31 Mart 2015 Salı


Karmaşık bir dizi


Bu üç-dört yazıdan oluşacak olan yazı serisi birbiriyle şu ya
da bu şekilde ilişkili, ama esas olarak kadim dostum Ümit
Kıvanç’ın yakından takip ettiğim “riyatabirleri.blogspot.com”
adlı bloğunda okuduğum, 10.03.2015 tarihli Radikal
gazetesinde de yayınlanmış olan “Tavır ‘duruş’ oldu, siyaset
kimlik gösterme” başlıklı yazısından ilham alıyor.


Ümit fanatiği sazanların nefret söylemlerini hönkürmelerinden önce hemen belirtmem gereken bir şey var:  Sevgili Ümit’in yazısının, sevgili Tanıl Bora’dan yapılma alıntıları dahil, büyük bir kısmına canı gönülden katılıyorum. Tabii eleştirdiğim noktalar da var, ama bunlar asla öncelikli değiller. Bunlara belki dizinin, AKP- HDP ve güncel siyaset üzerine fikir fırtınamı (beyin yerine fikir kullanmak burada daha uygun geldi sanki) ifade etmeye çalışacağım son yazısında değinebilirim.

Şimdiden özürlerimi sunmakta yarar var. İlk defa birbiriyle ilişkili ama birbirinden  biraz farklı konularda, dizi olarak kabul edilebilecek bir yazı denemesi yapıyorum. Bir miktar karışıklık olabilir. Umudum, bunları sonunda birbirine bir şekilde bağlayabilmekte. Haydi bakalım!

İlk yazı galat-ı meşhur üzerine. Bu, başka dillerde pek olmayan, bize özgü bir fenomen. İlginizi çekebilecek ve hoşunuza gidebilecek örnekler kullandığımı düşünüyorum. Umarım yanılmıyorumdur.

İkinci yazı galat-ı meşhurun deyim olarak kullanımına bir örnek: “Mehter Takımı”. Bu yazıda Ümit’in yazısından aldığım ilhamı, farklı bir örnek olarak mehter takımı üzerinden irdelemeye çalışıyorum. Biraz tarih biraz da siyasal magazin katkısı var yazıda.

Üçüncü yazı herhalde oldukça kısa olacak. Burada galat-ı meşhur hiç yok, ama bazı sözlü ifadelerin bakılan ideolojik nokta nedeniyle nasıl yanlış anlaşılabildiğine ve kullanılabildiğine ilişkin bir iki örnek vermeye çalışacağım. Ana kaynak Süleyman Demirel olacak.

Ve nihayet dördüncü yazı:  Önceki üç yazının desteğiyle, güncel politikaya, alınan ve alınacak muhtemel tavırlara ilişkin eleştiriler, öneriler, fallar (şaka şaka) öngörüler, tabii olmazsa olmaz niyet okumalar (hani  siyasette ayıp ya).

Bu arada ihmal etmemem gereken bir uyarı var. Olaylar giderek hızlanıyor (elektrik kesintisi, Çağlayan baskını vb.). Bu tür konulara ilişkin yazılar koymak için diziye ara verebilirim, ama bu konuda rahat olun, diziye devam ederken bunu mutlaka belirteceğim.

Sağlıcakla kalın.

 

 

27 Mart 2015 Cuma

Sizleri Allah Korudu Paşalar


Geçtiğimiz yüzyıla bakınca insan kendini ister istemez “yahu, bizim paşaları herhalde Allah korudu” demek zorunda hissediyor. Aslında böyle başladığıma bakmayın, herkes bunu hissetmez. Bunu hissedebilmek için, bizim allame-i cihanlar gibi, “okuduklarım bana yetti, ben artık oldum” dememek lazım.

Dediğim gibi, geçen yüzyılın siyasi olaylarını, özellikle de faşizmin ve nazizmin yükselişini biraz okumuş olanlar, AKP’nin söyleminin arka planını ilk günlerden itibaren görebilir (yani niyet okuyabilir) ve bugünkü rezil duruma düşmezlerdi.

AKP ilk günlerinden bu yana birçok konuda Nazi Partisi’nin uygulamalarını ufak tefek değişikliklerle burada uygulayageldi. Bu konuda AKP kadrolarına ya da yöneticilerine herhangi bir ilham gelmemişti. Ayrıca Nazi uygulamaları, tarihin durdurulamaz akışı nedeniyle 70 – 80 yıl gibi ufak bir gecikmeyle bu ülkede de gerçekleşiyor da değildi.

Daha önce başarılı örnekleriyle Kurtlar Vadisi dizisinde karşılaştığımız türden eğitimli bir senarist kadrosu bu uygulamaları hazırladı ve ilgili kadroların kullanımına sundu. Bu senarist kadrosu ağırlıklı olarak Cemaatin yetiştirmiş olduğu insanlardan oluşuyordu, ama yalnız da değildiler. Bu iş için ABD’nin göndermiş olduğu eğitimciler onlara yol gösteriyordu. Nitekim Ergenekon ve Balyoz davaları sırasında bunun kokusu da çıktı. ABD’den 35 uzmanın “Türk yargısına seminer vermek amacıyla” ülkeye geldikleri ve uzun bir süre burada çalıştıkları açıklanmak zorunda kalındı. Hattâ bunların adresleri bile tespit edildi.

Benim üzüldüğüm konu ise, bu Amerikalıların bizi seyrederken purolarını tüttürüp viskilerini içerken kahkaha atabiliyor olmaları ihtimali.

Bu kadrolar, görev ve başarılarının en önemli eşiğine Ergenekon’da ulaştılar. TC Ordusu’nun Teğmen Çelebi’yi dandik olduğu o gün de ayan beyan ortada olan bir nedenle “sarı öküz” olarak kurban etmesi, o andan itibaren tamamen teslim olmaya hazır olduğu anlamına geliyordu. Artık Balyoz, Arınç’a suikast, askeri casusluk gibi kumpaslar leblebi çekirdek haline gelmişti. Nitekim hepsi kolayca uygulandı ve Ordu ile ilgili hedeflere ulaşıldı. Tabii son hedef kozmik odaydı, ona son derece saçma bir gerekçe kullanılarak girildi ve böylece ordunun bikri de tümüyle izale edilmiş oldu. Ordu bu arada yetişmiş insan kaynaklarını, bağlantılı olarak da savaş kabiliyetini büyük ölçüde kaybetmişti. Ama bunlar “eğitim zayiatı” filan sayılabilirdi.

