23 Ocak 2015 Cuma

Mahalle Yanarken Orospu Saçlarını Tararmış (Türk Atasözü)


Bu atasözünde bahsedilen mahalle, bugünkünden çok farklı. Bundan 40-50 yıl öncesine kadar, yani benim çocukluk ve gençliğimde, mahalle kavramının bugünkü gibi idari olmanın yanısıra sosyal bir anlamı da vardı. Edebiyatımıza ve dilimize girmiş “aşağı mahalle”, “yukarı mahalle”, “bizim mahalle” gibi kavramlar, günümüzde pek kullanılmıyor. İnsanları belirli bir ilişki bağlamında birbirine bağlayan “mahalle” ve “mahallelilik” kavramları içerikleri ve anlamları bakımından ortadan kalktı.

Bunu açıklamak için birkaç neden sayılabilir. Eski evlerin yıkılıp yerlerine büyük apartman ve sitelerin yapılması, çocukların mahalle okullarının dışındaki okullara gitmeleri, iş hayatının farklılaşması, çalışan kadın sayısının artması, mahalle bakkalı, mahalle berberi, mahalle manavı gibi esnafın giderek ortadan kalkması vb. 

Eskiden aynı mahallede oturan insanların aralarındaki ilişki, günümüzde aynı apartmanda oturan insanlarınkine göre çok daha yakın ve sıcaktı. Akla gelebilecek her konuda yardımlaşılır, herkes birbirinin çocuğuyla, yaşlısıyla yakından ilgilenirdi. Çocuklar aynı okullara çoğunlukla yürüyerek giderler, o zamanlar pek trafik olmayan sokaklarda ya da mahalle arasındaki boş arsalarda birlikte oynarlardı.

Cenazesi olan komşunun evine günlerce, hatta haftalarca komşuları yemek taşır, ev halkının acısını yaşamasına yardımcı olurlardı. Bugün susuz kalsanız, apartman komşunuzun kapısını çalamıyorsunuz, çünkü büyük ihtimalle tanışmıyorsunuz bile.

Mahalle konusunu bu kadar uzatmamın bir nedeni var tabii. Bugünkü gençler eski mahalle yaşam tarzına yabancı. Olsa olsa bazı TV’de bazı eski Türk filmlerinde görebiliyorlar mahalleyi. Halbuki bu atasözünü tam olarak anlayabilmek için, mahalleyi biraz tanımak, bilmek lazım.

Benim çocukluğumda çoğu iki ya da üç katlı ahşap ya da kâgir binalardan oluşan mahallelerin en büyük kabusu, hatta kıyameti, yangındı. Özellikle patlıcan mevsimi olarak adlandırılan yaz aylarında, patlıcan kızartılırken devrilen tavalar ya da gazocaklarının neden olduğu yangınlar, kısa sürede her tarafı sarardı. 

Yine gençler için belirtelim: Evlerde doğalgaz ya da tüpgaz yoktu. Yemekler gazocağında pişirilir, elektrik ocağında ya da soba üzerinde ısıtılırdı. Bazı zengin semtlerde havagazı tesisatı olurdu, ama bu büyük bir ayrıcalıktı. Bir yangın çıktığında kurumuş ahşaplar çıra gibi tutuşur, ısıyla korlaşan çiviler mermi gibi metrelerce uzağa fırlar, yeni yangınlara yol açardı. O dönemdeki itfaiye de yetersiz kaldığından, bazen bir mahallenin yarısı hatta bazen tümü tek bir yangında yanar, biter, kül olurdu.

Mahalle konusu yeter, sıra atasözündeki “orospu”da.  


Eski dönemlerde her mahallede hafif (ya da atasözündeki gibi orospu) olarak nitelenebilecek bir veya birkaç kadın olurdu. Genellikle kiracı olarak oturan bu kadınların mahallede varlıklarını sürdürebilmeleri, diğer kadınlarla yaptıkları zımni bir anlaşmaya bağlıydı. Ortalıkta pek fazla gözükmezler, mahallenin erkeklerine katiyen ilişmezler, ilişmek isteyen erkekleri reddederler, böylece o mahallede yaşamlarını sürdürebilirlerdi.

Bu anlaşmaya rağmen tabii ki mahallenin diğer kadınlarıyla çok canciğer bir ilişki kuramazlardı. Çünkü bu sefer de mahalleli kadınlar kocalarının şiddetine maruz kalabilirlerdi.

Kendine ait bir evi, ailesi, çocuğu, çoluğu, yakını olmadığından, diğer komşuları bir yangın sırasında canlarını, mallarını kurtarmaya çalışırken, bu durum onların pek de umurlarında olmazdı. Çünkü en fazla yapmaları gereken, az sayıdaki giyim kuşamlarını alıp, bir başka mahalleye göçmekti. Yani mahallenin yanmakta olduğu ya da tamamen kül olabileceği, onların umurunda olmazdı.

