30 Mart 2017 Perşembe

Geçen Yazı Üzerine Kısa Bir Not



Biliyorum, geçen yazım çok uzundu. Nitekim bu yönde eleştiriler de gelmedi değil. Ama ben başından söyledim. O yazı, ölüm fikriyle karşılaştıktan sonra, ana konularda olabildiğince fazla şey söyleyebilmiş olmak için, biraz da panikle yazılmış bir yazıydı. Aslında o bir özet. Öylesi karmaşık ve aslında birbiriyle bağlantılı olgu ve olaydan oluşmuş bir “destan” da ancak o kadar kısa yazılabilirdi. Bir de tabii zorunlu alıntılar var. Onlar da uzattı yazıyı.

Tabii ki, o kanlı ve şanlı tarihten anlatacaklarım o uzun yazı ile sınırlı değil. Zaten o dönemi biraz anlayabilmek için, Birikim ya da İletişim de yeterli değil. Çok kıymetli bir dolu anı, anekdot, yaşanmışlık var. İddialıyım ya, hadi tevazu gösterelim, çoğu da aklımda. Arada bir aynı seri başlığı altında (belki affedebilirim, ama asla unutmam) yayınlamayı düşünüyorum (çok daha kısa yazılarla tabii). “Panik yok, panik yok, çok eğlenecüğük” (Düğün, dernek filminden).

Neyse, bu uzunluk handikapına rağmen yazım tahminimden çok kişi tarafından okundu. Ama beğenen ve paylaşan arkadaşların dışında tek bir geri dönüş almadım. Zaten çok umutlu değildim, ama biraz hayal kırıklığı olmadı dersem de yalan olur.

Bu boş umutları ve hayal kırıklıklarını da hep kendimden yola çıkarak yaşıyorum. Bir nevi boş empati.

Kendime diyorum ki: Birisi bana bu tür suçlamalarda bulunsa, hele hele çok hassas olunduğu genel kabul gören insanlık, emek, ahde vefa vb. konularda suçlasa, mutlaka bir şeyler yazardım. Bunlarda tık yok.

Hani, muhatap almamak gibi bir tavır da olamaz. Bir yandan yazının içeriği bunu imkansız kılarken, diğer yandan da eleştiren kişinin Ziya Tozan olması muhatap almama tavrını çok tehlikeli bir macera haline sokuyor. Demedi demeyin.

Rüştü’nün harika eleştirisinin muhatap alındığı, hemen dergiye konulmasından belli. Neyse, kendileri bilir. Demek ki, benim yazdıklarımda itiraz edilebilecek bile bir nokta yokmuş. Biliyordum zaten, emin olmasam yazmazdım.


Ben yine de insani ve devrimci görevimi yapıyor ve Birikim ya da İletişim’e ucundan kulbundan değmiş herkese sesleniyorum: “Anlatılan senin hikayendir” ve “susma, sustukça sıra sana ya çoktan gelmiştir ya da mutlaka gelecektir”.


“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...” 


“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”


26 Mart 2017 Pazar

Belki Affedebilirim, Ama Asla Unutmam (2)


Geçmişten Gelen Bir Yazı


Facebook’ta arada sırada yazışmakta olduğum eski ve çok sevdiğim bir arkadaşım bir gün bana sordu: “Birikim'in 102. sayısında Rüştü’nün bir yazısı vardı, hatırlıyor musun?
Tamam, bu yazı dizimin adı “Belki Affedebilirim Ama Asla Unutmam” olabilir. Ama bu kadar da unutmayız demedik.

Beni sevgili Rüştü provoke etti 


Düşündüm. O sayı tüm sayıları mutlaka alıp çoğunu okuduğum döneme denk geliyordu. Dergiyi almaya devam ediyorum, ama artık okumada çok seçiciyim. O yazıyı ise mutlaka okumuş olmalıydım.

Biraz daha yazıştık. Arkadaşım, Rüştü’nün yazısının derginin 100. Sayısı hakkında olduğunu hatırlattı. Eğer bulamazsam tarayıp bana göndereceğine  söz verdi.

Merak ve Şaşkınlık


Benim dergilerim evde değil, Ortaköy’deki ofisteler. O anda merakım sonsuz, ama o saatte de gidilmez. Aklıma geldi, Birikim’in dijital arşivi var. Hemen 102. Sayıyı buldum. Kapakta 100.sayı hakkında iki yazının başlığı var. Biri Ulus Baker’in, diğeri ise Rüştü’nün. Rüştü’nün yazısının başlığı “Birikemeyenler”, Baker’in yazısının başlığı ise “Birikim’in 100. Sayısına Birkaç Dipnot”.

Rüştü’nünki, yani “Birikemeyenler” dijital ortama aktarılmamış. Baker’in yazısı ise var. İlginç bir adamdı Baker. Açmışken onu okuyayım bari diye düşündüm. Okumaya başladım. Bir iki cümle sonra iş garipleşti. Tamam, başlık ve imza ona aitti, ama yazı kesinlikle başka birine, ancak eski Birikim çevresinden birine ait olabilirdi. Yazının içeriği Baker’i ilgilendiren, onun bilebileceği konulara ilişkin değildi, ama başka birine çok uyuyordu: Rüştü’ye.

Eski bir mesleki güdüyle paniğe kapıldım. Bu hata acaba sadece dijital ortamda mı yapılmıştı, yoksa basılı dergide de mi vardı? Messenger’e saldırdım, arkadaşıma sordum. Birkaç dakika sonra Rüştü’nün yazısı dergiden taranmış haliyle mailimdeydi. Doğru başlık, doğru yazar ve doğru içerikle. Çok rahatladım. Birikim çalışanlarından bu yazımı okuyan olursa lütfen durumu düzeltsinler. Dijital ortamda hem Ulus Baker’e hem de Rüştü’ye ayıp olmuş.

Rüştü’nün Yazısı: “Birikemeyenler”


Bu yazıdan alıntı yapma niyetinde değilim. Ama bir kısa paragraf var ki, kendimi ona ilişkin bir şeyler yazmak zorunda hissettiğim için, buraya almak zorundayım.

“Birikim’den tekrar ‘ben’e dönelim. Evet, ben yukarıda sözünü ettiğim birkaç kişiden biriyim. Ömer ve Murat abilerin bu bir avuç kişiye aşılamaya çalıştığı çok yönlülüğün içinde en önemli rollerden birini de yazarlık alıyordu. Herkesin çok okumasının yanı sıra iyi birer de yazar olmasını hayal ediyorlardı. Bu yazıdan anlaşılacağı gibi en azından benimle ilgili olarak hayallerine pek ulaştıkları söylenemez.”

Sevgili Rüştü'nün, yazısında anlattığı gibi, dergiyi üç saat kadar okuyup inceledikten sonra kaleme sarılıp yazdığı yazı buysa, bunca tevazu ayıp oluyor. Ya bir de özene bezene yazsaydı.

Eğer dergi editoryal kadrosundan birisi tarafından “redaksiyon ayağına sansür” gibi bir müdahale olmamışsa, ki ben o günler için böyle uygulamalara henüz başvurulmadığı inancındayım, Rüştü'nün yazısı gerek içerik, gerekse üslup bakımından şahane. Bir defa, konu bazı hukuki mülahazaları göz önünde bulundurmayı zorunlu kılıyor. Ona rağmen böylesi bir yazının bu kadar gramajında yazılmış olması hayranlık verici. Gramajında dediysem, hafif zannetmeyin. Ziya olarak ben, böyle bir yazının muhatabı olmayı katiyen istemezdim. Rüştü’nün yazısı,  birikimdergisi.com sayfasında birikim arşiv sekmesinden 102. Sayıda bulunabilir. Tabii eğer düzeltilmediyse Ulus Baker’in yazısının başlığı altında.

Benim Ek Bilgi Notlarım


Rüştü’den başka bir alıntı yapmayarak, çok beğendiğim yazısının insicamını bozmamaya özen gösteriyorum. Ama onun affına da sığınarak, yazısının bir bölümünde anlattığı bir olguya, bu yazımın gerektirdiği bir ek bilgiyi ufak bazı notlar olarak eklemek istiyorum.

1971 darbesinden birkaç yıl sonra, o dönemin az sayıdaki örgütlenmelerinin devamı ve onlardan kopan bazı “önderlerin” yönlendirmesiyle farklı bir dolu siyasi görüş ve bunları savunan irili ufaklı bir dolu sol örgüt ortaya çıktı. Belli bir arayış içinde olup, bu görüşlerde ya da örgütlerde istediğini bulamayan az sayıda genç, aradığını 1975 yılında yayına başlayan Birikim dergisinde buldu ve onu takip etmeye başladı.

Bu takibin sonucunda belki diğerlerindeki gibi fiziki bir beraberlik, bir örgüt oluşmadı, ama ülkenin farklı şehirlerinde, farklı üniversitelerinde Birikim’le tanışıp okuyanlar, içindeki fikirleri benimseyenler oldu.

