23 Haziran 2015 Salı

Seçim bitti, n’olacak şimdi?


İtiraf etmem lazım, toplumun önemli bir kesimi gibi ben de 8 Haziran günü gevşek bir moda geçmiştim. İstenen olmuş, AKP yenilmişti. O günün akşamına doğru, RTE’nin yüzünü görmüyor ve sesini duymuyor olmaktan dolayı hissettiğim huzura rağmen, içimde ters bir şeyler kıpırdanmaya başladı. Ben değil miydim, “Seçim Yazıları”mda, AKP’nin, hele hele RTE’nin bir yenilgiyi asla kabul etmeyeceğini, iktidarı kaybetmemek için elinden gelen her şeyi yapacağını yazan? Bu amaçla savaş bile çıkarabileceğini bile dile getirmiştim.

Allah’tan RTE’nin şişik egosu bu sonucun olabileceğini önceden hesap etmesine izin vermedi, Allah’tan dindar Kürtler AKP’den vazgeçti ve yine Allah’tan bir kısım CHP’li kendi partilerinin aleyhine olabileceğini bile bile, demokrasiyi tercih ederek oylarını HDP’ye (ödünç) verdiler. Burada Kılıçdaroğlu’nun hakkını teslim etmek gerek. Kampanya boyunca bir kere bile HDP aleyhine laf etmediği gibi, barajı aşmasını dilediğini de defalarca söyledi.

Tabii, bir de bu işi canı gönülden destekleyen eski “yetmez, ama evet” tayfası vardı. Bu seçimde onların katkısının çok önemli olduğunu düşünmüyorum. Bir defa referandum sırasında tutmuş oldukları köşeler artık ellerinde değildi. Ayrıca referandumdan bu yana gerçekleşen gelişmeler, karizmalarını oldukça çizmiş ve güvenilirliklerine büyük zarar vermişti.

Hükümet senaryoları? Ben yokum


Daha seçim sonuçları kesinleşmeden, seçim gecesinin geç saatlerinden itibaren hükümet senaryoları telaffuz edilmeye başlandı. Ertesi gün neredeyse tüm gazetelerin köşe yazıları, tüm TV haber ve tartışma programları, yalnızca bu senaryoları işliyorlardı. Çeşitli azınlık hükümeti ihtimalleri, dört partinin farklı kombinasyonlarından oluşan koalisyon hükümeti ihtimalleri irdelenmeye başlandı. Tabii bir de erken seçim ihtimali.

Bunların hepsini tek tek irdeleyerek ne zaman ne satır ne de sabrınızı harcamak istemem. Nasıl olsa bunu yapmakta ve yapacak olan bir dolu gazeteci var. Ama, ilerideki yazılarımda daha derinlemesine değineceğimi belirterek, erken seçim ihtimali üzerinde biraz durmak istiyorum.

RTE’nin hedefi erken seçim mi?


Bence kesinlikle evet. Aksi takdirde, AKP dışındaki üç partinin koalisyon için anlaşamasalar bile, kendisine kadar uzanabilecek bir Yüce Divan işbirliğine girebileceklerinden çok korkuyor.  AKP’nin bölünmesine yol açabilecek bir Eskiler-Gül operasyonundan da korkuyor.

Dolayısıyla tek çaresi, Eskiler’i ikna ederek, partinin başına da farklı bir kişiyi getirerek, ülkeyi bir erken seçime götürmek, bu sırada da HDP’nin ödünç oylarını kaybetmesine yönelik bir takım girişimlerde bulunmak. Barajı aşamayan bir HDP sayesinde Güneydoğu bölgesinden kazanacağı milletvekilleriyle de yeniden tek başına iktidar olmak.

Bu konuyu bir başka yazıda daha detaylı analiz etmeye çalışacağım. Şimdilik bu kadarı, önümüzdeki kısa dönemde RTE’nin yapmaya çalışacakları açısından bir ön görüş verebilmek için yeterli.

