19 Eylül 2016 Pazartesi

Schadenfreude


İlk duyduğumdan beri beni çok etkilemiş olan bir kelime bu. Yaptığım ufak bir araştırmaya göre, Almanca dışında bunu tek ya da bileşik olarak karşılayan bir kelime yok. Zaten herhalde bu nedenle önde gelen tüm dillerde de ¨Schadenfreude¨ olarak kullanılıyor ve Türkçe dahil bir sürü dildeki sözlüklerde karşılığı ancak uzun cümlelerle verilebiliyor.

Türkçe olarak en ekonomik karşılığı şöyle ifade edilebilir: ¨Birinin ya da birilerinin uğradığı zarar karşısında alınan keyif, sevinç ya da zevk duygusu¨. Kelime anlamı ise ¨zarar keyfi¨ olarak karşılanabilir.

Ben bu duyguyu hiç yaşamadım, zaten yaşamak da ne bana ne ailem, ne arkadaşlarım ne de dostlarım diye bildiğim kimselere yakışmaz.

Ama ülkemin geçirdiği son sekiz-on yıl  içinde bu duyguyu canlı olarak yaşamakta olan çok kişiyi (insanı dememiş olmamın nedeni var) izleme acısına şahit oldum.

Söylediklerinde duydum, yüzlerinde gördüm, yazdıklarının altında hissettim. Bu tarz insanlarla yanyana gelmemeye çalıştım. Zaten onlar da bu konuda azami gayreti gösterdiler. Ama karşılaşmak durumunda kaldığımızda, seyrek de olsa tartışmak durumunda kaldığımızda, vücut dillerinin, yüz ya da dil ifadelerinin, böylesi acımasızlık içeren bir kelimeyle bile tarif edilemeyeceğini çok gördüm. Almanca bilenler bu katkıyı anlayabileceklerdir: Bunların duygularını tarif etmek için ¨Schadenvollfreude¨ (full zarar zevki) ya da ¨maximale Schadenfreude¨ (azami zarar zevki) gibi ifadeler kullanmak gerekir.

Beni tanıyanlar bilir. Abartı, çok başvurduğum bir yöntemdir. Ama bunu, konunun içine yalan, palavra katmadan, karşımdakini etkilemek için, daha doğrusu anlatımımı güçlendirmek için yaparım. Bu benim üsluplarımdan biridir. Tanıyanlar, ne kadar abartıyor olsam da, söylediklerimin doğru olduğunu bilir.

Bu aradan sonra bir önceki paragrafa devam edelim.

Göbek Baba Şakirtleri


Kimdi bu full keyifçiler? Peki, zarar görenler kimlerdi? Ne gibi zararlara uğramaktaydılar? Onlarzarar görmekteyken, ¨göbek baba¨ya adaklarını yerine getirmek için kapı arkasında göbek atanlar, kapı arkasına saklanmaya gerek görmeden TV programlarında oturdukları yerde göbeklerini hoplatarak kahkaha atanlar kimlerdi?

Göbek ya da kahkaha atmaları, konumuzla (Schadenfreude) bağlantılı olduğu için öne aldım. Bunların arasında ¨bu zararlar yetmez, şuralarına da vurun¨ derken çok daha büyük zevkler tadanlar da vardı.

Çok derine inmek istemiyorum, ama biri çıkar ve ¨yok canıııım, o kadar da değil, yine abartıyorsun, Ziya¨ derse, (tarih ve teknoloji benden yana), sayfalarca yazılı ve görüntülü kanıtı buraya dökerim. (Yaşasın Google ve YouTube).

Ürkütmek için değil, ama akıllı olunmasını sağlamak için, bir örneğe yer vermek istiyorum.

Hatırlayacaksınız, o zamanki adıyla ¨Fethullah Gülen Hareketi¨ daha sonraki adıyla ¨Hizmet Hareketi¨ ve bugünkü adıyla ¨FETÖ/PDY¨ olan ekibin mülkiyetinde olan ve daha sonra kapatılan Mehtap TV adlı bir kanal vardı. Bu kanalda da ¨Akıl Defteri¨ adlı bir program. Kimdi katılımcılar? Şahin Alpay, Mehmet Altan ve Eser Karakaş. Eser Karakaş, şu sıralar arazi. Bir ihtimal, AİHM’deki Türk hakim olan eşi Prof.Dr.Işıl Karakaş’ın yanında olabilir. Yani yurtdışında. Şahin Alpay ise FETÖ Örgütünden tutuklandı. Prof.Dr.Mehmet Altan ise ağabeyi Ahmet Altan ile birlikte gözaltına alındı.
 
