27 Nisan 2016 Çarşamba

Ah Bu Empati Zaafım, Ah!


Kurtulamadığım bir zaafım var, empati merakı. Sadece bu olsa iyi, çoğunlukla da ardından merhamet ekiyle birlikte geliyor. Bu sefer tarihin zaten ezeceği, benim ise bu zaaflar yüzünden dokunmaya kıyamadığım insanlar, bir müddet sonra içime başka şekillerde dert oluyorlar. Diyorum ki kendime, ¨zamanında uygun şekilde sarsabilseydim, belki bu hatalarını sürdürmez ve bugün tarih tarafından bu şiddette ezilmezlerdi¨.

Geçenlerde olanlar oldu. Yargıtay 16.Ceza Dairesi Ergenekon Davası kararlarını bozdu. Aslında ben bu sonucu bekliyordum. Bir yandan sevinirken, bir yandan da o kahrolası empati ve merhamet duygusu nedeniyle üzülüyordum. Ne yapacaktı bizim solcu Tarafçılar, yaygın kabul görmüş isimleriyle ¨liberaller¨ (ben bu liberal adlandırmasını da beğenmiyorum, liberalizm çok tutarlı ve azami etik sahibi olmayı gerektirir. Bizimkilerde durum böyle mi? Bilemem.), yetmez ama evetçiler, kiralık ve satılık köşe kadıları, neyse bu kadar yeter.

Arınç: ¨Savcısına sorun¨.


Gazeteciler de merak etmişler, ama onlara değil de Bülent Arınç’a sormuşlar. Yıllardan beri adamlara takiyyeci diyoruz, yüzlerce, binlerce kanıtı ortada.
Gerçekten ¨pardon¨ filan mı demesini bekliyorlardı anlamadım? Demedi tabii. Neyse daha sonra ¨savcısına sorun¨ dedi de iş biraz renklendi. Ayrıca o benim kahrolası federaller (yani empati ve merhametim), Arınç gibiler için asla geçerli değil. Gerekli değil, herkes hepsini tanıyor, ama yazının ilerleyen kısımlarında belki alıntılar yaparak birkaç simge isim verebilirim. Yazının uzunluğuna bağlı.

Neyse, kararın çıkmasından önceki dönemde liberallere ilişkin üzüntümü anlatmıştım. Ama itiraf etmem gerek, bir yandan bu kişilerle ilgili olarak tereddüt ettiğim noktalar da vardı. Aralarında öyle insanlar vardı ki (bunlar azınlıkta da değil !), kendini haklı göstermek için, ¨biz ‘yetmez, ama evet’ demeseydik, Anayasa Mahkemesi’ne kişisel başvuru hakkı olamayacak, sizin Ergenekoncular da dışarıya çıkamayacaklardı¨ deme arsızlığını, yüzsüzlüğünü bile gösterebiliyorlardı. Sanki hukuğun bugünkü durumunu o referanduma borçlu değilmişiz gibi.

Liberallere Uygun Çıkış Yolları


Saldım empatimi serbestçe ortaya. Aslında yetmiyor tabii. Kendimi onların, en azından çoğunun yerine koyabilmem için ahlaki vanalarımı da kısmam gerekti. Malum, o geçmiş, yalnızca masum bir kanmaca ya da kandırmacayla açıklanamayacak kadar kirliydi. Umutsuz değilim, diğer kirler de zamanla ortaya çıkacaktır. Hiçbirini bilmiyorum da zannetmeyin, ama şimdilik zamanı değil.

Vanaları giderek daha çok kıstıkça, bazı çıkış yolları belirmeye başladı. Belki şunu ileri sürülebilirlerdi:

¨Bugün yargı artık cemaatten neredeyse temizlendi, Peki kimin eline geçti? AKP’nin. FETÖ Örgütü’ne yönelik operasyonlar gibi, bu kararın çıkması da bir intikam operasyonu. AKP yaptırıyor. Halbuki aslında örgüt vardı. Bugün gerçekleşen adalet değil intikam¨.

İçlerinden söyledikleri başka şeyler de olacaktı tabii: ¨Cemaat-AKP aşkı devam ediyorken, köşelerimizde filan AKP aleyhine pek yazmazdık, bütün yazılarımız CHP aleyhineydi, bu iktidar kavgası patladıktan sonra AKP aleyhine daha rahat yazıyoruz. Burada da atalım kabahati AKP’ye. Aslında işin bir ufacık noktasında CHP de olsaydı, çok iyi olurdu. Bir yolunu bulup suçun büyük kısmını ona yıkardık. Neyse bir başka sefere. Hem bir taşla ki kuş. Belki AKP’ye vurarak eski kepazeliklerimizin unutulmasını ya da affedilmesini de sağlayabiliriz.¨

Aaaa yeter! Kapıldım gidiyorum YAE rüzgarlarına. Çocuklara fazla da kızmamak lazım, bu iş göründüğünden kolaymış. Maazallah vanaları biraz kıstın mı, ver elini YAE. Kendi payıma Allah’tan o yeteneğim gerçek hayatta yokmuş, yoksa bugün ben de mi bunları diyecektim? Kabus (!).