Tarihten tasfiye örnekleri


Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nde tasfiyeler


Bu tür dandik tasfiye davalarının en meşhuru, Sovyetler Birliği’nde 1936 yılında Stalin tarafından organize edilen Vişinski mahkemeleriydi. Bu mahkemeler kullanılarak Komünist Partisi’nin ve Kızılordu’nun en kıymetli kadroları imha edildi ve Stalin’in mutlak diktatörlüğü tescil edildi. Tasfiye edilen önemli yöneticilere birkaç örnek vermek gerekirse Buharin, Kamanev ve Zinoviev'i sayabiliriz.

Vişinski

Bu mahkemelerde kullanılan yöntem, o günkü genç Sovyetler Birliği için hem iç hem de dış koşullar bakımından son derece uygundu. Yaratılan havaya göre ülke her taraftan düşmanlarla sarılmıştı ve ülke içinde de bu düşmanların ajanları cirit atıyordu. Hele Troçkistlerin yapmadığı ihanet yoktu.

İtiraflar mutlaka alınıyor ve mahkemeler canlı yayınla halka duyuruluyordu. İtiraf almak için çoğunlukla yoğun işkenceye başvuruluyor, bazen de “ülkenin ve sosyalizmin yüce menfaatleri böyle gerektiriyor” denilerek ikna edilen gerçek sosyalistler gönüllü itiraflarda bulunuyorlardı. Bunların bazıları aynı anda hem İngiliz, hem Alman hem de Japon ajanı olduklarını bile itiraf ettiler. Ortak itiraf noktaları ise Troçkist olmalarıydı. Komik bir mahkeme örneği vereyim: Birkaç kişi, yazar Maxim Gorki’nin yatak odasının camını açık bırakarak hastalanmasına ve ölmesine neden olmakla suçlandılar ve idam edildiler.

Mareşal Tuhaçevski ve Kızıl Ordu kadrolarının tasfiyesi

I.Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Almanya Versailles Antlaşması’yla asker bulundurmama ve silahlanmama sözü verdi. Almanlar tabii ki bu sözü tutmayı düşünmüyorlardı ve Sovyetler Birliği ile gizli anlaşmalar imzaladılar. Milis vb. farklı adlarla oluşturdukları askeri kuvvetler, Sovyetler’de eğitiliyordu. Sadece piyade değil, tank, uçak ve deniz personeli de eğitim alıyor ve tatbikatlara katılıyorlardı.

Mareşal Tuhaçevski


Bu anlaşmanın Sovyet tarafında Blitzkrieg’in (Yıldırım Savaşı) mucidi olan ve Avrupa’da Kızıl Napoleon lakabıyla tanınan Mareşal Tuhaçevski vardı ve Almanlar bu güçlü subaydan mutlaka kurtulmak istiyorlardı. Anlaşmanın Alman tarafında ise ileride hikayesini anlatacağımız Generaloberst Werner von Fritsch vardı.

Yaygın kabul gören bir görüşe göre Amiral Canaris yönetimindeki Alman Ordu İstihbarat Servisi iki yönlü bir oyun düzenledi. Bir yandan elaltından sızdırılan belgelerle Stalin, Tuhaçevski ve ona bağlı subayların kendisine karşı bir darbe yapacakları konusunda (tabiri caizse) huylandırıldı. Zaten ispata filan gerek de yoktu. Huylanması yeterliydi. Diğer yandan yine sızdırılan birtakım belgeler ve dedikodularla Tuhaçevski de Stalin’in kendisini tasfiye ve idam ettireceğine inandırıldı. Masumiyetine güvenen Tuhaçevski derhal Stalin’le yüzleşti ve bir yandan bağlılığını ifade ederken bir yandan da başına kötü bir şey gelmeyeceğine dair ondan söz aldı. Rahatlamış olarak çeşitli birlikleri teftişe çıktığında treni durdurulup indirildi ve soluğu Lyubyanka cezaevinde aldı. Stalin’le görüşebilmek  için ısrar etti, bu talebi reddedildi, Vişinski Mahkemelerinde yargılandı ve kurşuna dizildi.

Kızıl Ordu’da bunun ardından gerçekleşen yoğun tasfiye dalgaları, birkaç sene sonra Almanlar’ın bir vuruşta Ordu’yu hallaç pamuğu gibi dağıtmasına ve Moskova önlerine kadar gelebilmesine imkan verdi.

Gelelim Nazi Almanyası’na


Yazıya Nazi Almanyası ile başladık. Örnekler güzel olduğu için Sovyetler Birliği araya girdi. Yine Almanya’ya dönelim.

Nazi Almanyası’nda orduyu hedef alan tasfiye operasyonları birkaç gün arayla iki önemli askere karşı uygulandı: Werner von Blomberg ve Werner von Fritsch. Küçük adları aynıydı, ama başlarına gelenler çok farklıydı.

Werner von Blomberg


Blomberg başarılı bir askerdi. 1933’te Hitler’in iktidara gelmesiyle kıdemli orgeneral olarak Savunma Bakanlığı’na atandı. 1934’te Ernst Röhm liderliğindeki SA örgütünün tasfiyesinde Hitler’e yardım etti. Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg’un ölümünden sonra ordu mensuplarına Hitler’e bağlılık andı içirtti. Hitler’e gösterdiği olağanüstü bağlılığı ve itaati nedeniyle kendisine “Lastik Lion” lakabı takıldı.
 

Werner von Blomberg


1935’te Savunma Bakanlığı’nın adı değiştirilerek Savaş Bakanlığı oldu (şaka değil, gerçek). Blomberg hem savaş bakanı hem de Kara Kuvvetleri Genelkumandanı oldu. 1936’da mareşalliğe yükseldi. 1937’de Nazi Partisi Altın Üye Rozeti aldı. Göring ve Himmler gibi rakipleri bu yükseliş ve güç kazanımından hoşlanmadılar. Hitler’i Blomberg aleyhine doldurdular. Araları biraz açıldı.  

Blomberg’in ilk eşi 1932 yılında ölmüştü. 1938 yılında 60 yaşındayken Emma Gruhn adlı 26 yaşında bir kadınla tanıştı ve kısa bir sürede evlendi. Nikah töreninde Hitler ve Göring şahitlik yaptılar. Çıkan birtakım dedikodular üzerine Göring emrindeki polis teşkilatına gelinin geçmişini araştırttı ve kadının daha önce fuhuş ile meşgul olduğu bilgisine ulaştı.