İşte Göbek Baba Şakirtlerinden Üç Örnek
Yazdıklarımda gerçeğe aykırı bir abartma olmadığının kanıtı olarak, okurlarımdan, bu üç muhterem zatın katıldığı ¨Akıl Defteri¨ programlarından birini (özellikle Ergenekon ve Balyoz mahkumiyet kararları dönemindekilerden) YouTube’dan izlemelerini rica ediyorum.

Schadenfreude’nin ne kadar abartılı, ne kadar yıvışık (hadi artık yeri geldi) ne kadar alçakça hissedilebildiğini canlı olarak görebilirsiniz.

Yemin ediyorum, benzer çizgide farklı insanların katıldıkları yüzlerce programı, sayfalarca yazıyı, röportajı, kitabı, köşe yazısını buraya sıralayabilirim. Tabii utanacaklarına ilişkin en ufak bir ümidim olsa. Yoksa uğraşmaya değmez, bırakalım çukurlarında yaşasınlar.

Mağdurların Bugünkü Schadenfreude’si (?)


Uzunca bir yazı hazırlıyorum. Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk vb. davaların bazı mağdurları üzerine. Bunları araştırırken, Schadenfreude kelimesi daha çok aklıma takıldı. Haksız yere, iftiralarla, sahte delillerle, yalancı gizli tanıklarla can yakınlarını, yaşam standartlarını, umutlarını, geleceklerini kaybetmiş onca insan, bugün ne düşünmekte, ne hissetmektedir?

Bu son dönemde çok takip ettim, araştırdım. Onca polis, onca savcı, onca hakim gözaltına alınırken, tutuklanırken ne kapı arkasında ne de ortalıkta göbek atan bir mağdura ya da mağdur yakınına rastlamadım. Olgun, soğukkanlı, adalet isteyen ifadeler dışında, ¨oh olsun¨ diyen birini görmedim.
 

Mağdurlar adalet istiyor

Dini duyguları, inancı güçlü olan kişilerin işi biraz daha kolay. Benim annem de anne yarım olan halamda, bir haksızlıkla karşılaştıkları zaman ¨hasbinallah, ve nimel vekil¨ (Allah bize yeter, o ne güzel vekildir) demeye alışmışlardı. Bekledikleri, ilahi bir adaletin gerçekleşmesiydi.

Ama dini inanç sahibi olmayan biri için durum zor. Onun bekleyebileceği, ilahi olmayan bir adaletin gerçekleşmesi. Davaların doğrudan mağduru olmasam bile o karanlık dönem boyunca asıl mağdurlar kadar kızdım, sinirlendim, üzüldüm. Benim de dindarlar gibi vekalet verebilme şansım yok. Ben de şu ya da bu şekilde adaletin gerçekleşmesini beklemek, bu arada bunun için elimden gelen desteği vermek durumundayım.

Benim Tavrım

Bu arada benden beklenemeyecek, asla istenemeyecek bir duyguyu açıklamam şart.

Kimse benden o programlarda kahkaha atarak göbek hoplatanların, o kumpas davalarına yazılarıyla, konuşmalarıyla destek olanların, onların yanında duranların bugünlerde başına gelebilecek gözaltı, tutuklanma, işten çıkarılma, bu nedenle hastalanma, hatta hayatını kaybetme gibi olaylarda üzüntü duymamı beklemesin.

Kahkaha atmam, ama suratımı da asmam. Bu alçakça işleri yapanlar, yaptıklarıyla kimlere ne kadar zarar verebilecekleri hakkında bir fikir sahibiydiler. Hedefledikleri başarılara ulaştılar ki, o kahkahaları atabildiler.

Ben ve birçok fikirdaşım, onlara yıllarca anlamaları kolay olsun diye ¨keser döner, sap döner, gün gelir, hesap döner¨ tekerlemeleri söyledik. ¨Akıllı olun¨ dedik. ¨Bu işlerde kumpas var, tezgah var. Sizi kullanıyorlar¨ dedik. Belki sinirlendirmek uyanmalarına yardımcı olur diye, tarihten benzer örnekler vererek, ¨bakın, sonra tarih karşısında nasıl ‘kullanışlı aptallar’ olarak anılır hale geliyorsunuz¨ bile dedik.