Bazı Yazarlar Konuştu Bile


Her zaman yazdıklarım doğru çıkacak diye bir şey yok tabii. Daha ben bu yazıyı yazmaktayken, empatiyle karışık salak iyi niyetimin nasıl boşa çıkacağı belirmeye başladı bile.

Baştan söylemeliyim, bu konuda yazabilecek çoğu yazarı takip etmekten yana değilim. Rastladığım bazı önemli şahsiyetleri yazacağım burada. Yazılarının adreslerini vereceğim. Bazılarından ufak alıntılar da yapabilirim. Aslında bunu yapmayı sevmiyorum. Ne kadar etik davranırsan davran, mutlaka feryat ediyorlar ¨cımbızlamış, ana fikirden koparmış¨ filan diye.
 


Neydi o bir zamanlar

Birinci sırada (öneminden değil, erken davrandığından) vakti zamanının Cumhuriyet Genel Yayın Yönetmenliği’ni bile yapmış mutena bir isim var: Okay Gönensin. Şimdi Vatan’da yazıyor, anladınız siz onu. 22 Nisan’da Vatan’da yayınlanan ¨Darbe Davaları ve Pişmanlar¨ başlıklı yazısını Facebook sayfama da almıştım. Bu yazıdan her paragraf alıntı olarak kullanılabilir, ama tamamını okumak daha yararlı. Facebook’ta da ana babalardan rica ettim, ne olur buna benzer bir çocuk yetiştirmeyin diye.

İkinci sırada Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk vb. dandik davaların altyapı üstyapı destekleyicisi, bu davaların yalnızca militanı olmayıp, bir dolu başka militanının da önderi, (solcu ve demokrat) Taraf paçavrasının kurucusu ve yöneticisi, bavul araştırmacısı, davaların yedek savcısı, hakimi, hatta celladı, basınımızın Barlas’larla birlikte en mutena ikinci ailesinin evladı Ahmet  Altan bir yazıyla ortaya çıkıverdi.
 


Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın

24 Nisan tarihli P24’te (platform24.org) ¨21 Nisan: Ergenekon Bayramı¨ başlıklı bir yazıyla medya platformunu şereflendirdi. Bu yazıdan da bir alıntı yapabilmek kesinlikle imkansız, çünkü bu arkadaşımız yazısını bir aşure kıvamında yazmış. Yazıya o kadar çeşit katmış ki, içinden çıkabilmek çok zor. Herhalde amacı Ergenekon’la ilgili söyleyeceklerini gargaraya getirmek. Bir yandan da kararın yanlışlığına işaret edip, geçmiş suçlarından yırtmak.  Tabii o zaten asla suçlu filan değildir, ama olsun.

Şimdi sırada bu iki zavallının karşısında esas duruşa geçmeleri gereken bir büyükleri var, yaş, cüsse ya da kıdem bakımından değil. Ön alma bakımından. Bu konuda Hazal Özvarış’a konuştuğunda henüz Yargıtay kararı çıkmamış. Tarih 11-12 Nisan. Kendisinin kariyeri, uzmanlık alanları, çizgisi hakkında bilgileri münhasıran onun bu P24 röportajları üzerine hazırlamakta olduğum yazıda vermek istiyorum. Onu zaten hepiniz tanıyorsunuz: Cengiz Çandar.

Böyle bakıp gördü hep istikbali

Sizden ricam, bu röportajları okumanız. Gerçekten vakit kaybı filan olmaz. İnsanın böyle  bir fenomeni mutlaka yakından tanıması lazım. Hazal Özvarış sorularda çok başarılı. Çandar’ı çok iyi deşmiş.

Bu iki röportajın okunmasını adeta zorunlu kılan bir başka özellik daha var. Liberallerin bayraktarlarından biri olan Çandar, röportajın ikinci bölümünde (12 Nisan) bir dolu farklı konuda soruları cevaplarken ¨yetmez, ama evet¨ gibi konularda da konuşuyor. Çok önemli açıklamalar yapıyor. Röportajdan bu yana iki hafta bekledim. Neyi mi? Liberal cenahtan herhangi bir tavır, bir açıklama. Gelmedi ya da en azından ben rastlamadım.

Eski yoldaşlarından birisi ya da birileri, katıldıkları ya da daha çok katılmadıkları noktaları vurgulayabilir, tavırlarını açıklayabilirlerdi. Çıt bile çıkmadı. Olumlu yönde fikir beyan eden tek kişi ise Cumhuriyet Gazetesi İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay oldu: “Mahalle baskısına maruz kalmadan ifade edeyim: Helal olsun Cengiz Çandar’a. Keşke, hepimiz bu derece samimi, net bir özeleştiri yapabilsek” diye tweet atan Atalay’a Cumhuriyet Gazetesi’nden Orhan Bursalı ve Güray Öz çok sert yanıtlar verdiler. Zaten bence de Akın Atalay röportajların bir satırını bile okumamıştı.