Bence ülkemin ağırlıklı ve öncelikli sorunu


Bu ülke geçtiğimiz on üç yıl boyunca inanılmaz boyutlarda bir ahlaki erozyona uğradı. Sorumlu mevkilerde olan herkesin, ki bu durumda bunlar başta seçmiş olduğumuz milletvekilleri oluyor, birinci görevleri bu ahlaki çöküşü geri döndürecek, tedavi edilemez gibi görünen ahlaki yaraları sağaltacak tedbir ve tedavileri kafa kafaya vererek bulmaları ve taviz vermeksizin uygulamalarıdır. Şahsi menfaatleri, partilerinin menfaatleri bunun önüne geçtiği takdirde, bu toplumu kurtarmanın imkanı yoktur.

Bu sorunun önceliğinde, bireylerin, partilerin asla önemi yoktur. “Benim partim burada oy kaybeder”, “ben partimin yönetimini kaybederim” vb. kaygıların hepsi, vatana ihanetle eşdeğerdir.

Ay karanlık

Seçimden bugüne kadar, aklımdan çıkmayan bir şiir, onun da bir bölümü var. Takıldı kafama, çıkmıyor. Olayın kahramanlarını mı öyle görüyorum, bilmem, ama şiir aklımdan çıkmıyor:

Dört yanım puşt zulası,
    Dost yüzlü,
    Dost gülücüklü
    Cıgaramdan yanar.
    Alnım öperler,
    Suskun, hayın, çıyansı.
    Dört yanım puşt zulası,
    Dönerim dönerim çıkmaz.
    En leylim  gecede ölesim tutmuş,
    Etme gel,
    Ay karanlık...

Belki o zuladan çıkabileceğim tek imkan gelmiş ve ben çıkamayacağım.


Sağlıcakla kalın, kalabilirseniz

5 Haziran 2015 Cuma

Seçim yazıları (son)


Yazı değil, Sırat köprüsü vallahi


Hayatım boyunca bir sürü dergi, bülten, ansiklopedi yazısının ardı sıra bu blogta da kırkın üzerinde yazı yazdım. Sizi temin ederim, bu yazmakta olduğum yazı kadar tereddüt ettiğim, çekindiğim bir yazı olmadı. Bunu sağ salim bitirebilirsem, herhalde seçim sonrası keyfi ya da kahrı ile birlikte, yazılara biraz ara veririm diye düşünüyorum.

Aslında bu çekinmemin (hatta korkumun) nedenlerini yazıyı okudukça farkedeceksiniz, ama ben baştan da biraz ön açıklama yapmaya çalışacağım.

Biraz geçmişe bakalım


Çok az okunmuş olmalarına rağmen, bir konuda gönlüm rahat. Çünkü “Niyete bakma, doğru anla” (1) ve (2) başlıklı yazılarımda aslında bunun altyapısını yapmaya çalışmıştım.

Çok uzun süredir geçmişi sola dayanan birçok kişi arasında amansız mücadeleler oldu. En şiddetli ayrışma 12 Eylül 2012 referandumunda kendini gösterdi. Esas olarak üç ana grup ortaya çıktı. 1)”Yetmez, ama evet” formülünü kullanan evetçiler, 2) Hayırcılar, 3) Boykotçular.

Fazla derine gitmenin yeri ve zamanı değil. Ama bu grupların birincisi ve maalesef en güçlüsü, diğer iki gruba amansızca saldırdı. “Gizli faşist” ya da “açık faşist” diyenler bile oldu aralarından. Birinci gruba dahil olanların etkili kısmı, “sol liberaller” ya da “liberal solcular” gibi adlarla tanımlandılar. 2.Grup, sayıca azdı ve güçsüzdü. Çok lezzetli bir sürü referandum maddesinin arasından, yargıya yönelik hain maddeyi yakalamış ve adeta bugünü o günden bütün çıplaklığıyla görmüş olanlardı. Ayrıca bunların ezici çoğunluğu, Ergenekon, Balyoz, OdaTV gibi tiyatroların da farkına varmış ve diğerlerini bu konuda uyarmaya çalışan kişilerdi. 3.Grup ise sol olarak en doğru tavrın boykot olduğuna inanmışlar, ama maalesef bu tavırlarıyla “evetçi”lerin, dolayısıyla AKP’nin ekmeğine yağ sürmüş olanlardı. Onların da sayısı azdı.

