23 Kasım 2014 Pazar

Önemli bir ön açıklama:

Aşağıdaki yazıyı bloğuma koymaya karar vermiştim ki, kötü bir  haber aldım. İletişim Yayınları’nda “Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi”nin yayınlanması sırasında birlikte (aynı odada) çalıştığımız sevgili Seyfettin Gürsel, beyin kanaması tespitiyle hastaneye kaldırılmıştı. Durumu belli değildi.

Tabii ki, yazıyı yayınlamadım. Ama son günlerde aldığım haberler iyi. Ağır iki beyin ameliyatı geçiren Seyfettin Gürsel tamamen iyileşip taburcu olmuş ve hiç bir araz kalmamış.

Çok mutlu oldum ve yeniden yazıyı bloğa koymaya karar verdim. Bugün bakıldığında çift anlamlı gibi görünen başlık, Seyfettin’in rahatsızlığından önce konmuştur. Denk geldi öylesine. Yazıda da hiçbir değişiklik yapmadım. Yazıldığı günkü aslına sadık kaldım.

Dön gel be Seyfettin, kim tutar seni?


Tarih: 10 Eylül 2014 Çarşamba
Yer: CNN’de Şirin Payzın’ın sunduğu Neler Oluyor (NO) programı
Konu: Çarşı iddianamesi
Katılımcılardan biri: Prof.Dr.Seyfettin Gürsel (Şiyeef: Açıklaması ileride)

Programın diğer katılımcılarının kim olduklarını ve neler söylediklerini aktarmak gereksiz. Önemli olan, Seyfettin’in anlattıkları.

Gözlerime ve kulaklarıma inanamıyorum. Bizim Seyfettin, coşkulu bir biçimde “Çarşı Davası”nın hükümet tarafından her türlü muhalafeti ve karşı duruşu sindirmek için açıldığını iddia ediyor. Çarşı’nın eyleminin bir darbe teşebbüsü olduğunu iddia eden bir konuğa sert ifadelerle karşı çıkıyor, hatta azarlıyor. AKP hükümetinin önümüzdeki genel seçimlerde rejimi değiştirebilmek için mutlaka % 50’nin üzerinde bir oy alması gerektiğini, bunu da ancak bu tür davalarla kendi tabanını konsolide ederek ve muhalefeti korkutup sindirerek yapabileceğini bildiğini öne sürüyor.

Aman Allahım, gerçekten inanamıyorum. Seyfettin bu konuda tarihten örnekler vermeye başlıyor. SSCB’deki Moskova Mahkemeleri’ni anlatıyor. Stalin’in muhalefeti yok edebilmek ve kalan parti üyelerini ve halkı konsolide edebilmek için, sahte itiraflar, ispiyonlar, sahte deliller (gizli tanıklar-bunu ben ekledim.ZB) ile  SBKP’nin tüm önde gelen kadrolarını bu mahkemeler aracılığıyla tasfiye ettiğini, kurşuna dizdirdiğini söylüyor.

Konuyu çalışmış, ama mahkemelerin tarihini ve adıyla adlandırıldıkları meşhur başkanının adını unutmuş. Onu da ben ekleyeyim: 1936 Vişinski Mahkemeleri.

(Yahu, bu anlatılan mahkeme özellikleri bana tanıdık geldi, size de gelmedi mi?)

Derken gözlerimden kontrol edemediğim birkaç damla yaş süzülüyor. İşte şimdi Allahım, sana geliyorum!

Aynı coşkuyla sözüne devam eden Seyfettin, Stalin’in 1938 yılında gerçekleştirdiği Kızılordu tasfiyesine geliyor. Bu kez dersine daha iyi çalışmış ve daha bilgili. Anlattığına göre yine Stalin, yine iftiralar, espiyon ve sahte delillerle (gizli tanıklarla-bunu yine ben ekledim.ZB) başta Beyazordu’ya karşı kaç savaştan galibiyetle çıkmış Genelkurmay Başkanı Tuhaçevski olmak üzere, Kızılordu’nun tüm işe yarar komutanlarını tasfiye ediyor, kurşuna dizdiriyor.

Suçlamalara birkaç örnek vereyim: Alman Genelkurmayı’yla işbirliği yapmak, Almanya ve Japonya adına casusluk yapmak, antikomünist faaliyetlerde bulunmak, hükümeti devirmek amacıyla gizli örgüt kurmak, yönetmek veya üye olmak (kendimi tutamadım, bunu da ben ekledim, belki gerçekten bu suçlama da vardı. Bilemiyorum. Bu tür davalarda hep oluyor. ZB).

İki sene sonra Sovyetler Birliği’ne saldıran Nazi Almanyası orduları, kısa süre içinde ikinci üçüncü sınıf generallerin komutasındaki Sovyet ordusunu perişan ediyor, kuzeyde Leningrad, ortada Moskova ve aşağıda Stalingrad’a kadar ilerliyor.  (Detay bilgiler vallahi Seyfettin’den).

