Belki
Affedebilirim, Ama Asla Unutmam (2)
Geçmişten
Gelen Bir Yazı
Facebook’ta arada sırada yazışmakta olduğum eski ve
çok sevdiğim bir arkadaşım bir gün bana sordu: “Birikim'in 102. sayısında
Rüştü’nün bir yazısı vardı, hatırlıyor musun?”
Tamam, bu yazı dizimin adı “Belki Affedebilirim Ama
Asla Unutmam” olabilir. Ama bu kadar da unutmayız demedik.
|
Beni sevgili Rüştü provoke etti
|
Düşündüm. O sayı tüm sayıları mutlaka alıp çoğunu
okuduğum döneme denk geliyordu. Dergiyi almaya devam ediyorum, ama artık okumada
çok seçiciyim. O yazıyı ise mutlaka okumuş olmalıydım.
Biraz daha yazıştık. Arkadaşım, Rüştü’nün yazısının
derginin 100. Sayısı hakkında olduğunu hatırlattı. Eğer bulamazsam tarayıp bana
göndereceğine söz verdi.
Merak ve
Şaşkınlık
Benim dergilerim evde değil, Ortaköy’deki ofisteler.
O anda merakım sonsuz, ama o saatte de gidilmez. Aklıma geldi, Birikim’in
dijital arşivi var. Hemen 102. Sayıyı buldum. Kapakta 100.sayı hakkında iki yazının
başlığı var. Biri Ulus Baker’in, diğeri ise Rüştü’nün. Rüştü’nün yazısının başlığı
“Birikemeyenler”, Baker’in yazısının başlığı ise “Birikim’in 100. Sayısına
Birkaç Dipnot”.
Rüştü’nünki, yani “Birikemeyenler” dijital ortama
aktarılmamış. Baker’in yazısı ise var. İlginç bir adamdı Baker. Açmışken onu
okuyayım bari diye düşündüm. Okumaya başladım. Bir iki cümle sonra iş
garipleşti. Tamam, başlık ve imza ona aitti, ama yazı kesinlikle başka birine, ancak
eski Birikim çevresinden birine ait olabilirdi. Yazının içeriği Baker’i
ilgilendiren, onun bilebileceği konulara ilişkin değildi, ama başka birine çok
uyuyordu: Rüştü’ye.
Eski bir mesleki güdüyle paniğe kapıldım. Bu hata
acaba sadece dijital ortamda mı yapılmıştı, yoksa basılı dergide de mi vardı?
Messenger’e saldırdım, arkadaşıma sordum. Birkaç dakika sonra Rüştü’nün yazısı
dergiden taranmış haliyle mailimdeydi. Doğru başlık, doğru yazar ve doğru
içerikle. Çok rahatladım. Birikim çalışanlarından bu yazımı okuyan olursa
lütfen durumu düzeltsinler. Dijital ortamda hem Ulus Baker’e hem de Rüştü’ye
ayıp olmuş.
Rüştü’nün
Yazısı: “Birikemeyenler”
Bu yazıdan alıntı yapma niyetinde değilim. Ama bir
kısa paragraf var ki, kendimi ona ilişkin bir şeyler yazmak zorunda hissettiğim
için, buraya almak zorundayım.
“Birikim’den
tekrar ‘ben’e dönelim. Evet, ben yukarıda sözünü ettiğim birkaç kişiden
biriyim. Ömer ve Murat abilerin bu bir avuç kişiye aşılamaya çalıştığı çok
yönlülüğün içinde en önemli rollerden birini de yazarlık alıyordu. Herkesin çok
okumasının yanı sıra iyi birer de yazar olmasını hayal ediyorlardı. Bu yazıdan
anlaşılacağı gibi en azından benimle ilgili olarak hayallerine pek ulaştıkları
söylenemez.”
Sevgili Rüştü'nün, yazısında anlattığı gibi, dergiyi üç
saat kadar okuyup inceledikten sonra kaleme sarılıp yazdığı yazı buysa, bunca
tevazu ayıp oluyor. Ya bir de özene bezene yazsaydı.
Eğer dergi editoryal kadrosundan birisi tarafından
“redaksiyon ayağına sansür” gibi bir müdahale olmamışsa, ki ben o günler için böyle
uygulamalara henüz başvurulmadığı inancındayım, Rüştü'nün yazısı gerek içerik,
gerekse üslup bakımından şahane. Bir defa, konu bazı hukuki mülahazaları göz
önünde bulundurmayı zorunlu kılıyor. Ona rağmen böylesi bir yazının bu kadar
gramajında yazılmış olması hayranlık verici. Gramajında dediysem, hafif
zannetmeyin. Ziya olarak ben, böyle bir yazının muhatabı olmayı katiyen
istemezdim. Rüştü’nün yazısı, birikimdergisi.com sayfasında birikim arşiv
sekmesinden 102. Sayıda bulunabilir. Tabii eğer düzeltilmediyse Ulus Baker’in
yazısının başlığı altında.
Benim Ek
Bilgi Notlarım
Rüştü’den başka bir alıntı yapmayarak, çok
beğendiğim yazısının insicamını bozmamaya özen gösteriyorum. Ama onun affına da
sığınarak, yazısının bir bölümünde anlattığı bir olguya, bu yazımın
gerektirdiği bir ek bilgiyi ufak bazı notlar olarak eklemek istiyorum.
1971 darbesinden birkaç yıl sonra, o dönemin az
sayıdaki örgütlenmelerinin devamı ve onlardan kopan bazı “önderlerin”
yönlendirmesiyle farklı bir dolu siyasi görüş ve bunları savunan irili ufaklı bir
dolu sol örgüt ortaya çıktı. Belli bir arayış içinde olup, bu görüşlerde ya da
örgütlerde istediğini bulamayan az sayıda genç, aradığını 1975 yılında yayına
başlayan Birikim dergisinde buldu ve onu takip etmeye başladı.
Bu takibin sonucunda belki diğerlerindeki gibi
fiziki bir beraberlik, bir örgüt oluşmadı, ama ülkenin farklı şehirlerinde,
farklı üniversitelerinde Birikim’le tanışıp okuyanlar, içindeki fikirleri
benimseyenler oldu.
Bazıları ortak noktalarda buluşabildiler, bazıları
ise bulundukları ortamlarda bireysel çabalarıyla, dergiden anladıkları
kadarıyla belli tavırlar sergilediler, önerilerde veya eleştirilerde
bulundular.
Diğer siyasi hareketlerdeki gibi bir örgüt yapısı
sergilemiyor olmaları, devletin olduğu kadar o diğer hareketlerin de kafasını
karıştırdı.
Bu arada ilginç durumlar da yaşandı. Bir siyasi
görüşün sempatizanı hatta militanı olduğu halde Birikim’i de okuyan bazı
devrimcilerden şöyle ifadeler duyulabildi: “Ben, Birikim etkisi altında bir
Devrimci-Yolcuyum”, “ben, Birikim etkisi altında bir Kurtuluşçuyum”, haydi
bunlar bir derece, ne de olsa Cephe geleneğinden geliyorlar. Ben, “ben Birikim
etkisi altında bir TİKKO’cuyum” ifadesini kulaklarımla duydum. Bu herhalde tepe
noktasıydı.
Bu insanlar bulundukları yerlerde ister bir-iki,
ister on-on beş kişi olsunlar, diğer siyasi gruplarca “Birikimci”, “Birikim
tayfası” vb. olarak adlandırıldılar. (Bu “Birikim tayfası” kavramını yazının
ileriki bölümlerinde birkaç kez daha hatırlatacağım). Ama diğer grupların aslında
kastettikleri ve kendi aralarında “Birikimciler” için kullandıkları nitelemeler,
“entel”, “entelektüel”, “revizyonist”, “pasifist” vb. idi.
Özellikle bu “pasifist” nitelemesinin altında
ezilmemek ve bulundukları ortamlarda söz söyleyebilmek isteyen zavallı
“Birikimciler”, hep ön saflarda olmaya gayret ettiler ve bazen de bunun
bedelini çok ağır ödediler.
Peki,
Neymiş Bu 100. Sayı?
100.sayı, 180 sayfalık kalın bir dergi. Bunun
5.-33. Sayfaları, “100 Sayının Birikimi” başlığını taşıyor ve 1989-1997
arasındaki sayıların “Geçen Ayın Birikimi” yazılarından bölümler içeriyor.
Herhalde tümü Laçiner’in kaleminden.
Derginin 33.- 44. sayfalarında “Ömer Laçiner –
Murat Belge Söyleşisi” ve 46. – 62. sayfalarında “Mutfaktan yazılar” bölümleri
yer alıyor. “Mutfaktan yazılar”da Ahmet İnsel, Ömer Laçiner, Ümit Kıvanç ve
Tanıl Bora’nın yazılarına yer verilmiş. Benim önem verdiğim yazılar bunlar.
|
Gerçekten çok renkli bir sayı
|
63.-180. Sayfaların bölüm başlığı ise “Birikim
Üzerine Yazılar”. Bu sayfalardaki bazı yazıları ve yazarları da görmezden
gelmek imkansız. Onlardan da kısa örnekler vereceğim. Çünkü bunların bazıları,
Birikim’in sonraki serencamı üzerine bize önemli ipuçları verebilecek.