İşte bu yazının başlığı olarak kullandığım atasözü, bu tür kadınların tavrına bağlı olarak söylenegelmiştir.

Şimdi bu uzun tarihi ve edebi açıklamaya uygun gene tarihi ve güncel bir iki örnek görelim:



Yukarıdaki fotoğrafta Nazi Almanyası’nın tartışılmaz hakimi Adolf Hitler, şansölyelik binasında bir maketi incelerken görülüyor. Önce bu maketin bulunduğu şansölyelik binasına ilişkin biraz bilgi verelim.

Yeni Şansölyelik Binası'nın ön cephesi (önü Voss Caddesi, demir parmaklık yok!)

Yeni Şansölyelik Binası (Neuer Reichskanzlei) olarak adlandırılan bina, Eski Şansölyelik’in (yapımı 1738-39) bir uzantısı olarak planlanmış 421 metre uzunluğunda bir bina idi. Planları Hitler’in en sevdiği mimarı ve daha sonra Silahlanma Bakanı olan Albert Speer tarafından çizilmişti. Yapımı parça parça olmak üzere dokuz yıla yakın sürdü. Maliyeti bugünkü değerlerle yaklaşık 360 Milyon Euro’yu buldu. Amaçlanan, Nazi İmparatorluğu'nun itibarını ve ihtişamını sergilemekti (bu ifade bana hiç yabancı gelmedi ya, neyse).

Mozaik Salon






















Bu ihtişamı sağlayabilmek için, Şeref Salonu’ndan başlayarak, Mozaik Salon, Yuvarlak Salon ve Mermer Galeri’den geçerek Kabul Salonu olarak kullanılan 
Mermer Galeri
Hitler’in çalışma odasına ulaşan 300 metrelik meşhur “Diplomatlar Yolu” oluşturulmuştu. Bu yol üzerindeki Mermer Galeri, Versailles Sarayı’ndaki Aynalı Galeri’nin iki katı uzunluğundaydı.


Kabul Salonu (Hitler'in Çalışma Odası)


Hitler’in çalışma odasının alanı 400 metrekare, tavan yüksekliği ise 10 metreydi. Abartılı boyutlardaki çalışma masası tamamen ahşap kakmalıydı ve yüzeyi kırmızı deriyle kaplıydı. Odadaki harita masası ise yekpare mermerden oluşturulmuş, 5.0 x 1.60 m. ebadında bir yüzeye sahipti.


İlginç olan ise, bu ihtişamlı binada görev yapan personelin yalnızca birkaç farklı kıyafet giymekte olmasıydı. Sivil teşrifat görevlileri süslü kıyafetler, askeri muhafızlar ise gösterişli üniformalar giyiyorlardı. Sanırım, Almanlar kıyafetlerini sergileyebilecekleri eski devletlerden ve uygarlıklardan yoksundular.


B
Binanın planlama ve hatta inşaat aşamalarında akla bile getirilmemiş olan yeraltı sığınağı (Führerbunker) ise 1943 yılında, görülen lüzum üzerine bu binayla eski saray




arasındaki bir bölgeye yapıldı. Ne de olsa Müttefiklerin hava hücumları Nazilerce öngörülememiş biçimde Berlin’i tehdit etmeye başlamıştı. İhtişam üzerine bu kadar laf yeter. 

Dönelim maketli fotoğrafa.

Yeni Şansölyelik Binası’nın salonlarından birinde çekilmiş olan bu fotoğrafta Hitler, doğum yeri olan Linz kentine savaştan sonra yapılması planlanan dev yapıların modellerinden oluşturulan maketi inceliyor. Fotoğraftan anlayabildiğimiz kadarıyla oldukça heyecanlı. Bu görüntü, son haftalarda Digitürk’te gösterilen, George Clooney’in yönettiği ve başrolünü oynadığı “Hazine Avcıları” adlı, gerçek tarihe dayalı filmde de aynen yer alıyor.

Ike (Müttefik Kuvvetler Başkomutanı Eisenhower) savaştan sonra ele geçirilen tabloları inceliyor
Bildiğiniz gibi Naziler, işgal ettikleri tüm ülkelerde ele geçirebildikleri tüm sanat eserlerini yağmaladılar. Birçoğunu da kendi sanat anlayışlarına uygun bulmayarak imha ettiler. 

İşte masanın üzerindeki Linz maketinin en önemli parçalarından biri, bu yağmalanan eserlerin sergileneceği Führer Müzesi (Führer Museum) idi. 

Linz'te inşa edilecek Führer Müzesi'nin maketi

Linz maketinin görüldüğü fotoğrafta Hitler, böylesi uzun vadeli bir proje için heyecenla direktifler veriyor. Bu çok normal aslında. Ne de olsa adam Führer, yani Reis, yani Beyefendi, yani Patron, yani Boss.