¨Enaniyet¨ özellikleriyle başa çıkamadık. (Bugün İlber Hoca’dan duydum, hoşuma gitti, tam onları tarif ediyor, isteyen Ekşi Sözlük’ten bulsun).

Hadi biraz ipucu: Her şeyi yalnızca onlar biliyordu. Üstündüler.

Neyse işler öyle bir noktaya geldi ki, artık kandırılmış olduğunu söylemek filan da kurtulmaya yetmeyecek, zaten bunu ifade edebilmek de enaniyete aykırı. Önce kapsamlı bir tedavi lazım. (Biz buna eskiden ¨yeniden eğitim¨ filan derdik).

İnsan Alemde Hayal Ettiği Müddetçe Yaşarmış


Yazının son bölümünü son derece önemli gördüğüm bir konuya (bir hayale) ayırmak istiyorum.

FETÖ, kumpas davalarda kullanılan sahte CD, bant, gizli tanık, sahte imza vb. konularında yetişmiş (yetiştirilmiş) elemanlara sahipti. Bunu görebilmek için şimdi içeride olan emniyet mensuplarının (bu arada farklı bir örnek, Mehmet Baransu’nun) ABD’de kaçar yıl ¨mesleki¨ eğitim aldıklarına bakmak yeterli.

AKP, Cemaat’le ortak sürdürdüğü bu gibi faaliyetlerde FETÖ’yü kolayca taşeron olarak kullandığından, bu sayıda ve bu düzeyde teknik (!) eleman yetiştirmeye gerek görmedi.

Peki, bunun önemi nerede?

FETÖ’nün böylesi bir örgütü kurup, elemanlarını eğitip, kumpas malzemelerini hazırlatabilmesi, yıllarca sürmüş olmalı. Karşı hücumun başlangıç noktasını 17/25 Aralık olarak alırsak, AKP’nin, hem eleman hem de zaman bakımından FETÖ’ye göre çok daha zayıf kaldığı ortada.

Hadi baklayı çıkaralım. Bu dönemde devletin ele geçirdiği delillerin (eğer varsa) üretilmiş sahte deliller olması olasılığı, kumpas davalarındakilere oranla göz ardı edilebilecek kadar az. Diğer yandan gizli tanık oluşturmak gibi çabalar da gereksiz. Kumpas davalarında dışarıdan ısmarlama Sırrı Sakık ya da Osmanım gibi paçavralar haricinde, sanıklar arasından tek bir (rakamla 1) gizli tanık çıktı. Onun da akıl ve ruh sağlığı bakımından çok hasarlı olduğu biliniyor.

FETÖ’nün dini bütün, yüksek ahlaklı elemanlarının önemli bir kısmı ise, anlaşıldığı kadarıyla, ilk andan itibaren ötmeye başlamışlar. Zaten devletin elinde daha önceden örgütün yapısı hakkında kapsamlı bilgiler vermiş olan Nurettin Veren gibi kaynaklar da var. Ayrıca yıllardan beri erişebildikleri en üst makamlara kadar sayısız raporlar yazan kumpas mağdurları Ahmet Ziya Üçok, Ali Türkşen gibi bilgi kaynakları da var.

Önemli bir farklılık daha var. Kumpas davalarında bir takım kağıtlara imlası bozuk el yazılarıyla yazılmış planlar, darbe günlükleri, mektuplar söz konusuydu. Harp Okulları’nda, Harp Akademileri’nde İstihbarat ve Karşı Casusluk eğitimleri almış koca koca kurmay subaylar, el yazılarıyla (!) küçük kağıtlara, defterlere darbe planları, hayali yönetim listeleri vb. yazıyorlar ve bunları da yakalatıyorlardı. Hatırlarsınız, en meşhur kağıt, Bülent Arınç suikastıyla ilgili olarak yakalanan albaylardan birinin, su isteyip yutmaya çalıştığı kağıttı.

FETÖ’de işler çok farklı. Word, Excel, Powerpoint gibi programları doğru dürüst kullanamayan gazeteci, yazar, bilim adamı ve subaylardan oluşan kumpas örgütlenmelerine karşı, kendi ürettiği ByLock adlı programı kullanan, onun ifşa olduğunu öğrendiğinde yine kendi üretimi olan bir başka programa (Eagle) geçebilen gerçek bir örgütle karşı karşıyayız.