İdeolojik (!) mücadele


Birinci grubun esas gücü sayılarından kaynaklanmıyordu aslında. Ama çok sayıda “aydın”ları vardı. Bunlar gazetelerdeki köşe yazılarıyla, TV’lerdeki programlarıyla, katıldıkları yurtiçi ve yurtdışı açık oturum, panel vb. etkinliklerle çok etkili oluyor ve mücadelelerinin ideolojik boyutunu, diğer iki gruba yönelttikleri suçlama, aşağılama ve hakaretlerle süslüyorlardı.

Bir önceki milletvekili seçimleri de benzer ideolojik (!) tartışmalarla geçti, ama ilginç bir süreç başladı. Bizim “sol liberaller” bazen birer birer bazen üçer beşer bulundukları yerleri kaybetmeye başladılar. Hatta AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu, adeta kendilerine teşekkür ederek bundan sonraki süreçte beraber davranmalarının imkânsız olduğunu açıkça söyledi.

Uyanış


Zaten “uyanık”tılar, ama neyse bu konuda da uyandılar. Kalpleri kırılmıştı. Bir kısmı RTE’nin değiştiğini iddia ettiler, kandırıldık dediler (kandık demediler), hatta Oya abla (abla ifadesi bana ait değil, kopya çektim) “beni kandırdılar, şahsen AKP’den alacaklıyım” bile dedi (hem vallahi, hem billahi).

Uyanmalarına rağmen, nefisleri elvermedi, bir, ikisi hariç
özeleştiri yapamadılar. Kimisi sessizce durmayı yeğledi, kimi sanki hiç YAE’ci olmamış gibi, edinebildiği yeni köşelerden RTE’ye saydırmaya başladı. Ama belirtmekte de yarar var, bir daha asla eski şaşaalarına ulaşamadılar. Ne zamana kadar? Az sonra!

Gelelim bugüne


HDP’nin seçime bağımsız adaylar ile değil, parti olarak gireceğini açıklamasından bu yana, köşe yazıları, bloglar ve genel olarak da dijital ortam adeta çıldırdı. “Neden vermeli”, “neden vermemeli”, vermenin on nedeni”, vermemenin on beş nedeni”, “veren hain”, vermeyen alçak”; yüzlerce yazı.

Bıkmadan usanmadan, inanılmaz bir sabırla bu yazılardan tüm rastladıklarımı okudum (bu delicesine çabam sırasında bana desteğini esirgemeyen sakinleştirici ilacıma teşekkürü bir borç biliyorum. İsteyenler FB’deki hesabımdan özel mesajla adını sorabilirler). O kadar çok yazı okudum ki, artık istatistiksel bazı tespitlerde bulunabilirim.

“Vermem” diyenlerin yazıları genellikle, hatta tümüyle ciddi havada yazılar. “Ben vereceğim, sen de ver” diyenlerde ise genellikle alaycı, pejoratif ifadeler yer alıyor. Yine bunların çoğunda, satır aralarından fışkıran bir sol düşmanlığı (hatta nefreti) sezilebiliyor. Bazı yazarlar, bunu doğrudan yapmaya cesaret edemedikleri için, başına parantez içinde ya da dışında bir “ulusalcı” ibaresi ekliyorlar. Bu ibarenin herkesce malum olan, bariz bir anlamı yok ama, hakarete sanki farklı bir boyut, bir derinlik katıyor.

Benim asıl üzüldüğüm konu, bu sol düşmanlığını kendilerince kabul edilebilir kılmak için, adeta çıktığı deliğe işer gibi, solun büyük bölümünü gizli ya da açık faşistlikle suçlamaları. Bunu aslında 12 Eylül referandumunda da yapmışlardı, ama bu tavrı bugün de sürdürebiliyor olmaları, gerçekten beni benden alıyor. Tarih, daha ne yapsın? Sopası yok ki, kafalarına ekleştirsin kardeşim.

Kürt solu mu, Kürt sorunu mu?


Ben sol siyasete 1974’te girdim. Daha önce 1971’de TMGT, Dev-Lis gibi kısa süreli ilişkiler oldu, o sayılmaz. Çocuktum.