Her zaman uyardı bizi


Neyse, asıl tavır belirtmesi gerekenlerden bir ses çıkmayınca, durumu ¨sükut ikrardan gelir¨ atasözü ışığında değerlendirmek zorunlu  oldu. Yani Cengiz Çandar’ı eleştirirken, eleştirinin içine tüm YAE’ci, liberal vb. arkadaşlarımızı katabilme imkanına sahibiz artık.

Çandar, Ergenekon, Balyoz, Erdoğan’ın değişimi gibi konularda diğerlerinden biraz farklı tavırlar alabiliyor, ama ¨yetmez,  ama evet¨in haklılığı konusunda hiç geri adım atmıyor.

Aslında bir diğer yazar ve onun da iki yazısı var, sıraya giren: Murat Belge. Yazılarından biri, T24’de 25/04/2016’da yayınlanan ¨Kut’lu günler arifesinde¨ başlıklı yazı, ikincisi ise yine aynı tarihte birikimdergisi.com’da yayınlanan ¨Ergenekon Davası¨ başlıklı yazı. İki yazı da Ergenekon’dan başlayıp (biraz farklı noktalardan bakarak) farklı konulara bağlanıyor.
 


Bence biraz kafası karışmış

İkisini de okurken biraz zorlandım. İçlerine çok farklı şeyler katılmış. Ama izlenimim şu: Özellikle ikinci yazıda Ergenekon konusunda Okay Gönensin ve Ahmet Altan’ın yazılarına benzeyen noktalar var. Hatta biraz daha ileri gidersem, benzer demagojik öğelerden bile söz edilebilir. Belki ileride yazacağım yazılarda bunlara değinebilirim.

Yukarıda da belirttiğim gibi, sanırım yeteri kadar bekledim. Liberal kardeşlerim, eğer Çandar’a ilişkin bir tavır alacaklarsa, bunu benim eleştirilerimden sonra yapmak durumunda kalacaklar.

Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...

Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.

22 Nisan 2016 Cuma

Yeni Hrant Davası - Kim Eksik?


Bugün 22 Nisan Cuma. Üç gün önce Dink cinayetine ilişkin davanın ikinci perdesi açıldı. Bu defa yargı karşısına çıkanlar farklı. Dönemin polis görevlileri Ali Fuat Yılmazer, Ramazan Akyürek gibi isimler tutuklu olarak hakim karşısında. Tutuksuz sanıklar arasında ise dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, eski İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun,  o dönemde Trabzon  Emniyet

Bu görüntü herkesin beynine kazındı

 Müdürü olan Reşat Altay, İstanbul Emniyetinin eski İstihbarat Şube Müdürü Ahmet İlhan Güler ve Erhan Tuncel'in aralarında bulunduğu 11 kişi yer alıyor. Dink ana davasında da Ogün Samast, Yasin Hayal ve Ersin Yolcu tutuklu bulunuyor.

Nedim Şener’in Mücadelesi


Aslında gazeteci Nedim Şener yıllardan beri bu kişileri işaret ederken helâk oldu. Köşesinde defalarca yazdı, olmadı. Kitap bile yazdı, yetmedi. Kumpasla hapse de girdi. Yalnız değildi. Henüz tamamlanmamış kitabı nedeniyle Ahmet Şık da ona refekat etti. Tabii ancak tecrit hücrelerine kadar. Birlikte kalmaları aylarca sakıncalı görüldü. Ahmet Şık’ın kitabı hakkında, ¨bazı kitaplar bombadan daha tehlikelidir¨ denildi. 
Hem de Avrupa Parlamentosu’nda, yabancıların önünde.


Kapı gibi Nedim Şener, mahpushane koşullarından yılmadı. Bunu mesleğinin bir parçası olarak kabul etti ve direndi. Hapisten çıktıktan sonra katıldığı bir TV programında, babasını görmeye giderken ona göstermek için giydiği en sevdiği eteği x-ray cihazında ötünce çıkarmak zorunda kalan kızını anlatırken, kendine hakim olamayıp ağladı.

Yazısız


Üstteki paragrafı hicran olsun diye yazmadım. Hani söz vermiştim ya bloğun başlangıcında, küfür etmeyeceğim diye. O sözümü tutuyorum. Anlayacak kapasitede birisi için o paragraf, kusura bakılmasın, ana avrat küfürdür.

Çünkü o dönemde kendini hala solcu, sosyalist ve hatta komünist olarak niteleyebilen bir takım kişiler, Nedim Şener’e ve onun gibi düşünenlere postal yalayıcı, darbeci, Ergenekoncu, Balyozcu ve hatta faşist demekle meşguldüler.

Neden Kurban Oldu Dink?


