26 Ağustos 2017 Cumartesi

Hüsnü Mahalli



Benim için son dönemde işinden atılan, içeri atılan bir dolu demokrasi mücadelecisi arasında iki kişinin ayrı bir yeri oldu. Birincisi, geçen yazımda anlattığım Ahmet Şık.

İkincisi ise Hüsnü Mahalli. Onun farklı bir durumu, çok ciddi bir sağlık sorunu var. Bu öyle bir sorun ki, ataklarla gelişiyor ve bu ataklar da birtakım asabi rahatsızlıklarla tetiklenebiliyor.

Hüsnü Mahalli


Yani kısacası, sinirlenmemesi, üzülmemesi, zorlanmaması lazım.

Çok sevdiğim, beni ülserden kurtarmış bir doktorum vardı. Rahmetli oldu. Her muayenede bana tavsiyelerinin başında “sinirlenmeyeceksiniz Ziya Bey” gelirdi. Ben de her defasında “nasıl sinirlenmeyeyim, burası Nişantaşı, arabayı park etmek bile bir bela” diye cevap verirdim, gülüşürdük.

Hüsnü Mahalli’nin işi çok daha zor. Ömrünü bu kahrolası bölgeyi gözlemeye, araştırmaya, analiz etmeye adamış bir gazeteci. Aşağı yukarı yapmış olduğu her analiz, her öngörü hayat içerisinde doğrulanmış. Ama bu konularda yapmış olduğu uyarılar, büyük çoğunluk (bunlar

Hep uyardı, adeta kimse duymadı

arasında önemli bir payı maalesef aydınlar oluşturuyor) tarafından adeta görmezden, duymazdan gelinmiş.

Sadece bu kadarı bile insanı çileden çıkartmaya yetecekken bir de dokuz köyden kovulmuş. Kimisi Muhaberat ajanı demiş, kimisi çift taraflı çalışıyordur o demiş. Demiş oğlu demiş.

Nihayet devletimiz de olaya dahil oldu ve bir televizyoncu müsveddesinin ihbarı üzerine önce gözaltına alındı, ardından da tutuklandı. Eş, dost ve arkadaş çevresinin yoğun gayretleriyle bir hafta sonra hastaneye yatırıldı. Bir ay kadar yattıktan sonra serbest bırakıldı, ama yargılanma süreci devam ediyor.  “Cumhurbaşkanı’na hakaret” vb. suçlardan 7 yıldan fazla hapsi isteniyor.

Durumu o kadar ilginç ki, onu “demokratik” isyancı güçlere karşı, faşist zalim Esad’ı desteklemekle suçlayanlar vardı. Ama bunlar onun sözlerine, yazılarına ve twitlerine ancak ağıza alınmayacak küfürlerle karşılık verebiliyorlardı.

Atılan çamurun bini bir para


“Yetmez ama Evet” tavrına karşı olduğu ve bunu açıkça ifade ettiği için de YAE’ciler tarafından Türk ulusalcısı, milliyetçisi olarak suçlanıp, türlü çeşitli hakarete maruz kalıyordu. Suriyeli bir Arap olarak bunu bir türlü anlayamıyor ve hoş üslubuyla “anlıyorsam Arap olayım” diyordu.

Hastaneden tahliye edildikten sonraki ilk beyanatlarında, kendisini arayıp sormamış olanlara kırgınlığını çok net ifade etti. Bunu çok normal karşıladım. İnsanlar için sağlığını kaybetmeyi göze alarak birtakım tehlikelerin üzerine gidersen, o insanlardan da bir şeyler bekleyebilirsin, normaldir.

Ben de dahil olmak üzere, onu ziyaret etmek isteyen çok kişinin, o baskı altında kendisine erişemeyecekleri fikrine kapılıp bu işten vazgeçtikleri inancındayım.

Bıraktığı yerden devam


Bu tür mücadeleler içinde yer alan birçok insanın benzeri duygusallıklar yaşamış olduğunu biliyoruz. Burada önemli olan bu duyguların esiri haline gelmemek, bunu yanlış saplantılara dönüştürmemek (yine bak. Nedim Şener).