Aradaki 12 Eylül kesintisi dışında her zaman bulunduğumuz siyasi hareketlerin içinde Kürt yoldaşlarımız vardı. Ayrıca tümü ya da büyük çoğunluğu Kürtlerden oluşan, ama öncelikle sosyalist, siyasi hareketler de vardı. Yanlış hatırlamıyorsam o dönemde (vay be kırk yıl olmuş) DDKD, DDKO gibi derneklerle başlayan Kürt solu, daha sonra TİKKO, Rızgari, Alarizgari, Tekoşin, Burkaycılar vb. bir dolu hareket doğurdu. Bunlar ağırlıkla Kürt olmalarına rağmen önce solcu, sosyalisttiler. Entelektüel düzey ve teorik üretim olarak da çok iyiydiler.

PKK ise, kurulduğu günden itibaren bir yanda yanına çekebilmek için Kürt halkı üzerinde, diğer yanda ise muhtemel rekabeti ortadan kaldırabilmek için Kürt sol hareketleri üzerinde, cinayetlere varan amansız bir baskı uyguladı.

Sonuçta Kürt solu darmadağın oldu. Bir kısmı PKK’ya biat etti. Bu konuda Evren’in Diyarbakır Cezaevi de uygun ortam sağladı. Bir kısmı yurtdışına kaçtı, arazi oldu. Kaçanların bazıları da PKK tarafından orada yakalanıp infaz edildiler.

Nihai durum şudur: 1984’e kadar adından bahsedilebilen Kürt solu (Tunceli bölgesindeki TİKKO dışında) artık yoktur, onun yerine Kürt sorunu, Kürt etnik hareketi vardır. Solun da bir etnik hareketin destekçisi olması zorunluluğu yoktur, ilişki ancak solun etnik hareketi bir sol harekete dönüştürebilmesi durumunda söz konusudur. Şu anda böylesi bir sol hareketten söz edilemez.

Eeee, n’olacak şimdi


Geldik bu yazının tehlikeli noktasına. Yukarıda bahsedilen üç gruptan birincisi, bugün “ben verecem, sen de ver, vermeyen ne olsun”cular. Bunu stratejik değil, siyasi bir tavır olarak savunuyorlar. İkinci grupta ağırlık, “hadi bu seferlik vereyim, ama stratejik haa, ayrıca vermeyebilirim de, ne olacak mışım ki”ciler. Üçüncü grup en sağlamı, “vermem arkadaş, benim kendi gerçek sol partim var” diyenler.

Kendimi ikinci grubun çok emektar bir üyesi sayıyorum. Bu mücadeleye referandumdan filan çok önce başladım çünkü. Ama buradaki esas derdim, yaşadıkları kısa “YAE” huzurundan sonra, “Heyoo, dayanacak yeni bir yer bulduk, öbürlerine gene faşist, ulusalcı filan diyebileceğiz” diyen, birinci grup.

Garip bir kıyaslama


Birinci grubu oluşturan yazar, çizer, düşünür, konuşurlar (bazıları gerçekten çok konuştu), uzun yıllar boyunca AKP aleyhine tek bir laf etmezken, CHP’ye ana avrat gittiler (AKP karşıtı söz söyleme yasağı, son MV seçimine, tasfiyelerine kadar sürdü). CHP aleyhine söz söyleme aşkı ise bugün bile devam ediyor.

Şimdi ise ileri demokrasi getirecek olan AKP’nin yerini HDP (PKK, Apo, Kandil) aldı.

Gerilla dersi


Biz, gerilla hakkında ilk bilgileri, Regis Debray’ın kitaplarından öğrendik. Oradaki gerillalar, işkence yaptığı belirlenen, halka karşı suç işlediği kanıtlanan polis, asker, özel timci gibi adamları vurur, cesetlerinin üzerine idam ilamını bırakırdı. Mesela, bugünkü gençler bilmez, Arjantin'in ERP gerillaları, Nikaragua diktatörü Anastasia Somoza’yı sığındığı Paraguay'da arabasında infaz etmiş, bu infazı Nikaragua'nın FSLN gerillalarına hediye etmişti.

