Tam yıllardan beri bir yana bıraktığım yazı yazma olayına başlamışım, çevremdekilerin uzun süredir beni itelediği blog olayına girişmişim. Elimde daha önceden karalamış olduğum bir dolu "yetmez, ama evet" yazısı var ve tam da ben bunları boşa gitmesinler diye, teker teker yayınlamaya başlamışım.
Sen kalk, bir kitapta bu işi hallet. (Liberal İhanet, Merdan Yanardağ, Kırmızıkedi Yayınları).
Normal koşullarda olsa ben bunu şahsıma bir saldırı, hatta bir ihanet olarak bile nitelerdim (paranoya icabı). Fakat o kadar güzel yazmışsın ki, ellerine ve yüreğine sağlık demekten başka bir şey gelmiyor elimden. Ne yapayım, ben de biraz farklı bir kulvardan yazılarıma devam edeyim bari.
Ama belirtmeden geçemeyeceğim bir şey var: Meraktan ölüyorum. Hadi benimki kısıtlı sayıda takipçisi olan bir blog. Görmezden gelebilirler (YAE'ciler). Fakat senin bir haftada iki baskı yapmış kitabını da görmezden mi gelecekler acaba? Eğer böyle yapmazlarsa da ne diyecekler?
Bu arada, kitabı bir solukta okudum ve çok beğendim. Bazı eski arkadaşlarıma çok sert vurmuşsun, ama hep söylerim: Kabahat öyle yazanda değil, ilham verende.
Bu kadar sunumdan sonra bir de benden bir yazı geliyor. "Niyet Okuma mı? Hadi Oradan". Yine YAE üzerine, ama senin kitapta bulunmayan bazı noktalar da var yani.
Niyet Okuma mı? Hadi Oradan!
AKP’nin iktidara gelmesinden itibaren, bu
iktidarın çeşitli uygulamalarına (tabii MSP ve Refah Partisi’nin iktidarda
olduğu dönemlerin de ışığında) karşı çıkanların başına neler geldiği ortada.
Bunların bir kısmı gizli tanık ifadeleri, çakma deliller, kurgulanmış CD’ler
vb. uygulamalarla kendilerini içeride buldular. Dışarıda kalan muhaliflerin bir
kısmı, özellikle sol gelenekten gelenler de, bir lince maruz bırakıldılar.
İşlerini, hayatlarının bir bölümünü kaybettiler.
Gerek binbir hileyle içeri atılanlar
gerekse dışarıda lince maruz bırakılanlar ve onlar dışında da birileri bu duruma haklı olarak karşı
çıktıklarında, muhalefet ettiklerinde, AKP’lilerin yanısıra yine sol gelenekten
gelen, çeşitli yayınlarda “sol liberaller”, “liberal solcular”, benim
benimsediğim tanımla da “kullanışlı aptallar” (daha önce ben de “faydalı aptallar”
diyordum, ama böylesi herhalde bizdeki anlamına daha uygun) olarak adlandırılan
bir grup insan tarafından kınandılar ve aşağılandılar. Sovyetler Birliği’nde sol kesimden
bazı entelektüeller de 1950-60’larda Sovyet rejimine destek olduklarında
“faydalı aptallar” (idiots utiles) olarak adlandırılmışlardı.
Fransız
gazeteci Ariane Bonzon, bu kişilerin bazılarıyla gerçekleştirdiği ropörtajın
girişinde (bu ropörtajın tamamı, bu blogta daha önce yayınlandı) “dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı. Kültürel ve toplumsal
olarak her şey, agnostik hatta ateist, Batılılaşmış, AB taraftarı ‘liberal’
Türk aydınlarıyla (sağ veya soldakileri), muhafazakâr İslamcıları karşı karşıya
getiriyordu. Oysa, iki tarafı yaklaşık on seneliğine birleştiren gayriresmi
ittifak, 2003’ten beri iktidardaki Recep
Tayyip Erdoğan ve AKP için hayati ve belirleyici olduğunu kanıtladı.