Baştaki “100 sayının birikimi” ve “Ömer
Laçiner-Murat Belge söyleşisi” üzerine yazılacak pek bir şey yok. Bir
karşılıklı paslaşma yazısı gibi. Al gülüm, ver gülüm. Belki ileride buraya da
bir-iki gönderme yapmam gerekebilir. Şart da değil.
“Mutfaktan yazılar”a gelince. İlk yazının sahibi
Ahmet İnsel’e bu yazının daha çok İletişim Yayınları’na ilişkin olan ikinci
bölümünde yer vermeyi düşünüyorum. Onu sadece Birikim’le değil, İletişim’le de
birlikte değerlendirmek gerekiyor. Herhalde böylesinin daha doğru olduğunu o da
onaylayacaktır.
Ömer Laçiner de yoğun bir eleştirinin hedefi
olacak. Onu da İletişim ile ilgili söyleşi kısmında ele almak daha hoş sonuçlar
getirebilir. Öyle yapalım.
Tanıl Bora’nın yazısı bu bölümün bence en iyisi.
Tanıl, “eski Birikim”e (bu onun ifadesi) pek girmeden “yeni Birikim”e (bu da
onun ifadesi) ilişkin eleştirilerini (bazıları özeleştiri de sayılabilir)
olabildiğince objektif ölçülerle sıralamış. Dolayısıyla da yazıda Rüştü’yü,
beni ya da bizi aramak zaten gereksiz.
Sadece İslamcı yazar ve “aydınlar”a ilişkin
sözlerine katılmadığımı söyleyebilirim. Aslında o gün de (başından beri)
katılmıyordum. Ama bu konuyu şimdiki doğrulanmış ve benim açımdan kanıtlanmış
koşullarda bir eleştiri konusu haline getirmek, sanki düşmüşe fazladan bir
yumruk atmak gibi geliyor ve ben bunu yapmak istemiyorum.
Geldik mutfaktan son yazıya. Benim için hâlâ çok
önemli ve sevdiğim arkadaşım Ümit Kıvanç’ın yazısına. Çok keyifle okuduğum bir
yazı. Şaşırtıcı ölçüde açık ve net bir ifade, en önemli yönü de Birikim
konusunun içinde kendi bireysel gelişim çizgisine ilişkin yorumları.
Sonraki Bölüm: “100.sayıda Birikim üzerine”
Kimler yazmış, kimler? Korkmayın, elli kişiyi tek tek sayacak değilim. İnternet’te birikimdergisi.com adresinde hepsi var. Dergi yönetimi, bir şükran belirtisi olarak tüm yazıları dijital ortama aktarmış. Çoğu isimler tanıdık. Az sayıda Kürt, böyle bir dergi sayısı için önemli sayıda (farklı görüşlerden) İslamcı, 12 Eylül 2010 referandumunda militan yetmez ama evetçi olacak çok sayıda solcu (sol liberal, liberal demokrat vb.), az sayıda da diğer sol gruplardan yazar var bu sayıda.
İslamcı cenahta dikkat çeken iki husus var: Birincisi çoğunun Fethullahçı olması. Bu, Abant toplantılarına katılım vb. gelişmeleri açıklanabilir hale getiriyor. İkincisi ise çok feci: Ne liberallik, ne demokratlık, ne İslamperestlik, bunların hiçbiri o sayıda Mehmet Metiner gibi bir müptezelin yazısının varlığını açıklamaya yetmez. Çok ayıptır.
Birikim’in 100. Sayısı için bu kadar yeter. Daha turpun büyüğü heybede. Baştan bir uyarı. Yazının devamı biraz daha, da
demeyelim, oldukça ağır ve saldırgan olacak. Çünkü konu ağırlıkla, solcu
olduğumuzdan beri en kutsal saydığımız olguya, emeğe ilişkin. Tabii yan konu
olarak ahde vefa, ahlâk vb. konular da var.
Sıra
İletişim’de
Yazının bundan sonraki bölümleri, ağırlıklı olarak İletişim
Yayınları üzerine olacak ve kaynağını iki ayrı yazıdan alacak. Birincisi
iletişim.com.tr sitesinde yer alan “Neden ‘İletişim’ var?” başlıklı yazı.
Yazının tarzından, Tanıl Bora’ya ait olduğu izlenimine kapıldım. Aslında kimin
yazdığı önemli değil. Siteye konduğuna
göre genel bir kabul görmüş olmalı.
İkincisi ise, 17-18/07/2010 günlerinde Radikal’de
yayınlanmış bir söyleşi. Yöneten Tuğrul Eryılmaz. Katılanlar ise Murat Belge,
Ömer Laçiner ve Ahmet İnsel. 17/07 tarihli yazı Google’da “12 Eylül’e karşı entelektüel bir mecra” yazarak ya da radikal com.tr sitesinden bulunabiliyor.
18/07/2010 tarihli yazı ise “Orhan Pamuk editörlerle çalışmayı seviyor”
başlığıyla arandığında bulunabiliyor.
Bu iki kaynaktan da, kısa olmalarına özen
göstererek, alıntılar yapmak zorundayım. Aslında birincil tercihim, ilgilenen
herkesin özellikle bu iki günlük röportajı okuması olurdu. Hem ben yaptığım
eleştiriler konusunda daha rahat olurdum, hem de özellikle belirli bir siyaset
etme tarzı üzerine eleştirilerim daha sağlam temellere oturmuş olurdu. Neyse
okuyarak bana yardımcı olanlar sağolsun, okumayanlar da sütüme havale etsin.
Önce
“Neden ‘İletişim’ var?” yazısı
Bu yazıda beni rahatsız eden bir iki konu var.
Yazının ilk bölümünün ağırlıkla gazetecilik ve dergicilik faaliyetlerine
ayrılmış olması, kronolojik bakımdan biraz kafa karıştırıyor.
Yayın faaliyetinin başlangıcı olarak gösterilen
“İMBA Ekonomi Bülteni” İletişim Yayınları’nın değil, onun öncülü olan Perka
AŞ’nin bir ürünüydü. İletişim Yayınları’nın ilk ürünü “Cumhuriyet Dönemi
Türkiye Ansiklopedisi” idi. “Canım, ne önemi var” denirse, hassasiyetle
üzerinde durduğum ve duracağım konunun emeğe saygı başlığı altında
ansiklopedicilerin emeğine saygı alt başlığı olduğunu vurgulamak isterim. Ya da
tam tersi.
Biraz tarih bilgisi:
Murat Belge’nin ifadesine göre Osman Kavala
tarafından ortaya atılan “bir muhalif dergi yayınlayabilir miyiz?” (benim
bildiğim kadarıyla bu soru “Cumhuriyet Gazetesini satın alabilir miyiz?”
şeklindeydi) sorusunun akıbeti, Asaf Savaş Akat’ın (kendisi o sırada
Cumhuriyet’in kraliçesi olan Emine Uşaklıgil ile evliydi) unutulmaz çabalarıyla
bazı yazıları hazır olan “Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi”nin satın
alınması oldu. Gazete bu satış sırasında elde ettiği gelirin yanı sıra taslak
maddelerin eşliğinde Seyfettin Gürsel’i de İletişim’e (kelimenin tam anlamıyla)
bonus olarak çaktı. Siz onu belki YAE açık oturumlarından hatırlarsınız.
Bazı
çalışma koşulları
Konuyla doğrudan alakalı ve eleştirimizin de bir
dayanağı olarak o dönemki çalışma koşullarından biraz daha bahsedelim. Perka AŞ
olarak çalışılan Güncer Han ve Atay Apartmanı maceralarından sonra Binbirdirek
Sarnıcı’nın üzerinde yeni yapılmış bir binaya taşındık. İki katta dört daireyi
birden tutunca mal sahibi, hanın adının İletişim Han olmasını kabul etti.
Havamız sonsuzdu. Ama masalar kocamandı, telefon telleri yerlerde sürünüyordu.
Bilgisayar yoktu, daktilolarla çalışılıyordu.
Anlatmadan geçemeyeceğim bir şıklık daha var.
Telefon santralının olmaması büyük sorundu, ama ona ayrılacak para daha büyük
sorundu. Aramalar sonucunda Kavala depolarından birinde tarihi kadim bir
telefon santrali
|
Santralde bu katlardan 20 tane vardı.
|
bulundu. Markasını bilemediğim için Google’da resmini
bulamadım. Benzerini buldum. O santralin çoktan emekliye ayrılmış teknisyeni de
bulundu. Santral kuruldu. Altı ya da sekiz kamyon aküsü ile besleniyordu ve bu
aküler açıktaydı. Santralin yüzlerce dairesel katmanından oluşan mekanizması da
açıktaydı. Yaklaşık iki buçuk metre yüksekliğinde ve elli santim çapında bir
dev, bütün gün garip sesler çıkararak çalışıyordu. Hemen yanındaki bölmede de
ansiklopediciler çalışmaya çalışıyordu. Kısa süre için istihdam edilebilen
santral görevlileri kaçtıkça birimiz numara panelinin başına geçmek zorunda
kalıyorduk.