Ama fotoğrafın asıl önemli hikayesi iki sonraki paragrafta geliyor.









Hitler 16 Şubat 1945’te sığınağına indi ve bilindiği kadarıyla 30 Nisan 1945’teki intiharına kadar yukarıya birkaç kez çıkabildi. O çıkışlara ilişkin birkaç fotoğrafı var. Birinde havalandırma kapısının önünde çocuk yaştaki Alman askerlerine madalya takıyor. Diğerinde ise yine o kapının önünde endişeyle bir yerlere bakıyor. Bir sonrakinde ise yakılmak üzere ceset olarak çıkacak. Tarih: 30 Nisan 1945.



Sadece 2 gün sonra da 2 Mayıs 1945 tarihinde Nazi İmparatorluğu’ndan geriye kalanlar kayıtsız şartsız teslim oldu.









Maketli Fotoğrafın Tarihsel Önemi

Peki bu maketli fotoğrafın önemi nereden kaynaklanıyor: Maketin bulunduğu salon, Yeni Reich Şansölyeliği binasının yıkılmadan kalabilmiş son salonlarından biri. Fotoğraf ise 13 Şubat 1945'te çekilmiş. Yani Hitler’in kendi ölümünden ve İmparatorluğun teslim oluşundan yalnızca iki buçuk ay önce.  

Peki şimdi bunun, mahalle yanarken orospunun saçını taramasıyla ne alakası var diyeceksiniz. Bilmem. Belki de günümüze seksen sene öncesinden yaşanmış bir örnek olsun diye, bu atasözünü hatırlamış olabilirim. Yoksa son zamanlarda çokça söz edilen saray, itibar ve ihtişam kavramlarından mı esinlendim acaba?

Hay Allah, bir de güncel örnek verecektim, unuttum.

Nooolur, birisi söylesin. Tarih, hakikaten tekerrürden ibaret midir?


Sağlıcakla kalın.






13 Ocak 2015 Salı

Ülke Garip Bir Terörün Pençesinde


Geçtiğimiz hafta Dünya Fransa’daki hunharca terör saldırısıyla sarsılırken, ülkemizde de iki terör eylemi gerçekleşti. Biri hasarsız atladıldı, ama ikincisinde bir polis memuru hayatını kaybetti. İkisi de terör eylemiydi, ama içlerinde bazı garip noktalar taşıyorlardı.

Birinci eylem, Dolmabahçe Sarayı’nın nizamiye kapısı önünde gerçekleşti. Bu eylemi DHKP-C adına yaptığını ve Berkin Elvan’ın intikamını alacağını haykıran eylemci, nizamiyede nöbet tutan tören polislerine ardarda iki adet bomba fırlattı. Bombalar patlamadı, ardından tabancasına davrandı, o da tutukluk yaptı. Son olarak taşıdığı uzun namlulu otomatik silahı ateşlemeye çalıştı, fakat silah çalışmadı. Sonradan silahı görenler, bunun müzelik bir parça olduğunu ifade ettiler.

Başarılı olamayan eylemci, cici üniformalı tören polisleri tarafından silah kullanmadan yakalandı. Kısa süre sonra da DHKP-C yayınladığı bir bildiriyle saldırıyı üstlendi.

Bu eylemci, gerçekten DHKP-C militanıysa ve eğer meczup değilse, gün gelip dışarı çıktığında, kendisine bu bombaları ve silahları veren arkadaşını bulmak ve öpmek isteyecektir. Ben onun yerinde olsam, öyle yapardım. Bir başka ihtimal ise, hapishanede banyo yaparken ayağı kayıp düşmesi ve başını şiddetle yere vurarak hayatını kaybetmesidir ki, ben bu ihtimale oynamayı tercih ederim.

Eylem için seçilen yer ve hedef de çok ilginç. Şehir gerillası yaptığını söyleyen DHKP-C gibi örgütler, eylem öğretilerini esas olarak Orta ve Güney Amerika’da faaliyet göstermiş olan örgütlerden alırlar. Bu örgütlerin gerillaları, kendilerine saldıran polis ve askerle kuşkusuz çatışırlar. Ölen ölür, ama mesela sokakta yürüyen trafik polisine ya da saray kapısında nöbet bekleyen tören polisine ateş edip, sonra da “burjuvazinin eli kanlı güvenlik güçlerinden Berkin Elvan’ın intikamını aldık” filan demezler. Bu tip eylemler, eğer gerçek suçlu biliniyorsa, ona karşı yapılır. İmkan varsa eylem noktasına gerekçeyi açıklayan bir de bildiri bırakılır. Ancak bu durumda o eylem için, bir silahlı propaganda eylemi denebilir. Orta ve Güney Amerika’daki, Almanya’daki, İtalya’daki gerilla eylemleri ağırlıkla bu gözetilerek yapılmıştır.