Bu iki program da er veya geç çözülür. Devlet, ucu kendisine de dokunduğundan, verileri açıklamazsa, yeni bir yönetim gelene kadar yapacak bir şeyimiz olmaz. Bu arada vurgulanması gereken nokta, hiç bir bilginin sonsuza kadar gizli kalamayacağı.

Buralardan sızabilecek ya da doğrudan açıklanabilecek bazı bilgilerin içeriklerine bağlı olarak, şimdiden ¨Schadenfreude dokunulmazlığı¨ istiyorum. Ne gibi içerikler mi? Bir iki örnek:

Diyelim ki, tüm maddi kayıtlar ele geçti. Himmetler, yatırımlar, gelirler, harcamalar.

Gene diyelim ki, harcamalardaki kalemlerin biri, Abant Toplantıları’nda verilen paralar, hediyeler ve kimlere ne verildiği.
 

Ay İnanmıyoruuum!

Diyelim ki, bir başka harcama kalemi, Taraf Gazetesi’ne ilişkin. Çalışanların paralarını alamadıkları, Kemalizm, Cuntacılık, Askeri Vesayet vb. karşıtları olarak boş mideyle bedava çalıştıkları dönemlerde, gazete yönetimine açıktan gönderilmekte olan paralar (?).

İşte bu gibi durumlarla karşılaşacak olursak, Schadenfreude’yi  bir yana atarım ve çok gülerim. Çünkü bunlar insani hasarlar değil, artık mizah unsurlarıdır. Ne var canım, o kadar da gülelim.


Ne demiştik? İnsan alemde hayal ettiği müddetçe yaşarmış.



“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”

“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”

3 Eylül 2016 Cumartesi


Son Fırsatlar, Kaçırmayın!



Bu sürmekte olan hengamenin içinde şaşkına dönmüş,  morali bozulmuş,  2010 referandumundan bu yana önüne gelenin vurduğu, hatta hızını ve hırsını alamayıp bir daha vurduğu eski arkadaşlarıma (herkes üzerine alınmasın, YAE’cileri kastediyorum) yepyeni iki çıkış yolu göstermek istiyorum (Akıllı olun, bunlar uçurumdan önceki son iki çıkış olabilir, hatta öyledir!).

Bu iki yol da birer mucizedir. ¨Yumurtaya can veren yüce rabbimin¨ size belki de son kıyağıdır.

Önce şunu hatırlatmalıyım: Tartışmalarımız süresince kullanmayı en çok sevdiğiniz ifadeler ¨biz insanın beyanına önem veririz¨, ¨sizin gibi niyet okuyuculuğu yapmayız¨, ¨bizim için öncelikli olan insandır, onun sözüdür¨ filan türünden yavelerdi. Hatırlamanın sizi üzmesini istemem, ama aslında niyeti okunması gereken, buna karşılık sözüne önem verilen kişi de o zamanın başbakanı, bugünün Cumhurbaşkanı olan kişi idi.

O zaman bakmadığınız, bakmayı reddettiğiniz niyetler, korkusuz beyanlara dönüşünce ona kızdınız, hatta hakkında ileri geri yazanlarınız, konuşanlarınız oldu. Ama önceki ifadelerinizden de vazgeçmediniz. Özeleştiri vermemenin, özür dilememenin argümanları olarak yine o ifadeleri kullandınız.

Dikkat! 1. Çıkış Yolu:


RTE’nin Yenikapı Buluşması’nda yaptığı, onu bulamazsanız Külliye’de (!) yapılan Adli Yıl Açılışı’nda yaptığı konuşmanın metnini mutlaka ele geçirin. Bıkmadan, yılmadan defalarca okuyun. Ya da videosunu defalarca izleyin (Aslında bir kere okumak ya da izlemek yeter ama aradaki kızgınlık döneminin etkilerini soğutmak için, tekrarlar yararlı olabilir).

Umarım, hatta eminim ki, kafanızda ışıklar parlamaya (ya da şöyle diyelim, ampuller yanıp sönmeye) başlayacaktır.