“Neden ‘İletişim’ var?” yazısını yazan kardeş! Bu
anlattığım dönemde Yeni Gündem dergisi henüz yok, belki fikri var, ama kendisi
yok!
Radikal'deki söyleşiler
Tuğrul
Eryılmaz’a Bir Eleştiri
Tuğrul Eryılmaz bir basın çalışanı olarak çok
sevdiğim, hayranı olduğum ama daha önemlisi yaşamı nedeniyle çok saygı duyduğum
bir insandır. Sebeplerinin çoğu bende saklı. Dürüsttür. Söyleyeceği bir şey
varsa, çekinmeden söyler.
Kıdemli bir basın emekçisi olarak Radikal
Gazetesi’nde böyle bir söyleşiyi yapmak, doğal olarak ona düşerdi. Bir diğer
artısı, İletişim’de çalışmış olmasıdır. Yapıyı, insanları tanır. İlişkileri
bilir.
|
Soldan: Tuğrul Eryılmaz, Ahmet İnsel, Murat Belge, Ömer Laçiner
|
Yazının birinci günkü kısmının başında Tuğrul’un
üç-dört paragraflık bir girişi var. Bu girişte çok hoşuma giden bir cümlesi
var: “Hemen şunu da söyleyeyim, İletişim
deyince ben Yeni Gündem dahil dergileri, Birikim’i, kitapları, ansiklopedileri
hep birlikte düşünüyorum. Yani isimlerin işleri ayrı olsa da çatı ortak.”
İşte bu adamı sevmemin, saymamın nedenlerine güzel
bir örnek. Emeğe saygısı var, ansiklopedi, dergi sınıfsal ayrımlarına girmeden,
herkesin emeğine eşit değer veriyor. Zaten bu yazı da, bunu yapmayı
beceremeyenleri birazcık olsun utandırabilmek için yazılıyor.
Tuğrul, hayatımda tanıdığım en zeki adamlardan
biridir. Yukardaki cümlesinin hemen ardından büyük bir hata yapıyor, ama
muhtemel eleştirileri göğüslemek için bölümün son cümlesinde editörünü öne
sürüyor: “Editörüm Cem Erciyes’in makasından bakalım ne kadarı kurtuldu!”
Gelelim hatasına:
Tuğrul, İletişim çalışanlarından bir dizi insanın
ismini sıralamış. İşte büyük hata burada. Bu tür sıralamalarda, belirli
insanların isimlerinden ziyade, belirsizce davranmak gerekir. Çünkü nasılsa
herkesi sayamazsın. Alınanlar, gönül koyanlar olabilir. Bu durumlarda “Ahmet’ten
Mehmet’e, Hümeyra’dan Sümeyra’ya kadar onlarca kişi” gibi yollar kullanmak daha
doğrudur.
Tuğrul Eryılmaz, bir eksik, bir fazla toplam on
yedi isim sıralamış. Ben İletişim’in ilk gününden itibaren, bazen hafta sonları
da dahil sabahın köründen gece geç vakitlere kadar oradaydım. Tuğrul’a ayıp
olacak ama, benim çalıştığım dönemde, sayılan isimlerin yarısından fazlasına
İletişim Han’da hiç rastlamadım. Bazıları da ayda bir, altı ayda bir birer gün
uğramışlardır. O kadar. Yanlış anlaşılmasın, hepsi arkadaşım, eski dostum, eski
yoldaşım. Ama tarih affetmez, İletişim’in öncüleri, kuruluş kahrını çeken
isimler başkaydı.
Cumhuriyet
Dönemi Türkiye Ansiklopedisi
Neden Önemliydi?
Gerek Murat Belge, gerekse de o dönemde Fransa’dan
görebildikleri kadarıyla Ömer Laçiner ve Ahmet İnsel, Birikim’in 100. sayısında
ve Radikal’deki söyleşilerde 1980 sonrasını oldukça güzel analiz etmişler.
Hasbelkader olayın içinde yer alabilmiş (o kadar da
kolay olmadı, bu macera da pek yakında!) biri olarak, onların ihmal ettiği bir
başka noktaya dikkat çekmek istiyorum.
|
Şimdi adamdan saymasalar da delice bir emekle çıktı
|
Bu ansiklopedinin asıl önemi neredeydi? Birinci
faktör, zamanlaması. 12 Eylül 1980 Amerikancı-faşist askeri darbesinden sonraki
kurak dönemde piyasaya çıkan bu tür yayınların ilkiydi. Darbe sonrasındaki
hapis ve sürgün dönemlerinde farklı siyasal görüşlerdeki kişilerin, Birikim ile
tanışmış, ilgilenmiş, etkilenmiş oldukları genel kabul gören bir olguydu.
Kulaktan kulağa yayılan “Birikimciler bir şeyler hazırlıyorlarmış” söylentisi
kısa sürede “haftalık dergi çıkartıyorlarmış”a dönüştü ve bir bekleyiş başladı.
Aslında durum farklıydı. Ansiklopedi,
Birikimcilerin görüşlerini değil, her konuya ilişkin olarak o konunun en yetkin
uzmanı sayılan kişilerin, akademisyenlerin görüşlerini bünyesinde topluyordu.
Dolayısıyla yazıların hepsi telif yazılardı. Bahsettiğim beklentiyi az da olsa
karşılayabilmek ve oluşabilecek tepki ve hayal kırıklıklarını engelleyebilmek
için, kapsamlı resim altyazıları ve çerçeve yazılar fikrini ürettik.
Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, ufacık bir
reklam tanıtım kampanyasıyla piyasaya çıktı ve o döneme kadar en çok satılmış ansiklopedi olan Meydan Larousse’un altında ikinci sıraya oturdu. (Rekortmen AnaBritanica
daha sonra yayınlandı).
Demem o ki, yazılardaki ifade yanlış. “Şu, şu, şu
dergileri çıkardık, o arada bir-iki de ansiklopedi çıkardık” gibi değil o iş.
Yeni Gündem dergisi en yüksek tirajında Cumhuriyet Dönemi Türkiye
Ansiklopedisi’ne yetişemedi.
O işin aslına ilişkin bir ipucunu Radikal’deki
söyleşiden, Murat Belge’den bir alıntıyla vermek istiyorum.
Murat
Belge: “Önce
ansiklopediyle başladık, çünkü o aynı
zamanda bir gelirdi.”
Cevabını
Beklemediğim Sorular
Eloğlu gelir, sorar: “Neyin geliriydi, o gelir
olmasaydı neyi gerçekleştiremeyecektiniz, sitenizdeki sıralamada ansiklopediye
(haydi harcanan emeğiyle değil diyelim) bari geliriyle hak ettiği şerefi neden
esirgediniz?”
Yazının ilerleyen bölümlerinde belki aklımda
kaldığı kadarıyla o dönemdeki ansiklopedi, daha doğrusu İletişim kadrolarının
dökümünü yapacağım. Soruyu şimdiden sormuş olayım: “Bu isimlerden hangisi, geceli gündüzlü çalışarak yetiştirdiği haftalık
ansiklopedi yerine, on beş günlük Yeni Gündem’e yazı yazamazdı?” Daha
önemli soru: “Hangisi bu yeteneğe sahip
değildi?” Cevaplamanızın imkansız olduğu soru: “Bu ansiklopediciler ya da idari görevlerde yer alanlar bunu tercih mi ettiler,
yoksa görev mi bildiler?”
Bu da ağır ve saldırgan final sorusu: “Bunu neden görmezden geldiniz?”
Bir ufak alıntı daha:
Tuğrul
Eryılmaz: İlk
ansiklopedi neydi?
Ahmet
İnsel: Cumhuriyet
Dönemi Türkiye Ansiklopedisi
T.E.: O hâlâ satışta mı?
A.İ.: Evet. Az
satılıyor ama...
Ahmet İnsel’i 1980
öncesinden beri tanırım. Severim de. Akıllı bir adamdır. 2010 referandumundan
sonra hatalı fanatik YAE savunuculuğunu ilk terk eden ve kendi meşrebince
özeleştiri verenlerden biridir. Ama bu Radikal’deki söyleşide “az satılıyor
ama...” ifadesinin yanına gayrı ihtiyari “salak” yazmışım. Ansiklopedi
olgusunun çoktan tarih olduğu bir dönemde otuz beş yıl önce yayınlanmış bir
ansiklopedinin az satılıyor olarak anılması hakkında başka ne denebilirdi?
Aynen “neden İletişim var?” yazısındaki gibi, ansiklopedilerin gazete, dergi,
kitap gibi ulvi işlerin yanında küçük görülmesi herhalde.