Hrant Dink’in öldürülmesini, Nedim Şener ve Ahmet Şık gibi kişilerin, ¨Ergenekon¨ ve ¨Balyoz¨ sanıklarının hapse girmelerini organize eden güçle, bugün bu davada yargılanmakta olan polislerin isimlerinin gölgelenmesini ve daha sonra taltif edilerek üst görevlere atanmalarını sağlayan güç aynı güçtü: AKP yasal destekli Cemaat.

Zaten Dink, Hrant Dink olduğu için kurban seçilmemişti. Onun öldürülmesinin esas nedeni, hazırlanmakta olan Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk gibi kumpaslara altyapı oluşturmaktı. O cinayeti de provasız işlemediler. İlgili bazı polislerin Trabzon’da görevli oldukları dönemde Rahip Santoro’nun öldürülmesi ve sonrasında yaşanan süreç, Dink cinayetinin mükemmel bir provasıydı.

¨Kullanışlı¨ Arkadaşlar


Bütün bunları gören ve kendilerini yırtarcasına anlatmaya çalışan birilerinin varlığına rağmen, bir grup insan bunları ne gördüler, ne duydular. Kendilerini ¨Hrant’ın Arkadaşları¨ olarak adlandıran bu grup, tüm duruşmaları militanca takip ettiler. Önlerine açtıkları ¨Hrant’ın Arkadaşları¨ imzalı pankartın arkasında toplanıp sloganlar attılar, cinayetin bir an önce aydınlatılmasını, katillerin ve özellikle de onların arkasındaki kişi ve güçlerin ortaya çıkartılmasını ve cezalandırılmasını talep ettiler. Bir diğer önemli talepleri, Dink davasının Ergenekon davası ile birleştirilmesiydi.

Bu ilk davadan

Neden? Çok basit. Aslında  ¨Arkadaşlar¨ olayı büyük ölçüde çözmüşlerdi. Asıl suçlular, bu davada değil, Ergenekon davasında yargılanıyorlardı. Hrant’ın katledilmesi de açıkça bir Ergenekon eylemi olduğundan, davaların birleştirilmesi ve (buraya dikkat!) Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz gibi Ergenekoncuların bu cinayetle bağlarının açığa çıkarılması gerekiyordu hatta şarttı.

Büyük ihtimalle senaryoları bile hazırdı (senaryoyu sarı harflerle vereceğim. Fazla sulu gelirse okumayın, geçin. Aslında bu konu böylesine sululuk kaldırmaz, ama ne yapayım, biraz gırgır geçmeden de duramıyorum).

Senaryo


Birinci mekan (büyük ihtimalle Kemal Kerinçsiz’in bürosu): Masanın üzerindeki noter lambasının ışığıyla aydınlanan loş bir büro. Ağır mobilyalar, kalın ciltli kitaplarla dolu kütüphaneler. Karşılıklı ağır maroken koltuklara oturmuş iki kişi, geniş tabanlı kristal bardaklarından viskilerini yudumlamaktalar. Herhalde hemen tanıdınız, kişilerin birisi emekli general Veli Küçük Paşa diğeri ise meşhur faşist avukat Kemal Kerinçsiz.

Hakikaten korkutucu, değil mi?

Veli Paşa kadehinden büyükçe bir yudum aldıktan sonra, bir yandan kucağındaki çok tüylü kediyi okşarken, Kerinçsiz’e:¨Yahu bu senin single malt viskilerine bayılıyorum, ama bana bir şişe bile göndermedin, neyse bir ara gönderiver. Bak, dün ne düşündüm. Bu Hrant denen Ermeni dölü var ya, Türklerin zehirli kanı filan dediği için yargılandığında, seninle mahkemeye gitmiştik, nasıl da tırsmışlardı. Şimdi de gazetesinde Sabiha Gökçen’in Ermeni olduğunu iddia etmiş. Nallayalım artık şunu. Millet görsün, Türk’e laf etmek kolay mı?¨ der.

İçinin güzelliği yüzüne yansımış

Kerinçsiz’in gözleri parlar, yerinde zıplar. ¨Çok haklısın paşam, ben hemen bizim gençlerden birini ¨İhtiyarlar¨a göndereyim. İlk toplantılarına bizi çağırsınlar, önerimizi anlatalım, onaylarını alalım¨ der.

İkinci Mekan: Horasan duvarlardaki meşalelerle aydınlanan bir Bizans mahzeni. Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz daracık demir merdivenlerden zemindeki yuvarlak platforma inerler. Üstlerinde ekstra bir kıyafet yoktur ve yüzleri de açıktır. Platformda, hilal biçiminde dizilmiş koltuklarda oturan dokuz kişi görürler. Üzerlerinde kırmızı cüppeler, kafalarında kırmızı kukuletalar vardır. Yüzleri maskelidir. Koltukların karşısındaki boşluğa ise bir hatip kürsüsü konmuştur. Küçük ve Kerinçsiz, yayın ortasında oturan kişinin el işaretiyle o kürsüye geçerler.