Bu olayda dikkatimi çeken bir başka husus da şu: Polisimiz, paralel yapı operasyonlarında kendi arkadaşlarını gözaltına alırken bile, ağızlarını, burunlarını sıkarak bağırmalarına engel olmaya çalışırken, bu eylemci hiç bir zorlukla karşılaşmadan, istediği gibi slogan atabildi. Tabii bu sırada da birilerinin en büyük sıkıntısını oluşturan Berkin Elvan ismini bu salakça eyleme katarak sanki lekelemek, sanki Berkin’i terör bağlantılı göstemek isteyenlerin ekmeğine yağ sürmek istedi. Bu eylemle ilgili olarak DHKP-C’nin bildirisini görmedim, ama dilerim onlar da bu hataya düşmemişlerdir.

Gelelim ikinci eyleme. Bu da garip bir şey. Siyah çarşafa bürünmüş bir kadın, Sultanahmet’teki turizm polisi bürosuna giriyor ve üzerindeki üç el bombasından birini patlatıyor. Yani diğer iki bomba patlamıyor. Aslında normal. Askerliğimi mühimmatçı olarak yaptım. Bomba ve mayın eğitimi de aldım. Söyleyebilirim ki, birbirinden bağımsız birden fazla el bombasının, birini patlatırsanız, diğerlerinin patlaması ihtimali sıfıra yakındır. Yani olayda olduğu gibi, bir yanınızdaki tek bombayı patlattığınızda diğer yanınızdakiler patlamaz. O nedenle (savaş filmlerinde görmüşsünüzdür) binalarda bubi tuzağı filan kurulurken, el bombası kullanıyorsanız, tek bir bombanın değil, tüm bombaların emniyet pimlerini (ya da mandallarını) birbirine telle bağlarsınız. Böylece biri patladığı zaman diğerlerini de patlatır.

Bir diğer nokta, bu tür eylemlerde bir veya birkaç el bombası yerine dinamit, C-4 gibi patlayıcıların kullanılması, bunun da bir yelek gibi eylemciye giydirilerek tek bir  fünyeye bağlanması alışılmış (!) uygulamadır (yine filmleri hatırlayın). Kıyafeti kamuflaja uygun çarşaflı bir kadın, bu tür bir yeleği o büroda patlatsaydı, içerideki herkesi öldüreceği gibi, o binayı da yıkardı. Bilmeyenler için belirteyim, Sultanahmet’teki turizm polisi binası üç katlı, restore edilmiş, çok sempatik bir ahşap tarihi eserdir.

Eylemi yine DHKP-C hemen üstlendi, hem de eylemde ölen kadının ismini vererek. O bildiri nasıl olduysa internete düştü, sabrım olsaydı tamamını okuyacaktım da. Bu tür bildiriler genellikle iki-üç satırlık olurlar. Bu bildiri ise upuzun, neredeyse manifesto olarak nitelenebilecek bir bildiriydi. Ardından RTE topa girdi, ölen kadından bahsederek, “böyle birini kim, nasıl yetiştirmiş” filan dedi. O arada bir aile ölü eylemcinin ilan edilen isminden yola çıkarak teşhis için geldiler ve ölen kadının, adı DHKP-C ve polis tarafından verilen kendi kızları olmadığını söylediler. Çarşı karıştı. Bir süre sonra emniyet, ölen kadının iki aylık hamile, Rus uyruklu Dağıstanlı bir Müslüman olduğunu açıkladı. İşin içine Çeçen Kara Dullar örgütünün ismi filan girdi. Çarşı daha da karıştı. Çünkü şimdi bu İslamcı’yı kimin, nasıl yetiştirmiş olduğunu sorgulamak gerekiyordu. Tabii bu yapılamadı.

Bu eylem için seçilen hedef, birincisindeki gibi saçma olarak nitelenemez. Tabii DHKP-C gibi örgütler için gene saçma. Ama bu ülkeyi Dar-ül Harp olarak gören bir İslamcı militan için, burada öldürebileceği her kişi, bombalayabileceği her mekan hedeftir.

Belirtmeden geçmek olmaz. DHKP-C de bir bildiri (bu sefer kısa) daha yayınlayarak, kendilerinin de benzer bir eylem hazırlığı içinde olduklarını, haberleşmeyi asgariye indirdikleri için eylemi yanlışlıkla üstlendiklerini açıkladı.

Açıkça söylemek gerekirse, ben bu eylemlerin kim tarafından planladığını, hazırlandığını filan merak etmiyorum. Ulan, bunlar tutmadı ya da yeterli olmadı deyip, daha büyük eylemlere başvurulmasından korkuyorum. Aslında korkmayacaktım, ama beni Fuat Avni korkuttu. Son twitlerinde sanki böyle şeyleri anlatıyordu.