Bazıları ortak noktalarda buluşabildiler, bazıları ise bulundukları ortamlarda bireysel çabalarıyla, dergiden anladıkları kadarıyla belli tavırlar sergilediler, önerilerde veya eleştirilerde bulundular.

Diğer siyasi hareketlerdeki gibi bir örgüt yapısı sergilemiyor olmaları, devletin olduğu kadar o diğer hareketlerin de kafasını karıştırdı.

Bu arada ilginç durumlar da yaşandı. Bir siyasi görüşün sempatizanı hatta militanı olduğu halde Birikim’i de okuyan bazı devrimcilerden şöyle ifadeler duyulabildi: “Ben, Birikim etkisi altında bir Devrimci-Yolcuyum”, “ben, Birikim etkisi altında bir Kurtuluşçuyum”, haydi bunlar bir derece, ne de olsa Cephe geleneğinden geliyorlar. Ben, “ben Birikim etkisi altında bir TİKKO’cuyum” ifadesini kulaklarımla duydum. Bu herhalde tepe noktasıydı.

Bu insanlar bulundukları yerlerde ister bir-iki, ister on-on beş kişi olsunlar, diğer siyasi gruplarca “Birikimci”, “Birikim tayfası” vb. olarak adlandırıldılar. (Bu “Birikim tayfası” kavramını yazının ileriki bölümlerinde birkaç kez daha hatırlatacağım). Ama diğer grupların aslında kastettikleri ve kendi aralarında “Birikimciler” için kullandıkları nitelemeler, “entel”, “entelektüel”, “revizyonist”, “pasifist” vb. idi.

Özellikle bu “pasifist” nitelemesinin altında ezilmemek ve bulundukları ortamlarda söz söyleyebilmek isteyen zavallı “Birikimciler”, hep ön saflarda olmaya gayret ettiler ve bazen de bunun bedelini çok ağır ödediler.

Peki, Neymiş Bu 100. Sayı?


100.sayı, 180 sayfalık kalın bir dergi. Bunun 5.-33. Sayfaları, “100 Sayının Birikimi” başlığını taşıyor ve 1989-1997 arasındaki sayıların “Geçen Ayın Birikimi” yazılarından bölümler içeriyor. Herhalde tümü Laçiner’in kaleminden.

Derginin 33.- 44. sayfalarında “Ömer Laçiner – Murat Belge Söyleşisi” ve 46. – 62. sayfalarında “Mutfaktan yazılar” bölümleri yer alıyor. “Mutfaktan yazılar”da Ahmet İnsel, Ömer Laçiner, Ümit Kıvanç ve Tanıl Bora’nın yazılarına yer verilmiş. Benim önem verdiğim yazılar bunlar.

Gerçekten çok renkli bir sayı

63.-180. Sayfaların bölüm başlığı ise “Birikim Üzerine Yazılar”. Bu sayfalardaki bazı yazıları ve yazarları da görmezden gelmek imkansız. Onlardan da kısa örnekler vereceğim. Çünkü bunların bazıları, Birikim’in sonraki serencamı üzerine bize önemli ipuçları verebilecek.

Baştaki “100 sayının birikimi” ve “Ömer Laçiner-Murat Belge söyleşisi” üzerine yazılacak pek bir şey yok. Bir karşılıklı paslaşma yazısı gibi. Al gülüm, ver gülüm. Belki ileride buraya da bir-iki gönderme yapmam gerekebilir. Şart da değil.

“Mutfaktan yazılar”a gelince. İlk yazının sahibi Ahmet İnsel’e bu yazının daha çok İletişim Yayınları’na ilişkin olan ikinci bölümünde yer vermeyi düşünüyorum. Onu sadece Birikim’le değil, İletişim’le de birlikte değerlendirmek gerekiyor. Herhalde böylesinin daha doğru olduğunu o da onaylayacaktır.

Ömer Laçiner de yoğun bir eleştirinin hedefi olacak. Onu da İletişim ile ilgili söyleşi kısmında ele almak daha hoş sonuçlar getirebilir. Öyle yapalım.

Tanıl Bora’nın yazısı bu bölümün bence en iyisi. Tanıl, “eski Birikim”e (bu onun ifadesi) pek girmeden “yeni Birikim”e (bu da onun ifadesi) ilişkin eleştirilerini (bazıları özeleştiri de sayılabilir) olabildiğince objektif ölçülerle sıralamış. Dolayısıyla da yazıda Rüştü’yü, beni ya da bizi aramak zaten gereksiz.

Sadece İslamcı yazar ve “aydınlar”a ilişkin sözlerine katılmadığımı söyleyebilirim. Aslında o gün de (başından beri) katılmıyordum. Ama bu konuyu şimdiki doğrulanmış ve benim açımdan kanıtlanmış koşullarda bir eleştiri konusu haline getirmek, sanki düşmüşe fazladan bir yumruk atmak gibi geliyor ve ben bunu yapmak istemiyorum.

Geldik mutfaktan son yazıya. Benim için hâlâ çok önemli ve sevdiğim arkadaşım Ümit Kıvanç’ın yazısına. Çok keyifle okuduğum bir yazı. Şaşırtıcı ölçüde açık ve net bir ifade, en önemli yönü de Birikim konusunun içinde kendi bireysel gelişim çizgisine ilişkin yorumları.

Sonraki Bölüm: “100.sayıda Birikim üzerine”


Kimler yazmış, kimler? Korkmayın, elli kişiyi tek tek sayacak değilim. İnternet’te birikimdergisi.com adresinde hepsi var. Dergi yönetimi, bir şükran belirtisi olarak tüm yazıları dijital ortama aktarmış. Çoğu isimler tanıdık. Az sayıda Kürt, böyle bir dergi sayısı için önemli sayıda (farklı görüşlerden) İslamcı, 12 Eylül 2010 referandumunda militan yetmez ama evetçi olacak çok sayıda solcu (sol liberal, liberal demokrat vb.), az sayıda da diğer sol gruplardan yazar var bu sayıda. 

İslamcı cenahta dikkat çeken iki husus var: Birincisi çoğunun Fethullahçı olması. Bu, Abant toplantılarına katılım vb. gelişmeleri açıklanabilir hale getiriyor. İkincisi ise çok feci: Ne liberallik, ne demokratlık, ne İslamperestlik, bunların hiçbiri o sayıda Mehmet Metiner gibi bir müptezelin yazısının varlığını açıklamaya yetmez. Çok ayıptır.

Birikim’in 100. Sayısı için bu kadar yeter. Daha turpun büyüğü heybede. Baştan bir uyarı. Yazının devamı biraz daha, da demeyelim, oldukça ağır ve saldırgan olacak. Çünkü konu ağırlıkla, solcu olduğumuzdan beri en kutsal saydığımız olguya, emeğe ilişkin. Tabii yan konu olarak ahde vefa, ahlâk vb. konular da var.

Sıra İletişim’de


Yazının bundan sonraki bölümleri, ağırlıklı olarak İletişim Yayınları üzerine olacak ve kaynağını iki ayrı yazıdan alacak. Birincisi iletişim.com.tr sitesinde yer alan “Neden ‘İletişim’ var?” başlıklı yazı. Yazının tarzından, Tanıl Bora’ya ait olduğu izlenimine kapıldım. Aslında kimin yazdığı önemli değil. Siteye  konduğuna göre genel bir kabul görmüş olmalı.

İkincisi ise, 17-18/07/2010 günlerinde Radikal’de yayınlanmış bir söyleşi. Yöneten Tuğrul Eryılmaz. Katılanlar ise Murat Belge, Ömer Laçiner ve Ahmet İnsel. 17/07 tarihli yazı Google’da “12 Eylül’e karşı entelektüel bir mecra” yazarak ya da radikal com.tr sitesinden bulunabiliyor. 18/07/2010 tarihli yazı ise “Orhan Pamuk editörlerle çalışmayı seviyor” başlığıyla arandığında bulunabiliyor.

Bu iki kaynaktan da, kısa olmalarına özen göstererek, alıntılar yapmak zorundayım. Aslında birincil tercihim, ilgilenen herkesin özellikle bu iki günlük röportajı okuması olurdu. Hem ben yaptığım eleştiriler konusunda daha rahat olurdum, hem de özellikle belirli bir siyaset etme tarzı üzerine eleştirilerim daha sağlam temellere oturmuş olurdu. Neyse okuyarak bana yardımcı olanlar sağolsun, okumayanlar da sütüme havale etsin.

Önce “Neden ‘İletişim’ var?” yazısı

Bu yazıda beni rahatsız eden bir iki konu var. Yazının ilk bölümünün ağırlıkla gazetecilik ve dergicilik faaliyetlerine ayrılmış olması, kronolojik bakımdan biraz kafa karıştırıyor.

