Seçim yazıları (son)
Yazı değil, Sırat köprüsü vallahi
Hayatım boyunca bir sürü dergi, bülten, ansiklopedi
yazısının ardı sıra bu blogta da kırkın üzerinde yazı yazdım. Sizi temin
ederim, bu yazmakta olduğum yazı kadar tereddüt ettiğim, çekindiğim bir yazı
olmadı. Bunu sağ salim bitirebilirsem, herhalde seçim sonrası keyfi ya da kahrı
ile birlikte, yazılara biraz ara veririm diye düşünüyorum.
Aslında bu çekinmemin (hatta korkumun) nedenlerini yazıyı
okudukça farkedeceksiniz, ama ben baştan da biraz ön açıklama yapmaya çalışacağım.
Biraz geçmişe bakalım
Çok az okunmuş olmalarına rağmen, bir konuda gönlüm rahat.
Çünkü “Niyete bakma, doğru anla” (1) ve (2) başlıklı yazılarımda aslında bunun
altyapısını yapmaya çalışmıştım.
Çok uzun süredir geçmişi sola dayanan birçok kişi arasında amansız
mücadeleler oldu. En şiddetli ayrışma 12 Eylül 2012 referandumunda kendini
gösterdi. Esas olarak üç ana grup ortaya çıktı. 1)”Yetmez, ama evet” formülünü
kullanan evetçiler, 2) Hayırcılar, 3) Boykotçular.
Fazla derine gitmenin yeri ve zamanı değil. Ama bu grupların
birincisi ve maalesef en güçlüsü, diğer iki gruba amansızca saldırdı. “Gizli
faşist” ya da “açık faşist” diyenler bile oldu aralarından. Birinci gruba dahil
olanların etkili kısmı, “sol liberaller” ya da “liberal solcular” gibi adlarla
tanımlandılar. 2.Grup, sayıca azdı ve güçsüzdü. Çok lezzetli bir sürü
referandum maddesinin arasından, yargıya yönelik hain maddeyi yakalamış ve
adeta bugünü o günden bütün çıplaklığıyla görmüş olanlardı. Ayrıca bunların
ezici çoğunluğu, Ergenekon, Balyoz, OdaTV gibi tiyatroların da farkına varmış
ve diğerlerini bu konuda uyarmaya çalışan kişilerdi. 3.Grup ise sol olarak en
doğru tavrın boykot olduğuna inanmışlar, ama maalesef bu tavırlarıyla
“evetçi”lerin, dolayısıyla AKP’nin ekmeğine yağ sürmüş olanlardı. Onların da
sayısı azdı.
İdeolojik (!) mücadele
Birinci grubun esas gücü sayılarından kaynaklanmıyordu
aslında. Ama çok sayıda “aydın”ları vardı. Bunlar gazetelerdeki köşe
yazılarıyla, TV’lerdeki programlarıyla, katıldıkları yurtiçi ve yurtdışı açık
oturum, panel vb. etkinliklerle çok etkili oluyor ve mücadelelerinin ideolojik
boyutunu, diğer iki gruba yönelttikleri suçlama, aşağılama ve hakaretlerle
süslüyorlardı.
Bir önceki milletvekili seçimleri de benzer ideolojik (!)
tartışmalarla geçti, ama ilginç bir süreç başladı. Bizim “sol liberaller” bazen
birer birer bazen üçer beşer bulundukları yerleri kaybetmeye başladılar. Hatta
AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu, adeta kendilerine teşekkür ederek bundan
sonraki süreçte beraber davranmalarının imkânsız olduğunu açıkça söyledi.
Uyanış
Zaten “uyanık”tılar, ama neyse bu konuda da uyandılar. Kalpleri
kırılmıştı. Bir kısmı RTE’nin değiştiğini iddia ettiler, kandırıldık dediler
(kandık demediler), hatta Oya abla (abla ifadesi bana ait değil, kopya çektim)
“beni kandırdılar, şahsen AKP’den alacaklıyım” bile dedi (hem vallahi, hem
billahi).
Uyanmalarına rağmen, nefisleri elvermedi, bir, ikisi hariç
özeleştiri yapamadılar. Kimisi sessizce durmayı yeğledi,
kimi sanki hiç YAE’ci olmamış gibi, edinebildiği yeni köşelerden RTE’ye
saydırmaya başladı. Ama belirtmekte de yarar var, bir daha asla eski
şaşaalarına ulaşamadılar. Ne zamana kadar? Az sonra!