Evet, yepyeni bir ileri demokratik aşamayı müjdeliyor bu konuşmalar. Geçmişe bir sünger çekiyor (bu süngerin son kullanılacağı tarihin bazı kesimler için 17/25 Aralık, bazı kesimler için de 15 Temmuz olarak ilan edilmesi de biraz garip, ama neyse), çatışmasız, demokratik, nurlu ufuklara yöneleceğimizi beyan ediyorlar.

Burada kullandığım bu ¨beyan¨ sözcüğünün öneminin tabii ki bilincindeyim. Biliyorum ki, siz niyete değil, beyana önem veren kişilersiniz.

Uzun bir süredir yanınızda ¨evet¨, hele hele ¨yetmez ama evet¨ dendiğinde kendinizi kötü hissettiğiniz, bazı fikir önderlerinizin yazılarından, konuşmalarından anlaşılıyor. İşte size fırsat! Cumhurbaşkanının yeterince okuduğunuzda ya da izlediğinizde, konuşmayı yeterli bulanlarınız, yüreklerinin ve ciğerlerinin bütün gücüyle ¨eveeeeeeet!¨ diye, yeterli bulmayanlarınız da yine bütün aşkıyla ¨yetmez ama eveeeeet¨ diye bağırabilirsiniz.

Göreceksiniz, çok ferahlayacaksınız. Bu, geçen seferkine göre daha hızlı azalacak bir ferahlama olacak, ama olsun. Ne demiş atalarımız? ¨Bir günün beyliği bile beyliktir¨.

Aslında 2.çıkışı hemen açıklamak istemiyordum nedense. Pek sevemedim onu. Ama buraya kadar gelmişken geri dönemem. Bu çıkışı kaçırmamanız için elimden geldiğince yardımcı olmalıyım diye hissediyorum kendimi. (Kahrolsun bu inzibatlar, merhamet ve empati duygularım!).

Dikkat! 2. ve son çıkış:


Aslında bu çıkış daha önce de farklı biçimlerde kullanıldı. Ama son günlerde ortaya çıkan bir gelişme, yeniden ve güçlü bir biçimde kullanılmasına olanak tanıdı. Benim tercihim 1.çıkıştan yana. Ama isteyen YAE’ciler bunu da kullanabilir.  Bu çıkışın dezavantajı, uzun süreli tutarlılık sağlayamaması, kısa sürede geri dönülmesidir (¨ben öyle dememiştim¨, ¨demek istememiştim¨, ¨yanlış anlaşıldım¨, ¨maksadımı aştım¨ filan).

12 Eylül 2010 teatral referandum kandırmacası öncesinde genel başkanının neredeyse tüm ekranlardaki açık oturum, panel, tartışma, konferans vb. programlara katıldığı ve karşı fikirlerde olanları sürekli ve şiddetle aşağıladığı bir parti vardı: DSİP. (Partinin internet  sitesinde bu konuşmalardan özet görüntüler hala duruyor).

Her ne kadar çekemeyen bazı kişiler, ¨Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu, ne kadar kutsal, ne kadar Romalı, ne kadar Cermen ve ne kadar imparatorluk ise, bu parti de o kadar devrimci, o kadar sosyalist, o kadar işçiyle ilgili ve o kadar partidir¨ diyorlar. Önemli değil. Ama bir dakikaa!

12 Eylül 2010 akşamı RTE’nin balkon konuşmasında teşekkür ettiği parti bu partidir. Adını tam ezberleyememiş olduğu için, konuşmasında ‘Devrimci Sol İşçi Partisi’ne teşekkür etmiş olsa da, herkes kimi kastettiğini anladı ve başta başkanları olmak üzere tüm partililerin göğsü gururla doldu. Bir üyenin ise duyguları herhalde daha da yoğundu. Parti adına gurur duyması konusunda bir şey diyemem, ama bireysel görevini yerine getirmiş olmaktan dolayı bir zamanların TV çizgi film kahramanı sevimli köpek ¨Değerli¨ gibi ¨kıh, kıh, kıh¨ diye gülmekte olduğundan eminim. Kim mi bu? Hemen geliyor.

Partinin ismi uzun zamandır duyulmuyordu. 31 Ağustos tarihli gazetelerde ve internette birden patladı. Partinin her zaman kısıtlı sayıda olan üyelerinden biri (şimdi artık üyesi değilmiş, 2011’de ¨referandum görevinden sonra¨ ayrılmış), Av.Müçteba Kılıç, FETÖ üyesi olma suçlamasıyla gözaltına alındı.