Durumu hemen Hitler’e rapor etti. Hitler çıldırdı, nikahta şahitlik etmişti. Bu duyulursa büyük rezalet çıkacaktı. Blomberg’i çağırttı ve derhal boşanmasını istedi. Fakat o reddetti. Bunun üzerine 27 Ocak 1938’de bütün görevleri ve mevkileri alındı. II.Dünya Savaşı’nda görev almadı. 1945’te Müttefikler tarafından yakalandı ve Nürnberg Mahkemeleri’nde tanık yapıldı. 1946’da Nürnberg’te bir hastanede kanserden öldü. Cenazesi törensiz  defnedildi.

Werner von Fritsch


Hitler’in von Blomberg’in yerine ordunun başına getirmek istediği kişi, Werner von Fritsch idi. Ama dikkatli olmak istiyordu. Bir iki yıl önce Fritsch hakkında yapılan, fakat kendisi tarafından gözardı edilen bir dosyayı hatırladı. Himmler’in hazırlattığı dosyaya göre, von Fritsch’in Otto Schmidt adlı Berlinli bir erkek fahişeyle ilişkisi vardı. Hitler’in huzurunda yüzleşme gerçekleşti. Schmidt generali tanıdığını ve ilişkisinin olduğunu savundu. Fritsch ise masum olduğunu iddia etti. Schmidt’in ifadesinde bir sürü aksaklık vardı, ama bunlara kimse aldırmadı.

Werner von Fritsch

Sonuçta Hitler von Fritsch’in istifasını istedi. Hemen ardından tüm Alman ordusunun komutasını kendi üzerine aldı.

1938 Mart ayında bir askeri mahkeme Fritsch’i suçsuz buldu, yanlış teşhise kurban gitmişti. Ama itibar iadesi başvurusu reddedildi. Hayata küstü. Polonya seferi sırasında gönüllü olarak eski topçu alayına katıldı. 22 Eylül 1939 günü Varşova’nın dış mahallelerinde ölümcül bir yara aldı ve kurtarılamadı. Cenazesi büyük bir askeri törenle kaldırıldı.

Sonuç


Burada yazının başına dönelim. Bizim paşalar hiç olmazsa seleflerinin diyetini ödediler ve darbecilikten suçlandılar. Tabii terör örgütü üyeliği suçlaması biraz sakil oldu, ama düşünsenize ya Blomberg ya da Fritsch gibi suçlansalardı? Bu, olayın espri tarafı.

Burada belki vurgulanması gereken asıl konu, liderin, genellikle tersi iddia edilse de, ahde vefa, dostluk vb. konulara zerre kadar önem vermediğidir. Bu Hubris sendromunun en temel sonuçlarından biridir. O, herkesi harcayabilir ve arkasını dönüp bakmaz. Çünkü zaten sadece o vardır, diğerleri ise yalnızca fayda sağladıkları müddetçe vardır ve aslında teferruattırlar. Faydaları bittiği anda hiç daha önce varolmuş gibi değildirler. Yok olurlar.

Bir diğer konu ise, liderin her tasfiyeden kendine bir yarar sağlamasıdır. Almanya örneklerinde Hitler bu skandalları kullanarak Alman ordusu üzerinde psikolojik bir baskı oluşturdu ve ordunun mutlak hakimi haline geldi. Savaşın mutlak bir yenilgiyle sonuçlanmasına kadar Alman ordusu bu ilk iki “sarı öküz”den sonra, Hitler’in işaret ettiği tüm öküzlerini teslim etmekte hiç tereddüt etmedi.


Sağlıcakla kalın

20 Mart 2015 Cuma

Türkan Saylan ve Erol Büyükburç, 

uydu mu yani?


Altı yıl önce 18 Mayıs 2009 günü, dinci yobazların, 2. Cumhuriyetçilerin ve “kullanışlı aptallar”ın ortak nefret objesi Türkan Saylan ölmüştü. Ağır kanser hastasıydı. Karaciğeri iflas etmişti. Ölümüne çok kısa süre kala evi Ergenekon Davası kapsamında polislerce basılmış, yedi saat boyunca aranmış, darmadağın edilmişti. Türkan Abla, herhangi bir zayıflık ifadesi sayılmasın diye, saatli kemoterapisini bir yana bırakmış, her zamanki gibi rujunu sürmüş ve zor bela ayakta durabilirken, yüzünden eksik etmediği gülümsemesiyle sokakta biriken protestocu komşularını yatıştırmaya çalışmıştı.

O sırada evi polislerce talan edilmekteydi

 O gün kendisi orada değildi, ama o komşularından biri onunkinden iki ev aşağıda oturmakta olan kayınpederimdi. Sağlıklı zamanlarında bir gün kayınpederimin yürürken aksadığını farketmiş, derhal çalıştığı hastaneye götürerek tedavisini sağlamıştı. Orada toplanan o komşularının hemen hepsinde bir eli vardı.

Onu en iyi  anlatan yazılardan bir alıntıyı buraya koymak istedim. Satırların sahibi, aynı muhteremlerin bir başka nefret objesi, Yılmaz Özdil. Yazısının tarihi 12 Aralık 2014, başlığı ise “Ruhumuza açılan o çiçekli pencere”:

“Ömrünü kız çocuklarının eğitim almasına adayan yürekli kadınımız Profesör Türkan Saylan, 36 bin kız çocuğunun hayatına dokundu, okumalarını, meslek sahibi olmalarını sağladı. Gözlerini yumduğunda 29 bin üniversite öğrencisine burs veriyordu. 28 kız yurdu yaptırdı. 56 okul yaptırdı. Atatürk ilkelerini ve devrimlerini korumak amacıyla kurulan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin başkanıydı. Kardelen projesiyle, Baba Beni Okula Gönder kampanyasıyla toplumsal bilinci arttırdı. Polis tarafından evi basıldı. Yedi saat boyunca didik didik arandı. Baba beni okula gönder diyeceğine, baba beni tarikata gönder deseydi, bırak evinin basılmasını, YÖK başkanı bile olurdu! Kemoterapi görüyordu. 19 Mayıs sabahı gazeteleri açtık, manşetlerdeydi, vefat etmişti. Sen dur dur diren, tam 19 Mayıs’a denk getir, hakikaten mübarek kadındı. Miting gibi tören yapıldı. Sadece AKP hükümeti katılmadı. Kızlarımızın eğitimine ömrünü veren ‘kadın’ın cenazesine ‘kadın milli eğitim bakanı’ bile katılmadı. İstanbul valisi Muammer Güler’di, o da katılmadı. Çiçek bile göndermediler. Başsağlığı bile yayınlamadılar. Toprağa verildiği gün, yandaş medyanın gazeteleri ‘lezbiyen, terörist, fahişe, dinsiz, Ergenekoncu, misyoner, Amerikan ajanı, komünist’ diye yazdı. Zincirlikuyu’da defnedildi, kabristandaki belediye işçisi Halil Düldül hergün mezarını sulayıp, hergün başucunda dua ediyordu, çünkü, kızı üniversitede okuyordu, Türkan Saylan’ın bursu sayesinde okuyordu.O narin güzel kadının zihnimize kazınan son hatırası… Ruhumuza açılan çiçekli penceresinden gülümseyerek el sallamasıydı.”