Şimdi üçüncü ve dilerim
sonuncu bölüme geldik. Burada ağırlıklı olarak 18/02/2010 tarihli Radikal’deki
söyleşiye yönelik eleştiriler olacak, ama yeri geldikçe bir önceki gündeki
söyleşiye ya da belki “Neden ‘İletişim’ Var?” yazısına da atıflar yapacağım.
Suçlu Editör mü, Tuğrul Eryılmaz mı?
Söyleşinin girişinde Ahmet
İnsel’e ait olduğu görülen üç cümlelik bir spot var. Aynı fikir, yazının içinde
yine Ahmet İnsel tarafından, konuşma tarzına uygun olarak, bazı farklı
kelimelerle, doğal olarak da farklı bir anlama gelecek şekilde ifade ediliyor.
Spottaki ifadeyi esas
alırsak, cevabı farklı olur. Söyleşinin içindeki ifadeyi esas alırsak, cevabı
daha farklı olur. Ben yazının içindekini esas alacağım. Ama buradan Tuğrul’a da
bir uyarıda bulunmuş olayım. Spot çıkarmak, editöre bırakılamayacak kadar
önemli bir iştir.
Kaderin Garip Cilvesi: Ya Mustafa Kemal Olmasaydı
Söyleşiye katılan üçlünün
ortak siyasi çizgisi nedir diye soracak olursanız, cevapları zaten bu
söyleşinin içinde bulabilirsiniz, Kendi ifadelerine göre solcudurlar,
sosyalisttirler. Bir ortak özellikleri daha vardır: Anti-Kemalisttirler.
Bir deney yapıp, her
birinden solu ya da sosyalizmi beşer cümlede ifade etmelerini isteseniz,
konuşmaları normal jest ve mimiklerle, normal bir ses seviyesinde olacaktır.
Ama Kemalizm’i beş cümleyle ifade etmelerini isteyecek olursanız, üst düzeyde
bir hareketlilik ve yüksek bir ses seviyesiyle karşılaşabilirsiniz. Bu hayal
değil. Beni bu sonuçlara ulaştıran bir dolu tecrübem oldu.
Tuğrul Eryılmaz’ın ilk
sorusunun cevabından, İletişim’de (Birikim Yayınları’nda da öyleydi) en çok satılan
kitabın, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Yaban”ı olduğu anlaşılıyor. En çok satılan
ikinci kitap da aynı yazarın “Kiralık Konak” adlı eseri.
|
Yakup Kadri
|
Kaderin garip cilvesi.
Ortak zemini eskiden söylendiği gibi Marksist-Leninist bir çizgi olması
gerekiyor gibi gözüken Birikim-İletişim, onlar için daha güçlü ortak bir
zeminde, Anti-Kemalizm’de buluşan insanların yönetiminde. Ama (cilve burada) en
çok satan kitapları, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yakın çalışma arkadaşı,
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularından biri olan Yakup Kadri’ye ait. (Canım,
adamcağız Murat Belge’nin halasının kocası, yani eniştesi).
|
Marx ön plandaymış. Ne hoş değil mi?
|
Marksizm-Leninizmle bir
mesafenin varlığına da zaten söyleşide rastlamak mümkün. Bir önceki bölümde
vurguladığım hatalı editoryal müdahale bu vereceğim örnekte de geçerli. Spot
farklı, yazının kendisi farklı. Ahmet İnsel, son derece şeker, naif bir
ifadeyle şöyle diyor (spotta değil, söyleşinin içinde): “Bizim için ön planda 20 tane düşünür varsa, bunların arasında Marx en
ön planda gelir”. Ne sempatik değil mi?
Aslında istediğim,
yazıların aslını bulup okumanız. Çünkü ne yazarsam yazayım, eksik kalacağını
biliyorum. Bunu telafi edebilmek için en azından bazı alıntıların yapılması da
zorunlu.
Bir örnek:
Tuğrul Eryılmaz: “Sizin siyasi olarak bir şekilde bir öneminiz ve duruşunuz var
Türkiye’de. Bu nasıl etkiliyor yayınevinizi?”
Ahmet İnsel: “......Çünkü bir kesim insan biliyoruz ki,
özellikle İletişim Yayınları’nda bu son 5-6 yıldan beri yaşanan bir yarılma
var. Solda bir yarılma var. Laikçi, ulusalcı bir mecraya giden bir sol
var......”(tamamını almıyorum).
|
Laçiner, sola çok kızgın, öfkeli
|
Ömer Laçiner: “Fakat belli bir sol çevrede, ulusalcı
dediğimiz sollar veya doğrudan doğruya ulusalcı, milliyetçi, ırkçı olanlar
yani... Bizim zaten bu şekilde bir duvarımız var. Kendisini bu ulusalcılıkla
tanımlayan sollar ve kendilerine
sosyalist diyenlerle aramızdaki mesafe hakikaten kıvrılıyor. Bayağı kopmaya
döndü yani bu iş. Türkiye’de liberal, dinci, muhafazakar dünyada ciddi bir
saygınlığımız var. Onlar bizim sosyalist olduğumuzu bilerek bize saygı
gösterirler.”
Bu iki paragraf ve yazının
geri kalanı aslında çok kapsamlı başka bir yazıyı gerektiriyor. Buraya almamın
nedeni ise henüz 2010 yılının başlarında zihniyet olarak nerelere gelmiş
olduklarını gösterebilmek.
Ahmet, o dönemde hâlâ tam
olmuş değil. Yine naif, biraz ürkek. Söylemesi gerekenden çekiniyor, cümleyi
bile düzgün kuramıyor.
|
Adamcağız ne bilsin?
|
Laçiner ise bendini
çiğneyip aşmış. Kim o ulusalcı, milliyetçi, ırkçı sollar? Bunlar çok
kalabalıksa geriye solcu kalmayacak (Birikim’den başka). Aslında biraz da mazur
görüyorum. Gözünü öyle bir solcu kanı bürümüş ki, Balçiçek İlter’in programında
Fethullah Gülen’in yayınlattığı çakma Türk Solu dergisini gerçekten solcu
zannediyor ve eleştirilerini onun üzerinden genelliyordu.
Bu sadece ona özgü bir
tavır da değil. Ümit Kıvanç da Riya Tabirleri adlı bloğunda 7 Temmuz 2014
tarihli “Ekmel Bey’in elinde Türksolu” adlı yazısında dergiyi gerçekten sol
olarak görüyor ve oldukça ağır ifadeler kullanıyordu.
|
Abant'ta Ali Bulaç'tan bir sevgi nişanesi
|
Laçiner’in söyledikleri
içinde bir de onlara saygı gösteren çevrelerden, yani liberal, dinci,
muhafazakâr çevrelerden çok etkilendim. Bazı resimleri örnek olarak
kullanacağım mecburen.
|
F.Gülen'in Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın İftar Daveti
Bir saygı nişanesi
|
Zurnanın Zırt Dediği, Dananın da
Kuyruğunun Koptuğu Konu: “Birikim Tayfası”
Buraya kadarki 3650
kelime, aslında bu noktaya gelebilmek, ama yolda da bazı önemli konulara dikkat
çekebilmek için yazıldı. Önce mecburi alıntılar:
Tuğrul Eryılmaz’ın hain sorusu:
“Gelelim Birikim tayfalarına. Birikim
dergisi siyasi bir odak mı gerçekten?”
Cevap Ahmet İnsel’den: “Bizim böyle bir şeyimiz olmadı.”
Eh, yeri geldi. Bu da
benden: “Neyiniz olmadı? Korkma gözüm,
adam uyanık, örgüt demiyor, odak diyor, hem sen hep Fransa’daydın, burada bir
odak olup olmadığını nereden bileceksin? Bırak, öyle atlama, işin daha
içindekiler konuşsun”.
Tuğrul Eryılmaz
provokasyonu sürdürüyor: “Ama böyle bir
şey var. ‘Bunları Birikimciler sardı bizim başımıza’ çok duymuşumdur ben. Al sana
sivil toplum, al sana belli dinlere yakın yazarlar...”
Şimdi karşınızda bomba
gibi patlayan bir Ömer Laçiner: “Bunları
İletişim üzerinden zaten konuşmayalım. Eğer çok enteresan bir konuysa ayrıca
konuşalım. Yani çünkü bizim hepimizin işleri var. Böyle konuların
dedikodularının döndüğü dünyada çok fazla bulunamadık.”
Tuğrul’un provokasyonu
devam ediyor: ''Bunlar dedikodu değil
ama...''
Ömer Laçiner’den ikinci
salvo: “Bu Birikim tayfası dediğiniz
şeyin nasıl bir şey olduğuna dair konuşmalar duyuyorum bazen ve şaşırıyorum.
Neredeyse biz bir kastız, bir Mason locasıyız gibi. Fakat bu tarifler dışarıda
birileri tarafından yapılıyor. Yoksa bizimle fiili ilişkiye giren, şu veya bu
şekilde bizimle paylaşıma giren insanlar, buranın aslında ne kadar yumuşak bir
yer olduğunu biliyor. Yani Birikim tayfası var, onlar kapılarını kapatıyorlar
filan. Bu çok yanlış.”