Bu yazıya Allah’ı çok dahil ettiğimin farkındayım, ama inanın ki, dışarıdan herhangi bir güçlü desteğe çok ihtiyacım var.

Konsolidasyon ve pasifizasyon tezlerini savunabilmek için, Komünist Parti tasfiyesini anlatmak bence yeterli olabilir. Fakat bakın şu Allah’ın işine ki, Seyfettin, yeni çalışılmış izlenimi veren bilgilerle Kızılordu tasfiyesi konusuna da giriyor. Gel de çık bu işin içinden.

(Yahu, bu anlatılan tasfiyenin özellikleri de bana tanıdık geldi, size de gelmedi mi?)

Daha bir ay önce benzer bir programda, bebek suratındaki o beşuş ifade ve Tommiks’den alınmış yamuk gülümsemeyle, diğer konukları adeta aşağılayarak, Ergenekon olayının ciddi olduğunu, Balyoz’un da ciddi bir darbe teşebbüsünü içerdiğini ifade ediyordu. Bir yandan da adeta kasılarak ders verircesine, kendisinin 12 Eylül referandumunda “yetmez, ama evet” değil, “evet” oyu verdiğini söylemeyi ihmal etmiyordu.

Peki, bu geçen süre zarfında acaba ne değişti de, bizim eski “şiyeef” (artık bu şiyeef meselesini anlatmak gerekiyor.) bu tarihi örneklere merak sardı. Üstüne üstlük AKP’nin bu konudaki katkı ve sorumluluğunu da (yalnızca Çarşı davasıyla ilgiliymiş gibi yaparak) ortaya serdi. (Hani, “gelinim sana masalı anlatıyorum, sen esas hikayeyi de anla” dercesine).

Haydi anlatalım şu “Şiyeef” hitabını. Seyfettin Gürsel ile aynı işyerinde birlikte çalıştık. Bizim ansiklopedinin yayın yönetmeni idi. Maiyetindeki elemanlar olarak kendisine saygımızın bir ifadesi olarak “şiyeef” diye hitap ederdik (“şef”in yavşatılmışı).

Haydi Şiyeef,

Senden de Nazlı Ilıcak gibi bir “aldatıldım” itirafı bekliyoruz. Tabii özeleştiri sayılmaz, ama bize şimdilik bu kadar da yeter.

Belki böylece birilerine de örnek olursun.

Sevgiler


Not: Bana inanmayanlar ya da abarttığım izlenimine kapılanlar tv.cnnturk.com adresinden 10 Eylül 2014 Çarşamba günkü Ne Oluyor programını izleyebilirler.

13 Kasım 2014 Perşembe

Merdan Kardeşim, bunu bana yapmayacaktın!

Tam yıllardan beri bir yana bıraktığım yazı yazma olayına başlamışım, çevremdekilerin uzun süredir beni itelediği blog olayına girişmişim. Elimde daha önceden karalamış olduğum bir dolu "yetmez, ama evet" yazısı var ve tam da ben bunları boşa gitmesinler diye, teker teker yayınlamaya başlamışım. 

Sen kalk, bir kitapta bu işi hallet. (Liberal İhanet, Merdan Yanardağ, Kırmızıkedi Yayınları)

Normal koşullarda olsa ben bunu şahsıma bir saldırı, hatta bir ihanet olarak bile nitelerdim (paranoya icabı). Fakat o kadar güzel yazmışsın ki, ellerine ve yüreğine sağlık demekten başka bir şey gelmiyor elimden. Ne yapayım, ben de biraz farklı bir kulvardan yazılarıma devam edeyim bari. 

Ama belirtmeden geçemeyeceğim bir şey var: Meraktan ölüyorum. Hadi benimki kısıtlı sayıda takipçisi olan bir blog. Görmezden gelebilirler (YAE'ciler). Fakat senin bir haftada iki baskı yapmış kitabını da görmezden mi gelecekler acaba? Eğer böyle yapmazlarsa da ne diyecekler?

Bu arada, kitabı bir solukta okudum ve çok beğendim. Bazı eski arkadaşlarıma çok sert vurmuşsun, ama hep söylerim: Kabahat öyle yazanda değil, ilham verende.

Bu kadar sunumdan sonra bir de benden bir yazı geliyor. "Niyet Okuma mı? Hadi Oradan". Yine YAE üzerine, ama senin kitapta bulunmayan bazı noktalar da var yani.




Niyet Okuma mı? Hadi Oradan!


AKP’nin iktidara gelmesinden itibaren, bu iktidarın çeşitli uygulamalarına (tabii MSP ve Refah Partisi’nin iktidarda olduğu dönemlerin de ışığında) karşı çıkanların başına neler geldiği ortada. Bunların bir kısmı gizli tanık ifadeleri, çakma deliller, kurgulanmış CD’ler vb. uygulamalarla kendilerini içeride buldular. Dışarıda kalan muhaliflerin bir kısmı, özellikle sol gelenekten gelenler de, bir lince maruz bırakıldılar. İşlerini, hayatlarının bir bölümünü kaybettiler.