Veli Küçük daha kıdemli bir Ergenekoncu (haa, daha önce söylemeyi unuttuk, buradaki dokuz kişi de Ergenekon örgütünün yönetimini oluşturan İhtiyarlar’dır) olmasına rağmen, hitabet yeteneği daha güçlü olduğu için sözü Kerinçsiz’e bırakır. Kerinçsiz, davudi sesiyle, kısa ve net cümlelerle, akıllarına gelen fikri, bunu nasıl daha da geliştirdiklerini, hazırladıkları fizibiliteyi, eylemin toplumda yaratabileceği muhtemel etkileri açıklar.

Senaryonun kaynaklarından biri

Kısa bir sessizlik olur, kukuletalılar aralarında bakışırlar, belli belirsiz bir baş hareketi yaparlar. Ardından yayın ortasındaki koltukta oturan kişi konuşur:¨Arkadaşlar, önerinizi ben beğendim, ama bir kez de aramızda tartışmamız ve kabul edersek son şeklini vermemiz gerekiyor. Daha sonra sizinle bağlantıya geçeriz¨ der.

Küçük ve Kerinçsiz sırayla birer baş selamı vererek platformu terk ederler ve merdivenlere yönelirler. Merdivenleri ağır ağır çıkarken Veli Küçük’ün kafasını burgu gibi oyan bir düşünce vardır. Onlara hitap eden İhtiyar’ın sesi ve daha çok da konuşma biçimi. Sesi, kukuletanın altındaki bir aygıt tarafından değiştiriliyor ve boğuklaştırılıyor olsa da konuşma biçimi, vurguları oldukça özgündür ve Veli Paşa bu kişiyle daha önce birden fazla kez aynı mekanda olduklarından giderek daha çok emin olmaktadır.

En üst basamağa geldiğinde, tam mahzenin kapısından çıkacakken, aklına biraz önce görmüş olduğu bir başka ayrıntı gelir. İhtiyar, onlara hitap etmek ve diğerlerine bakmak üzere koltuğunda kımıldandığında, cüppenin yan tarafı hafifçe açılmış ve haki renkte bir pantolonda kırmızı bir şeridin ucu bir anlık da olsa görünmüştür. Paşa, adımlarını şaşırır, sendeler ve önden çıkmakta olan Kerinçsiz’in omzuna tutunur. Kulağına eğilir ve ¨çabuk arabaya binelim, sana bomba gibi bir haberim var¨ der.

Küçük’ün Önemli Keşfi


Arabaya binerler. Kerinçsiz, Paşa’nın heyecanlı halinden etkilenmiştir. Soru dolu gözlerle Paşa’ya bakar. Paşa, heyecanını belli eden bir tonla:¨Aslında daha önceden de huylanıyordum, ama bugün emin oldum. Bizim ‘İhtiyarlar’ın lideri İlker Paşa¨ der. Ve diğer ayrıntıları sıralar.


İşte bir numara

Kerinçsiz adeta şoka girer, ¨inanmıyorum¨ diye bağırır. Fakat o da kukuletalının konuşma biçimini bu fikrin ışığında bir kez daha gözden geçirince Veli Paşa’ya hak verir. ¨Haklısınız Paşam¨ der, ¨bugün Harp Akademileri’nde tören vardı, herhalde tören üniformasını değiştirmeye fırsat bulamadan buraya geldi. Siz de kırmızı şeridi görünce...¨.

Bir Ara Not


Ben böyle yavan ve aşırmalı yazmaya devam edersem, bu senaryo bitmez. Herhalde tanımışsınızdır, başı ¨Baba¨ filminden, sonrası Kurtlar Vadisi’nden apartma. Sonu mu? Canım İlker Paşa kısmı da, bizim Ergenekon karşıtlarının fantezisi. Hepsi inanmadı mı İlker Başbuğ’un örgüt lideri olduğuna?

Senaryonun Son Parçası


Sonrasını da kısaca özetleyelim: Uyanık Türk güvenlik güçleri ve seçkin (seçilmiş demek daha doğru) savcıları, kesinlikle hiç bir dış güçten yardım ve destek almaksızın, bu örgütü ilmek ilmek sökerek açığa çıkardılar.

Yalnız ilmekler çok dağılınca, bir daha toparlayabilmek mümkün olamadı. İşin bir üzücü yanı şu: Ne Veli Küçük’ü ne de Kerinçsiz’i Dink cinayetine bağlamak bir türlü becerilemedi.

Senaryo Bitti


Nereden çıktı bu senaryo şimdi diye soracak olursanız, cevabı basit:

Vallahi böyle saçmalıklara inananlar çıktı bu toplumda. Hem de okumuş etmiş insanlar arasından. Profesörler, yazarlar, fikir adamları filan da vardı. En zavallıları da kandırılma veya değişimi görememe sabıkalılarıydı, onları tanıyorsunuz.

Şimdi bu senaryoyu terk edelim ve öncesine dönelim. Hani Hrant’ın arkadaşları davaların birleşmesini istiyorlardı ya, işte oraya.