Hemen ardından yumuşatıcı
olarak Ahmet İnsel devreye giriyor: “Dışarıdan
böyle algılandığına göre demek ki böyle bir olgu var. Dev-Yolcular cemaat
kuralları adına böyle davranabilirler. Bizim ilkelerimiz vardır. Anlatabiliyor
muyum? Bizim birtakım prensiplerimiz vardır.”
Uzun bir alıntı yapmak
zorundayım.
T.E.: Öncelikle
‘biz cemaat değiliz’ diyorsun...
M.B.: Biz böyle
üç kişiyiz, birçok konuda çok farklı şeyler düşünebiliyoruz. Yani o tip
şeylerde bu mümkün değildir.
Ö.L.: Bir yerde
oturup da Birikimciler diye karar alınmaz yani. Yani evet oturur çoğu zaman
birbirimizle aynı şeyi konuşuruz. Çünkü değerler ortaktır. Ama benim baktığım
yer, benim ilgilendiğim konulara onlar farklı bakar, farklı şeyler söylerler.
T.E.: İletişim’in
ortak değerlerini nasıl anlatırız okurlarımıza? Nedir bu farklı düşünen üç
adamı bir araya getiren?
A.İ.: Bir kere
İletişim Yayınları bir yayınevi. Siyasi teşkilat değil. Dolayısıyla yayınevi
olarak değerleri var. Bu esasen kitaba, fikre, yazara, okura değer vermektir.
T.E.: İletişim’in
ve Birikim’in yani bir siyasal ağırlığı var.
A.İ.: Tabii
hepimiz solcuyuz. Sosyalist gelenekte yer alan insanların bulunduğu bir
yayıneviyiz. Demokrasiye, eşitliğe inanan, insanların sömürülmesine şiddetle
karşı çıkan insanlar var burada.
Şu Tuğrul Eryılmaz’ın
yaptığına bak şimdi. Bulmuş tecrübesiz akademisyeni, bir soruda reddettiğini
bir sonraki soruda kabul ettiriyor.
Aslında her defasında
yazının burasına geldiğimde farklı, hatta zıt duygular içinde oluyorum. Bir
defasında kahkahalar tutuyor, bir başka defasında gözyaşlarıma engel
olamıyorum. Her defasında yeni baştan okumam gerekiyor.
Neymiş? Yayınevinin de
oradaki insanların da değerleri varmış. Orada bir şeylere inanan, bir şeylere
de karşı çıkan insanlar varmış.
Peki, bu satırların
yazarı, “Birikim’de ve İletişim’de, aralarında kendisi de olmak üzere, bazı
insanların emeğine saygı gösterilmedi, onlara karşı değil sosyalistçe,
kapitalistçe bile davranılmadı derken, hayal mi görüyor, yalan mı söylüyor?
Ahmet İnsel İçin Bir Ara Not
Ahmet’e nedense aslında
hak ettiği kadar sert davranamıyorum. Ayrıca hakkını da yemeyelim, kendini
diğerleri kadar erişilmez görmüyor. Akıllı ve tedbirli. Her ihtimali düşünüyor,
tartıyor. “Ya bir gün bir Ziya veya bir başkası buradakilere ve konuştuklarına
kızarsa, nasıl başa çıkarız” diyor ve elinden geldiğince Yumoşluk yapıyor. Ben
ona iltimas geçeceğim ve şu kadarla yetineceğim:
Ahmet Kardeşim
(sözgelimi), bu seri röportajdaki İletişim’in kuruluş dönemi ve Birikim tayfası
konularında konuşmamak senin için daha yararlıdır. Bir defa neler yaşandığını
görmedin, bilmiyorsun. İnsanları tanımıyorsun, çalışırken ya da eylemdeyken
görmedin. Belki burada yaşananlar Fransa’dan (hem de Paris’ten) çok farklı
görünüyordu. Bak, biz senin orada neler yaptığın hakkında ahkâm kesiyor muyuz?
Yukarıda senin için akıllı
ve tedbirli dedim ya, bu akıl ve
|
Önce o yazmıştı
|
tedbir seni bu ülke koşullarında ancak
“yetmez, ama evet”e ya da Mine Kırıkkanat’ın “Hiç Kimse” kitabını görmezden
gelmeye kadar getirebildi. Bunu da aklından çıkartma.
Laçiner’in Sırasında Zorunlu Bir Ara
Herhalde anlaşılmıştır,
benim Ahmet İnsel ile öyle çok süreli, yakın bir ilişkim olmadı. Ama Ömer
Laçiner’de durum çok farklı. Birikim dergisinin 2. (yazıyla ikinci) sayısından
bu yana tanışıyoruz, başta benim evim olmak üzere farklı evlerde uzun süreler
birlikte kaldık, vakit geçirdik. Karmaşık yazılarını ben daktilo ettim. (Aaa,
Birikim’de de çalışmışım, bunu yazana kadar farkında değildim.)
Yakınındakilerden çoğu,
onun tavla oynarken kötü bir zar attığında kağıda küfrettiğini, pişti oynarken
de eline kötü bir kağıt geldiğinde zarlara küfrettiğini bilmez. Hem de ne
küfür. Ben bilirim.
12 Eylül 1980 darbesinden yirmi
üç gün önce evlendim. Nikah şahitlerimizden biri, Ömer Laçiner’di. 1982’de
kızım, 1989’da oğlum doğdu. Sülalede kesinlikle hoş görülmemesine rağmen oğluma
babamın adı yerine Ömer adını verdim. (İleride anlatırım, başka bir yazıda.)
Bir iki hafta sonra eve gelen bir telefonda titrek bir ses, çok duygulandığını
anlatmaya çalışıyordu. Tanıdınız siz onu, Paris’ten Ömer Laçiner.
Sanırım, Ömer ile
yakınlığımızın derecesini, onu ne kadar yakından tanıyor olabileceğimi
yeterince anlatabilmişimdir. Şimdi yazının aslına dönelim.
Kim Bu Ömer Laçiner? Şimdikini Soruyorum
Yukarıda Laçiner’in iki
salvosunu yazdım. Önce birincisine birkaç söz: Üslup bir facia. İnsanın aklına
“Evet”i savunmakta güçlük çeken AKP’lilerin (Tayyip demeye gene içim elvermedi,
ama Burhan Kuzu gibi) bağırıp çağırmalarını getiriyor.
Bu salvoda asıl takıldığım
cümle, hepsinin işlerinin olmasına ilişkin. Şimdi Ömer Ağam, Tuğrul ısrarlı bir
şekilde, kendisinin de bizzat duymuş olduğu bir konuda soru soruyor. O konuya
girmek istemiyorsan, yapman gereken şu. Tek cümle: “O ayrı bir konu, burada
konuşmayalım”. O kadar. Ama sen önceki cümlende “...enteresan bir konuysa...” diyerek zaten konuyla ilgili ön
aşağılamanı yapmış oluyorsun. Konunun muhatapları da böcek gibi eziliyorlar.
Ayrıca uyarmak isterim. Bana göre konu çok enteresan. Hayati bile denebilir.
|
Herhalde ikinci günden bir enstantane, mekan farklı
|
Sonraki cümleler daha feci.
Böyle konuların dedikodularının döndüğü bir dünya varmış. Bunlar dedikodu
konularıymış ancak. Onlar da bu dünyada fazla bulunamazlarmış. Neden? Dön bir
önceki cümleye. İşleri varmış.
Bu kadar yoğun işlerinin
arasında Cezayir Lokantası’nda kuru fasulye yerken, şarap içerken ve bu lafları
söylerken yanında olabilseydim, yapabileceğim iki hareket olabilirdi.
Birincisi, yanağından sıkı bir makas alırken ağzımla kuvvetli öpücük sesi
çıkarmak. İkincisi ise bu öpme işini Woody Woodpecker tarzında yapmak. Ne
bileyim, içimden öyle geldi.
Tuğrul Eryılmaz, Adamın Dibisin
T.E.: Bunlar
dedikodu değil ama...
Duayen gazeteciyi
kandırmak zor. Olmuyor da tabii. Israr ediyor. Şimdi ne yapılacak? Tuğrul
gazetecilerin duayeniyse, Ömer Laçiner de başka birilerinin duayeni. Pabuç mu
bırakacak? Dikkatlice izleyin.
Ustaca iki cümleyle,
Birikim tayfası kavramı yalnızca o üç kişiyi, adı geçmese de belki biraz da
Tanıl Bora’yı kapsar hale getiriliyor. Bu tariflerin suçu dışarıda birilerine
atılıyor. Oysa orası aslında yumuşak bir yermiş (ne demek bu?).
Söyleşinin hiç bir
noktasında kapılarını kapatan bir Birikim tayfasından söz edilmiyor. Bu varmış
gibi ifade edip, sonra da bunun çok yanlış olduğunu söylemek de çok hoş.