Ölümüne yaklaşık bir ay kalmıştı, ancak dostlarının yardımıyla ayakta durabiliyordu


Çoğunuz biliyordur, bilmeyenleriniz için birkaç bilgi daha ilave etmek istiyorum. Prof.Dr.Türkan Saylan dermatolog, yani cilt hastalıkları uzmanıydı. Ülkemizde o el atana kadar toplumca dışlanan, adeta karantina uygulanan, hekimler tarafından bulaşabilir korkusuyla tedavisinden kaçınılan Lepra  (Cüzzam) hastalığıyla uğraşıyordu. Bu hastalığın tedavisi için Anadolu’da ayak basılmadık yer, gidilmedik köy, kasaba bırakmamıştı. Yaklaşık 10 000 cüzzamlının tedavisini sağlayarak, bu hastalığı ülke topraklarından sildi. 1981-2002 yılları arasında 21 yıl, üniversitedeki görevinin yanında gönüllü olarak Sağlık Bakanlığı İstanbul Lepra Hastanesi Başhekimliği'ni yapan Prof. Dr. Saylan, 1982-1987 yılları arasında, İstanbul Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı Başkanlığı'nı, 1981-2001 yılları arasında İstanbul Tıp Fakültesi Lepra Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürlüğü'nü yürüttü. 1986 yılında Uluslararası Gandhi Ödülü’nü aldı. Kız çocuklarının acıklı durumlarını da bu seyahatleri sırasında gözlemlemiş, onlar için bir şeyler yapabilmek için Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ni kurmuştu.

Son günlerinde bile çevresine moral verebilmek için dudaklarından rujunu ve gülümsemesini eksik etmiyordu.


Onun cenazesinde bulunmak onurunu taşıyan binlerce kişiden biriyim. Heyhat, en yakın arkadaşlarımın ezici çoğunluğu, bırakın cenazesine katılmayı, büyük ihtimalle o akşamı kutlayarak geçirdi. Çünkü onun yukarıda eksik de olsa sayılan hizmetleri pek bir önem taşımıyordu. O bir Atatürkçüydü ve bu onu benim eski arkadaşlarım nezdinde Habervaktim.com gibi sitelerde ya da yandaş gazetelerde hakkında yapılan nitelemelerle eşdeğer yapıyordu. Bunların bazıları yukarıda Yılmaz Özdil’in yazısında var.

Bir örnek de burada. Buna terbiyesizlik bile denemez, ne diyeyim?


O öldüğünde köşe yazarı ya da TV yorumcusu, açık oturum katılımcısı olan hiç bir muhterem (siz onları tanırsınız) Türkan Saylan üzerine tek bir laf etmedi. Sanki ölmüş olan o kadar kıymetli bir insan değil bir kertenkeleydi.

Yazının başlığının diğer yarısına gelelim. Geçtiğimiz günlerde Erol Büyükburç öldü. Ölür ölmez de gözlerinin badem gibi olduğu, (pantolonunun içindekinin de patlıcan olmadığı) keşfedildi. Tamam, Türk popunun öncüsüydü, bazı şarkıları hakikaten çok güzeldi. Kendisinin dizayn ettiği kıyafetler de alanında öncüydü. Ama ekonominin görünmez eli gibi bir şey var sanatta da. O kadar da kıymetli olsaydı, Zeki Müren gibi hâlâ dinlenir, aynı saygıyı görürdü.

Peki, buna ne denebilir?


Tamamen tesadüf, onunla da dolaylı bir ilişkim var. Sevgili ve rahmetli Ajlan’ın annesi Türkan Hanım, uzaktan da olsa akrabam olur. İlişkileri yasal bakımdan gayrımeşruydu, bu beni hiç ilgilendirmez. Ama o ilişkinin ürünü olan rahmetli Ajlan ve annesi Türkan Hanım, babalığını inkâr eden bir Erol Büyükburç’a karşı mahkemelerde yıllarca mücadele etmek zorunda kaldılar.

Bu örnek baba, kızı bir trafik kazasında öldüğünde, spazmlar falan geçirip cenazeye gitmedi. Halbuki, sevgili Ajlan’ın da şöhret yolunda ilerlemekteki başarılı bir müzik insanı olması, aralarını oldukça düzeltmişti. Acaba bu zamansız ölümle bir fırsat mı kaybedilmişti?

Erol Büyükburç’un ufak bir sabıkası daha var. Gazetelerde, TV’lerde pek yer bulamadığı bir dönemde, bir Alman hanımla son evliliğini yaptı. Allah mutlu mesut etsindi, tamam. Ama o dönemde haberlere çıkmanın ilginç bir yolunu kullandı. Ricası üzerine nişan yüzüklerini tescilli katil Kenan Evren Paşa taktı netekim. Bir müddet sonra ise Alman gelin Erol Büyükburç’tan boşandı. İddiası, Erol Büyükburç’un onu maddi anlamda sömürdüğü idi. Günahı boynuna.

Hayırlısı olsun, netekim


Gelelim, zurnanın zırt dediği yere. Özür dilerim, benim yazılarımda da hep böyle bir yer oluyor. Zurna zırt diyor.

Birileri ileride çıkıp derse ki, “Türkan Saylan gibi muhteşem bir hanımefendiyle Erol Büyükburç gibi bir bünyenin ne alakası var da, sen bu iki ismi aynı yazıda kullanıyorsun?” Bu tamamen zamanlamanın b.k yemesi.

Zamanlama burada. Büyükburç öldü, aynı günlerde kumpas tamamen sizlere ömür. Büyükburç'a badem gözlüydü yazanlar, kumpası tek kelimeyle anmadılar.


Yahu, beni deli eden şu oldu: Türkan Saylan gibi olağanüstü bir insan öldüğünde ve de ölmeden kısa süre önce maruz kaldığı faşist muameleler ortadayken, tek kelime etmemiş, içinden “Oh olsun Atatürkçüye, geberdi” diyen bir kısım zevzeğin, Erol Büyükburç gibi bir müptezelin (ölmüş biri hakkında bunu kullandırttınız bana ya, helâl olsun) ardından “yok şöyle öldü, yok böyle öldü, vah vah vah nasıl da öldü” vb. ağıtlar yakmanız, benim değil, sizin kendinizi affedebileceğiniz bir durum değildir.