Aslında bu kumpası kuranlar da davaların birleşmesinden yanaydılar. Böyle bir örgüte kanlı bir vukuat lazımdı. Ama fark ettiler ki, Dink cinayeti bu işe uygun değildi, riskliydi, zanlılar güçlüydü.
 

Danıştay cinayeti sanığı Alparslan Arslan

Ne yapsınlar, mecburen gene aslında çok alakasız duran Danıştay cinayetini bağladılar buraya. Hiç olmazsa Küçük ya da Kerinçsiz gibi dişli (muhtemel) zanlılar yerine, katil olduğu kanıtlanmış, Reichstag yangınının Van der Lubbe’si gibi meczup bir avukat vardı. Aslında o zavallı da bütün duruşmalarda bu işi Ergenekon aşkından değil, din aşkından yaptığını haykırdı. Ama sesini kimseye duyuramadı.

Üzücü Noktalar ve Soru


Yazı çok uzadı. Gelelim işin bir diğer önemli noktasına. Eğer Cemaat-AKP kavgası çıkmasaydı, Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk vb. davaların kurbanları asla dışarıya çıkamayacak ve Dink cinayeti yeni bir davanın konusu olmaksızın kapanıp gidecekti.

Yazıyı bitirmeden bir diğer üzücü noktayı vurgulamam gerekiyor. Yeni Dink davasının ilk gününde, Çağlayan’daki Adliye Sarayı’nın önünde bir avuç insan toplanmıştı. Ellerinde ¨Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni’yiz¨ pankartı ile.

Tanıdıkları göremedik

Peki, şimdi can alıcı soru. Daha önce Beşiktaş’taki adliyenin yakınındaki parkta hep açılan ¨Hrant’ın Arkadaşları¨imzalı pankartın arkasındakiler nerede, Hrant’ın Arkadaşları nerede? Toplanan bu grupta hemen hiç tanıdık yüz yok. Ne yani, katiller ya da onların arkasındakiler Ergenekoncu değillerse, katil sayılmıyorlar mı? 

Ne dersiniz?



17 Nisan 2016 Pazar

İnsan ve toplum, kendi eder kendi bulur…


MURAT SEVİNÇ


AKP’ye geçtiğimiz 10 küsur yıl boyunca destek verenlerin bir kısmı bugün muhalif. ‘Kandırıldığını’ söyleyen de var, ‘Erdoğan değişti’ diyen de.

Kandırıldığını söyleyen birine, ‘Yok hayır kandırılmadın’ demek pek anlamlı olmaz sanırım. Buna mukabil kişisel görüşüm insanın pek kolay kanmadığı yönünde. Ayrıca Erdoğan ile yandaşlarının da anlamlı bir değişim geçirmediği ve AKP’nin nahoş nitelik/eylemlerinin, ‘büyük hedefler (!)’ uğruna uzun yıllar ‘görmezden gelindiği’ kanısındayım. Aynen 1950-54 arasında olduğu gibi… O dört yıllık zaman zarfında da DP (Demokrat Parti), 1955 sonrasında yaşanacakların ipuçlarını bolca vermiş ancak hızlı ekonomik büyüme ve çok partili yaşam mutluluğu içinde görmezden gelinmişti.

Görmezden gelmenin iki boyutu var tabii: Görmeyi istememek ve görmeyi reddeden bir ideolojik konumlanma.
AKP’yi destekleyenlerin ‘bir kısmı’ yıllardır takip ettiğim, özgür bir toprak düşlediklerinden kuşku duymadığım, bedel ödemiş ve ben kısa pantolonla dolaşırken darbe mağduru olmuş dürüst yazarlar, sanatçılar. Nitelikli, sözüne değer verilen yurttaş kesimi. Okuduğunuz yazının eleştirisi, bu kesime. Adına ister liberal, ister liberal sol denilsin, fark etmez. Zaten her iki adlandırma da sorunlu.

Kazaz, Ünsal, ‘jöleli’


Toplumlar, zor günlerinde ve karar anlarında yalnızca laf ebesi siyasetçilere değil, sevip takdir ettiklerine, okuduklarına, dinlediklerine de bakar. Yurt dışı basın, ülkenin önemli düşünce insanlarını, gazetecilerini vb. arayıp bilgi/görüş alır. Takdir edersiniz ki hiçbir Guardian ya da Le Monde yazarı/muhabiri, Tuğçe Kazaz’ı, Niran Ünsal’ı ya da TV gediklisi kimi soytarıları arayıp ‘Türkiye’de neler oluyor?’ diye sormaz.

Dolayısıyla adı sanı bilinen okumuş kesimin gücü, sayılarıyla doğru orantılı değildir. Bu nedenle söz konusu destekçilerin, AKP’ye hayalini dahi kuramayacağı bir ‘entelektüel’ katkısı sağladığı çok belirgin. Zaten bu insanlar terk ettiğinde, geriye ‘jöleli’ ile 2015 model Tekinalp (Moiz Kohen) kaldı.

