Bence En Önemli Yazım Bu
Bu yazıyı “kim ne der, nasıl algılar, neci zanneder
vb.” tüm kaygıları, deyimin tam anlamıyla, s.kt.r ederek yazıyorum. Neden mi?
Cumhuriyet Gazetesi davasında bir karar verildi.
Farkındasınızdır sanırım, ama mücadelede çok ciddi bir sıçrama noktası yaşandı.
Diğer tutukluların muhteşem savunmalarının yanı sıra
özellikle Ahmet Şık’ın savunma yerine itham eden, yargılayan ifadesi, çıtayı
çok yüksek bir seviyeye taşıdı.
Tarihte benzer bir itham vardır. Çok önemli bir anti-semit baskı eylemi olan Yüzbaşı Dreyfus
davasına ilişkin olarak Emile Zola’nın Cumhurbaşkanı'na yönelik “J’Accuse...!”
(İtham Ediyorum...!) başlıklı çağrısı.
|
13 Ocak 1898, yani 109 yıl önce!
|
Bu çağrı, Emile Zola'yı hapsin eşiğine kadar getirdi. İngiltere'ye kaçmak zorunda kaldı. Ama Dreyfus yeniden yargılandı, cezası ömür boyundan on yıla indirildi. Sonra Cumhurbaşkanı tarafından affedildi. Kendisini kutlamak için “Yaşasın Dreyfus!” diye slogan atanlara “Hayır, Yaşasın Hakikat!” diye cevap verdi.
Dava bitmişti, fakat yaşananların sorumluları da çıkarılan
|
Yalnızca Nana'yı ya da Germinal'i yazmakla kalmadı
|
genel afla yakayı sıyırdılar. Zola bir kez daha kaleme sarıldı: “Gerçeği gömmeniz boşuna, toprağın altında yol alıyor; bir gün her yandan fışkıracak, öç bitkileri olarak fışkıracak”.
Dilerim, öyle olmuştur (Oldu, oldu) . Dilerim, benim ülkemde de öyle olacaktır.
Can Yücel ve
Mare Nostrum
Can Yücel taptığım şairlerden biri. İlk üçte.
Tanışmak ve ona Can Abi diye hitap edebilmek onuruna da erişmiş, şairlik
yeteneğinin yanında çok az kişide rastlanabilecek işlek zekasına ve sosyalizm
bilgisine de hayran kalmıştım.
Her biri birer vecize olarak kabul edilebilecek birer
ikişer cümlelik ifadeleri harikadır. Ama benim en sevdiğim şiirlerinden biri
Deniz Gezmiş için yazmış olduğu Mare Nostrum (Bizim Deniz), Can Abi'nin kendi sesinden:
en uzun koşuysa elbet
türkiye'de de devrim
o, onun en güzel yüz metresini koştu
en sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...
en hızlısıydı hepimizin,
en önce göğüsledi ipi...
acıyorsam sana anam avradım olsun
ama aşk olsun sana çocuk,
aşk olsun...
Başlıktaki sahiplenme, bağrına basma duygusu,
övgülerle yükseliyor ve sonunda o müthiş ifadeye varıyor: “Aşk olsun sana
çocuk, aşk olsun.”
Burada öyle bir gurur, öyle bir hayranlık, öyle bir
sevgi ve nihayet öyle bir miktar da öykünme var ki, okurken ya da dinlerken ta
içinde hissediyorsun.
Bu şiirin ilginç yanlarından biri, 12 Mart faşist
döneminde yazılmış olması. O nedenle içinde Deniz kelimesi geçmez, başlık şifreli.
Can Abi’nin bu şiirinin bugünle ne alakası var
diyebilirsiniz. Tamamen kişisel.
26 Temmuz, yani Cumhuriyet Gazetesi davasının
3.gününde Ahmet Şık’ın yapmış olduğu “savunma”yı okuduğumdan bu yana ne zaman
Ahmet’in adı geçse, aklıma bu şiirin son satırı geliyor.