Bu liberal entelektüeller, az
sayıları ve seçimlerde sahip olabilecekleri ağırlığın düşündüreceğinden çok
daha büyük bir rol oynadılar. AKP’nin post-İslamcı, liberal, demokrat ve
reformcu bir imge inşa etmesini sağladılar. Batılılaşmış orta ve üst sınıfların
yanı sıra, Avrupa ve Amerikalı işadamlarını, siyasetçileri, diplomatları ve
gazetecileri teskin ederek muhafazakâr Müslümanları meşrulaştırdılar” diyordu.
Bonzon’un da belirttiği gibi, bunların sayıları
belki çok fazla değildi. Ama cürümlerinden katbekat fazla yer yakabildiler.
Birçok gazetede ve dergide köşeleri vardı, televizyonda hemen her kanalda bir sürü
açık oturuma katılıyorlardı. Yurtiçinde ve yurtdışında panellerde ve
konferanslarda boy gösteriyorlardı. AKP’den daha sert bir CHP muhalafeti
sürdürüyorlar, AKP ve özellikle Erdoğan aleyhine neredeyse tek kelime
söylemezken, CHP’yi neredeyse soykırımcılığa varan geçmiş suçlamalarıyla yerden
yere vuruyorlardı. AKP’nin artık yalan olduğunu sıradan vatandaşın bile
görebildiği AB ataklarını adeta kendilerinden geçerek alkışlıyorlar, yaptığı
her türlü usülsüz uygulamayı ise görmezden geliyorlardı.
Onları bu tavırlarının hatalı olduğu konusunda
uyaran soldan eski arkadaşlarını ise “postal yalayıcı”, “Ergenekoncu”, daha
sonraları “darbe meraklısı”, “Balyozcu”, “ulusalcı” (ne demekse) hatta “faşist”
kavramlarıyla damgalıyorlardı (Ben bu damgalılardanım). Bu tartışmalar ve giderek kavgalar o noktalara
erişti ki, 40 (yazıyla kırk) yıllık dava arkadaşları birbirinin yüzüne bakamaz
hale geldi. Kırk yıl derken abartmıyorum, bizim kuşak bu kavgaya 1973-74
yıllarında girişti. (Kasılmak gibi olmasın, ben biraz erken gelişenlerdenim,
benim başlangıcım 1971’e gidiyor, Dev-Lis, TMGT filan).
Tartışmalara dönecek olursak, “kullanışlı
aptallar”ın yukarıda bir kısmını sayabildiğim hakaret nitelemeleri dışında en
yaygın kullandıkları suçlama ise “niyet okuma” idi. “AKP birtakım ufak tefek
uygunsuz denebilecek uygulamalar yapsa bile, bu ‘ulusalcı faşist solcular’ ona
bir takım gizli ajandalar, kötü niyetler atfediyorlardı. Bu niyetlerin de aslı
esası yoktu, AKP cansiperane bir mücadeleyle ‘ileri demokrasi’ye erişebilmek
için askeri vesayete bir son vermeye çalışıyordu, bu da herşeyden önemliydi”
filan.
Canı gönülden yapılan bir diğer AKP savunusu ise
“bunların sadece sermaye yapısını değiştirip, kendi yandaşlarını zengin etmeye
çalışan uyanıklar olduğu, iddia edildiği gibi dini esaslar ya da şeriat getirme
fikriyle uzaktan yakından alakaları olmadığı” yolunda idi. “Kendi yandaşlarını
da zengin edecekler, ama varolan düzene dokunmayacaklardı.”
“Ulusalcı faşistler niyet okuyor, adamların
davranışları hakkında olmadık vehimlere kapılıyorlardı. AKP’nin bir gizli
ajandası ya da niyeti yoktu. Amaçları sadece askeri ve CHP vesayetini ortadan
kaldırıp, ülkeyi daha demokratik bir yapıya kavuşturmaktı.”