Asıl mesele ve Cumhuriyet tarihinin en ‘dalavereci’ anayasa değişikliği


‘Görmezden gelme’den kastım şu. Destekçilerin, başta TSK’nin siyaset üzerindeki belirleyiciliğinden kurtuluş olmak üzere, büyük ve haklı beklentileri vardı. Belki bir diğer beklenti, mütedeyyin kesim ile diğerlerinin barışma olasılığıydı. Güçlü motivasyonlardan biri ise hiç kuşkusuz ulusalcı kesime duyulan (ve karşılıklı olduğunu sandığım) nefretti. Çok şey sayılabilir. Ancak asıl mesele, hedeflere varma yolunda önemsiz görülen sorunların, görmezden gelinmesiydi.

Örneğin, 2010 değişiklikleri. Çok kritik bir eşik. Cumhuriyet tarihinin en ‘dalavereci’ anayasa değişikliği. 20 küsur ‘olumlu’ değişiklik, Andrew Arato’nun deyişiyle ‘soğanın kabukları’ydı’ ve asıl mesele ‘soğanın cücüğü’ yani ‘yargı’ idi (olup biteni ta New York’tan gören Arato, ‘Ergenekonculuk’la itham edildi!).
Değişiklikler içinde, ülkenin ‘gerçek’ sorunlarının çözümüne dair bir ‘çaba’ ve ‘niyet’ yoktu. Buna mukabil hayli ağır bir ‘makyaj’ vardı. Hani şu düğünlerde geline yapılan, ancak sonucu değiştirmeyen o tuhaf makyaj gibi. Görmezden gelindi.

‘En birinci demokrat görünme’ yarışı


Haklı olarak eleştirenler, kimi had bilmezler tarafından 1982 Anayasası’na sahip çıkmakla, ‘AKP’ye takık, ruh hastası, saplantılı, bağnaz’ vs. olmakla itham edildi. Oysa oylama öncesinde Cemaat lideri, ‘Keşke ölüler mezarlarından kalksa da evet oyu verse’ demekle meşguldü. Bir din adamı, neden böyle şeyler söyler? Duymazdan gelindi.

Yürürlükteki anayasayı sabah akşam ve şuursuzca aşağılamak, ‘en birinci demokrat görünme’  yarışında marifet sayıldı ne yazık ki. Bugün yaşadığımız ‘anayasasızlaşma’ ya da ‘doğa durumuna dönüş’te bu akıl dışı tavrın payı çok büyük. Anti demokratik hükümler de barındırsa yürürlükteki bir anayasaya uygun hareket etmenin kıymeti, herhalde bugün daha iyi anlaşılıyordur. Ancak, geçmiş olsun!

Vizyon aşağı, vizyon yukarı!


Benzer tavır hemen her konuda sergilendi. AKP’nin, yere göğe konulamadığı yıllarında siyasal alanı düzenleyen hemen hiçbir ‘12 Eylül yasası’nı değiştirmediği, aksine hepsinden ‘yararlandığı’, görmezden gelindi.

Her Allah’ın günü Resmi Gazete’de yayınlanan kamulaştırmalar, imar değişiklikleri (talanı!), olumsuz yöndeki sosyal hak düzenlemeleri vs. görmezden gelindi.

İmar planlarındaki değişiklikleri topluma anlatmaya çalışan meslek odalarının sesi, sade suya tirit Kemalizm eleştirileriyle bastırılmaya çalışıldı. İmar talanı dün başlamadı memlekette. Şu aralar gazetelerde sağa sola racon kesmekle meşgul olan eski bir yayın yönetmeni gazeteci/edebiyatçı, ülke parsellenirken çılgın kanal projesini nerelere sığdıracağını bilemez haldeydi. Saçma sapan projenin açıklandığı günlerin gazetelerinde kimin ne yazdığına şöyle bir bakıp hatırlamayı düşünmez misiniz? Vizyon aşağı, vizyon yukarı!

Büyük hedefe (vesayet!) varma yolunda…


AKP’ye ilişkin değerlendirmeler, siyasal İslam’ın (üstelik Bayarcı milli irade anlayışını benimsemiş) potansiyeli göz önünde bulundurulup anlamlı çıkarımlara dayandırılmadı. Başta zina tartışması, özel yaşama ilişkin ‘dokundurmalar’ yıllar öncesinde gündeme getiriliyordu. Görmezden gelindi.

Üç beş yıl öncesinde rejime dair kaygılarını hiç de otoriterliğe savrulmadan dile getirenlere, ‘Niyet okuyorsunuz’ deniyordu. Şimdinin endişeli liberallerince, ‘endişeli modern’ sıfatı icat edilmişti. Ayrıca, ‘endişelenmek’ çok olumlu bir yurttaş niteliği değil midir?