Türkan Saylan’ın kumpas kapsamında yasadışı dinlemelerde geçen “Türkan Abla” lafı bahane edilerek, dik durmakta zorlandığı ama ölümüne gayret gösterdiği günlerin kısaltıldığı, çok açıktır.

Grilere saklanmayın, Türkan Ablanın o pencereleri çiçekli evde fazladan geçirebileceği günlerinin hesabını verin arkadaş. 


Hadi benden olmasın, siz yine de sağlıcakla kalın.

16 Mart 2015 Pazartesi

Geçici bir özeleştiri


Yakın dostlarımın yoğun ikazları üzerine farkettim ki, bu “yetmez ama evet” meselesi bende gerçekten bir mesele haline gelmiş ya da gelmekte.  En azından dışarıdan öyle algılanmakta. Bir durumu tespit etmekte yarar var: Aslında benim bu meseleyi benim için mesele olmaktan çıkartmam, meseleyi mesele olmaktan çıkartmaz.

Benim çabam, bu meseleyi kendim için mesele olmaktan çıkartmak için değil. O çok kolay. S.ktir ederim meseleyi, mesele benim için biter. Benim derdim başka. Ben, bu meselenin asıl sahiplerine, bu meselenin yıkıcı etkilerinden kurtulmalarında yardımcı olmaya çalışıyorum.

Altmış bir yaşındayım ve bu yaşıma kadar öğrendiğim şeylerden biri, bu büyüklükte bir meselenin inkar edilerek, sahiplenilmeyerek, hiç yaşanmamış gibi davranılarak, sessizce başka yerlere kaynak yapılarak örtülemeyeceği ya da unutulamayacağı. Yani böyle bir konunun gri bölgesi olamaz. Hadi ben sustum, diyelim. Bir meseleyi ortaya atacak bir başkası muhakkak çıkar. Hani “kafaya kakmak” diye bir deyim var ya, tam bu meseleye uygun. Kakarlar da kakarlar. Herkes benim gibi iyiniyetli de değil. Hiç ummadığın yerde, hiç ummadığın zamanda kakarlar. Kakacak kimse çıkmasa bile, o üç sihirli kelimenin birini duymak bile bazen insanın ruhunda bir rahatsızlık yaratabilir.

Dediğim gibi, benim amacım halisane. Ama bu meseleyi kendim için de bir mesele haline getirmiş olmamın bence iki-üç haklı nedeni var. Onları da açıklamam lazım.

Birincisi: Tek suçum, (tevazuya gerek yok) olağanüstü bir siyasi öngörüye sahip olmamdı. Bunda çok okumamın, hayatın çok içinde olmamın filan katkısı olabilir. Referandumdan (çok) önce doğal olarak arkadaşlarımı da uyarmak, bugünü ta o günlerden görebilmelerine yardımcı olmak istedim. Üstümden geçtiler, yediğim hakaretin haddi hesabı yok. Tabii yalnızca benim değil  -o kadar da narsist olmaya gerek yok- bir dolu insanın da üstünden. Köşeler dolusu yazdılar, o TV’den bu TV’ye koşturup açık oturumlarda hönkürdüler. Lafla olanlar uçtu belki, ama internette yazılı olanlar ve TV programlarının kayıtları bir yerlerde duruyordur.

İkincisi: Referandumdan sonra bir provokasyona geldim. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “ne yapıyorsak, referandumdan aldığımız güçle yapıyoruz” dedi. Yapmakta oldukları şeyler hiç de hayırlı ‘şeyler’ değildi ve herif TV’de gözlerimin içine bakarak arkadaşlarımın bu ‘şeyler’e katkısını anlatıyordu. Açıkçası her iki haklı neden birleşti ve derhal bir blog oluşturdum. Sonrasını biliyorsunuz.

Bu yazıyla alakası yokmuş gibi gözükecek ama, Hasan Cemal’i de (Hasan Abi) her yıl Nieman Vakfı tarafından bir gazeteciye verilen “dürüstlük ve vicdan” ödülünü almış olması dolayısıyla kutluyorum.

Bu tür yazılarıma uzunca bir süre için son verecek olmamın iki-üç nedenini herhalde yeterli ölçüde açıklamışımdır. Bu arada yazılarımla kırmış olduğum arkadaşlarım olduysa, ki mutlaka olmuştur, onlardan tabii ki özür dilemiyorum. Zaten bu da bir özür değil, geçici bir özeleştiri yazısı.


Sağlıcakla kalın.

15 Mart 2015 Pazar

Sevgili okurlarım,


Gördüğüm lüzum, yoğun eleştiri ve adeta baskı 
nedeniyle ''Eşek sevmenin bile bir usulü var, kardeşim!'' başlıklı yazımı blogtan kaldırmak zorunda kaldım. 


Başta sevgili Osman Balcıgil olmak üzere yazımı Facebook'ta yorumlamış, paylaşmış olan arkadaşlarımdan özür dilerim


Bu geçici bir ricat. Mücadelemiz farklı yazılarla sürecek. 


Yeni yazılarda buluşmak üzere.


Sağlıcakla kalın. 

7 Mart 2015 Cumartesi

Ahmet İnsel’in Baransu Üzerine Radikal’de Çıkan Yazısı


İki gündür Ahmet Altan’ın Cumhuriyet’teki yazısı üzerine medyada çıkan yazıları okuyorum. Öyle birkaç yazıyı da değil, ne bulursam. Yrb.Ali Tatar’ın kardeşi Ahmet Tatar’ınki başta (ki böyle bir yazıya  düşmanımın bile muhatap olmasını istemem), Cüneyt Ülsever, Soner Yalçın, Orhan Bursalı, Av.Hüseyin Ersöz, Nazlı Ilıcak, Yasemin Çongar, Ali Sirmen, Ahmet Hakan, Ertuğrul Özkök, Kanat Atkaya, Ezgi Başaran, Şükrü Küçükşahin, Ahmet Şık, Nedim Şener, Yıldıray Oğur, Emre Uslu, Sedef Kabaş,  Ali Bayramoğlu, Esra Arsen, Markar Eseyan vd. Bu kadar yeter.

Bu köşe yazarlarının ezici çoğunluğu Ahmet Altan’a karşı çıkıyorlar. Aslında normaldir. Yanında tavır alabilecek olanların çoğu ya arazi oldu, ya saf değiştirdi ya da çöpe atıldı.