Çıkış yolundan ayrıldık zannetmeyin, çıkışın yol tabelası bu zatta. Zaten pek de küçümsemeyin, bakın kısa süreli parti üyeliği sırasında kimlerle birlikte, hangi düzeyde neler yapabilmiş? Bir örnek:

¨marksizm 2010 toplantılarında 24 nisan cumartesi günü saat 17.00'de özgürlüğü birlikte kazanalım - nasıl bir mücadele öneriyoruz? toplantısında hayko bağdat, bülent somay, metin kılınç ve özden dönmez'le beraber konuşmacıdır.¨

Bravo! Tamam, o partinin üye sayısı çok azdır, ama yine de böylesi bir toplantıda kıymetli konuşmacılar arasına girebildiğine göre, rahatça ¨kimbilir YAE çalışmalarında ne etkili görevlerde bulunmuştur¨ diyebiliriz.

İşte çıkış. Bu FETÖ, taa 2010’da (en az bir) ajanını kaç yıllık Devrimci Sosyalist İşçi Partisi’ne sızdırıp, onları kandırabildiyse, tüm YAE’cileri kandırabilmesi de o kadar kolay olmuştur. İspatı ortada.

Çıkın ortaya, gücünüz yettiğince ¨kandırıldık¨, ¨kandırılmışız¨ diye bağırın. İnanmayanlara Müçteba Kılıç’ı ve DSİP’i gösterin. Tek tek bireyler olarak sizin, işçi sınıfının kolektif sosyalist devrimci aklını temsil eden bir partiden daha akıllı olabileceğinizi kimse iddia edemez. Mazur görülmelisiniz, ama tabii bir şartla: Bazı liderlerinizi örnek alarak, iki gün sonra, ¨yok yahu, ben kandırılmamışım meğerse¨ demek yok.

Boşuna mı dedik, ikinci ama son çıkış diye? Kararlı olun. O liderleri boş verin, onlar dönmeye alışık. Siz dönmeyin.

Yalnız bir konuda sizi uyarmam gerekiyor. Referandumda benimle aynı tavrı almış kişilerin hepsi benim kadar merhamet ve empati sahibi değil. Aslında gelinen bu tarihi noktada onlara hak vermemek de elde değil. Ben gene de herkese bir ya da iki şans daha verilmesinden yanayım. Belki naif kişiliğimden kaynaklanıyor bu durum.

Karşınıza Çıkabilecek Engeller


Ama asıl alınması gereken tavırla ilgili olarak da bir örnek verebilirim. Kırmızı Kedi yayınlarının yöneticisi sevgili Haluk Hepkon şöyle diyor:

¨Yetmez ama evetçilik, kötü yola düşmek gibi. Özeleştiri işe yaramaz. Bir kere düştüysen, ömrün boyunca bu kara lekeyle yaşayacaksın demektir.¨

Siz beni dinleyin, bu seferlik onu okumamış, duymamış gibi yapın. Çıkışlardan birini kullanın. Belki o ve onun gibi düşünenler de yumuşayabilir, çıkmadık candan umut kesilmez, değil mi?

Tavsiyeme uyun ve bu yollardan birini hiç olmazsa bir kez deneyin.

Size şu andaki durumunuzu açıklayabilecek kısa bir Bektaşi fıkrasının ardından Av.Müçteba Yiğit ve FETÖ liderinin görüntüleriyle veda etmek istiyorum.

Bir köyde Bektaşi babasının önüne iki tas şarap koymuşlar. Biri sormuş: ¨Baba erenler, şunları bir dene de bize söyle, hangisi iyi, hangisi kötü?¨ Bektaşi babası, birinci tastan bir yudum almış ve tereddütsüz bir ifadeyle ¨diğeri iyi¨ demiş. Sormuşlar: ¨Baba erenler, daha ondan tatmadın, nereden biliyorsun onun iyi olduğunu?¨

Bektaşi babası gene tereddütsüz yanıtlamış: ¨Bunun kadar kötü olamaz ya.¨

Fıkra açıklamayı sevmem ama burada zorunlu olabilir. Durumunuz bugünkünden kötü olamaz, deneyin şu yollardan birini.

Başrolde Av. Müçteba Kılıç:



“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”

“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”