Gerek binbir hileyle içeri atılanlar gerekse dışarıda lince maruz bırakılanlar ve onlar dışında da birileri bu duruma haklı olarak karşı çıktıklarında, muhalefet ettiklerinde, AKP’lilerin yanısıra yine sol gelenekten gelen, çeşitli yayınlarda “sol liberaller”, “liberal solcular”, benim benimsediğim tanımla da “kullanışlı aptallar” (daha önce ben de “faydalı aptallar” diyordum, ama böylesi herhalde bizdeki anlamına daha uygun) olarak adlandırılan bir grup insan tarafından kınandılar ve aşağılandılar. Sovyetler Birliği’nde sol kesimden bazı entelektüeller de 1950-60’larda Sovyet rejimine destek olduklarında “faydalı aptallar” (idiots utiles) olarak adlandırılmışlardı.
Fransız gazeteci Ariane Bonzon, bu kişilerin bazılarıyla gerçekleştirdiği ropörtajın girişinde (bu ropörtajın tamamı, bu blogta daha önce yayınlandı) “dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı. Kültürel ve toplumsal olarak her şey, agnostik hatta ateist, Batılılaşmış, AB taraftarı ‘liberal’ Türk aydınlarıyla (sağ veya soldakileri), muhafazakâr İslamcıları karşı karşıya getiriyordu. Oysa, iki tarafı yaklaşık on seneliğine birleştiren gayriresmi ittifak, 2003’ten beri iktidardaki Recep Tayyip Erdoğan ve AKP için hayati ve belirleyici olduğunu kanıtladı.
Bu liberal entelektüeller, az sayıları ve seçimlerde sahip olabilecekleri ağırlığın düşündüreceğinden çok daha büyük bir rol oynadılar. AKP’nin post-İslamcı, liberal, demokrat ve reformcu bir imge inşa etmesini sağladılar. Batılılaşmış orta ve üst sınıfların yanı sıra, Avrupa ve Amerikalı işadamlarını, siyasetçileri, diplomatları ve gazetecileri teskin ederek muhafazakâr Müslümanları meşrulaştırdılar” diyordu.

Bonzon’un da belirttiği gibi, bunların sayıları belki çok fazla değildi. Ama cürümlerinden katbekat fazla yer yakabildiler. Birçok gazetede ve dergide köşeleri vardı, televizyonda hemen her kanalda bir sürü açık oturuma katılıyorlardı. Yurtiçinde ve yurtdışında panellerde ve konferanslarda boy gösteriyorlardı. AKP’den daha sert bir CHP muhalafeti sürdürüyorlar, AKP ve özellikle Erdoğan aleyhine neredeyse tek kelime söylemezken, CHP’yi neredeyse soykırımcılığa varan geçmiş suçlamalarıyla yerden yere vuruyorlardı. AKP’nin artık yalan olduğunu sıradan vatandaşın bile görebildiği AB ataklarını adeta kendilerinden geçerek alkışlıyorlar, yaptığı her türlü usülsüz uygulamayı ise görmezden geliyorlardı.

Onları bu tavırlarının hatalı olduğu konusunda uyaran soldan eski arkadaşlarını ise “postal yalayıcı”, “Ergenekoncu”, daha sonraları “darbe meraklısı”, “Balyozcu”, “ulusalcı” (ne demekse) hatta “faşist” kavramlarıyla damgalıyorlardı (Ben bu damgalılardanım). Bu tartışmalar ve giderek kavgalar o noktalara erişti ki, 40 (yazıyla kırk) yıllık dava arkadaşları birbirinin yüzüne bakamaz hale geldi. Kırk yıl derken abartmıyorum, bizim kuşak bu kavgaya 1973-74 yıllarında girişti. (Kasılmak gibi olmasın, ben biraz erken gelişenlerdenim, benim başlangıcım 1971’e gidiyor, Dev-Lis, TMGT filan).

Tartışmalara dönecek olursak, “kullanışlı aptallar”ın yukarıda bir kısmını sayabildiğim hakaret nitelemeleri dışında en yaygın kullandıkları suçlama ise “niyet okuma” idi. “AKP birtakım ufak tefek uygunsuz denebilecek uygulamalar yapsa bile, bu ‘ulusalcı faşist solcular’ ona bir takım gizli ajandalar, kötü niyetler atfediyorlardı. Bu niyetlerin de aslı esası yoktu, AKP cansiperane bir mücadeleyle ‘ileri demokrasi’ye erişebilmek için askeri vesayete bir son vermeye çalışıyordu, bu da herşeyden önemliydi” filan.

Canı gönülden yapılan bir diğer AKP savunusu ise “bunların sadece sermaye yapısını değiştirip, kendi yandaşlarını zengin etmeye çalışan uyanıklar olduğu, iddia edildiği gibi dini esaslar ya da şeriat getirme fikriyle uzaktan yakından alakaları olmadığı” yolunda idi. “Kendi yandaşlarını da zengin edecekler, ama varolan düzene dokunmayacaklardı.”