Gerilla asla silahsız halka ateş etmemiş, sadece ihbarcı olduğu belirlenenleri, o da suçun şahsiliği prensibini göz önünde tutarak, yargılamış ve idam etmişti.

Bizde böyle olamadı. Kültür farkı mıydı, genetik miydi, neydi bilemiyorum. Ama bir şeyi gözlemleyebiliyorum, PKK ve HDP sözcüleri dışında kimse, dağdakiler hakkında “gerilla” kavramını kolayca kullanamıyor. Çünkü dünyada hiç bir gerilla hareketi, jandarma ya da özel tim elemanı olmadığı için, “gerilla” ile savaşmamış, tezkeresini almış ve evine dönmekte olan 33 askeri, sadece diğer etnik kökenden gördüğü için kurşuna dizmedi.

Bu örnek yeterli değilse, Google’da “Neşe Alten” adını yazın ve gelenleri okuyun.

Özeti: PKK bir etnik harekettir. HDP ise onunla organik bağını inkar etmeyen bir partidir. Arada on defa kapatılmış, farklı kadrolarla yeniden açılmış CHP’yi 77 yıl önceki Dersim katliamı ile suçlayabilen bir zihniyet, 1984’teki, yani 31 yıl önceki bir katliamı görmezden gelebilmekte.

Ne olursunuz, Ziya CHP’liymiş demeyin. Hayatımın hiç bir anında CHP’li olmadım. Benim buradaki derdim, ideolojik bakışın, insanı nasıl yanıltabildiğini göstermek.

Bu seçimdeki tavır


HDP’ye oy vermek için, HDP’li olmak ya da Kürt olmak gerekmiyor, tamam. Bu stratejik bir oy olabilir, ama bu oyu verirken, diğer örneklerin yanısıra Neşe Alten öğretmeni ve yukarıda ustalardan edinilmiş gerilla derslerini unutmamak zorunda olduğunuzu bilin.

Sağlıcakla kalın.


4 Haziran 2015 Perşembe

Seçim Yazıları (2)


Demirtaş, partisinin seçimlere bağımsız adaylarla değil de parti olarak katılacaklarını açıkladığında çok şaşırmıştım. O günlerde HDP’nin parti olarak barajı geçebilmesi çok zor görünüyordu. Bana makul gelen tek yol, seçim öncesinde AKP’yi çözüm süreci bağlamında barajın düşürülmesine zorlayacağı, burada da diğer muhalefet partilerinin desteğini alacağıydı. Buna teşebbüs bile etmedi. Bu durumda HDP’nin bu kararının nedenleri ve hedefi hakkında çok kafa patlattım, ama sağlıklı bir sonuca varamadım.

Emin olduğum tek bir veri söz konusuydu. Çözüm sürecinin, tarafları tatmin edecek biçimde sonuçlanması imkânsızdı ve taraflar (en azından yöneticileri) bunu başından beri biliyorlardı. Burada taraflar derken, AKP ve HDP/PKK’dan bahsediyorum, Türkiye halklarının tümünden değil.

Özellikle ABD’nin hedeflediği, çok daha büyük ve kapsamlı bir projenin (BOP) önemli bir etabı olarak dayattığı bu çözüme ilişkin süreç, AKP ve HDP/PKK tarafından farklı örtük amaçlar için kullanılıyordu. “HDP/PKK” biçimindeki kullanım bazı arkadaşların hoşuna gitmeyebilir, ama temel görüşmelerin AKP-devlet/İmralı-PKK-HDP arasında yapıldığı, gözden kaçırılmamalı.

AKP’nin, aslında Erdoğan’ın amacı, bir yandan Kürtleri diğer yandan ABD ve bağlantılı dış güçleri aldatarak, oyalayarak kendisi için öngördüğü, hayal ettiği diktatoryal tek adam rejimini oldu bittiye getirebilmekti. Kürtler ise, bu pazarlıklar sırasında elde edebilecekleri kısmi kazanımları, özellikle uluslararası kamuoyu nezdinde meşrulaştırmanın, kayıtlara geçirmenin, resmileştirmenin peşindeydiler.