Neyse, bu laflara
(yavelere mi deseydik) itirazı olan, olabilecek olan, hak sahibi olan, hakkı
yenmiş olduğuna inandığım kişilerle ilgili sözlerimi sona bırakıyorum. Önce
burada yeniden devreye girdiği için şu Ahmet İnsel ile nihai olarak ilgilenmek
gerekiyor.
Yine o naif doğruluğuyla,
Ömer Laçiner’in dediklerini yumuşatmaya çalışmış. Cevabını ben tam anlamadım. Demek
ki böyle bir olgu varmış. Dev-Yolcular nereden çıkmış? Onlar cemaat miymiş?
Kuralları mı varmış? Birikim tayfası Dev-Yolcu muymuş?
Asıl vurucu nokta: Onların
ilkeleri varmış. (Kendilerinin yani). Ahmet anlatabiliyor muymuş? Onların
birtakım prensipleri varmış?
|
Mesaj Nazlı'dan, komşu Ufuk Uras, mekan Abant, Ahmet'im, prensiplerini, ilkelerini severim senin.
|
Benden sadece bir yaş
küçük, ama hayatının önemli kısmını Paris’te geçirmiş olması onu hayat tecrübesi
bakımından sanki biraz zayıf kılıyor. Bu nedenle biraz tavsiye verme
ihtiyacındayım:
Bak Ahmet Kardeşim. Bir
daha biri sana gelip, Birikim ya da İletişim üzerine bir şeyler sorarsa, alman
gereken tavır şudur: “Valla, ben ikisine de sonradan geldim, başlangıçlarını,
eski durumlarını bilmem. Ben geldikten sonraki dönem için konuşabilirim ancak.”
Tamam mı canım?
Tabii bir de şu var: Böyle
bir konuşmada “bizim şuyumuz var, bizim buyumuz var” demek, örtülü olarak
“diğerlerinin şuyu yok, buyu da yok” anlamını taşır ki, hoş değildir, karşı
tarafı kızdırır.
Adamın biri, mesela Ziya
Bayman (aslında Ziya Tozan ismi bazı çevrelerde hâlâ daha etkili oluyor) gelip
de, “yahu senin ilkelerin, prensiplerin
varmış. Bizim yok mu, ne diyorsun kardeşim sen?” derse, ne cevap
vereceksin, değil mi? Böyle yapma! Kendini zora sokma!
Sanırım Ahmet İnsel ile
işimizi bitirdik. Şimdi ağabeyine gelelim.
Yeni Birikim’in Yeni Ömer Laçiner’i
Bir meseleye baştan
açıklık getirelim. Bu söyleşideki kişi, benim tanıdığım Ömer Laçiner değil. Ne
öyle atarlanmalar, içerik kaydırmalar, haydi söyleyeyim, o demagojiler?
Bir şeyleri savunabilmek
ya da iddia edebilmek için bu çarelere mi baş vuruluyor artık? Bir zamanlar
herkesin Dimitrov’dan öğrenip ezberlediği faşizme yepyeni bir içerik
kazandırırken, hem de bunu eski Birikim’in henüz dördüncü, beşinci sayılarında
yaparken bu yollara başvurmak sanırım aklına bile gelmemişti.
Bir örnek daha:
O dönemde Lenin’in
sosyalist harekette neredeyse herkes tarafından okunan ve konuşmalarda ya da
yazılarda neredeyse temel alıntı kaynağı olarak kullanılan “Ne Yapmalı?”
|
¨Ne yapmalı üzerine düşünceler¨
Yıkmıştı ortalığı
|
Yine eski Birikim’in 14.
ve 15. sayılarında yer alan “Ne Yapmalı üzerine düşünceler 1 ve 2” yazıları, bu
yazının baş tarafında bahsettiğim “Birikim etkisi altında şucuyum, bucuyum”
sayısını inanılmaz artırmış, zavallıların büyük kısmı “yahu, benim okuduğum
kitap bu değil miydi” noktasına gelmişti. Karşı çıkanlar dahi kimse, o kadar
hassas bir yazının içinde en ufak bir anlam kaydırmaca, demagoji olduğundan söz
etmedi.
Son bir örnek:
Bence eski Birikim
tarihinin yalana, demagojiye, çarpıtmaya en açık konulu yazısı:
Sayı 22 ve 23: “1971
Öncesi Dönem ve THKP-C Hareketinin Eleştirel Analizi 1 ve 2.”
Tabii bu yazıya karşı
yazılar, eleştiriler geldi, ama bir sürü mirasçı edinmiş olan THKP-C’nin farklı
ardıllarından demagoji, yalan, kaydırma, çarpıtma gibi bir eleştiri gelemedi.
Ara sorusu: Böylesine
önemli, ray değiştirme yeteneğine sahip yazılarda başvurulmamış yollara, böylesi bir söyleşide neden sapılıyor? Kendimize artık o
kadar az mı güveniyoruz? Dergiyi satın alanlar, artık içinde ray değiştirecek
yazılar bulamıyorlar mı? Çıktığının ikinci günü elinde dergiyle yayınevine
gelip heyecanla bir şeyler soran kimse kalmadı mı? Bu sorular uzar gider. Ama
bence şimdilik bu kadar yeter.
Peki, Benim Durumum Ne? Bunları Neden Yazıyorum?
Bizim liseden, her şeye
karşı tavır alıyormuş gibi yapıp suni çatışmalar üretmeye meraklı bir arkadaşım
(?), herhalde benim yazılarımdan sıkılmış olacak, Facebook üzerinden bir soru
sordu: “Ziya, senin bu adamlara gıcığın
çok belli (YAE’cilerden, Birikim’den bahsediyor), ne oldu, seni İletişim’den mi
attılar, yoksa kendi aralarından mı uzaklaştırdılar, ne yaptılar?”
Adam zeki, soru da zekice.
Aslında kendisi de iflahsız bir YAE’ciydi, ama derdini doğrudan söyleyemiyor,
eğer varsa yarayı biraz deşebilmek için zarf atıyordu.
Onun amacı hayırlı
değildi, ama benim işime yaradı. Oturup düşündüm, yatıp düşündüm, kalkıp
düşündüm. Çok düşündüm. Adam iki ihtimal sallamış, ikisini de şu ya da bu
ölçüde tutturmuş. Evet, beni İletişim’den attılar, daha doğrusu tayin gibi
uzaklaştırdılar. Eh, çevrelerinden de uzaklaştırdılar denebilir. Nasıl mı? Ayrı
ayrı anlatırım. Birazı burada, birazı başka bir yazıda. Lütfen bize ne bunlardan demeyin. Ana konuyla çok bağlantılı.
Neydi ana konumuz? Emeğe saygı, ahde vefa, Birikim ve İletişim.
Biraz Ziya'yı anlatayım
(ne de olsa blog benim, kendimi anlatırım arkadaş)
Biraz Ziya’yı anlatmam
lazım. İletişim’deki çalışma hayatım boyunca içinde başka işyerlerinin de
olduğu İletişim Han’ın sokak kapısını sabah kendi anahtarımla ben açtım. Odabaşının çay ocağına
girip çayı koydum, altını yaktım. Neymiş, demek ki her gün herkesten önce işe
gelmişim.
Peki, nasıl çalışmışım?
Daha önceki işyerim olan Ansiklopedik Yayıncılık’ta görev arkadaşım işe
gelmediğinde, onun da günlük kotasını
dolduracak hız ve yoğunlukta çalışmışım. Zaten bu nedenle oranın ortağı ve aynı
zamanda İletişim’in müessese müdürü olan Bülent Özükan beni İletişim’de işe
almış. Halen sapasağlam hayatta. Boyut Yayın Grubu’nun sahibi. İsteyen beni
ondan sorabilir.
|
Hikayesi çok uzundur
|
İletişim’de de hafta sonu,
akşam, gece demeden çalışmışım. (Her iki ansiklopedi de haftalık çıkıyordu.)
Yapılan ansiklopediler ortada. Yıllık iznimde yazın Bodrum’dan Liderler
Ansiklopedisi’ne madde yazıp göndermişim. Hangileri mi? Mesela o dönemde pek kimsenin yazmaya cesaret
edemeyeceği Atatürk maddesi. (Hitler'i de ben yazdım). Hem de nasıl? Dönemin en ileri teknolojisiyle,
elektrikli daktiloda şeride yazıp, birkaç günde bir şoförü kafalayıp Varan
otobüsüyle İstanbul’a (o zaman kargo şirketleri de yok) gönderdim.
Bu arada Cumhuriyet Dönemi
Türkiye Ansiklopedisi’nin güncelleme eki olan Yüzyıl Biterken adlı beş ciltlik
ansiklopedide ve daha sonra aynı konsepte uygun olarak hazırlanacak olan altı
ciltlik Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi’nde kendime yer
bulamamışım. Halbuki kendimi o ansiklopedi konseptinde en tecrübelilerden biri olarak görüyordüm. Olmadı.