“Ulusalcı faşistler niyet okuyor, adamların davranışları hakkında olmadık vehimlere kapılıyorlardı. AKP’nin bir gizli ajandası ya da niyeti yoktu. Amaçları sadece askeri ve CHP vesayetini ortadan kaldırıp, ülkeyi daha demokratik bir yapıya kavuşturmaktı.”

Zaten her seçim ya da referandumdan sonra da YAE ya da AKP karşıtlarına “bakın şeriat gelecek dediniz, gelmedi işte” diyerek kendilerince dalga geçiyorlardı. Sanki bu şeriatın gelmesi iki ya da dört yıllık periyodlara bağlıydı. RTE’nin defalarca ifade ettiği gibi, onlar son derece sabırlı ve programlıydılar. Dokuz yaşında kız çocuğuna türban takılabilmesine gelmeleri bile on iki yıl sürdü. Onlar açısından bu uzun soluklu ve sabıra dayalı bir mücadele. İktidarda kalmaya devam ederlerse (ki bunun için gereken yasal ve yasadışı herşeyi yapacaklar, merak etmeyin) bu süreç giderek hızlanacak. Şeriat mı? Siz de sabırla bekleyin, merak etmeyin, geliir, geliir.

Bu fanatikçe savunuları ve acımasızca sürdürülen “ulusalcı faşist”, “niyet okumacılar” gibi saldırıları ben kendi payıma büyük bir acı ve üzüntüyle izledim. Edinmiş olduğu mevkiyi, postu, gazete ya da dergi köşesini kaybetmek istemeyen, önceleri otuz-kırk bilemedin yüz kişiye konuşurken TV programlarına çıkıp binlerce, belki de yüzbinlerce kişiye konuşmanın şehvetine kapılarak medya maymununa dönüşmüş olan, beş yıldızlı otellerde, parlak ışıklı salonlardaki panel, açık oturum vb. etkinliklerde ağırlanan, çalışma hayatında ya da ticari hayatta başarılı, dolayısıyla zengin olmuş, ama kendini hala solcu kabul eden ve alacağı tavırda kendisine benzeyen solcuların varlığını bir avantaj olarak kullananlar gibi insanlardı bu saldırganlar. Bu kişileri biraz olsun anlayabildiğimi söyleyeyim (çok kırılmasınlar diye, ne de olsa bir kısmı eski yoldaşlarımız).

Benim canımı daha çok acıtanlar ise, “aman dikkat edeyim, babam söylemişti, sürüden ayrılanı kurt kaparmış”, “yahu, bu takımda iyi kötü bir kırk yılımız geçti, kız aldık, kız verdik, etle tırnak gibi olduk, şimdi burada tavır alsak bizi dışlarlar, bu saatten sonra yeni dostlar, arkadaşlar bulmak da zor” diyenler. Üstüne üstlük bunların çoğu, belki bunları kendilerine bile yüksek sesle söyleyemeden, sessizce sütre gerisine yatmış olmalarına rağmen, nedense CHP ya da Atatürk kelimelerini duyduklarında AKP'li yobazlardan bile büyük bir enerjiyle yerlerinden zıplayanlar.

Belirtmeden geçmemeli. Bu kategoriye girenlerin çoğunun, Milli Mücadele, Cumhuriyet tarihi, Atatürk gibi konularda Ayşe Hür ya da Cemil Koçak gibi yazarlar dışında hiçbir kitap okumadıklarından oldukça eminim (haydaa, işte ulusalcı faşist damarım açığa çıktı). Ama istisnasız hepsi, yayın hayatına başladığı ilk günden itibaren Taraf gazetesinin müdavimi oldular ve (çok şeker) sol üzerinde büyük baskılar olduğu dönemlerde logosu görünecek biçimde Cumhuriyet gazetesi taşıyan solcular gibi, Taraf’ı her yerde büyük bir övünçle taşıdılar. Ona harfiyen inandılar, yazarlarını (Mehmet Baransu’yu bile) baştacı ettiler, Taraf aleyhine konuşanları ise yine “ulusalcı faşist” vb. yaftalarla damgaladılar. Bu Taraf taraftarlığı öyle bir noktaya geldi ki, kendisi de bir dönem iki tescilli polisle (bunların birisi aynı dönemde Emniyet’ten de maaş alıyordu) bu gazetenin köşelerini paylaşmış bir dostumuz, “Türkiye’de Taraf solcudur. Türkiye için solcu bir gazetedir………..Sol liberal bir gazete diyebiliriz aslında” diyebildi.

"Tabii Taraf aleyhine konuşanlar bu konuda da 'niyet okuma' ihaneti içindeydiler. Gazetenin amacı, vizyonu neydi? Kime hizmet ediyordu? Maddi kaynakları neydi? Özellikle de haber kaynakları neydi?" Bu soruları soranlar derhal niyet okumacılıkla suçlanıveriyorlardı.