Yayın faaliyetinin başlangıcı olarak gösterilen “İMBA Ekonomi Bülteni” İletişim Yayınları’nın değil, onun öncülü olan Perka AŞ’nin bir ürünüydü. İletişim Yayınları’nın ilk ürünü “Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi” idi. “Canım, ne önemi var” denirse, hassasiyetle üzerinde durduğum ve duracağım konunun emeğe saygı başlığı altında ansiklopedicilerin emeğine saygı alt başlığı olduğunu vurgulamak isterim. Ya da tam tersi.

Biraz tarih bilgisi:

Murat Belge’nin ifadesine göre Osman Kavala tarafından ortaya atılan “bir muhalif dergi yayınlayabilir miyiz?” (benim bildiğim kadarıyla bu soru “Cumhuriyet Gazetesini satın alabilir miyiz?” şeklindeydi) sorusunun akıbeti, Asaf Savaş Akat’ın (kendisi o sırada Cumhuriyet’in kraliçesi olan Emine Uşaklıgil ile evliydi) unutulmaz çabalarıyla bazı yazıları hazır olan “Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi”nin satın alınması oldu. Gazete bu satış sırasında elde ettiği gelirin yanı sıra taslak maddelerin eşliğinde Seyfettin Gürsel’i de İletişim’e (kelimenin tam anlamıyla) bonus olarak çaktı. Siz onu belki YAE açık oturumlarından hatırlarsınız.

Bazı çalışma koşulları


Konuyla doğrudan alakalı ve eleştirimizin de bir dayanağı olarak o dönemki çalışma koşullarından biraz daha bahsedelim. Perka AŞ olarak çalışılan Güncer Han ve Atay Apartmanı maceralarından sonra Binbirdirek Sarnıcı’nın üzerinde yeni yapılmış bir binaya taşındık. İki katta dört daireyi birden tutunca mal sahibi, hanın adının İletişim Han olmasını kabul etti. Havamız sonsuzdu. Ama masalar kocamandı, telefon telleri yerlerde sürünüyordu. Bilgisayar yoktu, daktilolarla çalışılıyordu.

Anlatmadan geçemeyeceğim bir şıklık daha var. Telefon santralının olmaması büyük sorundu, ama ona ayrılacak para daha büyük sorundu. Aramalar sonucunda Kavala depolarından birinde tarihi kadim bir telefon santrali

Santralde bu katlardan 20 tane vardı.

bulundu. Markasını bilemediğim için Google’da resmini bulamadım. Benzerini buldum. O santralin çoktan emekliye ayrılmış teknisyeni de bulundu. Santral kuruldu. Altı ya da sekiz kamyon aküsü ile besleniyordu ve bu aküler açıktaydı. Santralin yüzlerce dairesel katmanından oluşan mekanizması da açıktaydı. Yaklaşık iki buçuk metre yüksekliğinde ve elli santim çapında bir dev, bütün gün garip sesler çıkararak çalışıyordu. Hemen yanındaki bölmede de ansiklopediciler çalışmaya çalışıyordu. Kısa süre için istihdam edilebilen santral görevlileri kaçtıkça birimiz numara panelinin başına geçmek zorunda kalıyorduk.

“Neden ‘İletişim’ var?” yazısını yazan kardeş! Bu anlattığım dönemde Yeni Gündem dergisi henüz yok, belki fikri var, ama kendisi yok!

Radikal'deki söyleşiler

Tuğrul Eryılmaz’a Bir Eleştiri

Tuğrul Eryılmaz bir basın çalışanı olarak çok sevdiğim, hayranı olduğum ama daha önemlisi yaşamı nedeniyle çok saygı duyduğum bir insandır. Sebeplerinin çoğu bende saklı. Dürüsttür. Söyleyeceği bir şey varsa, çekinmeden söyler.

Kıdemli bir basın emekçisi olarak Radikal Gazetesi’nde böyle bir söyleşiyi yapmak, doğal olarak ona düşerdi. Bir diğer artısı, İletişim’de çalışmış olmasıdır. Yapıyı, insanları tanır. İlişkileri bilir.

Soldan: Tuğrul Eryılmaz, Ahmet İnsel, Murat Belge, Ömer Laçiner


Yazının birinci günkü kısmının başında Tuğrul’un üç-dört paragraflık bir girişi var. Bu girişte çok hoşuma giden bir cümlesi var: “Hemen şunu da söyleyeyim, İletişim deyince ben Yeni Gündem dahil dergileri, Birikim’i, kitapları, ansiklopedileri hep birlikte düşünüyorum. Yani isimlerin işleri ayrı olsa da çatı ortak.”

İşte bu adamı sevmemin, saymamın nedenlerine güzel bir örnek. Emeğe saygısı var, ansiklopedi, dergi sınıfsal ayrımlarına girmeden, herkesin emeğine eşit değer veriyor. Zaten bu yazı da, bunu yapmayı beceremeyenleri birazcık olsun utandırabilmek için yazılıyor.

Tuğrul, hayatımda tanıdığım en zeki adamlardan biridir. Yukardaki cümlesinin hemen ardından büyük bir hata yapıyor, ama muhtemel eleştirileri göğüslemek için bölümün son cümlesinde editörünü öne sürüyor: “Editörüm Cem Erciyes’in makasından bakalım ne kadarı kurtuldu!”

Gelelim hatasına:

Tuğrul, İletişim çalışanlarından bir dizi insanın ismini sıralamış. İşte büyük hata burada. Bu tür sıralamalarda, belirli insanların isimlerinden ziyade, belirsizce davranmak gerekir. Çünkü nasılsa herkesi sayamazsın. Alınanlar, gönül koyanlar olabilir. Bu durumlarda “Ahmet’ten Mehmet’e, Hümeyra’dan Sümeyra’ya kadar onlarca kişi” gibi yollar kullanmak daha doğrudur.

Tuğrul Eryılmaz, bir eksik, bir fazla toplam on yedi isim sıralamış. Ben İletişim’in ilk gününden itibaren, bazen hafta sonları da dahil sabahın köründen gece geç vakitlere kadar oradaydım. Tuğrul’a ayıp olacak ama, benim çalıştığım dönemde, sayılan isimlerin yarısından fazlasına İletişim Han’da hiç rastlamadım. Bazıları da ayda bir, altı ayda bir birer gün uğramışlardır. O kadar. Yanlış anlaşılmasın, hepsi arkadaşım, eski dostum, eski yoldaşım. Ama tarih affetmez, İletişim’in öncüleri, kuruluş kahrını çeken isimler başkaydı.

Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi 

Neden Önemliydi?


Gerek Murat Belge, gerekse de o dönemde Fransa’dan görebildikleri kadarıyla Ömer Laçiner ve Ahmet İnsel, Birikim’in 100. sayısında ve Radikal’deki söyleşilerde 1980 sonrasını oldukça güzel analiz etmişler.

Hasbelkader olayın içinde yer alabilmiş (o kadar da kolay olmadı, bu macera da pek yakında!) biri olarak, onların ihmal ettiği bir başka noktaya dikkat çekmek istiyorum.

Şimdi adamdan saymasalar da delice bir emekle çıktı


Bu ansiklopedinin asıl önemi neredeydi? Birinci faktör, zamanlaması. 12 Eylül 1980 Amerikancı-faşist askeri darbesinden sonraki kurak dönemde piyasaya çıkan bu tür yayınların ilkiydi. Darbe sonrasındaki hapis ve sürgün dönemlerinde farklı siyasal görüşlerdeki kişilerin, Birikim ile tanışmış, ilgilenmiş, etkilenmiş oldukları genel kabul gören bir olguydu. Kulaktan kulağa yayılan “Birikimciler bir şeyler hazırlıyorlarmış” söylentisi kısa sürede “haftalık dergi çıkartıyorlarmış”a dönüştü ve bir bekleyiş başladı.

Aslında durum farklıydı. Ansiklopedi, Birikimcilerin görüşlerini değil, her konuya ilişkin olarak o konunun en yetkin uzmanı sayılan kişilerin, akademisyenlerin görüşlerini bünyesinde topluyordu. Dolayısıyla yazıların hepsi telif yazılardı. Bahsettiğim beklentiyi az da olsa karşılayabilmek ve oluşabilecek tepki ve hayal kırıklıklarını engelleyebilmek için, kapsamlı resim altyazıları ve çerçeve yazılar fikrini ürettik.

Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, ufacık bir reklam tanıtım kampanyasıyla piyasaya çıktı ve o döneme kadar en çok satılmış ansiklopedi olan Meydan Larousse’un altında ikinci sıraya oturdu. (Rekortmen AnaBritanica daha sonra yayınlandı).

Demem o ki, yazılardaki ifade yanlış. “Şu, şu, şu dergileri çıkardık, o arada bir-iki de ansiklopedi çıkardık” gibi değil o iş. Yeni Gündem dergisi en yüksek tirajında Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi’ne yetişemedi.