Neleri düşündüm o kadar çok?
Herif söylemiş, “tecrit edilmişsin sen yavrum, kuyruk acın
var, O yüzden hep bu konularda yazıyorsun, bu adamlara sataşıyorsun” demiş.
Bunu söylenmemiş kabul edemeyiz. Bir şeyler demek lazım.
Acaba sorduklarında ya da
ithamlarında doğruluk payı var mıydı? Bu düşünme, kendimle hesaplaşma süreci
beni çok yordu. Genelde böyle durumlarda sonuçta kimse kendisini suçlu bulma
eğiliminde değildir ya, buna karşı ben farklı bir yöntem kullanmaya karar
verdim.
Aslında bu benim çok uzun
yıllardır arada sırada başvurduğum bir yöntem. Biraz tasavvufi denebilir.
Akşamları yattığımda kendimle o günün bir muhasebesini yapmak. Tabii hareketli,
olaylı günlerde, her akşam değil. “Bugün kimseye karşı hatalı davrandım mı,
hakkını yedim mi, şu kişi ya da kişilere söylediklerimde haksız mıydım vb.
sorular sorup doğru cevapları aramak. Biliyorum, bu da her türlü sübjektif
değerlendirmeye açık, ama daha iyi bir yöntem bilen söylesin.
Bir uyarı: Tabii ki, böyle bir iç hesaplaşma ihtiyacı duymayan, ¨ben zaten ne yaparsam doğru yaparım, kimsenin hakkını filan yemem¨ iddiasında olan çok insan vardır. Hatta çoğunluk onlardadır.
Bu yazı zaten o tip insanlara bazı hatalarını gösterebilmek amacıyla yazılıyor. Çok somut bir örnek: Bugün gelinen durumda adama 2010 referandumunda neden YAE dediğini soruyorsun. Cevap çok basit: ¨O koşullarda doğru tavır oydu¨. ¨Neydi o koşullar peki?¨ Cevap yok.
Benimle ilgili olarak
üşenmeyip bu konudaki anılarını hatırlamaya çalışacak tüm eski dostlarım,
arkadaşlarım ve tanıdıklarım için bir konkur başlatıyorum. Benim
değerlendirmelerim çok sübjektif olabilir. Doğruyu göremiyor olabilirim.
Ama belki birisi çıkar,
“sen bana şunu yaptın, şu kazığı attın, sen şu yalanı söyledin” diyebilir.
“Şuradan kaçtın” diyen de olabilir, ne bileyim.
Bu blogda yazının sonunda
yorum yazılabilecek ve herkesin okuyabileceği bir yer var. İsteyen de adresime
mail atabilir: zbayman@gmx.net.
Peki, neden atılmışım?
Aslında tam atılma da değil. Olay aslında sadece benimle ilgili değildi. Bir
müddettir içeride sürmekte olan bir tartışmanın, bir çekişmenin, hatta bir
iktidar mücadelesinin, Murat Belge’nin bir taraftan yana tavır almasıyla
sonuçlanmasıydı. O günlerde Murat'a ait unutulamaz vecize şuydu:¨Bu proje benim adımla kaimdir¨. Benim gibi birileri daha aynı dönemde İletişim’den
uzaklaştırıldı. Doğru deyimiyle tasfiye edildi.
Murat Belge Fenomeni
Farkındaysanız, yazıda
Murat Belge’ye pek yer ayırmadım. Neden mi? Ver arabeski: “Biz
onu çok sevdik, ama o bizi hiç sevmedi”.
|
Biz onu çok sevdik, ama o bizi hiç sevmedi
|
Bence, onun kafasında
başından beri böyle tayfalar, teşkilatlar, siyasetler arası mücadeleler yoktu.
Kafasına uygun, sorun çıkartmayacak birkaç kişiyle bir dergi yayınlamak, orada
belli çevrelerin saygınlığını kazanmak gibi şeyler daha ön plandaydı.
Neredeyse hayatı boyunca
iki şahsa ve onların temsil ettiğine inandığı anlayışa karşı oldu: Birincisi,
Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Kemalizm, ikincisi Machiavelli ve Makyavelizm.
Bir Anti-Kemalist olarak Atatürk’ün yapmış olduğu olumsuz olarak
nitelenebilecek her olay ve ilgili herkesi bilir. Örnek: İzmir Suikasti
yargılamaları. Ama bugün faşist partinin (MHP) ikinci ya da üçüncü adamının
adını bilmez.
Atatürk’ün olumlu
eylemlerini de bilmez ya da adamdan saymaz. Örnek: “Kadınlara İsviçre’den önce
seçme seçilme hakkı verildi” dersin, “Yeni Zelanda’da daha önce verildi” filan
der. Ya da, “kadınlar mücadele ederek almadı ki, Bonapartist onlara verdi” der.
Bu Anti-Kemalizm o kadar önemli
değil. Hastalık, öbür saplantıda. Çok iltimas geçtiği ve kendine yakın hissettiği
çok az sayıda kişiyi sever (?). Onların dışındakileri küçük makyavelcikler (ya
da potansiyel küçük makyavelcikler) olarak görür. Yanaşmaz, uzak durur. Öyle
ki, hemen dibinde duruyor olsan da bir makyavelcik olarak kendini çok uzakta
hissedersin.
Belge’ye ilişkin bir, iki
anekdot:
İletişim’de çalışırken
Müessese Müdürü Bülent Özükan ile birkaç kişi arasında bir tartışma yaşandı.
Konu Murat Belge’ye aktarıldı. Kararı: “Benim Müessese Müdürüm haklıdır”. Yeni
Gündem yayın yönetmeni rahmetli Turhan Ilgaz’dan bahsederken, “benim
yayın yönetmenim” dediğini de kendi kulaklarımla duymuşluğum var. O sırada
on senedir tanıyor olduğum Belge’nin bu tarz ifadeleri bana çok garip gelmişti,
yıllar sonra başka birinden daha işittim bu tavrı: Benim valim, benim bakanım,
benim Genel Kurmay Başkanım vb. şeklinde.
|
Bir şey yazamıyorum. En iyisi: YAZISIZ
|
Kaderin garip cilvesi,
farklı zamanlarda (benzer değil) aynı tavrı paylaşan iki kişi yıllar sonra bir
mekanda karşı karşıya geldiler. Beşiktaş’taki Başbakanlık Ofisi’nin toplantı
salonunda. Başbakan’ın (RTE) âkil adamlarla ilk toplantısında. Başbakan,
masanın çevresini dolaşarak tek tek ellerini sıkıyordu. Belge’ye sıra
geldiğinde ayağa kalkma konusunda ufak bir tereddüt yaşadı. Başbakan’ın ifadesi
tüm TV haberlerinde gayet net duyuldu: “Kalk,
kalk, sen de kalk, herkes kalktı, sen de kalk”.
Aklıma gayrı ihtiyari şu
geldi: Birisi senin müessese müdürün oluyorsa, senin yayın yönetmenin oluyorsa,
sen de başka birisinin fırça atabileceği âkil adamı olabiliyorsun, demek ki.
Murat Belge de buraya
kadar.
Peki Ben Bu Tasfiye ve Tecrite Üzüldüm mü?
Tabii ki üzüldüm. Dile
kolay, insanın ömründen, belki en hızlı ve verimli döneminden on yıl. Birisi
çevresinde gördüğü izlenimine kapıldığı makyavelciklerden kurtulsun diye hiçe
sayılan bir on yıl.
İletişim’den tasfiye
meselesini anlamak daha kolaydı da tecrit meselesine akıl erdirmek zordu. Bunun
nedenlerini ancak zaman içinde belirleyip anlayabildim.
O dönemde erişebildiğim
herkesle konuşmaya, yapılanların ayıp, kötü ve aptalca olduğunu anlatmaya
çalıştım. Tavırlar çok hoştu. Ağırlıklı tavır sessiz ve ifadesiz kalmaktı.
Sanki duvara konuşuyordum. İkinci sırada “he, he, yav, he” tavrı vardı. Sonra
klasik bazı sözler geliyordu: “Yahu, o
insanlar böyle bir şey yaparlar mı?”, “Hele sana asla yapmazlar”, “sen yanlış
anlamışsındır”, “paranoyak mı oldun oğlum sen”. En güzel ifadelerden biri
de şuydu: “Öyle bir şey olamaz,
olmamıştır”.
Bu tavıra, bir eleştiriyi
yapmaya girişirken çok sayıda insanı rahatsız etmekten, belki onların arasından
dışarıya düşmekten korkma tavrına, bu insanlar arasında daha sonra da
rastladım. Ne zaman mı? 2010 referandumunda. Yetmez ama evet tavrında.
Benim de ne bileyim
herhalde sıtkım sıyrıldı, uzadım oralardan.
Bugün çok yüksek
meblağlarla iddiaya girebilirim, o dönemde bu operasyona doğrudan ya da dolaylı
katılmış olanların hiçbiri, tek bir detay bile hatırlamayacaklardır ya da
hatırlamamış gibi yapacaklardır.