Bu yazıların bazılarını Facebook’ta da paylaştım. Tabii beğendiklerimi. Bunlardan birine gelen bir yorum önemliydi. Bizim gençlerden biri Ertuğrul Özkök’ün yazısını paylaşmama bozulmuş (hani adamın geçmişi kirli ya). Mesela Yılmaz Özdil yazısı paylaşırsan da bozuluyor bu çocuklar. (O da faşistmiş). Bu gibi yazarlardan bir kez nefret etmişler ve bir daha da okumamışlar. Aslında bu tavır, benimsediklerini iddia ettikleri siyasi fikirlere tümüyle ters. Çünkü o fikirlerin temelinde değişim kavramı var. Ama ne yaparsın? Sadece bu iki yazarı alalım. İkisi de geçmişteki tavırları ile ilgili olarak ya özür dilediler, ya özeleştiri yaptılar ya da nasıl yanlış anlaşılmış olabileceklerine ilişkin düzgün açıklamalar yaptılar.

Burada vurgulamak gerek. Hani benim bloğumdaki yazıların çoğunda, hani Merdan Yanardağ’ın da “Liberal İhanet” kitabında, bazı kişilerden bekleyip de göremediğimiz özeleştiriler var ya, işte onu kendilerine göre yaptılar aslanlar gibi.

Aslında biraz geciktim, ama sebebi var


Bizim özeleştiri beklediğimiz arkadaşlarımız yıllardır olanca güçleriyle CHP’ye, Kemalistlere, solculara vurmakla ve örtük ya da açıktan AKP’yi desteklemekle öylesine meşgullerdi ki, ne bu yazarları okumaya ne de özeleştiri yapmaya fırsatları olamadı. Bunu abarttığımı iddia edenler çıkabilir. Bunu yazarak onları ekstra bir töhmet altında daha bırakmak istemem, ama özellikle 17-25 Aralık olaylarına kadar yazmış oldukları yazıları bir gözden geçirsinler. CHP aleyhine kaç yazı var, AKP aleyhine kaç yazı var (ya da var mı?), saysınlar bir zahmet. Haksız çıkarsam özür dilemesini bilenlerdenim. 17-25 Aralık’tan sonra AKP aleyhine, RTE aleyhine yazılar hem arttı hem de sertleşti. Neden bilemem. Günahları boyunlarına.

Bu yazımın biraz gecikmesinin sebebi,  daha gelebilecek yazıları beklemiş olmam. Diğer bir dolu gazete ve dergide Taraf’ın misyonunu, Ahmet Altan’ın, Yasemin Çongar’ın, Mehmet Baransu ve şürekasının hizmetlerini desteklemiş olan ya da Ahmet Altan’la birlikte çalışmış, aynı “sol liberal” gazetenin  köşelerini  bazen boğaz tokluğuna paylaşmış, askeri vesayeti ortadan kaldırmak için ter dökmüş, Ergenekon’u, Balyoz’u, askeri casusları, OdaTV’yi açığa çıkarmak, kitleler önünde alabildiğine teşhir ve mahkûm edebilmek için Baransu ile aynı mesailerde cansiperane mücadele etmiş diğer yazarlardan da açıklamalar bekledim. Heyhat.

Ahmet İnsel yetişiyor


Tam hevesim kursağımda kalıyordu ki, Ahmet İnsel imdada yetişti. Tamam onun Taraf yazarı olmadığını biliyorum, ama orada yazmış olanların çoğuyla aynı ya da çok yakın fikirleri paylaştığını da biliyorum. Ya da üst paragrafta bahsettiğim dış destekçi organlardan birinin aslî unsuru olduğunu.

Taraf’ın Ahmet Tatar, Ahmet Şık, Nedim Şener, Soner Yalçın gibi doğrudan mağdurları, Ahmet Altan’a gerekenleri söyledikten sonra (yetmez, ama evet), benim bir şey söylemeye ne hakkım ne de malzemem kaldı aslında. Ben Taraf’ın tarih önünde doğrudan değil, Türkiye halklarının tamamı gibi, dolaylı mağduruyum. Haa, benim de hesap sorma sıram elbette gelecek, ama sırama da saygı göstemeyi bilirim. Ayrıca çok uzun süre beklemeyeceğimize ilişkin bir umudum da var.

Benim burada yapmak istediğim, Ahmet İnsel’in yazısı üzerinden bazı gerçeklere işaret etmek ve bu yolla bazı insanları benim doğru bildiğim tarafa (Taraf’a değil) çekebilmek. Benim derdim hiç saygı duymadığım zavallı Ahmet Altan’la değil, hâlâ saygımı tümüyle kaybetmemiş olduğum ve tümüyle kaybetmemeyi de umduğum Ahmet İnsel ve onun arkadaşlarıyla.

Yazıya başlayalım


(İtalikler Ahmet İnsel'in)
Ahmet İnsel yazısının ilk paragrafında Kabataş olayını gündeme getiriyor ve ardındanTayyip Erdoğan bu yanlış bilgiyi defalarca gündeme getirdi. Başka gazeteciler de bu bilgiyi teyit ettiler. Suç işlemiş olarak addedilebilirler mi?” diye soruyor. Bu sorunun burada sorulmasının maksadı, ileride Mehmet Baransu ile ilgili olarak bir masumiyet karinesi, en azından şüphesi yaratabilmek. Hani, hukukta şüphenin varlığı sanığın yararına oluyor ya, ondan.

Ben bunun cevabını hemen vereyim. Evet, kesinlikle addedilirler. Tek bir kaynaktan gelen haberi en az bir diğer kaynaktan daha doğrulamadan vermek, gazetecilik değil, tetikçiliktir. Hele özel koşulları nedeniyle bu durumda.

Sonraki paragraf, “zil, şal ve gül,…” filan, ortamı flulaştırmak, biraz sonraki savı güçlü gösterebilmek için, yazının  “bahçesinde raksın bütün hızı” falan. Dans muhteşem, kıvrak. Erdoğan bilerek mi yapmış, bilmeden mi yapmış, safdil miymiş, müfteri miymiş? Türkiye’de Tayyip Erdoğan’ın yanılması, yanlış bilgi vermesini AKP çevresinden, … kimse eleştiremiyormuymuş, bla, bla, bla.