AKP’nin (RTE’nin), diğer bir dolu konuda olduğu gibi, bu konuda da bakkal kurnazlığı ile vakit kazanmaya çalıştığını ABD çok geç anladı. Ama anladı. Ve bence RTE adının üzerine kalınca bir çizgi çekti. Bu çizginin bazı detaylarını ve olası etkilerini özellikle önümüzdeki günlerde yoğun olarak göreceğimizi sanıyorum. Aslında bunun ilk atışı da Cumhuriyet’in TIR’lar haberiyle yapıldı bence.

Potus ve Beyefendi


Hürriyet Gazetesi Washington Temsilcisi Tolga Tanış’ın yakın zamanda yayınlanan kitabının adı bu. Tanış kitabında, Obama ile RTE’nin ilk telefon konuşmasını yaptıkları 16 Şubat 2009’dan, RTE’nin cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra 12 Ağustos 2014’te mevcut ünvanlarıyla yaptıkları son telefon konuşmasına kadar geçen 2002 günlük süreyi anlatıyor. POTUS’un açılımını vermekte de fayda var: “President of the United States”in başharfleri.

Çok kapsamlı bir kitap. Okurken, bilmediğim çok şeyi öğrendim. Ama asıl bomba kitabın sondan bir önceki bölümünde patladı. Bölüm başlığı şöyle: “Kürt Petrolü: Kuzey Irak-İstanbul-Singapur-BVI hattında karanlık bir ticaretin öyküsü”. Burada anlatılan ticari ilişki o kadar girift ki, burada özetlemek imkânsız. Ama Tolga Tanış’ın titiz araştırmasıyla ilmek ilmek çözdüğü bu ticari ilişki öyle noktalara erişiyor ki, şaşmamak da imkânsız.

Burada verilen bilgiler, geçen gün Cumhuriyet gazetesinde verilen TIR bilgilerinin üzerine koyulduğunda (kimbilir daha zulada bekleyen ne bilgiler var?), RTE’nin başkanlık ve diktatörlük hevesinin sadece şişik ego, narsistik kişilik yapısı gibi duygusal faktörlerden değil, gerçek anlamda “duygusal” ($, £, €, TL gibi) bir takım faktörlerden de kaynaklandığı görülebiliyor.

Açıkça anlaşılacağı gibi, RTE’nin başı üzerinde sallanan Demokles kılıcı, yalnızca Lahey’de savaş suçlarından değil, yine uluslararası başka mahkemelerde kara para, illegal ticaret vb. suçlardan da yargılanma ihtimali.

Bu durumda en azından geçici olarak kurtulabilmesinin tek yolu ise başkan olabilmek. Ama o durumda da o pahalı uçağını yalnızca Sudan’a, kardeşi Beşir’e gidip gelebilmek için kullanabilecek. Çünkü büyük olasılıkla hakkında savaş ve kara para suçlusu olarak yakalama kararları çıkmış olacak ve RTE pek başka bir ülkeye uçamayacak.

Bu tablonun zorunlu kıldığı bir durum sözkonusu. RTE ve bağlantılı olarak AKP, seçim sonuçları ne olursa olsun iktidarı bırakmamak zorunda. Başkanlık artık bir hayal. Anketlere göre HDP’nin barajı geçmesi durumunda da AKP belki tek başına iktidara bile gelemiyor. Bu durumda AKP’nin yapabilecekleri ya da daha doğru bir ifade ile yapmak zorunda kalabilecekleri çok kısıtlı. İlk seçeneği, bir azınlık hükümeti. Diğer üç partiden birinin bunu destekleme ihtimali çok az. Bu olabilse bile, AKP’nin buna karşılık olarak ödeyeceği bedel çok yüksek olabilir. Bu tür bir destek alamadığında da güven oyu alamayan hükümet düşer. Erken seçime gidilir.

Benim tanıdığım RTE, asla bir başka partiye hükümet kurma görevini vermez. Erken seçimi tercih eder. Ama eğrisi aşağı yönelmiş bir partiyi 45-50 günde yeniden tek başına iktidar yapabilecek bir sihirli formül de görünmüyor. Hele de bu TIR vb. darbeler geldikçe. Yapabileceği tek şey, seçimleri ileri bir tarihe ertelemesine izin verecek bir provokasyon. Suriye ile savaş gibi.