O işin aslına ilişkin bir ipucunu Radikal’deki söyleşiden, Murat Belge’den bir alıntıyla vermek istiyorum.

Murat Belge: “Önce ansiklopediyle başladık, çünkü o aynı zamanda bir gelirdi.”

Cevabını Beklemediğim Sorular


Eloğlu gelir, sorar: “Neyin geliriydi, o gelir olmasaydı neyi gerçekleştiremeyecektiniz, sitenizdeki sıralamada ansiklopediye (haydi harcanan emeğiyle değil diyelim) bari geliriyle hak ettiği şerefi neden esirgediniz?”

Yazının ilerleyen bölümlerinde belki aklımda kaldığı kadarıyla o dönemdeki ansiklopedi, daha doğrusu İletişim kadrolarının dökümünü yapacağım. Soruyu şimdiden sormuş olayım: “Bu isimlerden hangisi, geceli gündüzlü çalışarak yetiştirdiği haftalık ansiklopedi yerine, on beş günlük Yeni Gündem’e yazı yazamazdı?” Daha önemli soru: “Hangisi bu yeteneğe sahip değildi?” Cevaplamanızın imkansız olduğu soru: “Bu ansiklopediciler ya da idari görevlerde yer alanlar bunu tercih mi ettiler, yoksa görev mi bildiler?”

Bu da ağır ve saldırgan final sorusu: “Bunu neden görmezden geldiniz?”

Bir ufak alıntı daha:

Tuğrul Eryılmaz: İlk ansiklopedi neydi?
Ahmet İnsel: Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi
T.E.: O hâlâ satışta mı?
A.İ.: Evet. Az satılıyor ama...

Ahmet İnsel’i 1980 öncesinden beri tanırım. Severim de. Akıllı bir adamdır. 2010 referandumundan sonra hatalı fanatik YAE savunuculuğunu ilk terk eden ve kendi meşrebince özeleştiri verenlerden biridir. Ama bu Radikal’deki söyleşide “az satılıyor ama...” ifadesinin yanına gayrı ihtiyari “salak” yazmışım. Ansiklopedi olgusunun çoktan tarih olduğu bir dönemde otuz beş yıl önce yayınlanmış bir ansiklopedinin az satılıyor olarak anılması hakkında başka ne denebilirdi? Aynen “neden İletişim var?” yazısındaki gibi, ansiklopedilerin gazete, dergi, kitap gibi ulvi işlerin yanında küçük görülmesi herhalde.

Şimdi üçüncü ve dilerim sonuncu bölüme geldik. Burada ağırlıklı olarak 18/02/2010 tarihli Radikal’deki söyleşiye yönelik eleştiriler olacak, ama yeri geldikçe bir önceki gündeki söyleşiye ya da belki “Neden ‘İletişim’ Var?” yazısına da atıflar yapacağım.

Suçlu Editör mü, Tuğrul Eryılmaz mı?


Söyleşinin girişinde Ahmet İnsel’e ait olduğu görülen üç cümlelik bir spot var. Aynı fikir, yazının içinde yine Ahmet İnsel tarafından, konuşma tarzına uygun olarak, bazı farklı kelimelerle, doğal olarak da farklı bir anlama gelecek şekilde ifade ediliyor.

Spottaki ifadeyi esas alırsak, cevabı farklı olur. Söyleşinin içindeki ifadeyi esas alırsak, cevabı daha farklı olur. Ben yazının içindekini esas alacağım. Ama buradan Tuğrul’a da bir uyarıda bulunmuş olayım. Spot çıkarmak, editöre bırakılamayacak kadar önemli bir iştir.

Kaderin Garip Cilvesi: Ya Mustafa Kemal Olmasaydı


Söyleşiye katılan üçlünün ortak siyasi çizgisi nedir diye soracak olursanız, cevapları zaten bu söyleşinin içinde bulabilirsiniz, Kendi ifadelerine göre solcudurlar, sosyalisttirler. Bir ortak özellikleri daha vardır: Anti-Kemalisttirler.

Bir deney yapıp, her birinden solu ya da sosyalizmi beşer cümlede ifade etmelerini isteseniz, konuşmaları normal jest ve mimiklerle, normal bir ses seviyesinde olacaktır. Ama Kemalizm’i beş cümleyle ifade etmelerini isteyecek olursanız, üst düzeyde bir hareketlilik ve yüksek bir ses seviyesiyle karşılaşabilirsiniz. Bu hayal değil. Beni bu sonuçlara ulaştıran bir dolu tecrübem oldu.

Tuğrul Eryılmaz’ın ilk sorusunun cevabından, İletişim’de (Birikim Yayınları’nda da öyleydi) en çok satılan kitabın, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Yaban”ı olduğu anlaşılıyor. En çok satılan ikinci kitap da aynı yazarın “Kiralık Konak” adlı eseri.

Yakup Kadri


Kaderin garip cilvesi. Ortak zemini eskiden söylendiği gibi Marksist-Leninist bir çizgi olması gerekiyor gibi gözüken Birikim-İletişim, onlar için daha güçlü ortak bir zeminde, Anti-Kemalizm’de buluşan insanların yönetiminde. Ama (cilve burada) en çok satan kitapları, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yakın çalışma arkadaşı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularından biri olan Yakup Kadri’ye ait. (Canım, adamcağız Murat Belge’nin halasının kocası, yani eniştesi).

Marx ön plandaymış.
Ne hoş değil mi?

Marksizm-Leninizmle bir mesafenin varlığına da zaten söyleşide rastlamak mümkün. Bir önceki bölümde vurguladığım hatalı editoryal müdahale bu vereceğim örnekte de geçerli. Spot farklı, yazının kendisi farklı. Ahmet İnsel, son derece şeker, naif bir ifadeyle şöyle diyor (spotta değil, söyleşinin içinde): “Bizim için ön planda 20 tane düşünür varsa, bunların arasında Marx en ön planda gelir”. Ne sempatik değil mi?

Aslında istediğim, yazıların aslını bulup okumanız. Çünkü ne yazarsam yazayım, eksik kalacağını biliyorum. Bunu telafi edebilmek için en azından bazı alıntıların yapılması da zorunlu.

Bir örnek:
                   
Tuğrul Eryılmaz: “Sizin siyasi olarak bir şekilde bir öneminiz ve duruşunuz var Türkiye’de. Bu nasıl etkiliyor yayınevinizi?”

Ahmet İnsel: “......Çünkü bir kesim insan biliyoruz ki, özellikle İletişim Yayınları’nda bu son 5-6 yıldan beri yaşanan bir yarılma var. Solda bir yarılma var. Laikçi, ulusalcı bir mecraya giden bir sol var......”(tamamını almıyorum).


Laçiner, sola çok kızgın, öfkeli

Ömer Laçiner: “Fakat belli bir sol çevrede, ulusalcı dediğimiz sollar veya doğrudan doğruya ulusalcı, milliyetçi, ırkçı olanlar yani... Bizim zaten bu şekilde bir duvarımız var. Kendisini bu ulusalcılıkla tanımlayan sollar  ve kendilerine sosyalist diyenlerle aramızdaki mesafe hakikaten kıvrılıyor. Bayağı kopmaya döndü yani bu iş. Türkiye’de liberal, dinci, muhafazakar dünyada ciddi bir saygınlığımız var. Onlar bizim sosyalist olduğumuzu bilerek bize saygı gösterirler.”

Bu iki paragraf ve yazının geri kalanı aslında çok kapsamlı başka bir yazıyı gerektiriyor. Buraya almamın nedeni ise henüz 2010 yılının başlarında zihniyet olarak nerelere gelmiş olduklarını gösterebilmek.

Ahmet, o dönemde hâlâ tam olmuş değil. Yine naif, biraz ürkek. Söylemesi gerekenden çekiniyor, cümleyi bile düzgün kuramıyor.

Adamcağız ne bilsin?

Laçiner ise bendini çiğneyip aşmış. Kim o ulusalcı, milliyetçi, ırkçı sollar? Bunlar çok kalabalıksa geriye solcu kalmayacak (Birikim’den başka). Aslında biraz da mazur görüyorum. Gözünü öyle bir solcu kanı bürümüş ki, Balçiçek İlter’in programında Fethullah Gülen’in yayınlattığı çakma Türk Solu dergisini gerçekten solcu zannediyor ve eleştirilerini onun üzerinden genelliyordu.

Bu sadece ona özgü bir tavır da değil. Ümit Kıvanç da Riya Tabirleri adlı bloğunda 7 Temmuz 2014 tarihli “Ekmel Bey’in elinde Türksolu” adlı yazısında dergiyi gerçekten sol olarak görüyor ve oldukça ağır ifadeler kullanıyordu.

Abant'ta Ali Bulaç'tan bir sevgi nişanesi

Laçiner’in söyledikleri içinde bir de onlara saygı gösteren çevrelerden, yani liberal, dinci, muhafazakâr çevrelerden çok etkilendim. Bazı resimleri örnek olarak kullanacağım mecburen.