Bu lafı çok kullanmaya başladığımın farkındayım, ama zurnanın zırt dediği yere geldik. Bundan sonra Ahmet İnsel’in yazısından uzunca bir alıntı:

Buna karşılık son derece hassas ve önemli bir konuda haber yapan ve haberinin dayandığı belgeleri daha sonra savcılığa teslim eden Mehmet Baransu, asgari bir demokrasinin yürürlükte olduğu dünyanın her yerinde hiç tartışmasız bir gazetecilik faaliyeti olarak değerlendirilecek bir işten dolayı tutuklanıyor. Baransu’nun haberine kaynaklık eden ve savcılığa teslim ettiği belgeler sahte miydi? Sahteyse bunları denetlemek, doğruluğunu teyit etmek savcılığın göreviydi. Savcılık neye göre dava açtı? Ayrıca belgeler sahte iseler, bunların kopyalarını Deniz Kuvvetlerinin en korunaklı odalarından birinin taban döşemelerinin altına Baransu mu yerleştirmişti?

Bir defa şu kesin: Ahmet İnsel’in gazetecilik mesleğinin en temel ilkesinden haberi bile yok. Asgari bir demokrasinin yürürlükte olduğu dünyanın her yerinde bir gazetecilik faaliyeti olarak hiç tartışmasız bir biçimde kesinlikle kabul edilemez bir faaliyet bu. (Cümle pek düzgün değil, ama benden değil alıntıdan kaynaklanıyor). Hiç bir gazeteci, herhangi bir üst akıl tarafından görevlendirilmemişse, kim olduğu bilinmeyen (?) bir kişi tarafından eline tutuşturulan ve ikinci bir kaynaktan doğrulanmayan bilgileri haber olarak kullanmaz. Bir de, eğer bu (?) kişi, Baransu'yu birtakım sahte belgelerle kandırmışsa, diğer bir deyişle Baransu'yla arasında organik (örgütsel de denebilir) bir ilişki yoksa, gazeteci ile kaynağı arasındaki gizlilik sorumluluğu da ortadan kalkar. Söyleyiversin Baransu onun kim olduğunu, soruşturma da ilerlesin. Ayrıca Baransu’nun tutuklanma sebebi de bu değil zaten.

Hııı İnseel, demagoji ha?


Şimdi İnsel’e yakıştıramadığım iki demagojik ifadeye dikkat çekmem gerekiyor: Birincisi, bu belgelerin Deniz Kuvvetlerinin en korunaklı odalarından birinin taban döşemelerinin altına Baransu’nun mu yerleştirmiş olduğu sorusu. Şık değil, olmamış. İkincisi, bir sonraki paragrafın sonundaki, “Türkiye medya dünyasında bilmeyerek, ihmal nedeniyle veya kasıtlı olarak yanlış haber yapan gazetecilerin ve gazetelerin dökümü çok uzun bir liste tutacaktır” ifadesi. Bu da olmamış. Hasanların, Hüsnülerin yaptığı hata, Mehmet’i haklı çıkarmaz ya da onun yaptıklarına meşruiyet sağlamaz. Ayrıca Türkiye’nin bütün Hasanları, Hüsnüleri biraraya gelse, bir ülkenin kaderini bu kadar değiştiren, bir sürü insanın haksız yere hapsedilmesini, sağlıklarını, işlerini, şöhretlerini, ailelerini, maddi varlıklarını ve hatta hayatlarını kaybetmelerini sağlayacak böyle bir gazetecilik ihmali, hatası yapmayı başaramazlar.

Bir sonraki paragraf da çok acıklı. Ahmet İnsel, “bu davaların soruşturmalarını yapanlar, iddianamelerini yazanlar, tasfiye operasyonunun amacına ulaşması için hayali suçlar icat edip, gerçekten suç işlemiş olanların yanına suçsuz insanları da kattılar. Gerçek belgelerin içine sahte bilgi ve belgeler ilave edenler, bunu örgütleyen gücün özel çıkar ve hedeflerine yönelik olarak tasfiye operasyonunun kapsamını genişlettiler. Bunu önce Ergenekon, sonra Balyoz davası ile ilgili birçok kez bu gazetede dile getirdim” diyor.

Sondan başlayalım: Hangi tarihten başlayarak bu yazdıklarını o gazetede dile getirdin? Davaların hangi aşamasında? İşin savunulamayacak hale gelmesinden sonra mı? Daha önce hata yapmış olduğuna ilişkin bir özeleştiri yaptın mı? Yoksa sessizce “…şal ve gül” mü? (Burada zil olamaz, sessizce dedik). Gerçek belgelerin içine sahte belgeler zaten ilave edilmiş ve bunlar Baransu’nun bavuluna yüklenmiş değil miydi? Bahsettiğin örgütleyici güç, özel çıkar ve hedeflerine yönelik olarak bu bavul dolusu belgeyi yayınlaması için Baransu'yu görevlendirmiş olabilir mi? “Gerçekten suç işlemiş olanlar” derken, verebileceğin bir isim var mı? Kimler suçlu, kimler suçsuz? Bunları davalardaki mahkûmiyet durumlarına göre mi belirleyeceğiz? Mesela sence Başbuğ, ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm olduğuna göre gerçekten terör örgütü lideri olabilir mi?

Cezayir toplantısı


Gelelim Balyoz davası belgelerine” diye başlayan paragraf var ya, keşke oraya hiç gelmeseydin İnsel. Baştan şunu vurayım, vurgulayayım değil, vurayım. Em.Org. Çetin Doğan’ın kızı Pınar Doğan ve tahminimce bir çok ortak arkadaşınızın olduğu ya da bizzat arkadaşınız olan damadı Dani Rodrik, Balyoz üzerine bir kitap yazarak, 1 500 (yazıyla binbeşyüz) civarında somut sahtekârlık ve hatayı ortaya çıkardılar. Çalışmalarının sonuçlarını anlatabilmek ve muhtemel soruları cevaplayabilmek için Cezayir lokantasında bir davet düzenlediler. Gittiniz mi? Dinlediniz mi? Sorular sordunuz mu? Cevaplar aldınız mı? İkna olamadınız mı? Taraf ve devlet çok daha mı güvenilirdi? Yoksa gitmediniz bile mi? Dani böyle bir durumdan şikayetçiydi çünkü. Gitmediyseniz nedeni nedir?