Sağlıcakla kalın.










6 Ocak 2015 Salı

Bir Küfürname Suçlaması Üzerine

(Biraz da mizah olsun bari)


Çok eski bir arkadaşım (doğal olarak YAE’ci, eski arkadaşlarımın çoğu öyle, Allah kahretsin) bloğumda bugüne kadar yazdığım yazılar için bir genelleme yaptı ve onları küfürname olarak niteledi. Çok üzüldüm. Kendisini çok severim, sıkı entellektüeldir, biraz naif denebilecek bir çocuktur. Aslında son zamanlarda Facebook’ta yazdıklarından, bu entellektüellik düzeyinin kafasını biraz karıştırmış olduğu izlenimini de almadım dersem yalan olur. Neyse.

Üzüntümün birinci kısmı, anlık bir tereddüte düşmemden kaynaklanıyor. Tamam, bütün bu eski arkadaş çevrem tarafından “küfürbaz” olarak tanımlanırım, ama benim küfürlerimin çoğu patentlidir. Yani küfürü kendisine yönelttiğim kişi bile, böylesi orijinal bir küfürü duymaktan adeta zevk alır. Bu konuda iddialıyım. İnanmayan, Ümit’e ve Barış’a sorsun. Tereddüdüm şu noktada, “ulan hakikaten büyük kızgınlık ve hayal kırıklığıyla yazdığım yazılarda farkına varmadan küfürname olarak nitelenebilecekleri kadar küfür filan mı kullandım?” diye sordum kendime.

Derhal bloğu açtım ve ilk yazımdan son yazıma kadar bütün yazılarımı dikkatlice okudum. Bir başkasından iktibas ettiğim (Osm.), yani aldığım “kullanışlı aptallar” var, ki bu siyaset biliminde kullanılan bir kavram. Bir veya iki tane de benim ağzımda neredeyse iltifat olarak kabul edilebilecek sözcük var. Demek ki, bu nedenle üzülmek gereksiz.

Bunu eleyince, yeni ve daha önemli bir üzüntü kaynağı ortaya çıktı bana. Bu eski solcu yeni YAE’ci çocuklar, tavırlarına ilişkin her türlü eleştiriyi küfürname olarak algılamak ve bununla bağlantılı olarak da muhatap almamak gibi bir tavır benimsemişler. Eh, tanıdıklarımın büyük çoğunluğunu aklımdan sırayla geçirdiğimde, bu tavırları bana pek yabancı gelmiyor. Ne de olsa, onların elit düzeyine ben ve benim gibi eleştiri yapanların erişmesi sözkonusu değil. (Ulaaan, bunlarınki galiba akıllıca bir tavır, benim gibi birini bile dakikada aşağılık kompleksine sokmayı başardı, bu noktada. Kendimi çok ezik hissediyorum).

Şaka bir yana, Ergenekon’un ilk günlerinden bu yana bu çocuklardan o kadar hakaret, o kadar küfür, o kadar porno, hatta şakayla karışık “orana burana sıkarız” tehdidi yedik ki, insanda ister istemez bir birikim oluyor (adına kurban olduğum!). Tabii, eşeğini sağlam kazığa bağla, sonra Allah’a emanet et demiş atalarımız. Ben de bu konuda tedbir almak zorunda hissettim kendimi. Epey paraya maloldu bana (Bak. Fotoğraf). Sebep olanlar utansın.

İnsan hali bu, bir iki şey okuyorsun, sinirin oynuyor, geçiyorsun klavyenin başına, bir iki tane de parlattın mı, kim tutar seni? Zor bela da olsa, tutuyorum ben beni. Yazdıklarıma küfürün k’sı yokken küfürname diyenler, iki tane okkalı patlatsam, kimbilir neler yaparlar? Farklı seçenekleri gözden geçirdim, hani vardır ya, “1’den 9’a kadar say, yetmezse 99’a kadar say” filan. Kesmedi. “Buzdolabına git, bir şeyler atıştır”, bu da olmaz. Zaten kilo problemim var, bir de o kadar sık sinirleniyorum ki, maazallah. Bunları düşündükten sonra benim de bir tavır benimsemem gerektiğine karar verdim (YAE’cilerinki gibi akıllıca ya da değil, ama bir tavır).

Aklıma seneler önce dinlediğim, basit ama keyifli, burada da tam yerinde  kullanabileceğim bir hikaye (fıkra) geldi. Paylaşayım.