Artık şu niyet okuma meselesinin kendisine gelelim. Çekinmeden itiraf edebilirim ki, bu yoğun tartışmaların ilk dönemlerinde “ulusalcı faşist” gibi yaftalamalara, eşdeğer sayılamayacak küfürlerle karşılık vermeye çalıştım. Ama “niyet okuma” suçlamasıyla karşılaştığımda, elimden inkar etmekten başka bir şey gelmedi. Eh, kadim alışkanlıklarımıza göre, iddia edenin iddiasını isbat zorunluluğu olmayıp, iddianın muhatabının suçsuzluğunu isbat etmesi zorunluluğu olduğundan, hep altta kalmışım gibi hissettim kendimi. "Acaba" dedim kendime, "gerçekten niyet okuma mı yapıyorum?" 

Derken bir gün parlak bir ışıkla uyandım. Bu “niyet okuma” suçlaması kullanılarak bize karşı “organize” bir algı yönetimi operasyonu sürdürülüyordu. (Bu da son zamanların favori kavramlarından biri.) Bu operasyonun asıl kaynağı ise, dönem dönem sözcülerinin yaptıkları açıklamalarla, gizli ajanda vb. konuları reddeden AKP idi. Bizim gariban “kullanışlılar”, kendi eski yoldaşlarının uyarılarını değil, AKP’nin bu ifadelerini ciddiye alıyor ve bize karşı savunuyorlardı. Ne de olsa onlara göre AKP demokrat, biz ise ulusalcı faşist idik. AKP’nin bu operasyonuna ilişkin bir kanıtı bu yazının sonuna koydum. Ama lütfen sabredin, Siz de bir yerlerde bu “niyet okuma” suçlamasıyla karşılaşabilirsiniz, benim uyanışımı izlemeniz belki yararlı olabilir.

Bu olayların tarafları günlük hayatlarının büyük bölümünde siyasi bir yaşantının içindedirler. Yani başka bir ifade ile gündelik duruşları bile siyasidir. Hatta o kadar ki, siyaset yapmadıkları zaman bile siyasi bir tavır almış olurlar. 

9.Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’in ifadesiyle siyaset kelimesi Arapça’dan gelir ve at terbiyesi demektir. Bir yarış tayının eğitimine başlandığında, anatomik özelliklerinin de yardımıyla hangi mesafelerde koşacağı, hangi pistte (kum, toprak, çim gibi) en yüksek verimi sağlayabileceği belirlenir ve gıda rejiminden, antreman planlamasına kadar her konu uzun vadeli bir programa bağlanır. Yani o hayvan daha üç aylık bir tayken üç yaşında neler yapacağı, ne yiyeceği bellidir.

Toplumsal siyasette de olması gereken budur. Her siyasi parti, her siyasi örgütlenme, bütün geleceğini, vizyonunu planlamış olmak durumundadır. Kısa vadede yapılan tüm etkinlikler bu geleceğe, bu vizyona uygun olmak zorundadır. Siyaset, günü kurtarmak amacıyla gündelik yapıldığında, bir süre sonra beraberinde başarısızlığı getireceği mutlaktır.

Yani diyebiliriz ki, kendi öncüllerinden ve de belki bu öncüllerin dayandığı tabanın büyük kesiminden kopmayı, onlar tarafından ihanetle suçlanmayı göze alarak kurulmuş ve siyasete atılmış olan AKP’nin de uzun vadeli bir programının bulunması zorunludur. Zaten tüm partiler ve bu arada AKP de bu programlarını kitapçıklar halinde topluma sunarlar. Ama gündelik siyasette AKP (ya da herhangi bir başka parti, iktidarda ya da muhalefette olması farketmez) bu ilan edilmiş programdan belirgin ve anlamlı sapmalar yaptığında, hele de iktidardaysa, diğer siyasi odak ve kişilerin irkilmeleri, programda açıkça ifade edilmemiş bazı gizli niyet ve ajandaların varlığını araştırmaları gerekir.

Bu irkilme ve araştırma davranışı, aşağılayıcı bir tavırla ve bir suçlama olarak ifade edilen “niyet okuma”  değildir. Siyasi öngörü sahibi olmaktır. Einstein’ın, yaklaşık ifadesiyle “aynı koşullarda aynı deneyi kaç kez yinelerseniz yineleyin, aynı sonucu elde edersiniz”. Yani gereken, önceki deneylerden ders çıkarmaktır. Bir de soldan bir vecizeyi mealen vereyim. Mao Zedung ustanın ifadesiyle, “öndeki arabanın devrilmesinden ders alınmalı, arkadaki arabanın sürücüsü arabayı ona göre kullanmalıdır”.

Sonuç olarak bugünden geriye bakarak ileri sürebiliriz ki, AKP yönetici kadrosunun, ta kuruluştan beri kitapçıktakinin dışında bir gizli programı, bir gizli ajandasının olduğu artık iyice açığa çıkmıştır.

Biz (yanlış anlaşılmasın, sadece beni ifade etmek için biz demiyorum, ben ve benim gibi düşünen arkadaşlar), ilk günden beri AKP’nin bugününe ve yarınına ilişkin çeşitli laflar ediyorduk. Bugüne kadar söylediklerimizin hemen hepsi doğru çıktı.