Gelelim bugüne
HDP’nin seçime bağımsız adaylar ile değil, parti olarak
gireceğini açıklamasından bu yana, köşe yazıları, bloglar ve genel olarak da
dijital ortam adeta çıldırdı. “Neden vermeli”, “neden vermemeli”, vermenin on
nedeni”, vermemenin on beş nedeni”, “veren hain”, vermeyen alçak”; yüzlerce
yazı.
Bıkmadan usanmadan, inanılmaz bir sabırla bu yazılardan tüm
rastladıklarımı okudum (bu delicesine çabam sırasında bana desteğini
esirgemeyen sakinleştirici ilacıma teşekkürü bir borç biliyorum. İsteyenler
FB’deki hesabımdan özel mesajla adını sorabilirler). O kadar çok yazı okudum
ki, artık istatistiksel bazı tespitlerde bulunabilirim.
“Vermem” diyenlerin yazıları genellikle, hatta tümüyle ciddi
havada yazılar. “Ben vereceğim, sen de ver” diyenlerde ise genellikle alaycı,
pejoratif ifadeler yer alıyor. Yine bunların çoğunda, satır aralarından
fışkıran bir sol düşmanlığı (hatta nefreti) sezilebiliyor. Bazı yazarlar, bunu
doğrudan yapmaya cesaret edemedikleri için, başına parantez içinde ya da
dışında bir “ulusalcı” ibaresi ekliyorlar. Bu ibarenin herkesce malum olan,
bariz bir anlamı yok ama, hakarete sanki farklı bir boyut, bir derinlik
katıyor.
Benim asıl üzüldüğüm konu, bu sol düşmanlığını kendilerince
kabul edilebilir kılmak için, adeta çıktığı deliğe işer gibi, solun büyük
bölümünü gizli ya da açık faşistlikle suçlamaları. Bunu aslında 12 Eylül
referandumunda da yapmışlardı, ama bu tavrı bugün de sürdürebiliyor olmaları,
gerçekten beni benden alıyor. Tarih, daha ne yapsın? Sopası yok ki, kafalarına
ekleştirsin kardeşim.
Kürt solu mu, Kürt sorunu mu?
Ben sol siyasete 1974’te girdim. Daha önce 1971’de TMGT,
Dev-Lis gibi kısa süreli ilişkiler oldu, o sayılmaz. Çocuktum.
Aradaki 12 Eylül kesintisi dışında her zaman bulunduğumuz
siyasi hareketlerin içinde Kürt yoldaşlarımız vardı. Ayrıca tümü ya da büyük
çoğunluğu Kürtlerden oluşan, ama öncelikle sosyalist, siyasi hareketler de
vardı. Yanlış hatırlamıyorsam o dönemde (vay be kırk yıl olmuş) DDKD, DDKO gibi
derneklerle başlayan Kürt solu, daha sonra TİKKO, Rızgari, Alarizgari, Tekoşin,
Burkaycılar vb. bir dolu hareket doğurdu. Bunlar ağırlıkla Kürt olmalarına
rağmen önce solcu, sosyalisttiler. Entelektüel düzey ve teorik üretim olarak da
çok iyiydiler.
PKK ise, kurulduğu günden itibaren bir yanda yanına
çekebilmek için Kürt halkı üzerinde, diğer yanda ise muhtemel rekabeti ortadan
kaldırabilmek için Kürt sol hareketleri üzerinde, cinayetlere varan amansız bir
baskı uyguladı.
Sonuçta Kürt solu darmadağın oldu. Bir kısmı PKK’ya biat
etti. Bu konuda Evren’in Diyarbakır Cezaevi de uygun ortam sağladı. Bir kısmı yurtdışına
kaçtı, arazi oldu. Kaçanların bazıları da PKK tarafından orada yakalanıp infaz
edildiler.
Nihai durum şudur: 1984’e kadar adından bahsedilebilen Kürt
solu (Tunceli bölgesindeki TİKKO dışında) artık yoktur, onun yerine Kürt
sorunu, Kürt etnik hareketi vardır. Solun da bir etnik hareketin destekçisi
olması zorunluluğu yoktur, ilişki ancak solun etnik hareketi bir sol harekete
dönüştürebilmesi durumunda söz konusudur. Şu anda böylesi bir sol hareketten
söz edilemez.