Nitekim Hüsnü Mahalli de eşinden ve çok sevdiği kızından izin alabildiği anda kameraların ve halkın karşısına geçti ve mücadelesine kaldığı yerden devam etti.

Bu yazıyı, aslında geçen yazının bir parçası olarak tasarlamıştım. Sonradan vazgeçtim, her ikisi için ayrı ayrı yazmaya karar verdim. Ama geçen yazıdaki bir dolu ifade, bu yazı için de aynen geçerli. Tekrarlarsam ayıp olacak.

İlk kez kısa bir yazı yazmış olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Ama bundan sonrası için bana gene de pek güvenmeyin.

“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”

“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır”

.................................................................................

“Si vis pacem, para bellum!”


“Barışı amaçlıyorsan, savaşa hazır ol!”

5 Ağustos 2017 Cumartesi

Bence En Önemli Yazım Bu


Bu yazıyı “kim ne der, nasıl algılar, neci zanneder vb.” tüm kaygıları, deyimin tam anlamıyla, s.kt.r ederek  yazıyorum. Neden mi?

Cumhuriyet Gazetesi davasında bir karar verildi. Farkındasınızdır sanırım, ama mücadelede çok ciddi bir sıçrama noktası yaşandı.

Diğer tutukluların muhteşem savunmalarının yanı sıra özellikle Ahmet Şık’ın savunma yerine itham eden, yargılayan ifadesi, çıtayı çok yüksek bir seviyeye taşıdı.

Tarihte benzer bir itham vardır. Çok önemli bir anti-semit baskı eylemi olan Yüzbaşı Dreyfus davasına ilişkin olarak Emile Zola’nın Cumhurbaşkanı'na yönelik “J’Accuse...!” (İtham Ediyorum...!) başlıklı çağrısı. 

13 Ocak 1898, yani 109 yıl önce!


Bu çağrı, Emile Zola'yı hapsin eşiğine kadar getirdi. İngiltere'ye kaçmak zorunda kaldı. Ama Dreyfus yeniden yargılandı, cezası ömür boyundan on yıla indirildi. Sonra Cumhurbaşkanı tarafından affedildi. Kendisini kutlamak için “Yaşasın Dreyfus!” diye slogan atanlara  “Hayır, Yaşasın Hakikat!” diye cevap verdi.

Dava bitmişti, fakat yaşananların sorumluları da çıkarılan

Yalnızca Nana'yı ya da Germinal'i yazmakla kalmadı

genel afla yakayı sıyırdılar. Zola bir kez daha kaleme sarıldı: 
Gerçeği gömmeniz boşuna, toprağın altında yol alıyor; bir gün her yandan fışkıracak, öç bitkileri olarak fışkıracak.


Dilerim, öyle olmuştur (Oldu, oldu) . Dilerim, benim ülkemde de öyle olacaktır.

Can Yücel ve Mare Nostrum


Can Yücel taptığım şairlerden biri. İlk üçte. Tanışmak ve ona Can Abi diye hitap edebilmek onuruna da erişmiş, şairlik yeteneğinin yanında çok az kişide rastlanabilecek işlek zekasına ve sosyalizm bilgisine de hayran kalmıştım.

Her biri birer vecize olarak kabul edilebilecek birer ikişer cümlelik ifadeleri harikadır. Ama benim en sevdiğim şiirlerinden biri Deniz Gezmiş için yazmış olduğu Mare Nostrum (Bizim Deniz), Can Abi'nin kendi sesinden:


en uzun koşuysa elbet
türkiye'de de devrim
o, onun en güzel yüz metresini koştu
en sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...
en hızlısıydı hepimizin,
en önce göğüsledi ipi...
acıyorsam sana anam avradım olsun
ama aşk olsun sana çocuk,
aşk olsun...

Başlıktaki sahiplenme, bağrına basma duygusu, övgülerle yükseliyor ve sonunda o müthiş ifadeye varıyor: “Aşk olsun sana çocuk, aşk olsun.”

Burada öyle bir gurur, öyle bir hayranlık, öyle bir sevgi ve nihayet öyle bir miktar da öykünme var ki, okurken ya da dinlerken ta içinde hissediyorsun.