Zaten her seçim ya da referandumdan sonra da YAE ya da AKP karşıtlarına “bakın şeriat gelecek dediniz, gelmedi işte” diyerek kendilerince
dalga geçiyorlardı. Sanki bu şeriatın gelmesi iki ya da dört yıllık periyodlara
bağlıydı. RTE’nin defalarca ifade ettiği gibi, onlar son derece sabırlı ve programlıydılar.
Dokuz yaşında kız çocuğuna türban takılabilmesine gelmeleri bile on iki yıl
sürdü. Onlar açısından bu uzun soluklu ve sabıra dayalı bir mücadele.
İktidarda kalmaya devam ederlerse (ki bunun için gereken yasal ve yasadışı
herşeyi yapacaklar, merak etmeyin) bu süreç giderek hızlanacak. Şeriat mı? Siz
de sabırla bekleyin, merak etmeyin, geliir, geliir.
Bu fanatikçe savunuları ve acımasızca sürdürülen
“ulusalcı faşist”, “niyet okumacılar” gibi saldırıları ben kendi payıma büyük
bir acı ve üzüntüyle izledim. Edinmiş olduğu mevkiyi, postu, gazete ya da dergi
köşesini kaybetmek istemeyen, önceleri otuz-kırk bilemedin yüz kişiye
konuşurken TV programlarına çıkıp binlerce, belki de yüzbinlerce kişiye konuşmanın
şehvetine kapılarak medya maymununa dönüşmüş olan, beş yıldızlı otellerde,
parlak ışıklı salonlardaki panel, açık oturum vb. etkinliklerde ağırlanan,
çalışma hayatında ya da ticari hayatta başarılı, dolayısıyla zengin olmuş, ama
kendini hala solcu kabul eden ve alacağı tavırda kendisine benzeyen solcuların
varlığını bir avantaj olarak kullananlar gibi insanlardı bu saldırganlar. Bu
kişileri biraz olsun anlayabildiğimi söyleyeyim (çok kırılmasınlar diye, ne de
olsa bir kısmı eski yoldaşlarımız).
Benim canımı daha çok acıtanlar ise, “aman
dikkat edeyim, babam söylemişti, sürüden ayrılanı kurt kaparmış”, “yahu, bu
takımda iyi kötü bir kırk yılımız geçti, kız aldık, kız verdik, etle tırnak
gibi olduk, şimdi burada tavır alsak bizi dışlarlar, bu saatten sonra yeni
dostlar, arkadaşlar bulmak da zor” diyenler. Üstüne üstlük bunların çoğu, belki bunları kendilerine bile
yüksek sesle söyleyemeden, sessizce sütre gerisine yatmış olmalarına rağmen, nedense
CHP ya da Atatürk kelimelerini duyduklarında AKP'li yobazlardan bile büyük bir enerjiyle yerlerinden zıplayanlar.
Belirtmeden geçmemeli. Bu kategoriye girenlerin
çoğunun, Milli Mücadele, Cumhuriyet tarihi, Atatürk gibi konularda Ayşe Hür ya
da Cemil Koçak gibi yazarlar dışında hiçbir kitap okumadıklarından oldukça
eminim (haydaa, işte ulusalcı faşist damarım açığa çıktı). Ama istisnasız
hepsi, yayın hayatına başladığı ilk günden itibaren Taraf gazetesinin müdavimi
oldular ve (çok şeker) sol üzerinde büyük baskılar olduğu dönemlerde logosu
görünecek biçimde Cumhuriyet gazetesi taşıyan solcular gibi, Taraf’ı her yerde
büyük bir övünçle taşıdılar. Ona harfiyen inandılar, yazarlarını (Mehmet
Baransu’yu bile) baştacı ettiler, Taraf aleyhine konuşanları ise yine “ulusalcı
faşist” vb. yaftalarla damgaladılar. Bu Taraf taraftarlığı öyle bir noktaya
geldi ki, kendisi de bir dönem iki tescilli polisle (bunların birisi aynı
dönemde Emniyet’ten de maaş alıyordu) bu gazetenin köşelerini paylaşmış bir
dostumuz, “Türkiye’de Taraf solcudur. Türkiye için solcu bir gazetedir………..Sol
liberal bir gazete diyebiliriz aslında” diyebildi.