Bir vakitler küfürbazlığı nedeniyle bütün mahalleliyi bıktırmış bir adam varmış. Komşularının kadıya defalarca başvurmasına ve kadının da defalarca ceza vermesine rağmen, adam küfür etmekten bir türlü vazgeçmemiş. Günün birinde yine sokakta birine küfür ettiği için yakalayıp kadının huzuruna getirmişler. Orada sıra beklemekte olan molla kılıklı bir adam varmış. Kadı gelmiş, yerine oturmuş, o sırada gözü bizim küfürbaza ilişmiş. “Sen sıranı bekle” demiş “ama bu sefer gene küfür ettiysen, yandın, kellen bile gidebilir”. Mollaya dönmüş, “anlat bakalım derdini” demiş.

Molla başlamış anlatmaya: “Kadı Efendi, benim dünya güzeli bir genç kızım var. Sapsarı saçlar, yemyeşil gözler, hokka gibi bir burun, dolgun dudaklar, vücudu desen bir içim su. Ben onu çok iyi yetiştirdim. Dersler aldırdım. Saz çalar, çok güzel sesi vardır, şarkı söyler, her çeşit yemeği mükemmel yapar, dikiş diker, ev işlerinde üstüne yoktur”. Molla daha devam edecekmiş, ama Kadı sözünü kesmiş: “Bre adam, uzatma, sor soracağını” diye gürlemiş.

Molla, “Kadı Efendi, soracağım şu ki, bu kızın tabii bir sürü talibi oluyor. Ama ben kıyamıyorum. Tadına bakmadan, keyfini sürmeden kimseye vermek istemiyorum. Ne dersin?” diye sormuş. Nutku tutulan Kadı daha bir şey diyemeden, bizim küfürbaz atılmış, söz istemiş. “Söyle” demiş Kadı. Bizimki, “işte Kadı Efendi” demiş, “ben böylelerinin anasını, avradını sinkaf ediyorum”. Tabii ki beraat etmiş küfür suçlamasından.

Peki, bu basit hikayeyi neden anlattım? Hemen açıklayayım. Gün uğursuzun. Her gün farklı yayın organlarında, internet sitelerinde bir dolu yazı yayınlanıyor. Bunların bazıları zaten çok meyyal (eğilimli) olduğum küfürbazlığımı şiddetle tahrik ediyor. Uymamakta direniyorum, ama nereye kadar?

Bulduğum çare şu: Ne zaman bir şeyler yazarken küfür gerektiren bir noktaya gelirsem, hemen bu hikayeyi hatırlayacağım. Tabii bu beni kesmeyecektir, bunun için de hatırlamakla kalmayıp hatırlatacağım. Korkmayın, bütün hikayeyi yeniden yazacak halim yok. Daha önce okumuş olanlar zaten hatırlar, okumamış olanlar da merak ederlerse bu yazıya dönerek okurlar. Benim adım Hıdır, elimden gelen şimdilik budur.


Sağlıcakla kalın.









5 Ocak 2015 Pazartesi

İkinci Bildiri: Daha Büyük Herze


Geçen hafta içinde “Demokrasiye Darbe” başlıklı ikinci bir bildiri yayınlandı. Gerek içerik gerekse imza sayısı bakımından bir öncekinden daha kapsamlı. Bloğumdaki “İsa’nın Yanağı. Bize Uyar mı? Uymaaz (2)” başlıklı yazımda, basit bir sayım işlemine başvurmuş ve on iki satırlık ilk bildirinin dokuz satırının Cemaat’e ilişkin olduğunu saptamıştım. Bu ikinci bildiride oran değişmiş. Yirmi iki satırlık bildiride doğrudan Cemaat’e ayrılmış olan satır sayısı beş. Okuyamayacak kadar uzaktan bakacak olursanız, metnin birinci bildiriden daha uzun gözüküyor olmasından dolayı, “Ergenekon, Balyoz, Askeri casusluk, Odatv” gibi davaları da kapsadığını sanabilirsiniz. Ama nerdee, elinize alıp da okuduğunuzda, bırakın bu davalarda kumpaslar yardımıyla içeri atılmış olan gazeteci ve askerlerden bahsediliyor olmasını, “son bir kaç yıl”dan geriye giden dönemi adeta hiç gözönüne almadığını görebilirsiniz. O dönem için de yapılanları değil, sadece değiştirilen ve ağırlaştırılan kanunları görmüş bu bildiri. Evet, bir çok kanun son birkaç yıl içinde değiştirildi, ama daha önce yürütülmüş bir dolu kanunsuz uygulama gerçekleştirilirken, ne iktidar ne de Cemaat bu değişikliklere ihtiyaç duymamıştı. Bildirinin dördüncü paragrafında vurgulanan “medyaya baskı” bu hükümetin sadece son birkaç yıllık tavrı değildir. Sahte suçlamalarla, sahte hard disklerle, gizli tanıklarla içeri atılan, bir telefonla işinden olan gazetecileri, maliye denetimi baskısıyla satılmak zorunda kalınan kanalları, belirli yazılı ve görsel medya kuruluşlarına reklam verilmesini engellemek için firmalara yapılan tehditleri, yalnızca son birkaç yılın baskıları olarak görmek pek doğru değildir. Yani bu bildiri, ama kasten, ama bilmeden işi son birkaç yılla sınırlayarak, daha önceki suçları gölgeliyor. Uyanık olmak gerek. “Anayasa Mahkemesi barajı iptal edecek olursa, bu kararı yok sayarız, tanımayız” diyebilen bir iktidar var karşımızda. Ne kanunu, ne yönetmeliği?