Bu şiirin ilginç yanlarından biri, 12 Mart faşist döneminde yazılmış olması. O nedenle içinde Deniz kelimesi geçmez, başlık şifreli.

Can Abi’nin bu şiirinin bugünle ne alakası var diyebilirsiniz. Tamamen kişisel.

26 Temmuz, yani Cumhuriyet Gazetesi davasının 3.gününde Ahmet Şık’ın yapmış olduğu “savunma”yı okuduğumdan bu yana ne zaman Ahmet’in adı geçse, aklıma bu şiirin son satırı geliyor.

Tamam, biliyorum. Bu şiir adeta o meşhur parkası gibi Deniz’e tam oturuyor ve yakışıyor. Ama ne yapayım, sanki Deniz sağ olsaydı o son satırı Ahmet Şık’la paylaşmaya itiraz etmezdi gibi geliyor bana.
 

Aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!

Ne Yaptı Bu Ahmet Şık?

Ahmet Şık’la hiç tanışmadım. Benden on beş, on altı yaş küçük bir insan. Bu arada ben de altmış üç oldum yani. Bu yaş meselesine neden girdim? Diyeceğim o ki, adam, artık deli yaşlarında değil. Hayranlıkla, adeta taptığı, tek dikili ağacım dediği bir de kız evladı var.


Onu ilk olarak orada gördüm


Onu ilk kez Oda TV davası sırasında henüz basılmamış “İmamın Ordusu” kitabı bahanesiyle gözaltına alınırken “dokunan yanar!” haykırışıyla tanıdım.

O dönemde ben de çevremdekilere, erişebildiklerime bir şeyler anlatmaya, onları muhtemel tehlikelere karşı uyarmaya çalışıyordum. Pek işe yaramadı. Hatta bugün bile saldırgan, aşağılayıcı tavırlarla karşılaşıyorum. Malûm YAE tayfası.

Derken onu daha yakından takip etmemi gerektiren bir gelişme oldu. Basılmaması için türlü çeşitli tedbirler alınan, icabında bir kitap bombadan daha tehlikelidir denilen kitaba internet üzerinden bir şekilde erişip okudum. Çok başarılıydı, cesurcaydı, korkacakları, kızacakları kadar vardı. Gerçekten de “bomba” gibiydi.
 

Bomba Kitap

Ama netice olarak aynı günlerde, kumpas olduğu açıkça görülebilen (yoksa görülemiyor  muydu, hey YAE’ciler, siz ne diyorsunuz?) davalarda Ahmet gibi içeri atılan bir sürü insan vardı. Ahmet de benim için onlardan biriydi. Mesela Nedim Şener daha tanıdıktı.

Sonra bakışımı değiştiren ve dikkatimi Ahmet’e yoğunlaştırmama neden olan bir gelişme oldu. Ahmet’in kitabı “OOOKitap” adıyla basıldı. Kitabın yazarı olarak Ahmet’in yerine yüz yirmi beş aydın imza attı.

İmzacılar arasında belirli sayıda YAE’ci vardı. Bunlar arasından bazıları, YAE tavrına karşı çıkan kadim arkadaşlarının üzerini çizmekten çekinmeyen, onlara çok ağır hakaretler yağdıran fanatik YAE’cilerdi.

Bu kişilerin Ahmet Şık’ın kitabına imza koymaları, onunla bu sorumluluğu paylaşmak istemeleri garipti.

Hatta çok garipti. Ve bu durumun makul sayılabilecek tek açıklaması, Ahmet Şık’ın bu insanlar gözünde de önemli, sevilen ve sayılan bir kişi olmasıydı.

Hani derler ya “adamı düşmanından sor, dostundan değil” diye. Tamam, düşmanlık yok, ama siyasi bir zıtlığın varlığı da inkar edilemez.

Diğer kumpas davaları gibi OdaTV davasını da sıkı sıkı takip ediyordum. O dönemde sanki aynı davada yargılanan başkaları yokmuş gibi, dava “Nedim Şener – Ahmet Şık Davası” olarak anılmaya başlanmıştı.
 

Ne diyorsun, Nedim?