Düşülen yer: Ahmet Altan çizgisi


Şimdi de Ahmet Altan’ın yazısına çok paralel düşen bir ifaden:

Sadece Baransu değil, dönemin Taraf gazetesi sorumluları ya kasıtlı olarak sahte bilgi ve evrak kullandılar, o zaman toplu olarak toplumu yanılmaktan, bu nedenle bir dizi mağduriyet yaratmaktan sorumludurlar. Ama bunu onların bilinçli ve kasıtlı yaptıklarının gerçekten ispat edilmesi koşuluyla. Bir de bu sahte belgelerin kim tarafından üretildiğinin ortaya çıkması koşuluyla. Bunların Taraf gazetesi sorumluları veya Baransu olmadığı, olamayacağı aşikâr. Ya da taraftar gazeteciliğinin tuzağına düşerek, gazetecilik hatası yaparak, ellerindeki belgelerin gerçekliğini titiz biçimde araştırmayarak, haber yaptılar. O zaman bu bir ceza suçu değildir. Yapılan gazeteciliğin, haberciliğin güvenilir olmadığını, kötü gazetecilik yapıldığını ele verir.

Ya da” ile başlayan son satırların cevabını yukarıda verdim. A.Altan’la tam uyuşan (paralel de denebilir) esas tezgah, “ya da”dan önceki cümlelerde. Konmuş olan iki koşula bayıldım. Sen bir ülkenin geleceğinin tümüyle farklı bir rotaya girmesine, insanların çile çekmelerine, ölmelerine dolaylı da olsa neden olmuşsun, en azından yardımcı olmuşsun (buna Baransu’nun TV’lerdeki, yazılarındaki ve kitabındaki saldırgan ve edepsiz tavrını hiç katmıyorum). Ama suçlanabilmen için bilinçli ve kasıtlı yaptığının gerçekten ispat edilmesi gerekiyor, öyle mi? En salak karşı örneği vereyim, minibüsüyle otobüs durağına dalan ve dokuz kişinin ölümüne neden olan bir şöförün, bu işi bilinçli ve kasıtlı yaptığı gerçekten ispat edilemezse, özür bile dilemeden çekip gitmesi gibi. Bir de bu sahte belgelerin kim tarafından üretildiğinin ortaya çıkması koşuluyla, öyle mi? Ahmet Kardeşim, sen bilmezsin, eskiden Karadeniz bölgesinde el tezgahlarında tabanca üretilirdi. Adam öldürmekte kullandığın tabancanın kim tarafından üretildiği belirlenemezse yırttın. Öyle mi? Bu iki örneğimin aslında gereksiz olduğunun farkındayım. Ama ne yapayım, öne sürülen koşulların kendileri benim örneklerden daha salakça.

Bir sonraki paragraftan yazının başına spot olarak alınmış olan cümleler, yazının en doğru ifadeleri olarak kabul edilebilir. Başbakanla ilgili cümleler ise yine biraz “zil, şal ve gül,…”. Hedef şaşırtmaca.

Suçüstü: Niyet okuma


Sonraki paragrafın büyük kısmını buraya almam gerek:

Ergenekon ve Balyoz davaları gerçek suçluların suçsuz veya çok daha sınırlı suçu olanlardan ayrılmasını sağlayacak bir mecrada seyretmiyor artık. Bu belki kaçınılmaz, çünkü ceza davalarında delillerin bir kısmının sahte olması davayı zanlılar lehine dönüştürür. Ayrıca bugün AKP iktidarı bu davalarda hakikatin ortaya çıkmasını da istemiyor. Yolsuzluk iddiaları karşısında başlattığı büyük temizlik ve tasfiye operasyonunda, eski düşmanlarını yanına çekmek, bir Gülen cemaati mağdurları ittifakı oluşturmak çabası güdüyor. Gerçekte Baransu, Balyoz davası haberi nedeniyle değil, Gülen cemaatine yönelik temizlik operasyonu nedeniyle tutuklu.

Şimdi sinirlendim işte. AKP iktidarının neredeyse ilk günlerinden itibaren (AKP'nin belediyecilik uygulamalarının ışığında) arkadaşlarımızı ne zaman gelebilecek tehlikeler konusunda uyarmaya kalkışsak, niyet okuma suçlamasıyla karşı karşıya kaldık. Ardından da “başçavuşumun solcusu, postal sevdalısı, darbeci“ filan geldi. Burada önemli olan, niyet okuma kısmı. Siyasetin ancak niyet okunarak yapılabileceğini bir türlü anlatamadık bizim kullanışlılara. Seneler bu lafla ziyan edildi. RTE’ye baktıklarında gözleri kamaşıyor, nurlu AB ufuklarından ve ileri demokrasi safsatasından başka bir şey göremiyorlardı. “RTE son zamanlarda değişti, bizi de kandırdı” edebiyatı yapanlara, ilgili şahsın “ananı da al git” ifadesinin ustalık dönemi ürünü olmadığını hatırlatırım. Bu kadar lafı neden ettim? Çünkü üstteki paragrafta Ahmet İnsel bal gibi niyet okuma yapıyor, hem de ne biçim? AKP şunu istemiyormuş, şu çabayı güdüyormuş. Çok hoş. Bir daha herhangi bir kullanışlı bana niyet okumadan bahsederse onu fena yapmak boynumun borcu. Sizin mi ayrıcalığınız yahu bu niyet okuma?

Benimki de küfür değil arkadaş, mahkeme kararı var


Yazının son paragrafına geldik. Ama önce belirtmem gereken bir konu var. Bu blogtaki yazılarımdan birinde, ilham veren kim ya da ne olursa olsun, küfür etmeyeceğime söz vermiştim. Sözümün arkasındayım, ama Türk milleti adına karar veren bağımsız Türk mahkemelerinin verdiği bazı kararlara da saygılıyım. (Açıklaması dipte).

Ama aynı zamanda Baransu’nun tutuklanması, tüm basına ve topluma görmeme, gördüğünü konuşmama, iktidarın hoşuna gitmeyecek her konuda susmak konusunda verilen yeni bir ihtardır da. Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmasıyla Baransu’nun tutuklanması, özünde basın özgürlüğüne vurulan ağır darbenin parçalarıdır ve birbirlerinin devamıdırlar.

Bugünün tarihsel koşullarında, bir dolu gerçek ‘gerçek anlamda’ ortaya çıkmışken, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmalarıyla, Mehmet Baransu’nun tutuklanmasını, fark belirtmeden aynı paragrafta ifade etmek, en hafif ifadesiyle hadsizliktir. Hele hele bu tutuklamaların özünde basın özgürlüğüne vurulan ağır darbenin parçaları ve birbirlerinin devamı olduğunu ifade etmek…Ve geliyoooor!

Hassiktirin, hassiktirin, hassiktirin!”*


*(Açıklama: Diyarbakır Büyükşehir Eski Belediye Başkanı Osman Baydemir, hükümete karşı sarfettiği bu veciz sözleri nedeniyle yargılanmış ve mahkeme bunun küfür olmadığına karar vermiştir.)