Binaenaleyh (bu kelimeyi çok severim) tarafımızdan yıllarca yapılmış olan faaliyet “kullanışlı aptallar”ın ileri sürdükleri gibi “niyet okuma” değil, taş gibi “öngörü, siyasi öngörü”dür. Bizi fanatikçe “niyet okuma” ile suçlamış olanlar ise mevki, ikbal, şan, şöhret için ya da terkedilme ve yalnız kalma korkusu nedeniyle gözlerini gerçeklere kapatmış olan ya da yalnızca görmek istediğini gören siyasi körlerdir. Ve maalesef tarih önünde suçludurlar.

Artık sıra bu "niyet okuma" tezgahının varlığına kanıt oluşturan alıntıya geldi. Herhalde herkes türbanda dokuz yaş meselesinin farkındadır. En azından görebilmişlerdir diye umuyorum.

AKP’nin Anayasa Mahkemesi’ndeki kapatma davasındaki savunmasından:

“İddia makamının başörtüsü serbestisinin ilköğretim, orta öğretim (o sırada 4+4+4 henüz oluşturulmamıştı, o da ajandanın bir önceki sayfasında yazılıydı) ve diğer kamu kurumlarına da taşınacağını iddia etmesi, ancak ‘niyet okuyucu’lukla izah edilebilir”.

(Özgür Mumcu’nun 05 Ekim 2014 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazısından).

Bir kez daha:

Dixi et salvavi animam meam. (Söyledim ve ruhumu kurtardım).


1 Kasım 2014 Cumartesi



YAE'nin Eleştirisi 

ve Sanırım Haklı Bir Talep


Çok sevilen bir hikaye ya da roman başlangıç cümlesi vardır: “Bir kitap okudum, hayatım değişti” diye. Benim başıma da benzeri bir durum geldi. Bir kitap okuyordum. Orada alıntı bir cümleye rastladım. Hayatım değişti. Bu cümleyi yazımın ilerki bölümünde yazacağım. Yani onu öğrenmek isteyenler, önce balına erişilmeye çalışılan keçiboynuzu misali, bu yaveleri okumak zorunda kalacaklar.

Kolayca tahmin edebileceğiniz gibi, konu yine “yetmez, ama evet”. Geçenlerde bu konuda Facebook’ta iki satır bir şey yazayım dedim. Çok sevdiğim eski bir arkadaşımdan yediğim fırça hala içimde duruyor. Yaşı tutmayacağı halde bana hastalıklı ruh bile dedi. Çok çok üzüldüm, genç yaşlarında üzerlerinde şu ya da bu ölçüde olumlu ya da olumsuz etkilerimiz olmuştur illaki. Acaba bu insanları bu hale biz mi getirdik diye bir süre vicdan bile yaptım. Kısa sürdü. Ne de olsa bu gençlerin üzerinde kalıcı etkileri yaratanlar, beni daha önce uzaklara itelemişti. (Tasfiyeyi de bu kadar güzel anlatmak bir sanat vallahi.) Benim çok etkim olamamıştı bu gençler üzerinde. Bir suç olacaksa, benden sonrakilerde olmalıydı.

Neyse konuya dönelim. Kampanyanın ilk gününden itibaren “yetmez, ama evet” olayına karşı çıktım. Tabii bu ilk günden itibaren de “postal yalayıcı, ergenekoncu, ulusalcı, faşist, daha sonra balyozcu” vb. etiketlere maruz kaldım.

Aslında bu sıfatlar bana son derece yoğun biçimde referandumdan yaklaşık sekiz ay önce yapıştırılmıştı. Sevgili Raife Ana’mın cenazesinde (20.01.2010) Ergenekonun dandik, gizli reçeteli bir operasyon olduğunu söylediğimde, bu iltifatlara mazhar olmuş, hatta şakacıktan “kafana sıkarız” diye tehdit bile edilmiştim.

Ergenekon ve daha sonraları Balyoz (daha sonraları “askeri casusluk”) vb. davaların niteliğinin farkına varılmasında, hedeflerinin öngörülmesinde, geleneğinden geldiği dergi gibi, “adeta falcılık mucizeleri yaratan” Ziya, bu dergi çevresinin, “yetmez, ama evet” gibi bir garabete boylu boyunca fanatik bir biçimde duçar olacağını öngöremedi. Hayal bile edemedi. (Yukarıda öngörmekten bahsediyorum, ‘‘niyet okumak’’ tan değil. Bu da ayrı bir yazı konusu.)

Bu ‘‘yetmez, ama evet’’ sloganı da, öyle bir slogandı ki, tam o derginin teorisine ve genel tavrına uyuyordu. Bir sorunsal tespit ediliyor (yapısı gereği iki yönlü) : Evet – Hayır. Alimane bir tavırla bunun bir düzey üzerine çıkılıyordu: Yetmez, ama evet.

Böylece hem ayrıcalıklı olmanın manevi ezikliği doya doya yaşanıyor, tabii ki bundan büyük bir keyif alınıyor, hem de çaktırmadan sorunsalın bir tarafındakilerin ekmeğine yağ ve bal sürülüyordu.