Eeee, n’olacak şimdi
Geldik bu yazının tehlikeli noktasına. Yukarıda bahsedilen
üç gruptan birincisi, bugün “ben verecem, sen de ver, vermeyen ne olsun”cular.
Bunu stratejik değil, siyasi bir tavır olarak savunuyorlar. İkinci grupta
ağırlık, “hadi bu seferlik vereyim, ama stratejik haa, ayrıca vermeyebilirim
de, ne olacak mışım ki”ciler. Üçüncü grup en sağlamı, “vermem arkadaş, benim
kendi gerçek sol partim var” diyenler.
Kendimi ikinci grubun çok emektar bir üyesi sayıyorum. Bu
mücadeleye referandumdan filan çok önce başladım çünkü. Ama buradaki esas
derdim, yaşadıkları kısa “YAE” huzurundan sonra, “Heyoo, dayanacak yeni bir yer
bulduk, öbürlerine gene faşist, ulusalcı filan diyebileceğiz” diyen, birinci
grup.
Garip bir kıyaslama
Birinci grubu oluşturan yazar, çizer, düşünür, konuşurlar
(bazıları gerçekten çok konuştu), uzun yıllar boyunca AKP aleyhine tek bir laf
etmezken, CHP’ye ana avrat gittiler (AKP karşıtı söz söyleme yasağı, son MV
seçimine, tasfiyelerine kadar sürdü). CHP aleyhine söz söyleme aşkı ise bugün
bile devam ediyor.
Şimdi ise ileri demokrasi getirecek olan AKP’nin yerini HDP
(PKK, Apo, Kandil) aldı.
Gerilla dersi
Biz, gerilla hakkında ilk bilgileri, Regis Debray’ın
kitaplarından öğrendik. Oradaki gerillalar, işkence yaptığı belirlenen, halka
karşı suç işlediği kanıtlanan polis, asker, özel timci gibi adamları vurur,
cesetlerinin üzerine idam ilamını bırakırdı. Mesela, bugünkü gençler bilmez,
Arjantin'in ERP gerillaları, Nikaragua diktatörü Anastasia Somoza’yı sığındığı Paraguay'da arabasında
infaz etmiş, bu infazı Nikaragua'nın FSLN gerillalarına hediye etmişti.
Gerilla asla silahsız halka ateş etmemiş, sadece ihbarcı
olduğu belirlenenleri, o da suçun şahsiliği prensibini göz önünde tutarak,
yargılamış ve idam etmişti.
Bizde böyle olamadı. Kültür farkı mıydı, genetik miydi,
neydi bilemiyorum. Ama bir şeyi gözlemleyebiliyorum, PKK ve HDP sözcüleri
dışında kimse, dağdakiler hakkında “gerilla” kavramını kolayca kullanamıyor.
Çünkü dünyada hiç bir gerilla hareketi, jandarma ya da özel tim
elemanı olmadığı için, “gerilla” ile savaşmamış, tezkeresini almış ve evine
dönmekte olan 33 askeri, sadece diğer etnik kökenden gördüğü için kurşuna
dizmedi.
Bu örnek yeterli değilse, Google’da “Neşe Alten” adını yazın
ve gelenleri okuyun.
Özeti: PKK bir etnik harekettir. HDP ise onunla organik bağını inkar etmeyen bir partidir. Arada on defa kapatılmış,
farklı kadrolarla yeniden açılmış CHP’yi 77 yıl önceki Dersim katliamı ile
suçlayabilen bir zihniyet, 1984’teki, yani 31 yıl önceki bir katliamı görmezden
gelebilmekte.
Ne olursunuz, Ziya CHP’liymiş demeyin. Hayatımın hiç bir
anında CHP’li olmadım. Benim buradaki derdim, ideolojik bakışın, insanı nasıl
yanıltabildiğini göstermek.
Bu seçimdeki tavır
HDP’ye oy vermek için, HDP’li olmak ya da Kürt olmak
gerekmiyor, tamam. Bu stratejik bir oy olabilir, ama bu oyu verirken, diğer
örneklerin yanısıra Neşe Alten öğretmeni ve yukarıda ustalardan edinilmiş
gerilla derslerini unutmamak zorunda olduğunuzu bilin.
Sağlıcakla kalın.