Nedim Şener’in bugün geldiği nokta maalesef belli. Ne diyebilirim, üzüldüm. Ama yapacak bir şey yok. Eski mücadelesinin hatırına onu da Nazım’ın bazıları tarafından biraz acımasızca bulunan dizeleriyle bırakalım:

“Ölenler dövüşerek öldüler,
Güneşe gömüldüler
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya”

(Bir dönem dövüştü, şimdi inkar edemeyiz.)

Durum gerçekten bu. Süreç o kadar hızlı ve iktidarı elinde tutanlar öyle planlı ve kararlı ki, durup düşenleri bekleyemeyebiliriz. Ama ayaktakileri, dik duranları, ileri yürüyenleri, koşanları desteklemek, korumak, kollamak boynumuzun borcu.

Ben de babayım, üstüne üstlük dedeyim. Evli barklı kızımın, koca adam olmuş oğlumun, hele hele dünyalar güzeli torunumun boyunlarına sarılabildiğimde neler hissettiğimi kelimelerime dökemem.

Ama o adam, (adam derken kelimenin tam manasıyla Ahmet Şık’ı kastediyorum), o taptığı, tek dikili ağacım dediği, varlığıyla gurur duyduğu kızına hasret kalmayı göze alarak, daha da beteri o güzel yavrunun ona hasret kalmasını göze alarak, o muhteşem savunmayı (tabii ki savunma filan değil, iddianameyi) yaptı.
                                    

Tarihe geçecek savunma

                        
Ve çıtayı öyle bir noktaya taşıdı ki, artık muhalif bir siyasi hareket, hatta bir siyasi parti bile bu noktanın altında kalamaz.


https://youtu.be/PneBcFr9ZSQ

(Link veremedim, adres çubuğuna yazın, dinlersiniz)

Bu arada belirtmeden geçmeyeyim, bazı siyasi konularda Ahmet Şık'la aynı düşünmüyoruz. Ama bugün en önemsiz nokta bu bence. Sanırım, oturup konuşabilsek, onun için de öyledir.

Yıldızın Parladığı Anlar (Stefan Zweig)

Can Yayınları’ndan 17.baskısını gördüğüm  (ben İş Bankası Kültür Yayınları’ndan okumuştum) Stefan Zweig’ın “Yıldızın Parladığı Anlar” beni çok etkileyen bir kitap oldu. Kitapta farklı Türkçe baskılarında on iki, on üç ya da on dört “kapaktaki ifadeyle” tarihsel minyatür var.
 

Beni çok etkilemişti

Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethi sırasında Rumların surlarda açık bıraktıkları bir kapıdan, Lenin’in mühürlü trenle Çarlık Rusyası’na erişmesine kadar farklı olayları anlatıyor Zweig. Bu olayların ortak noktası Dünya tarihinde dönüm noktası oluşturmuş olmaları.

Kitabın orijinalini okuma imkanım olmadı: “Sternstunden der Menschheit”. Ama ilginç bulduğum, çevirilerden birinde (on dört mozaikli) Mustafa Kemal’in göğsüne isabet eden şarapnelin saatine gelmesi ve onu ölümden kurtarması da vardı.

Zweig’in “Yıldızın Parladığı Anlar”ında on iki ya da on dört her ne ise, her mozaikte şu veya bu ölçüde tanınmış, adı daha önceden bilinen birileri var.

Ben, belki haddim olmayarak, bundan mülhem farklı farklı bir noktaya gelmek istiyorum.

Bir de daha önce meşhur olmayan ya da az tanınan kişileri parlatan “yıldızın parlattığı anlar ya da olaylar” var.

Mustafa Kemal, Çanakkale’de inisiyatif alarak askerlerine ölmeyi emrettiğinde, ölüme tapan bir sapık değil, henüz otuz dört yaşında bir yarbaydı. (Sakın, bugünkü orgenerallere filan bakmayın). Başarılı olmasa terfi edemeyecek, paşa rütbesiyle Samsun’a gidemeyecek ve bu ülkenin tarihi bambaşka yazılabilecekti.

Bu tür tarihsel betimlemeler genelde sosyalistlerin hoşuna gitmez. Denebilir ki, Mustafa Kemal olmazdı da Hüseyin Süleyman Paşa olurdu.