Tamam, biliyorum. Bu şiir adeta o meşhur parkası gibi
Deniz’e tam oturuyor ve yakışıyor. Ama ne yapayım, sanki Deniz sağ olsaydı o
son satırı Ahmet Şık’la paylaşmaya itiraz etmezdi gibi geliyor bana.
|
Aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!
|
Ne Yaptı Bu
Ahmet Şık?
Ahmet Şık’la hiç tanışmadım. Benden on beş, on altı
yaş küçük bir insan. Bu arada ben de altmış üç oldum yani. Bu yaş meselesine
neden girdim? Diyeceğim o ki, adam, artık deli yaşlarında değil. Hayranlıkla,
adeta taptığı, tek dikili ağacım dediği bir de kız evladı var.
|
Onu ilk olarak orada gördüm
|
Onu ilk kez Oda TV davası sırasında henüz basılmamış
“İmamın Ordusu” kitabı bahanesiyle gözaltına alınırken “dokunan yanar!”
haykırışıyla tanıdım.
O dönemde ben de çevremdekilere, erişebildiklerime
bir şeyler anlatmaya, onları muhtemel tehlikelere karşı uyarmaya çalışıyordum.
Pek işe yaramadı. Hatta bugün bile saldırgan, aşağılayıcı tavırlarla
karşılaşıyorum. Malûm YAE tayfası.
Derken onu daha yakından takip etmemi gerektiren bir
gelişme oldu. Basılmaması için türlü çeşitli tedbirler alınan, icabında bir
kitap bombadan daha tehlikelidir denilen kitaba internet üzerinden bir şekilde
erişip okudum. Çok başarılıydı, cesurcaydı, korkacakları, kızacakları kadar
vardı. Gerçekten de “bomba” gibiydi.
|
Bomba Kitap
|
Ama netice olarak aynı günlerde, kumpas olduğu açıkça
görülebilen (yoksa görülemiyor muydu,
hey YAE’ciler, siz ne diyorsunuz?) davalarda Ahmet gibi içeri atılan bir sürü
insan vardı. Ahmet de benim için onlardan biriydi. Mesela Nedim Şener daha
tanıdıktı.
Sonra bakışımı değiştiren ve dikkatimi Ahmet’e
yoğunlaştırmama neden olan bir gelişme oldu. Ahmet’in kitabı “OOOKitap” adıyla
basıldı. Kitabın yazarı olarak Ahmet’in yerine yüz yirmi beş aydın imza attı.
İmzacılar arasında belirli sayıda YAE’ci vardı.
Bunlar arasından bazıları, YAE tavrına karşı çıkan kadim arkadaşlarının üzerini
çizmekten çekinmeyen, onlara çok ağır hakaretler yağdıran fanatik YAE’cilerdi.
Bu kişilerin Ahmet Şık’ın kitabına imza koymaları,
onunla bu sorumluluğu paylaşmak istemeleri garipti.
Hatta çok garipti. Ve bu durumun makul sayılabilecek
tek açıklaması, Ahmet Şık’ın bu insanlar gözünde de önemli, sevilen ve sayılan
bir kişi olmasıydı.
Hani derler ya “adamı düşmanından sor, dostundan
değil” diye. Tamam, düşmanlık yok, ama siyasi bir zıtlığın varlığı da inkar
edilemez.
Diğer kumpas davaları gibi OdaTV davasını da sıkı
sıkı takip ediyordum. O dönemde sanki aynı davada yargılanan başkaları yokmuş
gibi, dava “Nedim Şener – Ahmet Şık Davası” olarak anılmaya başlanmıştı.
|
Ne diyorsun, Nedim?
|
Nedim Şener’in bugün geldiği nokta maalesef belli. Ne
diyebilirim, üzüldüm. Ama yapacak bir şey yok. Eski mücadelesinin hatırına onu
da Nazım’ın bazıları tarafından biraz acımasızca bulunan dizeleriyle bırakalım:
“Ölenler
dövüşerek öldüler,
Güneşe
gömüldüler
Vaktimiz yok
onların matemini tutmaya”
(Bir dönem dövüştü, şimdi inkar edemeyiz.)