Bildirinin yayınlanmasından sonra imza atanlar ve atmayanları temsilen birer köşe yazısıyla karşılaştım. Başka yazılar da olabilir belki, ama ben bu ikisini seçtim. Atanları temsilen Ataol Behramoğlu’nun ve atmayanları temsilen Can Dündar’ın yazıları. Temsilen dememe bakmayın, tabii onlar kendi kişisel tavırlarını açıklıyorlar, ama bence bu açıklamalar genele teşmil (Osm.) edilebilir. Ataol Behramoğlu tavrını açıklarken ’80  öncesi bir olaydan yola çıkıyor. Ülkücü yazar İlhan Darendelioğlu’nun öldürülmesi üzerine ilan verip vermeme konusunda Türkiye Yazarlar Sendikası’ndaki tartışmaları anlatıyor ve kendi tavrını şöyle açıklıyor: 

Yukarıdaki anı benim kişisel tutumumu açıklar. Kim olursa, hangi görüşten yana olursa olsun, sadece bir yazar ya da gazetecinin değil, sıradan bir yurttaşın düşüncesini şu ya da bu biçimde dile getirdiği için yargı önüne çıkarılmasını, tutuklanmasını, üstelik de deli saçması suçlamalarla karşı karşıya bırakılmasını kabul edemem. Böyle bir uygulamayı kınayan (kuşkusuz kendim yazacak olsam daha farklı bir üslup ve yaklaşımla kaleme alacak olduğum) bir bildiriyi, başka imzacılar kim olursa olsun imzalamakta tereddüt etmem, edemem…”
Can Dündar’ın imza koymama tavrının nedenleri temel olarak iki noktada toplanıyor. Birinci nokta, bildirinin yalnızca son birkaç yılda yapılan kanunlar ve baskılara ağırlık vermesi. İkincisi ise, bu konuda AKP hükümetinden bir şey dileniyor olması:

“Neden imzalamadım?’Demokrasiye Darbe’ başlıklı bildiri imza için adresime yollandığında, çoğu cümleye katılmakla birlikte metindeki iki ifadeden rahatsız oldum.İlki şu:’Son birkaç yılda pek çok yasa değiştirilerek, hukuk sistemi evrensel hukuk normlarından  uzaklaştırılmış ve temel kişi hak ve özgürlükleri aleyhine bir baskı aracına dönüştürülmüştür.’'Son birkaç yılda’ mı?
 Yıllardır temel hak ve hürriyetlere yönelik saldırılardan yakınmıyor muyuz? Hukuksuzluğun, Cemaat’in baskı altına alındığı ‘son birkaç yıl’la sınırlanması, daha önce yargısız infazlarda evi basılan, tutuklanan, yargılanan, mahkûm olanlara haksızlık değil mi?İkinci itirazım ise, bildirinin iktidara, ‘girdiği tehlikeli yoldan dönme’ davetiyle sona ermesine…Tehlikeli yolun bitmesi için, o yolu açanlardan insaf ummak, bir çaresizlik ifadesi…Bir felaketin nedeni, onun panzehiri olabilir mi?
 Artık bizim, iktidara yönelik, ‘Yoldan dön’ ricalarına değil, ‘Onu yoldan çevirmek için dayanışma ve güç birliği’  çağrılarına ihtiyacımız var.”

Bu iki tavır ve gerekçeleri üzerine sayfalarca tartışılabilir. Ama burada tarafların kabul edebileceği ortak bir tavra erişmek bence imkansızdır.

Gelelim benim tavrıma (çok da umurunuzdaydı):

Önce temel prensip: Bu tür bildiriler kaleme alınırken, mümkün olan en etkili ve en geniş katılımı sağlamak üzere, imzalarının bulunması istenen her grubun fikrini almak ya da onun zaten bilinmekte olan tavrını kapsayan bir metin oluşturmak gereklidir. Bir diğer yol da, olabilecek en komprime, en kısa metni kullanmak ve böylece farklı görüşlerin karşı çıkabilecekleri fazlalıklara izin vermemektir. Şimdi uyduruyorum: “Yazılı ve görsel medyaya uygulanan her türlü baskıya karşı çıkıyor ve kınıyoruz” nokta. Böyle bir bildiri çok daha farklı görüşlerden çok daha fazla kişi ve grup tarafından imzalanabilir.