"Tabii Taraf aleyhine konuşanlar bu konuda da 'niyet okuma' ihaneti içindeydiler. Gazetenin amacı, vizyonu neydi? Kime hizmet
ediyordu? Maddi kaynakları neydi? Özellikle de haber kaynakları neydi?" Bu
soruları soranlar derhal niyet okumacılıkla suçlanıveriyorlardı.
Artık şu niyet okuma meselesinin kendisine
gelelim. Çekinmeden itiraf edebilirim ki, bu yoğun tartışmaların ilk
dönemlerinde “ulusalcı faşist” gibi yaftalamalara, eşdeğer sayılamayacak
küfürlerle karşılık vermeye çalıştım. Ama “niyet okuma” suçlamasıyla
karşılaştığımda, elimden inkar etmekten başka bir şey gelmedi. Eh, kadim
alışkanlıklarımıza göre, iddia edenin iddiasını isbat zorunluluğu olmayıp,
iddianın muhatabının suçsuzluğunu isbat etmesi zorunluluğu olduğundan, hep altta
kalmışım gibi hissettim kendimi. "Acaba" dedim kendime, "gerçekten niyet okuma mı yapıyorum?"
Derken bir gün parlak bir ışıkla uyandım. Bu
“niyet okuma” suçlaması kullanılarak bize karşı “organize” bir algı yönetimi
operasyonu sürdürülüyordu. (Bu da son zamanların favori kavramlarından biri.) Bu operasyonun asıl kaynağı ise, dönem dönem
sözcülerinin yaptıkları açıklamalarla, gizli ajanda vb. konuları reddeden AKP
idi. Bizim gariban “kullanışlılar”, kendi eski yoldaşlarının uyarılarını değil,
AKP’nin bu ifadelerini ciddiye alıyor ve bize karşı savunuyorlardı. Ne de olsa onlara göre AKP demokrat, biz ise ulusalcı faşist idik. AKP’nin
bu operasyonuna ilişkin bir kanıtı bu yazının sonuna koydum. Ama lütfen
sabredin, Siz de bir yerlerde bu “niyet okuma” suçlamasıyla
karşılaşabilirsiniz, benim uyanışımı izlemeniz belki yararlı olabilir.
Bu olayların tarafları günlük hayatlarının büyük
bölümünde siyasi bir yaşantının içindedirler. Yani başka bir ifade ile gündelik
duruşları bile siyasidir. Hatta o kadar ki, siyaset yapmadıkları zaman bile
siyasi bir tavır almış olurlar.
9.Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’in
ifadesiyle siyaset kelimesi Arapça’dan gelir ve at terbiyesi demektir. Bir
yarış tayının eğitimine başlandığında, anatomik özelliklerinin de yardımıyla
hangi mesafelerde koşacağı, hangi pistte (kum, toprak, çim gibi) en yüksek
verimi sağlayabileceği belirlenir ve gıda rejiminden, antreman planlamasına
kadar her konu uzun vadeli bir programa bağlanır. Yani o hayvan daha üç aylık
bir tayken üç yaşında neler yapacağı, ne yiyeceği bellidir.
Toplumsal siyasette de olması gereken budur. Her
siyasi parti, her siyasi örgütlenme, bütün geleceğini, vizyonunu planlamış
olmak durumundadır. Kısa vadede yapılan tüm etkinlikler bu geleceğe, bu vizyona
uygun olmak zorundadır. Siyaset, günü kurtarmak amacıyla gündelik yapıldığında,
bir süre sonra beraberinde başarısızlığı getireceği mutlaktır.