Durum gerçekten bu. Süreç o kadar hızlı ve iktidarı
elinde tutanlar öyle planlı ve kararlı ki, durup düşenleri bekleyemeyebiliriz.
Ama ayaktakileri, dik duranları, ileri yürüyenleri, koşanları desteklemek,
korumak, kollamak boynumuzun borcu.
Ben de babayım, üstüne üstlük dedeyim. Evli barklı
kızımın, koca adam olmuş oğlumun, hele hele dünyalar güzeli torunumun
boyunlarına sarılabildiğimde neler hissettiğimi kelimelerime dökemem.
Ama o adam, (adam derken kelimenin tam manasıyla
Ahmet Şık’ı kastediyorum), o taptığı, tek dikili ağacım dediği, varlığıyla
gurur duyduğu kızına hasret kalmayı göze alarak, daha da beteri o güzel
yavrunun ona hasret kalmasını göze alarak, o muhteşem savunmayı (tabii ki
savunma filan değil, iddianameyi) yaptı.
|
Tarihe geçecek savunma
|
Ve çıtayı öyle bir noktaya taşıdı ki, artık muhalif
bir siyasi hareket, hatta bir siyasi parti bile bu noktanın altında kalamaz.
https://youtu.be/PneBcFr9ZSQ
(Link veremedim, adres çubuğuna yazın, dinlersiniz)
Bu arada belirtmeden geçmeyeyim, bazı siyasi konularda Ahmet Şık'la aynı düşünmüyoruz. Ama bugün en önemsiz nokta bu bence. Sanırım, oturup konuşabilsek, onun için de öyledir.
Yıldızın
Parladığı Anlar (Stefan Zweig)
Can Yayınları’ndan 17.baskısını gördüğüm (ben İş Bankası Kültür Yayınları’ndan
okumuştum) Stefan Zweig’ın “Yıldızın Parladığı Anlar” beni çok etkileyen bir
kitap oldu. Kitapta farklı Türkçe baskılarında on iki, on üç ya da on dört
“kapaktaki ifadeyle” tarihsel minyatür var.
|
Beni çok etkilemişti
|
Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethi sırasında
Rumların surlarda açık bıraktıkları bir kapıdan, Lenin’in mühürlü trenle Çarlık
Rusyası’na erişmesine kadar farklı olayları anlatıyor Zweig. Bu olayların ortak
noktası Dünya tarihinde dönüm noktası oluşturmuş olmaları.
Kitabın orijinalini okuma imkanım olmadı:
“Sternstunden der Menschheit”. Ama ilginç bulduğum, çevirilerden birinde (on
dört mozaikli) Mustafa Kemal’in göğsüne isabet eden şarapnelin saatine gelmesi
ve onu ölümden kurtarması da vardı.
Zweig’in “Yıldızın Parladığı Anlar”ında on iki ya da
on dört her ne ise, her mozaikte şu veya bu ölçüde tanınmış, adı daha önceden
bilinen birileri var.
Ben, belki haddim olmayarak, bundan mülhem farklı farklı
bir noktaya gelmek istiyorum.
Bir de daha önce meşhur olmayan ya da az tanınan kişileri
parlatan “yıldızın parlattığı anlar ya da olaylar” var.
Mustafa Kemal, Çanakkale’de inisiyatif alarak
askerlerine ölmeyi emrettiğinde, ölüme tapan bir sapık değil, henüz otuz dört
yaşında bir yarbaydı. (Sakın, bugünkü orgenerallere filan bakmayın). Başarılı
olmasa terfi edemeyecek, paşa rütbesiyle Samsun’a gidemeyecek ve bu ülkenin
tarihi bambaşka yazılabilecekti.
Bu tür tarihsel betimlemeler genelde sosyalistlerin
hoşuna gitmez. Denebilir ki, Mustafa Kemal olmazdı da Hüseyin Süleyman Paşa
olurdu.
Cevabı basit, olaydı da göreydik.