Cevabı basit, olaydı da göreydik.

Bunun bir de çok önemli zamanlama boyutu var. Nazım Hikmet, Bolşevik Devrimi’ni anlatırken “Çarlık Rusyasının Ölümü” şiirinde şöyle diyordu:


O Gün Smolny'de: Bütün İktidar Sovyetlere!


Bin dokuz yüz on yedi
ikinciteşrin yedi...
Yumuşak ve derin
sesiyle Lenin:
"Dün erkendi, yarın geç
zaman tamam bugün, " dedi..
Yağlı çarklılarla yağlı işçiler:
"Bugün!" dedi.
Ölümü açlıktan öldüren siper:
"Bugün!" dedi.
Ağır
çelik
kara
toplarıyla AVRORA:
"BUGÜN!" dedi,
"BUGÜN!" dedi..
...............
.......

Bence bu iki örnek yeterli. Denebilir ki, ya o insan orada olmasaydı ya da o olay o gün, o an gerçekleşmeseydi.

Bu yazıya çok önem verdim. Şimdi burada babaannemin şeylerinden bahsetmek hafif kaçabilir.

Ukalalık yapalım biraz

Siyasal mücadele, toplumsal bir olgu olarak kabul edilse de, bence aslında son derece bireysel bir olgudur. Kişi o sistemde, o koşullarda, o insanların yönetimi altında yaşamak isteyip istemediğine ya da nasıl yaşamak istediğine kendisi karar verir. Ardından, kendisi gibi ya da ona yakın düşünen, tavır alan insanları bulur. Siyasi mücadelenin toplumsal hale gelmesi böyle olur.

Bireyin, kendine alması gereken temel ölçüsü ise “diğerleri beni nasıl görüyorlar” değil, “aynaya baktığımda ben kendimi nasıl görüyorum” olmalıdır.

Çoğu örnekte farklı görünür, ama insan sosyalist, ulusalcı, hatta faşist olmayı yalnızca ve bizzat kendisi seçer, arkadaşı ya da arkadaşları öyle seçti diye seçmez. Eğer öyle olsaydı, insanların farklı görüşlerden arkadaşları olmazdı. (Bakın bana, bugün hâlâ YAE’ci arkadaşlarım var. Ulan! Yoksa yok mu?)

Şimdilik Son Söz

Bu ülkede mücadele sertleşiyor. Şu anda iktidarı elinde bulunduranlar, bunu sürdürebilmek için sürekli eli yükseltmek zorundalar. Düşünün, bu gerçeği 11 Temmuz tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Ahmet İnsel bile yazdı.

Baskıyı artıracaklar, şiddeti artıracaklar. Çok şeyi göze alacaklar. Daha doğru bir ifadeyle “iktidarı elinde tutabilmek için her şeyi göze alacak”lar.

Bu nedenle Ahmet Şık’ı, Kadri Gürsel’i, Akın Atalay’ı, daha bir sürü esiri, gözümüz gibi korumamız gerekiyor. O güç bilmeli ki, bizim insanlarımız çok kıymetli.

Kendilerini birer bayrak gibi, birer meşale gibi ölümün kucağına atabilen Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’ya çok daha güçlü sahip çıkmamız gerekiyor.

Bu gülüşler, bu iki güzel meşale sönmemeli


Bunu yazarken ödüm patlıyor, ama onların birini ya da ikisini de kaybedersek, o yıkımın altından bizim kalkmamız da çok zor olacak.

Böylesi  bir felakete Gezi’den, Adalet Yürüyüşü’nden çok daha anlamlı bir cevap verebilmemiz zorunlu. Öyle ki, taa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bile duymalı.

Mücadelenin nitelik değiştirmesine ilişkin detaylara ileride değinmeye çalışacağım. Ama bu uzun yazının sonuna yine Latince bir ek koymam gerekiyor. Yaşlı Cato’nun Kartaca’ya ilişkin sözünün üzerine bir ifade daha geliyor:


“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”
“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”


.........................................................................


“Si vis pacem, para bellum!”
“Barışı amaçlıyorsan, savaşa hazır ol!”