Her ne kadar Hayko Bağdat, o sloganı (yetmez, ama evet) ben buldum diyorsa da, ben şiddetle Ahmet İnsel’den şüpheleniyorum. Çünkü sloganda hem Birikimcilik, hem de Avrupailik çok yoğun kokuyor.

Ben bu eleştirileri yaparken, bazı ahmaklar şunu söyleyebilir; “Bunları bugün AKP’nin ya da Erdoğan’ın geldiği noktayı görüp söylemek kolay.” Abdiaciziniz bu noktayı yıllar önce görmüş, hatta bir zaman sonra Anayasa’nın belli maddelerinin askıya alınacağını ya da görmezden gelineceğini (bu günlere de kavuştuk elhamdülillah),  yakın gelecekte artık adil ve şaibesiz bir seçim filan da yapılmayacağını iddia etmiştir (20.01.2010 Suna Abla’da). O gün orada bulunan tüm eski arkadaşlarım hatırlayacaklardır.

Gelelim şu hayatımı değiştiren, daha çok da YAE’cilerin hayatını değiştirmesi gereken cümleye. Önce değişikliği açıklamalıyım. Bu cümlenin bir kez okunmasından sonra, YAE’cilerin etkileri ya da bugüne ilişkin sorumlulukları üzerine söylenen olumsuz kişisel yorumlar, yorumluktan çıkıyor, mutlak gerçekliğe dönüşüyor. YAE’cilerin bu kelebek etkisi üzerine yapabilecekleri tek bir itiraz bile kalmıyor.

Cümleyi sarfeden kişi, Erdoğan hükümetinin 2.adamı ve hükümet sözcüsü Başb. Yard. Bülent Arınç. 14 Ağustos 2013 tarihli Zaman Gazetesi’nde Gülen Cemaati üzerine bir söyleşide sarfediyor bu cümleyi. Cümle o kadar net ki, kimse “efendim, oradan cımbızlanmış” gibi kıvırtmalara sapamaz.

“Biz bugün ne yapıyorsak, 12 Eylül referandumundan aldığımız güçle yapıyoruz.”

12 Eylül referandumu öncesini bir kenara bırakalım. (Tabii daha sonra tartışmak ve YAE’cilere bir önceki referandumdaki tavırlarını sormak üzere.)

12 Eylül 2010 ile 14 Ağustos 2013 tarihleri arasında gerçekleşen tüm hükümet eylemlerini açıkça sahiplenen ve bu eylemlerdeki gücünü açıkça 12 Eylül referandumuna bağlayan bir hükümet, “verdimse ben emir verdim, polisimiz destan yazdı” diyen bir başbakan, yine açıkça ifade edeyim, YAE’cilere çok şey borçludur.

Eğer YAE’ciler bugün “bizim etimiz ne, budumuz ne, kaç kişiydik ki?” derlerse, kendilerine 12 Eylül 2010 referandumu akşamındaki balkon konuşmasını hatırlatmak isterim. Dönemin mağrur başbakanı, içlerinden en örgütlü görünen kesime (DSİP) balkondan isim vererek teşekkür etmişti. O partinin yöneticisi (ışıklar içinde yatsın), referandum öncesinde diğer YAE’cilerle birlikte neredeyse tüm TV açık oturumlarında rol almış, YAE tavrını hatalı bulanlara hep birlikte kin ve nefret kusmuşlar, onları aşağılamışlar ve tek doğru devrimci tavrın kendilerininki olduğunu iddia etmişlerdi.

Ayrıca kuşe kağıda basılı binlerce bildiri dağıtmışlar, yüzlerce bir örnek bayrağın dalgalandığı yürüyüşler tertip etmişler, erişebildikleri her kaynakta (TV’ler, gazeteler, köşe yazıları vb.) yoğun bir propaganda çalışması yürütmüşlerdi. Bu yoğun faaliyetin mali kaynaklarını ve organizasyonunu çok merak ettim, ama öğrenemedim. (Tabii, bir fikrim var ama.) Bildiğim, bu hareketin göründüğünden çok daha büyük ve etkili olduğudur.

Dolayısıyla bu hareketin önderleri ve katılımcıları, hükümetin açık sözlülükle (bir yerde delikanlıca) üstlendiği sorumluluğu paylaşmak durumundadırlar. Tarih aralığı gözönünde bulundurulduğunda (12 Eylül 2010 – 14 Ağustos 2013), görüveriyoruz ki, Gezi Direnişi bu dönemin içinde kalıyor.

Artık açık konuşmak gereksiz. Anlayan anlasın. Akan kanların, verilen canların, kör olan gözlerin, sakat kalan bedenlerin, yaralananların, hapse düşenlerin tek sorumlusu hükümet midir?

Eh, artık özeleştiri konusuna sıra geldi. Batı demokrasilerinde sol siyaset içinde böylesi bariz bir hata (YAE) yapan kişi ve gruplar itin g.tüne, Sovyet ya da Çin devrimleri sırasında ise kara toprağa girerlerdi. Bizde ise sağ partiler kaç milim (ya da kaç santim) kalınlığında teflonla kaplı ise bu solcu arkadaşlarımız da aynı ölçüde teflonla kaplı.