Bunun bir de çok önemli zamanlama boyutu var. Nazım
Hikmet, Bolşevik Devrimi’ni anlatırken “Çarlık Rusyasının Ölümü” şiirinde şöyle
diyordu:
|
O Gün Smolny'de: Bütün İktidar Sovyetlere!
|
Bin dokuz yüz on yedi
ikinciteşrin yedi...
Yumuşak ve derin
sesiyle Lenin:
"Dün erkendi, yarın geç
zaman tamam bugün, " dedi..
Yağlı çarklılarla yağlı işçiler:
"Bugün!" dedi.
Ölümü açlıktan öldüren siper:
"Bugün!" dedi.
Ağır
çelik
kara
toplarıyla AVRORA:
"BUGÜN!" dedi,
"BUGÜN!" dedi..
...............
.......
Bence bu iki örnek yeterli. Denebilir ki, ya o insan
orada olmasaydı ya da o olay o gün, o an gerçekleşmeseydi.
Bu yazıya çok önem verdim. Şimdi burada babaannemin
şeylerinden bahsetmek hafif kaçabilir.
Ukalalık
yapalım biraz
Siyasal mücadele, toplumsal bir olgu olarak kabul
edilse de, bence aslında son derece bireysel bir olgudur. Kişi o sistemde, o
koşullarda, o insanların yönetimi altında yaşamak isteyip istemediğine ya da
nasıl yaşamak istediğine kendisi karar verir. Ardından, kendisi gibi ya da ona yakın
düşünen, tavır alan insanları bulur. Siyasi mücadelenin toplumsal hale gelmesi
böyle olur.
Bireyin, kendine alması gereken temel ölçüsü ise
“diğerleri beni nasıl görüyorlar” değil, “aynaya baktığımda ben kendimi nasıl
görüyorum” olmalıdır.
Çoğu örnekte farklı görünür, ama insan sosyalist,
ulusalcı, hatta faşist olmayı yalnızca ve bizzat kendisi seçer, arkadaşı ya da
arkadaşları öyle seçti diye seçmez. Eğer öyle olsaydı, insanların farklı
görüşlerden arkadaşları olmazdı. (Bakın bana, bugün hâlâ YAE’ci arkadaşlarım
var. Ulan! Yoksa yok mu?)
Şimdilik Son
Söz
Bu ülkede mücadele sertleşiyor. Şu anda iktidarı
elinde bulunduranlar, bunu sürdürebilmek için sürekli eli yükseltmek
zorundalar. Düşünün, bu gerçeği 11 Temmuz tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Ahmet
İnsel bile yazdı.
Baskıyı artıracaklar, şiddeti artıracaklar. Çok şeyi
göze alacaklar. Daha doğru bir ifadeyle “iktidarı elinde tutabilmek için her şeyi göze alacak”lar.
Bu nedenle Ahmet Şık’ı, Kadri Gürsel’i, Akın
Atalay’ı, daha bir sürü esiri, gözümüz gibi korumamız gerekiyor. O güç bilmeli
ki, bizim insanlarımız çok kıymetli.
Kendilerini birer bayrak gibi, birer meşale gibi
ölümün kucağına atabilen Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’ya çok daha güçlü sahip
çıkmamız gerekiyor.
|
Bu gülüşler, bu iki güzel meşale sönmemeli
|
Bunu yazarken ödüm patlıyor, ama onların birini ya da
ikisini de kaybedersek, o yıkımın altından bizim kalkmamız da çok zor olacak.
Böylesi bir
felakete Gezi’den, Adalet Yürüyüşü’nden çok daha anlamlı bir cevap verebilmemiz
zorunlu. Öyle ki, taa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bile duymalı.
Mücadelenin nitelik değiştirmesine ilişkin detaylara
ileride değinmeye çalışacağım. Ama bu uzun yazının sonuna yine Latince bir ek koymam
gerekiyor. Yaşlı Cato’nun Kartaca’ya ilişkin sözünün üzerine bir ifade daha
geliyor:
“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”
“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”
.........................................................................
“Si vis pacem, para bellum!”
“Barışı amaçlıyorsan, savaşa hazır ol!”