Benim tavrım büyük ölçüde Can Dündar’ın tavrıyla uyuşuyor. Konu baskı ve zulüm ise, bunu 14 Aralık’ı vurgulayarak kınamak yetersiz ve yanlıştır. Önceki tüm kanunsuz baskı ve zulüm örnekleri verilip, bunların son örneği olarak da 14 Aralık verilirse, tamam. Yani Cemaatçiler ile AKP’nin ortaklaşa yapmış oldukları Ergenekon, Balyoz, OdaTV gibi zulümleri de bu bildiriye katarlarsa, tamam. Birkaç vurucu örnek seçerek, işinden edilmiş olan medya mensuplarını anarlarsa, tamam. Ama “son birkaç yılda….bla, bla, bla” deyip, sonra da “son olarak 14 Aralık 2014’te Zaman ve Samanyolu TV….. bla, bla, bla” yazılmış bir bildiriye, başlığı ne kadar iddialı olursa olsun, katiyen imza falan koymam, koyanı da sevmem. Türlü çeşitli yalan habere, tezvirata, çamur atmaya, iftiraya nasıl katkıda bulundularsa, nasıl büyük bir keyifle imza attılarsa, bu bildiriye de atsınlar. Ben yokum.

Can Dündar’ın yazısının son satırlarına da aynen katılıyorum. Geldiğimiz aşama bu iktidarı bir şeylere davet etme noktasını çoktan geçmiştir. Dündar’ın dediği gibi, gün “onu yoldan çevirmek için dayanışma ve güç birliği” daveti günüdür.

Bence ihmal edilmemesi gereken üçüncü bir nokta daha var. Blogta yer alan “İsa’nın Yanağı.  Bize Uyar mı?  Uymaaz (2)” başlıklı yazının sonunda “büyük merak konumdan” bahsetmiştim:

Dört: Büyük merak konumu en sona bıraktım. Okuduysanız biliyorsunuzdur, okumadıysanız da bir an evvel alıp okuyun. Sevgili Merdan Yanardağ’ın Liberal İhanet kitabında sergilediği isimlerin en önemlileri bu ilanda imzacı olarak yer
almıyor. N’oluyor? Neredeler? Onlara imza için gidilmedi mi? Acaba neden? Yoksa gidildi de onlar imza koymayı mı reddettiler? Peki, eğer böyleyse de acaba neden? 

Merak beni öldürecek bu konuda. Yoksa artık dergilerinde, gazete köşelerinde, internet sitelerinde, bloglarında yazmayacaklar mı? İlana imza koyan eski yoldaşlarını neden yalnız bıraktılar? Yoksa varolma savaşı vermekte olan cemaatçiler bile ‘bunların fazlası fazla, zaten çoğunun ipliği de pazara çıktı’ deyip bunlardan imza istemediler mi?”

Sağolsunlar, beni merakın pençesinde uzun süre bırakmadılar. Bu ikinci imza metninde bazıları yer aldı. Buradan yola çıkarak, 12 Eylül 2010 referandumunda “evet” ya da “yetmez ama evet” tavrı almamış olan ama bu bildiriye imza koyan herkesi eleştiriyorum. 

İmza koymanızın nedeni Ataol Behramoğlu’nunkiyle aynı olabilir veya başka bir olumlayıcı nedeniniz olabilir. Yalnızca bu iki bildiriyle sınırlı da bakmayalım. Can Dündar’ın ve benim üzerinde durduğumuz içerik ve kapsam meselesi de çözülmüş olan herhangi bir başka bildiri de olabilir. Her halükarda gözardı etmememiz gereken önemli bir durum var:

Cemaatçiler bile başlarına 14 Aralık taşı düştüğünde, simgesel olarak Ahmet Şık’tan özür dileme noktasına geldiler. Ama o dönemde Cemaatin ateş gücüne destek olan, aynı gayretle tetik düşürmüş olan “yetmez, ama evet”çiler, ne bir özeleştiri, ne bir özür dileme olmaksızın, bu tür bildirilere imzacı demokrat kisvesiyle sızıyor ve çok eski meşruiyetlerini yeniden kazanmaya çalışıyorlar.

Dolayısıyla işte tavrımın son nedeni:

İçeriği ve kapsamı ne olursa olsun, özeleştirisini vermemiş, özür dilememiş, “biz o zaman, o koşullarda haklıydık” saçma klişesi dışında haklılığını kanıtlayamamış, bugünden baktığında o günleri ve tetikçi dostlarını farklı gördüğünü açıklamayan hiç bir “yetmez, ama evet”çiyle, aynı bildiri metnine asla imza koymam.

Bu kadar.


Sağlıcakla kalın