F.Gülen'in Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın İftar Daveti

Bir saygı nişanesi 


Zurnanın Zırt Dediği, Dananın da Kuyruğunun Koptuğu Konu: “Birikim Tayfası”


Buraya kadarki 3650 kelime, aslında bu noktaya gelebilmek, ama yolda da bazı önemli konulara dikkat çekebilmek için yazıldı. Önce mecburi alıntılar:

Tuğrul Eryılmaz’ın hain sorusu: “Gelelim Birikim tayfalarına. Birikim dergisi siyasi bir odak mı gerçekten?”

Cevap Ahmet İnsel’den: “Bizim böyle bir şeyimiz olmadı.”

Eh, yeri geldi. Bu da benden: “Neyiniz olmadı? Korkma gözüm, adam uyanık, örgüt demiyor, odak diyor, hem sen hep Fransa’daydın, burada bir odak olup olmadığını nereden bileceksin? Bırak, öyle atlama, işin daha içindekiler konuşsun”.

Tuğrul Eryılmaz provokasyonu sürdürüyor: “Ama böyle bir şey var. ‘Bunları Birikimciler sardı bizim başımıza’ çok duymuşumdur ben. Al sana sivil toplum, al sana belli dinlere yakın yazarlar...”

Şimdi karşınızda bomba gibi patlayan bir Ömer Laçiner: “Bunları İletişim üzerinden zaten konuşmayalım. Eğer çok enteresan bir konuysa ayrıca konuşalım. Yani çünkü bizim hepimizin işleri var. Böyle konuların dedikodularının döndüğü dünyada çok fazla bulunamadık.”

Tuğrul’un provokasyonu devam ediyor: ''Bunlar dedikodu değil ama...''

Ömer Laçiner’den ikinci salvo: “Bu Birikim tayfası dediğiniz şeyin nasıl bir şey olduğuna dair konuşmalar duyuyorum bazen ve şaşırıyorum. Neredeyse biz bir kastız, bir Mason locasıyız gibi. Fakat bu tarifler dışarıda birileri tarafından yapılıyor. Yoksa bizimle fiili ilişkiye giren, şu veya bu şekilde bizimle paylaşıma giren insanlar, buranın aslında ne kadar yumuşak bir yer olduğunu biliyor. Yani Birikim tayfası var, onlar kapılarını kapatıyorlar filan. Bu çok yanlış.”

Hemen ardından yumuşatıcı olarak Ahmet İnsel devreye giriyor: “Dışarıdan böyle algılandığına göre demek ki böyle bir olgu var. Dev-Yolcular cemaat kuralları adına böyle davranabilirler. Bizim ilkelerimiz vardır. Anlatabiliyor muyum? Bizim birtakım prensiplerimiz vardır.”

Uzun bir alıntı yapmak zorundayım.

T.E.: Öncelikle ‘biz cemaat değiliz’ diyorsun...

M.B.: Biz böyle üç kişiyiz, birçok konuda çok farklı şeyler düşünebiliyoruz. Yani o tip şeylerde bu mümkün değildir.

Ö.L.: Bir yerde oturup da Birikimciler diye karar alınmaz yani. Yani evet oturur çoğu zaman birbirimizle aynı şeyi konuşuruz. Çünkü değerler ortaktır. Ama benim baktığım yer, benim ilgilendiğim konulara onlar farklı bakar, farklı şeyler söylerler.

T.E.: İletişim’in ortak değerlerini nasıl anlatırız okurlarımıza? Nedir bu farklı düşünen üç adamı bir araya getiren?

A.İ.: Bir kere İletişim Yayınları bir yayınevi. Siyasi teşkilat değil. Dolayısıyla yayınevi olarak değerleri var. Bu esasen kitaba, fikre, yazara, okura değer vermektir.

T.E.: İletişim’in ve Birikim’in yani bir siyasal ağırlığı var.

A.İ.: Tabii hepimiz solcuyuz. Sosyalist gelenekte yer alan insanların bulunduğu bir yayıneviyiz. Demokrasiye, eşitliğe inanan, insanların sömürülmesine şiddetle karşı çıkan insanlar var burada.

Şu Tuğrul Eryılmaz’ın yaptığına bak şimdi. Bulmuş tecrübesiz akademisyeni, bir soruda reddettiğini bir sonraki soruda kabul ettiriyor.

Aslında her defasında yazının burasına geldiğimde farklı, hatta zıt duygular içinde oluyorum. Bir defasında kahkahalar tutuyor, bir başka defasında gözyaşlarıma engel olamıyorum. Her defasında yeni baştan okumam gerekiyor.

Neymiş? Yayınevinin de oradaki insanların da değerleri varmış. Orada bir şeylere inanan, bir şeylere de karşı çıkan insanlar varmış.

Peki, bu satırların yazarı, “Birikim’de ve İletişim’de, aralarında kendisi de olmak üzere, bazı insanların emeğine saygı gösterilmedi, onlara karşı değil sosyalistçe, kapitalistçe bile davranılmadı derken, hayal mi görüyor, yalan mı söylüyor?

Ahmet İnsel İçin Bir Ara Not


Ahmet’e nedense aslında hak ettiği kadar sert davranamıyorum. Ayrıca hakkını da yemeyelim, kendini diğerleri kadar erişilmez görmüyor. Akıllı ve tedbirli. Her ihtimali düşünüyor, tartıyor. “Ya bir gün bir Ziya veya bir başkası buradakilere ve konuştuklarına kızarsa, nasıl başa çıkarız” diyor ve elinden geldiğince Yumoşluk yapıyor. Ben ona iltimas geçeceğim ve şu kadarla yetineceğim:

Ahmet Kardeşim (sözgelimi), bu seri röportajdaki İletişim’in kuruluş dönemi ve Birikim tayfası konularında konuşmamak senin için daha yararlıdır. Bir defa neler yaşandığını görmedin, bilmiyorsun. İnsanları tanımıyorsun, çalışırken ya da eylemdeyken görmedin. Belki burada yaşananlar Fransa’dan (hem de Paris’ten) çok farklı görünüyordu. Bak, biz senin orada neler yaptığın hakkında ahkâm kesiyor muyuz?

Yukarıda senin için akıllı ve tedbirli dedim ya, bu akıl ve

Önce o yazmıştı

tedbir seni bu ülke koşullarında ancak “yetmez, ama evet”e ya da Mine Kırıkkanat’ın “Hiç Kimse” kitabını görmezden gelmeye kadar getirebildi. Bunu da aklından çıkartma.

Laçiner’in Sırasında Zorunlu Bir Ara


Herhalde anlaşılmıştır, benim Ahmet İnsel ile öyle çok süreli, yakın bir ilişkim olmadı. Ama Ömer Laçiner’de durum çok farklı. Birikim dergisinin 2. (yazıyla ikinci) sayısından bu yana tanışıyoruz, başta benim evim olmak üzere farklı evlerde uzun süreler birlikte kaldık, vakit geçirdik. Karmaşık yazılarını ben daktilo ettim. (Aaa, Birikim’de de çalışmışım, bunu yazana kadar farkında değildim.)

Yakınındakilerden çoğu, onun tavla oynarken kötü bir zar attığında kağıda küfrettiğini, pişti oynarken de eline kötü bir kağıt geldiğinde zarlara küfrettiğini bilmez. Hem de ne küfür. Ben bilirim.

12 Eylül 1980 darbesinden yirmi üç gün önce evlendim. Nikah şahitlerimizden biri, Ömer Laçiner’di. 1982’de kızım, 1989’da oğlum doğdu. Sülalede kesinlikle hoş görülmemesine rağmen oğluma babamın adı yerine Ömer adını verdim. (İleride anlatırım, başka bir yazıda.) Bir iki hafta sonra eve gelen bir telefonda titrek bir ses, çok duygulandığını anlatmaya çalışıyordu. Tanıdınız siz onu, Paris’ten Ömer Laçiner.

Sanırım, Ömer ile yakınlığımızın derecesini, onu ne kadar yakından tanıyor olabileceğimi yeterince anlatabilmişimdir. Şimdi yazının aslına dönelim.

Kim Bu Ömer Laçiner? Şimdikini Soruyorum


Yukarıda Laçiner’in iki salvosunu yazdım. Önce birincisine birkaç söz: Üslup bir facia. İnsanın aklına “Evet”i savunmakta güçlük çeken AKP’lilerin (Tayyip demeye gene içim elvermedi, ama Burhan Kuzu gibi) bağırıp çağırmalarını getiriyor.

Bu salvoda asıl takıldığım cümle, hepsinin işlerinin olmasına ilişkin. Şimdi Ömer Ağam, Tuğrul ısrarlı bir şekilde, kendisinin de bizzat duymuş olduğu bir konuda soru soruyor. O konuya girmek istemiyorsan, yapman gereken şu. Tek cümle: “O ayrı bir konu, burada konuşmayalım”. O kadar. Ama sen önceki cümlende “...enteresan bir konuysa...” diyerek zaten konuyla ilgili ön aşağılamanı yapmış oluyorsun. Konunun muhatapları da böcek gibi eziliyorlar.

