti neymiş, adam asmaya yeter miymiş, Mustafa Kemal öfkelendiği adamları hep asar mıymış? Soru çok. Mesela burada, Cavit Bey’i özellikle Avrupalılar açısından kendine bir rakip olabileceği kuşkusuyla astırdı gibi bir ifade çok daha akıllıca olabilirdi.


“Paşalar”ın Yargılanması

Bir uzun alıntıya daha geldik:

İkinci Meclis’te Atatürk’e muhalif bir parti kurulmuştu. Buradaki adamların çoğu Kurtuluş Savaşı’nda onunla silâh arkadaşı olan “Paşalar”dı: Karabekir, Ali Fuat, Refet, Cafer Paşalar, Malta’dan dönen Rauf Bey; entelektüel
Kazım Karabekir
taifeden Adnan-Halide Edib Adıvar çifti v.b. Parti, Şeyh Said isyanı dolayısıyla kapatılmıştı ama suikast girişiminde parmakları olduğu suçlamasıyla “Paşalar” yargılandı. Bazıları ülkeyi terketti. Yani o düzeyde de muhalefet susturuldu; kredileri düşürüldü. ”

Şimdi bu paragrafı da eleştirmeye kalkarsam, derler ki “Ziya Kemalist olmuş” ve kendilerini de haklı çıkmış hissedebilirler. Benim derdim Mustafa Kemal’i savunmak değil. Çok ayıp bir tavrı okuyanlara anlatmak.

Bu arada söylemeden de geçmemek lazım, bu “Paşalar” grubunun tamamı hilafetten yanaydı.

Murat’ın Tepe Noktası

Şimdi çok ayıp bir ifadeye geliyoruz. Bu cümle, yazının ve geneline hakim olan ayıbın tepe noktası:

Atatürk bildiğimiz kadar böyle bir şey demedi ama diyebilirdi ve dese doğal olurdu: ‘Bu bize Allah’ın bir lütfudur.” 

Şimdi burada benim fıtratıma uygun olan söylem: “Babaannemin … olsaydı” diye başlardı. Ayıp. Ama Murat’ın yaptığı da ayıp.

Simetriler Galerisi

Yazının buradan sonrası “simetriler galerisi”. Uzun alıntılar yapmadan eleştirmek çok zor. Diğer yandan da yazı çok uzadı. Bir kez daha ricam, Murat’ın yazısının tamamını okumanız. Benim bulamadığım bir dolu herzeye daha ulaşabilirsiniz. Ben sadece vurucu alıntıları kullanacağım.

Şimdi, biri 1926’da, öbürü 2016; arada doksan yıl var. Bu doksan yılda birçok şey değişmiş. En önemlisi toplumun büyümesiyle ölçekler değişmiş. O zaman birkaç yüz kişiyi sorgulayınca, düşmanın belini kırıyordunuz. Şimdi binlerle, on binlerle uğraşmak gerek.


Suikast girişiminden bir yıl önce başlayan ve bastırılan Şeyh Said olayıyla “olağan suçlular”dan Kürtler de zaten sindirilecekler arasında yerlerini almışlardı.

Sanırım bütün bu olaylar arasında da (“ölçek” farklarını bir kenara bırakırsak) çarpıcı benzerlikler var.” 

Doksan yıllık farkın bilincinde olması olumlu. Ama bunu sadece ölçek değişikliğinde kullanmak bence yanlış. Mutlaka başka farklar da olmalı. 
Neyse.

Son zamanlarda yazarlar, yazılarını zenginleştirmek için, belli kavramları mutlaka kullanıyorlar. Ne gibi? Mesela “Kürt”, “Kürdistan”, “Ermeni”, “soykırım” hatta son dönemde “Pontus”. Bunların herhangi birinin olmadığı yazılar eksik sayılıyor. Belge’nin Şeyh Said’i işin içine katması da bundan. Böyle konular ise, üzerinde yeterince okuma ve çalışma yapılmadan ahkâm kesmeye pek gelmiyor. İsyan ne zaman çıkmış? Kim desteklemiş? O sırada Musul-Kerkük sorunu ne aşamadaymış? Kiminle pazarlık yapılıyormuş? En komiği de, Şeyh Said kendi isyanının Kürt niteliğiyle ilgili ne demiş?
Necip Fazıl Kısakürek şahit. Bize Kürtlük gütmek düşmez.

Kısa bir paragrafını atlıyorum. Orada Murat’ın haklı olduğu taraflar var. Tamamı doğru olmasa bile. Önemli de değil.

Şimdi alıntının dibi: “‘Devrimler’den bekletilenler vardı. Üstüste gelip toplumsal tepki yaratmasınlar diye uygun zaman ve zemin kollanıyordu. Bunlar hemen, hızla geçirildi. Örneğin tekke ve zaviyeler kapatıldı. Takvim değişti. Medenî Kanun falan da bu sıralarda yürürlüğe sokuldu. 

AKP’nin şu ara “Başkanlık Sistemi” denen tek adam yönetimini geçirmeye çalışması gibi.”

‘Devrimler’ tırnak içine alınmış (!), uygun zaman ve zemin kollanıyormuş, hemen hızla geçirilmiş (yangından mal mı kaçırılıyormuş), tekke ve zaviyeler kapatılmış (cık, cık, cık, Fetö’ye ayıp olmuş), takvim değişmiş, Medeni Kanun falan da bu sıralarda yürürlüğe sokulmuş.