Neyse, fazla hicran
yapmanın gereği yok. Bu operasyon bana çok şey öğretti. Donanımımı artırdı.
Ergenekon başladığında, daha birinci haftasında olayın kumpas olduğunu anladım
ve etrafımdakileri uyarmaya çalıştım. Çünkü onun prototipi bana uygulanmıştı.
İşin komik tarafı, benim
Ergenekon’umu yönetenler haklı olduklarına o kadar inanmışlardı ki (bak, gene
iyi niyet taşları), sonraki siyasi Ergenekon’u gördüklerinde kumpası yıllarca
anlayamadılar. “Yahu, biz bunun prototipini Ziyalara yapmıştık, tezgah oğlum
bu” diyemediler.
Ergenekon, Balyoz vb.
davalarda içeri tıkılanların çoğunu tanımıyordum. Tanıdıklarım arasında ise
sevmediğim hatta nefret ettiğim insanlar vardı. Ama tahmin ederim ki, çoğuna
yönelik hissettiğim empati duygusuna kendi aileleri bile erişememiştir. Çünkü
yıllarca insanlara (bir zamanlar güvendiğin insanlara), “bakın, böyle şeyler
yapıldı” diye anlatmaya çalışırken, duvar suratlarla ya da “he, he, yav, he”
tavrıyla karşılaşmayı çok iyi anlıyordum.
|
Yeri değil demeyin, her zaman yeri
|
Bu bloğu açmamın ve
özellikle YAE üzerine bunca sert yazıyı yazmamın nedeni budur. Ben yaşamıştım,
başıma gelmişti. Başkalarını uyarmam gerekiyordu. Operasyoncu olarak
sayabileceğim isimlerin hepsinin daha sonra azılı birer YAE’ci olduğunu
belirtmem bile gereksiz aslında. Şaşırmadım diyebilirim. Eşyanın tabiatına
uygun olan da buydu.
Ayrıca ahdim var. Şu referandum ve sonrası kazasız belasız atlatılsın, o operasyonu da tatlı, yarı
kriminal bir hikaye tadında yazmaya çalışacağım. Korkuya mahal yok, hep takma
isimler kullanacağım.
Şimdi Geldik Nihai Hesaba
Önce biraz tarih bilgisi:
İki ayrı tarihsel olguyu
anlatmak istiyorum.
Birincisi bir sosyalist
(!) uygulama. Gerek Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler
|
Soldan: Stalin, Lenin ve Kalinin
|
|
Hop. Kalinin yok oldu
|
Birliği gerekse Çin Halk
Cumhuriyeti’nde tarihi ve politik fotoğraflarda uygulanmış ortak bir yöntem
vardır. İktidardaki güç dengeleri değiştikçe gücü kaybedenlerin fotoğrafları
elden geçirilir ve mesela dokunulamaz liderle bir arada göründükleri
fotoğraflarda değişiklik yapılır. Bu genellikle o kişinin fotoğraftan silinmesi
şeklinde olur. Ya da bu işlem zorsa, o kişinin yerine başka bir kişi monte
edilir. Konuyu netleştirmek için burada her iki ülkeden örnekler vermek
istiyorum.
|
Mao Uzun Yürüyüş'te. Arkasındaki eski eşi
daha sonra bu resimden silindi
|
SSCB ve Çin’de bu yollara
başvurulmuş olması, belki kendine güvensizlikten, belki farklı bir tarih içinde
yer alma isteğinden, belki de bizim (en azından benim) çözemediğimiz başka bir
ya da daha fazla nedenden kaynaklanıyor olabilir. Şu anda bu bizim sorunumuz
değil. Ne zaman sorunumuz olduğunu ileride belirteceğim.
İkinci olguya gelince:
Sovyetler Birliği
Komünist Partisi’nin 12. Kongresi’nde
okunmak üzere V.I.Lenin, hasta yatağında bir mektup kaleme aldı. Genellikle
“Lenin’in Vasiyeti” olarak bilinen bu mektupta SBKP yönetiminin
değiştirilmesini ve özellikle Stalin’in tüm görevlerinden uzaklaştırılmasını
önermekteydi. Daha sonra hastalığı arttı, felç oldu ve mektup kongrede
okunamadı. O dönemde bu gerginliklere neden olan sorun, Gürcistan
olaylarıydı. Bağımsız olmak isteyen Gürcü komünistler, Stalin tarafından Kızıl
Ordu zoruyla hakimiyet altına alınmalarına ve ileride Sovyetler Birliği halini
alacak olan ülkeye katılmalarına karşı çıkmaktaydılar.
Alıntıladığım ve aklımda kaldığı kadarıyla
Lenin’in o mektupta Stalin hakkında söyledikleri şöyleydi:
|
Felç oldu ve Kongre'ye katılamadı
|
''Stalin
yoldaş, genel sekreter olunca elinde müthiş bir güç topladı ve ben onun bu gücü
her zaman yeterli ihtiyatla kullanmayı bileceğinden emin değilim... Stalin çok
kaba ve biz komünistlere ilişkin tamamen desteklenebilir nitelikte olan bu
kusur, genel sekreterlik makamında desteklenemez bir hal almaktadır. Bu yüzden
yoldaşlara Stalin'i o görevden uzaklaştırıp oraya her bakıma Stalin'den üstün
(yani, daha sabırlı, daha sadık, daha kibar, yoldaşlarına daha duyarlı ve daha
az kaprisli) başka birini getirmenin yolunu bulmalarını öneririm.''
Bir diğer noktada ise Lenin şöyle
demekteydi:
“Kendisi bir
büyük Rus milliyetçisi (şovenisti) olduğu halde her önüne gelene milliyetçilik
suçlamaları yönelten Gürcü…..”
Haydaaa, bu da nereden çıktı? Ne yani birilerinin
resimlerini tahrif edenle, silenle, oradaki insanları yok sayanla, bir tayfayı,
o tayfanın emeğini yok sayan bir tutulur mu, hiç olur mu?
Tutulur, bal gibi tutulur. Ve de burada tutulmuştur.
Yani bu tavırların birine Stalinist bir uygulama
derken diğerine dememek, Stalin’e karşı çıkarken, kınarken, diğer tavrın
sahiplerini
“yahu, beraber yemiş içmişliğimiz var, bakmayın
sonra ayran içtik, ayrı düştük” diye görmezden gelebilir, affedebilir miyiz? Yazının
başlığına dönelim: Belki affedebilirim,
ama asla unutmam!
Aslında şunu da belirtmek
gerek. Özellikle o Radikal röportajında Tuğrul’un sorularına karşı adeta
ağızlardan köpükler saçarak tümden inkarcılık yapılmasaydı, ben de bu yazıyla
uğraşmayacaktım. Nasıl olsa o tayfa ve onların fikir önderleri 12 Eylül 2010
referandumuyla tarihte kendilerine tahsis edilen yerlerini almışlardı. Bu yeri
tarif eden kapsamlı kitaplara bile konu olmuşlardı. Tamam, belki o hallere düşmüş
olmalarına üzülebilirim, ama elden ne gelir? Ben çeşitli defalar üstüme vazife olmadığı halde erişebildiklerimi uyardım.
Belki o tasfiye gerçekleşmiş
olmasaydı, ben de bugün “aman dikkat, sürüden ayrılanı kurt kapar”, “ben tek
başıma koskoca dış dünyada ne yapabilirim?” diyerek siyasi bakımdan aralarında
kalmış ve önemli bir kesimden hain vb. damgaları yemiş olurdum.
UNUTURSAK KANIMIZ KURUSUN
|
Başlık hemen üstte, farklı sözlüklerden alınanlar altta
|
Farklı internet
sözlüklerinden (siyahlar benim):
“1980 yılında 1 mayıs gösterilerinin yasaklanmasını protesto etmek için
yoldaşı mürşit özşahin ile beraber afiş asarken 30 nisan 1980 günü
sıkıyönetim güçlerince kurşunlanarak katledilen birikim dergisi taraftarı.“ (uludağsözlük)
“birikim dergisi okuruydu. Arkadaşı Mürşit Özşahin ile birlikte
''1 mayıs engellenemez'' yazılı afişleri asarken jandarma tarafından
katledildi.” (tr.instela.com)
“30 nisan 1980 tarihinde "1 mayıs
engellenemez" afişlerini asarken mürşit özşahin ile birlikte jandarma tarafından katledilen
devrimci.” (ekşisözlük).
DEVRİMCİ YOL Sayı 36
( Haziran 1980)
Mürşit Özşahin ve A.Talat Eryılmaz 30 Nisan günü İstanbul Osmaniye'de jandarmalarca
katledildiler. "1 Mayıs Engellenemez" afişlerini asarken şehit düşen
Birikim taraftarları Mürşit ve Talat unutulmayacaklar.
“Ceterum censeo Carthaginem esse
delendam...”
“Bana soracak olursanız, Kartaca
mutlaka yıkılmalıdır.”