Ayrıca uyarmak isterim. Bana göre konu çok enteresan. Hayati bile denebilir.

Herhalde ikinci günden bir enstantane, mekan farklı


Sonraki cümleler daha feci. Böyle konuların dedikodularının döndüğü bir dünya varmış. Bunlar dedikodu konularıymış ancak. Onlar da bu dünyada fazla bulunamazlarmış. Neden? Dön bir önceki cümleye. İşleri varmış.

Bu kadar yoğun işlerinin arasında Cezayir Lokantası’nda kuru fasulye yerken, şarap içerken ve bu lafları söylerken yanında olabilseydim, yapabileceğim iki hareket olabilirdi. Birincisi, yanağından sıkı bir makas alırken ağzımla kuvvetli öpücük sesi çıkarmak. İkincisi ise bu öpme işini Woody Woodpecker tarzında yapmak. Ne bileyim, içimden öyle geldi.

Tuğrul Eryılmaz, Adamın Dibisin


T.E.: Bunlar dedikodu değil ama...

Duayen gazeteciyi kandırmak zor. Olmuyor da tabii. Israr ediyor. Şimdi ne yapılacak? Tuğrul gazetecilerin duayeniyse, Ömer Laçiner de başka birilerinin duayeni. Pabuç mu bırakacak? Dikkatlice izleyin.

Ustaca iki cümleyle, Birikim tayfası kavramı yalnızca o üç kişiyi, adı geçmese de belki biraz da Tanıl Bora’yı kapsar hale getiriliyor. Bu tariflerin suçu dışarıda birilerine atılıyor. Oysa orası aslında yumuşak bir yermiş (ne demek bu?).

Söyleşinin hiç bir noktasında kapılarını kapatan bir Birikim tayfasından söz edilmiyor. Bu varmış gibi ifade edip, sonra da bunun çok yanlış olduğunu söylemek de çok hoş.

Neyse, bu laflara (yavelere mi deseydik) itirazı olan, olabilecek olan, hak sahibi olan, hakkı yenmiş olduğuna inandığım kişilerle ilgili sözlerimi sona bırakıyorum. Önce burada yeniden devreye girdiği için şu Ahmet İnsel ile nihai olarak ilgilenmek gerekiyor.

Yine o naif doğruluğuyla, Ömer Laçiner’in dediklerini yumuşatmaya çalışmış. Cevabını ben tam anlamadım. Demek ki böyle bir olgu varmış. Dev-Yolcular nereden çıkmış? Onlar cemaat miymiş? Kuralları mı varmış? Birikim tayfası Dev-Yolcu muymuş?

Asıl vurucu nokta: Onların ilkeleri varmış. (Kendilerinin yani). Ahmet anlatabiliyor muymuş? Onların birtakım prensipleri varmış?

Mesaj Nazlı'dan, komşu Ufuk Uras, mekan Abant,
Ahmet'im, prensiplerini, ilkelerini severim senin.


Benden sadece bir yaş küçük, ama hayatının önemli kısmını Paris’te geçirmiş olması onu hayat tecrübesi bakımından sanki biraz zayıf kılıyor. Bu nedenle biraz tavsiye verme ihtiyacındayım:

Bak Ahmet Kardeşim. Bir daha biri sana gelip, Birikim ya da İletişim üzerine bir şeyler sorarsa, alman gereken tavır şudur: “Valla, ben ikisine de sonradan geldim, başlangıçlarını, eski durumlarını bilmem. Ben geldikten sonraki dönem için konuşabilirim ancak.”

Tamam mı canım?


Tabii bir de şu var: Böyle bir konuşmada “bizim şuyumuz var, bizim buyumuz var” demek, örtülü olarak “diğerlerinin şuyu yok, buyu da yok” anlamını taşır ki, hoş değildir, karşı tarafı kızdırır.

Adamın biri, mesela Ziya Bayman (aslında Ziya Tozan ismi bazı çevrelerde hâlâ daha etkili oluyor) gelip de, “yahu senin ilkelerin, prensiplerin varmış. Bizim yok mu, ne diyorsun kardeşim sen?” derse, ne cevap vereceksin, değil mi? Böyle yapma! Kendini zora sokma!

Sanırım Ahmet İnsel ile işimizi bitirdik. Şimdi ağabeyine gelelim.

Yeni Birikim’in Yeni Ömer Laçiner’i

Bir meseleye baştan açıklık getirelim. Bu söyleşideki kişi, benim tanıdığım Ömer Laçiner değil. Ne öyle atarlanmalar, içerik kaydırmalar, haydi söyleyeyim, o demagojiler?

Bir şeyleri savunabilmek ya da iddia edebilmek için bu çarelere mi baş vuruluyor artık? Bir zamanlar herkesin Dimitrov’dan öğrenip ezberlediği faşizme yepyeni bir içerik kazandırırken, hem de bunu eski Birikim’in henüz dördüncü, beşinci sayılarında yaparken bu yollara başvurmak sanırım aklına bile gelmemişti.

Bir örnek daha:

O dönemde Lenin’in sosyalist harekette neredeyse herkes tarafından okunan ve konuşmalarda ya da yazılarda neredeyse temel alıntı kaynağı olarak kullanılan “Ne Yapmalı?”

¨Ne yapmalı üzerine düşünceler¨ 

Yıkmıştı ortalığı

Yine eski Birikim’in 14. ve 15. sayılarında yer alan “Ne Yapmalı üzerine düşünceler 1 ve 2” yazıları, bu yazının baş tarafında bahsettiğim “Birikim etkisi altında şucuyum, bucuyum” sayısını inanılmaz artırmış, zavallıların büyük kısmı “yahu, benim okuduğum kitap bu değil miydi” noktasına gelmişti. Karşı çıkanlar dahi kimse, o kadar hassas bir yazının içinde en ufak bir anlam kaydırmaca, demagoji olduğundan söz etmedi.

Son bir örnek:

Bence eski Birikim tarihinin yalana, demagojiye, çarpıtmaya en açık konulu yazısı:

Sayı 22 ve 23: “1971 Öncesi Dönem ve THKP-C Hareketinin Eleştirel Analizi 1 ve 2.”

Tabii bu yazıya karşı yazılar, eleştiriler geldi, ama bir sürü mirasçı edinmiş olan THKP-C’nin farklı ardıllarından demagoji, yalan, kaydırma, çarpıtma gibi bir eleştiri gelemedi.

Ara sorusu: Böylesine önemli, ray değiştirme yeteneğine sahip yazılarda başvurulmamış yollara, böylesi bir söyleşide neden sapılıyor? Kendimize artık o kadar az mı güveniyoruz? Dergiyi satın alanlar, artık içinde ray değiştirecek yazılar bulamıyorlar mı? Çıktığının ikinci günü elinde dergiyle yayınevine gelip heyecanla bir şeyler soran kimse kalmadı mı? Bu sorular uzar gider. Ama bence şimdilik bu kadar yeter.

Peki, Benim Durumum Ne? Bunları Neden Yazıyorum?


Bizim liseden, her şeye karşı tavır alıyormuş gibi yapıp suni çatışmalar üretmeye meraklı bir arkadaşım (?), herhalde benim yazılarımdan sıkılmış olacak, Facebook üzerinden bir soru sordu: “Ziya, senin bu adamlara gıcığın çok belli (YAE’cilerden, Birikim’den bahsediyor), ne oldu, seni İletişim’den mi attılar, yoksa kendi aralarından mı uzaklaştırdılar, ne yaptılar?”

Adam zeki, soru da zekice. Aslında kendisi de iflahsız bir YAE’ciydi, ama derdini doğrudan söyleyemiyor, eğer varsa yarayı biraz deşebilmek için zarf atıyordu.

Onun amacı hayırlı değildi, ama benim işime yaradı. Oturup düşündüm, yatıp düşündüm, kalkıp düşündüm. Çok düşündüm. Adam iki ihtimal sallamış, ikisini de şu ya da bu ölçüde tutturmuş. Evet, beni İletişim’den attılar, daha doğrusu tayin gibi uzaklaştırdılar. Eh, çevrelerinden de uzaklaştırdılar denebilir. Nasıl mı? Ayrı ayrı anlatırım. Birazı burada, birazı başka bir yazıda. Lütfen bize ne bunlardan demeyin. Ana konuyla çok bağlantılı. Neydi ana konumuz? Emeğe saygı, ahde vefa, Birikim ve İletişim.