Yani diyebiliriz ki, kendi öncüllerinden ve
de belki bu öncüllerin dayandığı tabanın büyük kesiminden kopmayı, onlar
tarafından ihanetle suçlanmayı göze alarak kurulmuş ve siyasete atılmış olan
AKP’nin de uzun vadeli bir programının bulunması zorunludur. Zaten tüm partiler ve
bu arada AKP de bu programlarını kitapçıklar halinde topluma sunarlar. Ama
gündelik siyasette AKP (ya da herhangi bir başka parti, iktidarda ya da muhalefette olması farketmez) bu ilan
edilmiş programdan belirgin ve anlamlı sapmalar yaptığında, hele de iktidardaysa, diğer
siyasi odak ve kişilerin irkilmeleri, programda açıkça ifade edilmemiş bazı
gizli niyet ve ajandaların varlığını araştırmaları gerekir.
Bu irkilme ve araştırma davranışı, aşağılayıcı
bir tavırla ve bir suçlama olarak ifade edilen “niyet okuma”
değildir. Siyasi öngörü sahibi olmaktır. Einstein’ın, yaklaşık
ifadesiyle “aynı koşullarda aynı deneyi kaç kez yinelerseniz yineleyin, aynı
sonucu elde edersiniz”. Yani gereken, önceki deneylerden ders çıkarmaktır. Bir
de soldan bir vecizeyi mealen vereyim. Mao Zedung ustanın ifadesiyle, “öndeki
arabanın devrilmesinden ders alınmalı, arkadaki arabanın sürücüsü arabayı ona
göre kullanmalıdır”.
Sonuç olarak bugünden geriye bakarak ileri
sürebiliriz ki, AKP yönetici kadrosunun, ta kuruluştan beri kitapçıktakinin
dışında bir gizli programı, bir gizli ajandasının olduğu artık iyice açığa
çıkmıştır.
Biz (yanlış anlaşılmasın, sadece beni ifade
etmek için biz demiyorum, ben ve benim gibi düşünen arkadaşlar), ilk günden
beri AKP’nin bugününe ve yarınına ilişkin çeşitli laflar ediyorduk. Bugüne kadar söylediklerimizin hemen hepsi doğru çıktı.
Binaenaleyh (bu kelimeyi çok severim)
tarafımızdan yıllarca yapılmış olan faaliyet “kullanışlı aptallar”ın ileri
sürdükleri gibi “niyet okuma” değil, taş gibi “öngörü, siyasi öngörü”dür. Bizi
fanatikçe “niyet okuma” ile suçlamış olanlar ise mevki, ikbal, şan, şöhret için
ya da terkedilme ve yalnız kalma korkusu nedeniyle gözlerini gerçeklere
kapatmış olan ya da yalnızca görmek istediğini gören siyasi körlerdir. Ve
maalesef tarih önünde suçludurlar.
Artık
sıra bu "niyet okuma" tezgahının varlığına kanıt oluşturan alıntıya geldi. Herhalde herkes türbanda dokuz yaş
meselesinin farkındadır. En azından görebilmişlerdir diye umuyorum.
AKP’nin Anayasa Mahkemesi’ndeki kapatma
davasındaki savunmasından:
“İddia
makamının başörtüsü serbestisinin ilköğretim, orta öğretim (o
sırada 4+4+4 henüz oluşturulmamıştı, o da ajandanın bir önceki sayfasında
yazılıydı) ve
diğer kamu kurumlarına da taşınacağını iddia etmesi, ancak ‘niyet okuyucu’lukla
izah edilebilir”.
(Özgür Mumcu’nun 05 Ekim 2014 tarihli Cumhuriyet
Gazetesi’ndeki yazısından).
Bir kez daha:
Dixi
et salvavi animam meam. (Söyledim ve ruhumu kurtardım).