Gelinen noktada büyük çoğunluğu herhelde pişman ama yiğitliğe b.k sürmek istemiyor. Bir kısmı (bana göre aşağılık bir demagoji olan) “bugün o günkü koşullar olsaydı, yine YAE derdim” sayhasında. Tabii bu demagoji üzerine sağlıklı bir tartışma inşa etmenin imkanı yok. İstenirse binlerce koşuldan bahsetmek mümkün. Böylece üstte kalabilmek de mümkün. Ama acıklı bir durum sözkonusu. Bunlardan birine “hangi koşullar kardeşim?” denildiğinde, apışıp kalıyorlar.

Bir diğer grup, hiç renk vermeden, tabii özeleştiri filan da vermeden, rüzgarın yönüne göre yön değiştirip AKP ve Tayyip’e saydırmaya başladı. İşlerini, köşelerini, avantalarını vb. kaybettikçe bunların sayısı artacak.

Bir de kendisini solda tanımlayan, ama “Ergenekon gerçek bir gizli örgüttür”, “Balyoz gerçek bir darbe planıdır” filan deyip, “YAE doğruydu, hatta ben YAE değil evet dedim” diyebilen Seyfettin Gürsel (Ona da çok geçmiş olsun) gibi muhteremler. Diğer YAE’ciler için kullanabileceğimiz “faydalı aptallar” kavramını bunlar için “evrensel aptallar” olarak değiştirmek mümkün.

Sayabileceğimiz bir diğer grup, çok özel insanlardan oluşuyor. Bunlar, kendilerinin bireyler olarak AKP tarafından kandırıldığını, bu nedenle AKP’nin kendilerine özür borçlu olduğunu ileri süren elit eski solcular. Bunlara en iyi örnek Oya Baydar.

Bu gruplara daha başka versiyonlar da eklenebilir, ama gereksiz. Onlar kendilerini artık biliyorlar zaten.

Sıkıntı, bu grupları temsil edebilecek örnek “faydalı aptallar”ın bugün internet haber sitelerinde, kendi hazırladıkları bloglarında, çıkabildikleri TV programlarında, bu geçmişlerini hiç yaşamamışcasına, bugüne ilişkin yeni fikirler serdedebiliyor olmalarında. Bu fikirler de genellikle zamanında koltuk değnekliği yaptıkları iktidara eleştiri bazında oluyor. Duydukları kırgınlık nedeniyle tabii.

Bu kişilerin herbiri yaşamlarının belli bir döneminde diyalektik ve tarihi materyalizmle haşır neşir olmuş insanlar. Ucundan, kulbundan ya da göbeğinden ufaklı büyüklü örgütlere, STK’lara bulaşmış kişiler. Eleştiri nedir bilirler, özeleştiri nedir bilirler. Belli bir öğreti ışığında tesbit ettikleri hareket tarzı, tavır ve sloganlar, tarih açısından çok kısa sayılabilecek bir süre içinde kepaze olursa, yapmaları gereken şey, daha önce kullandıkları kanallar ve köşelerde özür dilemek, özeleştiri vermektir. O noktaların çoğunu kaybetmiş olabilirler, o zaman yeni yerleştikleri noktalarda bunu yaparak zararlarını hiç olmazsa biraz telafi etmeye çalışıyor olduklarını göstermelidirler.

O öğretiden algıladıkları, onların böylesi bir hataya sürüklenmelerini sağlayan dersler, kafalarında düzelmiş midir ki, bugün yine bilirkişi rollerine soyunabilmektedirler? Belki bugün söyledikleri ve yazdıkları da, onları ileride çeyrek, yarım hatta belki tam “faydalı aptallar” haline getirebilecektir.

İşte bunu önleyebilecek yegane yol, özeleştiri mekanizmasının kullanılmasıdır. Sağlıklı bir özeleştiri, kişiye edinmiş olduğu bilgiler ışığında yapmış olduğu analizlerin doğru olup olmadığını, hatalı analizlerinde at gözlüğüyle ısrar edip etmediğini, kendisine bu süreçte yönelen eleştirileri kişisel saldırı olarak görmeden yeterince dikkate alıp almadığını, bu hatalı analiz ve tavırla çevresine ve tarihsel akışa ne kadar zarar verebilmiş olduğunu en sonda gelinmiş olan somut durum ve koşullar ışığında gösterecektir.

Bunu diğer insanlarla paylaşması ise (zaten paylaşılmayan bir özeleştiri olamaz), zamanında ayrı düştüğü kişi ve topluluklarla yeniden sağlıklı bir ilişki kurabilmesine, daha da önemlisi o dönemde olumsuz etkilemiş ve yanlış yöne yönlendirmiş olduğu kişilerin de tavırlarını gözden geçirmelerine ve görece daha doğru bir çizgiye ulaşmalarına yardımcı olacaktır.


Haydi koçum YAE tayfası, özeleştirinizi görelim!