Biraz Ziya'yı anlatayım

(ne de olsa blog benim, kendimi anlatırım arkadaş)


Biraz Ziya’yı anlatmam lazım. İletişim’deki çalışma hayatım boyunca içinde başka işyerlerinin de olduğu İletişim Han’ın sokak kapısını sabah kendi anahtarımla ben açtım. Odabaşının çay ocağına girip çayı koydum, altını yaktım. Neymiş, demek ki her gün herkesten önce işe gelmişim.

Peki, nasıl çalışmışım? Daha önceki işyerim olan Ansiklopedik Yayıncılık’ta görev arkadaşım işe gelmediğinde, onun  da günlük kotasını dolduracak hız ve yoğunlukta çalışmışım. Zaten bu nedenle oranın ortağı ve aynı zamanda İletişim’in müessese müdürü olan Bülent Özükan beni İletişim’de işe almış. Halen sapasağlam hayatta. Boyut Yayın Grubu’nun sahibi. İsteyen beni ondan sorabilir.

Hikayesi çok uzundur


İletişim’de de hafta sonu, akşam, gece demeden çalışmışım. (Her iki ansiklopedi de haftalık çıkıyordu.) Yapılan ansiklopediler ortada. Yıllık iznimde yazın Bodrum’dan Liderler Ansiklopedisi’ne madde yazıp göndermişim. Hangileri mi? Mesela o dönemde pek kimsenin yazmaya cesaret edemeyeceği Atatürk maddesi. (Hitler'i de ben yazdım). Hem de nasıl? Dönemin en ileri teknolojisiyle, elektrikli daktiloda şeride yazıp, birkaç günde bir şoförü kafalayıp Varan otobüsüyle İstanbul’a (o zaman kargo şirketleri de yok) gönderdim.

Bu arada Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi’nin güncelleme eki olan Yüzyıl Biterken adlı beş ciltlik ansiklopedide ve daha sonra aynı konsepte uygun olarak hazırlanacak olan altı ciltlik Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi’nde kendime yer bulamamışım. Halbuki kendimi o ansiklopedi konseptinde en tecrübelilerden biri olarak görüyordüm. Olmadı.

Neleri düşündüm o kadar çok?


Herif söylemiş, “tecrit edilmişsin sen yavrum, kuyruk acın var, O yüzden hep bu konularda yazıyorsun, bu adamlara sataşıyorsun” demiş. Bunu söylenmemiş kabul edemeyiz. Bir şeyler demek lazım.

Acaba sorduklarında ya da ithamlarında doğruluk payı var mıydı? Bu düşünme, kendimle hesaplaşma süreci beni çok yordu. Genelde böyle durumlarda sonuçta kimse kendisini suçlu bulma eğiliminde değildir ya, buna karşı ben farklı bir yöntem kullanmaya karar verdim.

Aslında bu benim çok uzun yıllardır arada sırada başvurduğum bir yöntem. Biraz tasavvufi denebilir. Akşamları yattığımda kendimle o günün bir muhasebesini yapmak. Tabii hareketli, olaylı günlerde, her akşam değil. “Bugün kimseye karşı hatalı davrandım mı, hakkını yedim mi, şu kişi ya da kişilere söylediklerimde haksız mıydım vb. sorular sorup doğru cevapları aramak. Biliyorum, bu da her türlü sübjektif değerlendirmeye açık, ama daha iyi bir yöntem bilen söylesin.

Bir uyarı: Tabii ki, böyle bir iç hesaplaşma ihtiyacı duymayan, ¨ben zaten ne yaparsam doğru yaparım, kimsenin hakkını filan yemem¨ iddiasında olan çok insan vardır. Hatta çoğunluk onlardadır. 

Bu yazı zaten o tip insanlara bazı hatalarını gösterebilmek amacıyla yazılıyor. Çok somut bir örnek: Bugün gelinen durumda adama 2010 referandumunda neden YAE dediğini soruyorsun. Cevap çok basit: ¨O koşullarda doğru tavır oydu¨. ¨Neydi o koşullar peki?¨  Cevap yok.

Benimle ilgili olarak üşenmeyip bu konudaki anılarını hatırlamaya çalışacak tüm eski dostlarım, arkadaşlarım ve tanıdıklarım için bir konkur başlatıyorum. Benim değerlendirmelerim çok sübjektif olabilir. Doğruyu göremiyor olabilirim.

Ama belki birisi çıkar, “sen bana şunu yaptın, şu kazığı attın, sen şu yalanı söyledin” diyebilir. “Şuradan kaçtın” diyen de olabilir, ne bileyim.

Bu blogda yazının sonunda yorum yazılabilecek ve herkesin okuyabileceği bir yer var. İsteyen de adresime mail atabilir: zbayman@gmx.net.

Peki, neden atılmışım? Aslında tam atılma da değil. Olay aslında sadece benimle ilgili değildi. Bir müddettir içeride sürmekte olan bir tartışmanın, bir çekişmenin, hatta bir iktidar mücadelesinin, Murat Belge’nin bir taraftan yana tavır almasıyla sonuçlanmasıydı. O günlerde Murat'a ait unutulamaz vecize şuydu:¨Bu proje benim adımla kaimdir¨. Benim gibi birileri daha aynı dönemde İletişim’den uzaklaştırıldı. Doğru deyimiyle tasfiye edildi.

Murat Belge Fenomeni


Farkındaysanız, yazıda Murat Belge’ye pek yer ayırmadım. Neden mi? Ver arabeski:  “Biz onu çok sevdik, ama o bizi hiç sevmedi”.

Biz onu çok sevdik, ama o bizi hiç sevmedi


Bence, onun kafasında başından beri böyle tayfalar, teşkilatlar, siyasetler arası mücadeleler yoktu. Kafasına uygun, sorun çıkartmayacak birkaç kişiyle bir dergi yayınlamak, orada belli çevrelerin saygınlığını kazanmak gibi şeyler daha ön plandaydı.

Neredeyse hayatı boyunca iki şahsa ve onların temsil ettiğine inandığı anlayışa karşı oldu: Birincisi, Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Kemalizm, ikincisi Machiavelli ve Makyavelizm. Bir Anti-Kemalist olarak Atatürk’ün yapmış olduğu olumsuz olarak nitelenebilecek her olay ve ilgili herkesi bilir. Örnek: İzmir Suikasti yargılamaları. Ama bugün faşist partinin (MHP) ikinci ya da üçüncü adamının adını bilmez.

Atatürk’ün olumlu eylemlerini de bilmez ya da adamdan saymaz. Örnek: “Kadınlara İsviçre’den önce seçme seçilme hakkı verildi” dersin, “Yeni Zelanda’da daha önce verildi” filan der. Ya da, “kadınlar mücadele ederek almadı ki, Bonapartist onlara verdi” der.

Bu Anti-Kemalizm o kadar önemli değil. Hastalık, öbür saplantıda. Çok iltimas geçtiği ve kendine yakın hissettiği çok az sayıda kişiyi sever (?). Onların dışındakileri küçük makyavelcikler (ya da potansiyel küçük makyavelcikler) olarak görür. Yanaşmaz, uzak durur. Öyle ki, hemen dibinde duruyor olsan da bir makyavelcik olarak kendini çok uzakta hissedersin.

Belge’ye ilişkin bir, iki anekdot:

İletişim’de çalışırken Müessese Müdürü Bülent Özükan ile birkaç kişi arasında bir tartışma yaşandı. Konu Murat Belge’ye aktarıldı. Kararı: Benim Müessese Müdürüm haklıdır”. Yeni Gündem yayın yönetmeni rahmetli Turhan Ilgaz’dan bahsederken, benim yayın yönetmenim” dediğini de kendi kulaklarımla duymuşluğum var. O sırada on senedir tanıyor olduğum Belge’nin bu tarz ifadeleri bana çok garip gelmişti, yıllar sonra başka birinden daha işittim bu tavrı: Benim valim, benim bakanım, benim Genel Kurmay Başkanım vb. şeklinde.

Bir şey yazamıyorum. En iyisi: YAZISIZ


Kaderin garip cilvesi, farklı zamanlarda (benzer değil) aynı tavrı paylaşan iki kişi yıllar sonra bir mekanda karşı karşıya geldiler. Beşiktaş’taki Başbakanlık Ofisi’nin toplantı salonunda. Başbakan’ın (RTE) âkil adamlarla ilk toplantısında. Başbakan, masanın çevresini dolaşarak tek tek ellerini sıkıyordu. Belge’ye sıra geldiğinde ayağa kalkma konusunda ufak bir tereddüt yaşadı. Başbakan’ın ifadesi tüm TV haberlerinde gayet net duyuldu: “Kalk, kalk, sen de kalk, herkes kalktı, sen de kalk”.

Aklıma gayrı ihtiyari şu geldi: Birisi senin müessese müdürün oluyorsa, senin yayın yönetmenin oluyorsa, sen de başka birisinin fırça atabileceği âkil adamı olabiliyorsun, demek ki.

Murat Belge de buraya kadar.

Peki Ben Bu Tasfiye ve Tecrite Üzüldüm mü?