İlginç bir başka formül


Okulun Aşure Günü’nde bir arkadaşım başka bir formül attı ortaya. Bu arada belirtmeden geçmeyeyim, o gün boyunca en çok konuşulan şey okul anıları filan değil, seçim tahminleriydi. Bu formül, bir AKP-MHP koalisyonu. AKP’nin çaresizliğinden yararlanan MHP, ülkeyi hükümetsiz bırakmamak bahanesiyle, tutulabilmesi neredeyse imkansız sözler karşılığında, hükümete girecek. AKP, vakit kazanmak için bu sözleri verecek. Makûl bir süre sonra AKP, kıvırtmaya başlayınca MHP hükümetten çekilecek ve ülkeyi seçime zorlayacak. Böylece bir yandan kendi oylarını artırırken, diğer yandan da AKP’ye zarar vermiş olacak.

Benzer bir AKP-HDP koalisyonu? Out of question.


Arkadaşımın MHP için öngördüğü formülün, HDP tarafından uygulanması bence hiç mümkün değil. Gerek Kürt, gerekse Türk seçmeninde kaybedeceği prestiji yıllarca yerine koyamaz. Geniş bir muhalif kitlenin üzerinde en çok durduğu ihimal olmasına rağmen, bence bir AKP-HDP koalisyonu imkânsızdır.

Gerek ülkenin gerekse kendi ifadeleriyle Kürdistan’ın sorunlarının ancak toplumun geniş kesimlerinde kabul görecek ortak bir demokratik anayasayla çözülebileceğini bilecek kadar akıllı bir HDP’nin, AKP ile bir kapkaç anayasa yapmaya kalkışması  düşünülemez. Zaten böyle bir anayasayı referanduma götürebilecek milletvekili sayısına erişmeleri de çok zor.

Diğer bazı ihtimaller


Üzerinde durmak istediğim bir iki ihtimal daha var. Bunlarda gerekli koşul, HDP’nin barajı geçmiş olması. AKP’nin ya 276’yı kıl payı geçmesi ya da 276’nın da altında kalmış olması. Geçerse zaten hükümeti kuracaktır.

Bence her iki durumda da gerçekleşecek tablonun en önemli ve belki imkânsız gibi görünen sonucu, AKP’nin kendini RTE’den ayırması ve onu sarayda tecrit etmesidir. Bunu sağlayacak olan da, Abdullah Gül, Bülent Arınç, Cemil Çiçek gibi ağır topların, bir baskın kongreyle partiyi ele geçirmeleridir. Yeni bir kimlik edinebilmek için bu kadro, eski bakanların ve 17-25 Aralık’ta yer alan diğer kişilerin (bakan çocukları, Reza vb.) yargılanmasına yol verecek, partiyi uzun vadede yaşatabilmek için İslamcı çizgiden merkez sağa kaydıracak ve orada tutunmaya çalışacaktır. Yakın tarihten edinilen tecrübeye göre, bu operasyon oldukça zordur ve küçülme kaçınılmazdır (ANAP sendromu).

Bir diğer ufak ihtimal de, hükümeti kuramayan bir AKP’nin çok hızlı dağılması ve özellikle milliyetçi görüş kökenli milletvekillerinin MHP’ye geçmeleridir.

Ebe Zehra'nın öngörüsü


Her durumda seçim sonrası için geçerli olan tek kesin öngörü, Ebe Zehra’nın veciz ifadesinde kendisini bulmaktadır:”Geceler gebe”. Dileğim, doğum ne şekilde olsun, doğan ne olursa olsun, operasyonun mutlaka kansız olmasıdır.

Seçime kadar tek bir yazım daha kaldı (tabii çok anormal bir gelişme olmadığı takdirde). Kararını verenler zaten vermiştir, artık kimseyi şu ya da bu yönde etkilemenin sorumluluğu üstüme kalmaz diye düşünerek, mahut HDP’ye oy vermek konusunu biraz irdeleyeceğim. Bunu şahsi bir görev olarak görüyorum ve ileride “şerefsizim, ben bunları düşünmüştüm, ama söylememiştim” dememek için yapmak zorunda hissediyorum kendimi.


Sağlıcakla kalın.