İyice vurgulansın diye tekrarladım. Tamamına laf edilebilir de, beni yerden yere vuran “falan” kelimesi oldu. Bence bu bir reenkarnasyon vakası. Artık Ali Kemal mi dersiniz, İskilipli mi dersiniz? Biri yeni bir bedende cana geliyor sanki. Murat’ın o kanunun neleri değiştirdiği hakkında bir fikri var mı? Mesela, o kanunla kadınların elde ettiği haklardan rahatsız mı? Mecelleye göre çok daha ileri hükümler içermesi, hatta toplumu yepyeni ve o döneme göre çağdaş bir yapıya dönüştürmeye çalışması, “falan” tarzında bir kelime ile ifade edilebilir mi?

Bu ne düşmanlıktır? Nereden kaynaklanır?

Bir ulu herze hemen sonraki tek cümlelik paragrafta geliyor:

“AKP’nin şu ara “Başkanlık Sistemi” denen tek adam yönetimini geçirmeye çalışması gibi.”

Söz de Yazı da Biter

Hani çok sevilen bir söz var ya “burası sözün bittiği yer” diye. İşte burası da benim için yazının bittiği, bitmesi gerektiği yer aslında.

Simetriye bak: Bir yanda devrimler, diğer yanda Başkanlık Sistemi. Çok dikkatimi çeken bir husus daha var. RTE’nin değil, AKP’nin geçirmeye çalıştığı bir sistem bu. Simetriyi kurarken de bu olgu şaşırtıcı. Tayyip Erdoğan ismi yazıda sadece bir kez, o da ilk iki kelime olarak geçiyor. Mustafa Kemal’e ise vur ha vur.

Yazının buradan sonrası, göz pınarlarımda biriken yaşlara hakim olamadığım bölüm. Kendim için değil, Murat için ağlıyorum. Alıntı olarak sadece üç cümlelik giriş paragrafını kullanıyorum:

“Bir soru daha ister istemez akla geliyordu. 1926’da bir suikast girişimi, 2016’da bir darbe girişimi olacağından yetkililerin haberi var mıydı? Burada da bir benzerlik var mı?”


Buradan itibaren tarihi kaynak, Kemal Tahir’in “Kurt Kanunu” adlı romanı.

Suikasti kim ihbar etmiş? Kim ötmüş? Kılıç Ali, Ayıcı Arif’le konuşmuş, ne konuşmuş? Naciye'nin beraat etmesi neyin ¨güçlü karinesi¨ymiş? Devlet hazırlıklardan haberdar mıymış?

Yaa, işte böyleymiş.
konuşmuş? Naciye’nin beraat etmesi neyin “güçlü karinesi”ymiş? Devle

Ve Murat Belge'den son iki paragraf:

“’Türkiye’de siyaset’in bu temel kuralları elbette bu son komik darbe girişimi için de geçerliydi.

Dolayısıyla bu iki olay da birbirinin simetriğidir. Aynı yerin büyük ve küçük ölçekli birer haritası gibi birbirine uyar.”


Yazımın Son Sözü

Yazı boyunca bazen Murat Belge, bazen Murat, bazen de Belge diye hitap ettiğime bakmayın. Aramızdaki yaş farkı elbette azalmadı, ama yaşlandıkça bu farkın sanki önemi azaldı, en azından dışarıdan bakanlar için.

Aslında o da, Ömer Laçiner de benim için hâlâ ağabeydirler. Bazı fikirlerim tabii ki var, neden bu noktaya gediklerine ilişkin. Ama henüz tam da çözebilmiş değilim. Artık pek umudum kalmadı, ama belki bir gün özeleştiri türü bir şey yaparlarsa, biz de anlayabiliriz onları.

Son sözü gerçekten Murat Ağabey’e bırakmak istiyorum.

11/02/2011 tarihli Medya Radar sitesindeki haberden:

Yazar Aytaç Yıldız tarafından kaleme alınan 'Üç Dönem Bir Aydın: Burhan Asaf Belge' adlı kitap, ünlü Hollywood yıldızı Zsa Zsa Gabor’la yaptığı evlilikle tanınan Burhan Belge’nin hayatını mercek altına alıyor. (Kitap İletişim Yayınları tarafından 2011 yılında, 2010 referandumundan sonraki bir tarihte basılmış).

Kitabın önsözünde gazeteci-yazar Murat Belge babasını siyasi olarak 'dönek' kategorisine koydu:


"(...) Gelelim baba sorununa. İkimizin kariyerleri arasında özetlemeye
Babasına benziyor değil mi?
çalıştığım türden bir farklılaşma var. Marksizm, komünizm güçlü ideolojilerden biridir; bir siyasi hareket olarak siyasi bağıtlanma talep eder, kişisel fedakârlıklar talep eder. Böyle ideolojilerde 'yarı yolda terk', üzerine güçlü bir vurgu olur. ‘Dönek' derler, 'hain' derler, demekten öte işler de görülür. Benim çizdiğim resimde babam 'dönek' kategorisine giriyor. Kendi açımdan ben böyle değilim ama bunu bir de halen 'ben komünistim' diye benim on katım gürültü çıkaranlara sorun."


“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”

“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”