‘Delil bavullarıyla’ garip pozlar verilmesi, görmezden gelindi. Temel sanık haklarının ihlal edildiği yargılamalar sonunda verilen mahkumiyetlere, ‘Sağlık olsun, kurunun yanında birkaç yaş da yanar’ yorumları yapıldı. Büyük hedefe (vesayet!) varma yolunda, küçük hukuk dışılık ve tutarsızlıkların ne önemi vardı? Görmezden gelindi.

Oysa asıl mesele, o ‘yaşlar’ın yanmasını engellemekteydi. Belki o zaman bugün ‘kurular’ın zafer naralarını dinlemek durumunda kalmazdık. 2015 ilkbaharında adalet sistemiyle birlikte o davaların da çökmesinde, zamanında sergilenen ilkesizliklerin, ‘Maazallah bana da darbeci derler’ rüzgârına kapılarak adam gibi eleştirmekten kaçınmanın büyük payı var.

Büyük sürpriz ne?


Bugün gelinen noktada, ‘Ne olduysa son iki üç yılda oldu, öncesinde hızla demokratikleşiyorduk’, ‘Erdoğan değişti’ vs. diyenler; siyasal İslam’ı geçtim, inançlı/muhafazakâr kesimi tanıdıklarını düşünüyorlar mıydı gerçekten? Kişisel olarak, dindar kesim hakkında pek fikirleri olmadığı ve yıllardır bu kesime dair boş laf ettikleri kanısındayım.

Ulusalcı antipatisi/nefreti, bir başka ‘savrulma’ya neden olmadı mı? Şu anda gidişattan endişelenenler, siyasal İslam ve AKP tipi muhafazakârlığı, azgın kapitalizmin ‘olağan’ sonuçlarını bugün mü fark ettiler? Soma’da bir anda 300 küsur insan ölmese, bu ‘tali’ konulara girecekler miydi? Onlar AKP’yi allayıp pullarken, emekçi sömürüsü dolu dizgindi. Bugün olduğu gibi.

Büyük sürpriz olan nedir? Şeffaf olmayan bir rejimde, kentsel dönüşümün vurgunlara kapı açması mı? Yoksa demokrasiyi yalnızca araç olarak gördüğünü ısrarla dile getirmiş insanların, her ne düşünüyorlarsa onları yaşama geçirmeye çalışmaları mı? Nedir şu Allah’ın cezası sürpriz? Kapitalistin kapitalistliği mi? Dincinin dinciliği mi? Milliyetçinin milliyetçiliği mi?

‘Konjonktürel otoriterlik’ hödüklüğü


Partilerin/kurumların, farklı dönemleri vardır elbet. İnsan da değişebilir, hiç kuşkusuz. Buna mukabil iki üç yılda demokratlıktan ceberutluğa geçiş yapanı, ne gördüm ne duydum. ‘Değişim’ iddiası, görmezden gelmenin devamından başka bir şey değil. ‘Değişti’ demek, ‘Biz hep haklıyızdır’ demenin bir diğer yolu. Murathan Mungan’ın nefis ifadesiyle, ‘haklı olmak değil, haklı çıkmak isteği’nin sonucu.

2010’da ‘Evet’ oyu verdi diye Sezen Aksu dinlememek ne kadar hastalıklı bir tutum ise topluma/okuyucuya ‘afacan’ muamelesi yapmak da bir o kadar vahim. Belki de Erdoğan pek değişmemiştir. Belki de muhterem okumuşumuz hiç tanımadığı bir dünyayı bildiğini düşünmüş ve yanılmıştır. Belki de bir ‘büyük hedef’ uğruna, bugünün yolunu döşeyen irili ufaklı pek çok günah önemsenmemiş, görmezden gelinmiştir. Belki de Türkiye sosyalist soluna ve CHP’ye yöneltilen eleştirilerin pek azı dahi AKP’ye yöneltilmemiştir. Ya da belki de bugün varılan noktada, her seçim öncesinde iktidar partisinden yönelen anormallikleri ‘konjonktürel otoriterlik’ olarak tanımlayıp ‘Seçim sonrasında üfleyeceğiz, geçecek’ düzeyinde dile gelen hödüklüğün payı, hayli iricedir.

İçim sıkılıyor


367 saçmalığını ve katı ulusalcı kesimin izan/demokrasi dışı tavrını haklı olarak eleştirenlerin, bir kez de dönüp yıllarca sergiledikleri ve ‘Biz demokrasinin yanındaydık’ savıyla altından kalkılamayacak tavırları üzerine düşünüp derin bir nefes almaları, doğru olmaz mı? Bireysel yaşamlarımızda da, bugünümüzü çekilmez hale getiren her ne varsa, geçmişte görmezden geldiklerimizin toplamı değil midir?

Tabii şimdi birileri çıkar ve mutlaka ‘Canım hiç mi iyi bir şey olmadı?’ deyiverir. Adettendir!

İçim sıkılıyor inanın. Olmuştur mutlaka. Onları da, ‘iyi şeyleri arayıp bulmaya’ memur edilenler yazıversin…