Tabii ki üzüldüm. Dile kolay, insanın ömründen, belki en hızlı ve verimli döneminden on yıl. Birisi çevresinde gördüğü izlenimine kapıldığı makyavelciklerden kurtulsun diye hiçe sayılan bir on yıl.

İletişim’den tasfiye meselesini anlamak daha kolaydı da tecrit meselesine akıl erdirmek zordu. Bunun nedenlerini ancak zaman içinde belirleyip anlayabildim.

O dönemde erişebildiğim herkesle konuşmaya, yapılanların ayıp, kötü ve aptalca olduğunu anlatmaya çalıştım. Tavırlar çok hoştu. Ağırlıklı tavır sessiz ve ifadesiz kalmaktı. Sanki duvara konuşuyordum. İkinci sırada “he, he, yav, he” tavrı vardı. Sonra klasik bazı sözler geliyordu: “Yahu, o insanlar böyle bir şey yaparlar mı?”, “Hele sana asla yapmazlar”, “sen yanlış anlamışsındır”, “paranoyak mı oldun oğlum sen”. En güzel ifadelerden biri de şuydu: “Öyle bir şey olamaz, olmamıştır”.

Bu tavıra, bir eleştiriyi yapmaya girişirken çok sayıda insanı rahatsız etmekten, belki onların arasından dışarıya düşmekten korkma tavrına, bu insanlar arasında daha sonra da rastladım. Ne zaman mı? 2010 referandumunda. Yetmez ama evet tavrında.

Benim de ne bileyim herhalde sıtkım sıyrıldı, uzadım oralardan.

Bugün çok yüksek meblağlarla iddiaya girebilirim, o dönemde bu operasyona doğrudan ya da dolaylı katılmış olanların hiçbiri, tek bir detay bile hatırlamayacaklardır ya da hatırlamamış gibi yapacaklardır.

Neyse, fazla hicran yapmanın gereği yok. Bu operasyon bana çok şey öğretti. Donanımımı artırdı. Ergenekon başladığında, daha birinci haftasında olayın kumpas olduğunu anladım ve etrafımdakileri uyarmaya çalıştım. Çünkü onun prototipi bana uygulanmıştı.

İşin komik tarafı, benim Ergenekon’umu yönetenler haklı olduklarına o kadar inanmışlardı ki (bak, gene iyi niyet taşları), sonraki siyasi Ergenekon’u gördüklerinde kumpası yıllarca anlayamadılar. “Yahu, biz bunun prototipini Ziyalara yapmıştık, tezgah oğlum bu” diyemediler.

Ergenekon, Balyoz vb. davalarda içeri tıkılanların çoğunu tanımıyordum. Tanıdıklarım arasında ise sevmediğim hatta nefret ettiğim insanlar vardı. Ama tahmin ederim ki, çoğuna yönelik hissettiğim empati duygusuna kendi aileleri bile erişememiştir. Çünkü yıllarca insanlara (bir zamanlar güvendiğin insanlara), “bakın, böyle şeyler yapıldı” diye anlatmaya çalışırken, duvar suratlarla ya da “he, he, yav, he” tavrıyla karşılaşmayı çok iyi anlıyordum.

Yeri değil demeyin, her zaman yeri


Bu bloğu açmamın ve özellikle YAE üzerine bunca sert yazıyı yazmamın nedeni budur. Ben yaşamıştım, başıma gelmişti. Başkalarını uyarmam gerekiyordu. Operasyoncu olarak sayabileceğim isimlerin hepsinin daha sonra azılı birer YAE’ci olduğunu belirtmem bile gereksiz aslında. Şaşırmadım diyebilirim. Eşyanın tabiatına uygun olan da buydu.

Ayrıca ahdim var. Şu referandum ve sonrası kazasız belasız atlatılsın, o operasyonu da tatlı, yarı kriminal bir hikaye tadında yazmaya çalışacağım. Korkuya mahal yok, hep takma isimler kullanacağım.


Şimdi Geldik Nihai Hesaba


Önce biraz tarih bilgisi:

İki ayrı tarihsel olguyu anlatmak istiyorum.

Birincisi bir sosyalist (!) uygulama. Gerek Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler

Soldan: Stalin, Lenin ve Kalinin

Hop. Kalinin yok oldu


Birliği gerekse Çin Halk Cumhuriyeti’nde tarihi ve politik fotoğraflarda uygulanmış ortak bir yöntem vardır. İktidardaki güç dengeleri değiştikçe gücü kaybedenlerin fotoğrafları elden geçirilir ve mesela dokunulamaz liderle bir arada göründükleri fotoğraflarda değişiklik yapılır. Bu genellikle o kişinin fotoğraftan silinmesi şeklinde olur. Ya da bu işlem zorsa, o kişinin yerine başka bir kişi monte edilir. Konuyu netleştirmek için burada her iki ülkeden örnekler vermek istiyorum.

Mao Uzun Yürüyüş'te. Arkasındaki eski eşi 

daha sonra bu resimden silindi


SSCB ve Çin’de bu yollara başvurulmuş olması, belki kendine güvensizlikten, belki farklı bir tarih içinde yer alma isteğinden, belki de bizim (en azından benim) çözemediğimiz başka bir ya da daha fazla nedenden kaynaklanıyor olabilir. Şu anda bu bizim sorunumuz değil. Ne zaman sorunumuz olduğunu ileride belirteceğim.

İkinci olguya gelince:

Sovyetler Birliği Komünist  Partisi’nin 12. Kongresi’nde okunmak üzere V.I.Lenin, hasta yatağında bir mektup kaleme aldı. Genellikle “Lenin’in Vasiyeti” olarak bilinen bu mektupta SBKP yönetiminin değiştirilmesini ve özellikle Stalin’in tüm görevlerinden uzaklaştırılmasını önermekteydi. Daha sonra hastalığı arttı, felç oldu ve mektup kongrede okunamadı. O dönemde bu gerginliklere neden olan sorun, Gürcistan olaylarıydı. Bağımsız olmak isteyen Gürcü komünistler, Stalin tarafından Kızıl Ordu zoruyla hakimiyet altına alınmalarına ve ileride Sovyetler Birliği halini alacak olan ülkeye katılmalarına karşı çıkmaktaydılar.

Alıntıladığım ve aklımda kaldığı kadarıyla Lenin’in o mektupta Stalin hakkında söyledikleri şöyleydi:

Felç oldu ve Kongre'ye katılamadı

''Stalin yoldaş, genel sekreter olunca elinde müthiş bir güç topladı ve ben onun bu gücü her zaman yeterli ihtiyatla kullanmayı bileceğinden emin değilim... Stalin çok kaba ve biz komünistlere ilişkin tamamen desteklenebilir nitelikte olan bu kusur, genel sekreterlik makamında desteklenemez bir hal almaktadır. Bu yüzden yoldaşlara Stalin'i o görevden uzaklaştırıp oraya her bakıma Stalin'den üstün (yani, daha sabırlı, daha sadık, daha kibar, yoldaşlarına daha duyarlı ve daha az kaprisli) başka birini getirmenin yolunu bulmalarını öneririm.''

Bir diğer noktada ise Lenin şöyle demekteydi:

“Kendisi bir büyük Rus milliyetçisi (şovenisti) olduğu halde her önüne gelene milliyetçilik suçlamaları yönelten Gürcü…..”

Haydaaa, bu da nereden çıktı? Ne yani birilerinin resimlerini tahrif edenle, silenle, oradaki insanları yok sayanla, bir tayfayı, o tayfanın emeğini yok sayan bir tutulur mu, hiç olur mu?

Tutulur, bal gibi tutulur. Ve de burada tutulmuştur.

Yani bu tavırların birine Stalinist bir uygulama derken diğerine dememek, Stalin’e karşı çıkarken, kınarken, diğer tavrın sahiplerini
“yahu, beraber yemiş içmişliğimiz var, bakmayın sonra ayran içtik, ayrı düştük” diye görmezden gelebilir, affedebilir miyiz? Yazının başlığına dönelim: Belki affedebilirim, ama asla unutmam!
                                                                      
Aslında şunu da belirtmek gerek. Özellikle o Radikal röportajında Tuğrul’un sorularına karşı adeta ağızlardan köpükler saçarak tümden inkarcılık yapılmasaydı, ben de bu yazıyla uğraşmayacaktım. Nasıl olsa o tayfa ve onların fikir önderleri 12 Eylül 2010 referandumuyla tarihte kendilerine tahsis edilen yerlerini almışlardı. Bu yeri tarif eden kapsamlı kitaplara bile konu olmuşlardı. Tamam, belki o hallere düşmüş olmalarına üzülebilirim, ama elden ne gelir? Ben çeşitli defalar üstüme vazife olmadığı halde erişebildiklerimi uyardım.

Belki o tasfiye gerçekleşmiş olmasaydı, ben de bugün “aman dikkat, sürüden ayrılanı kurt kapar”, “ben tek başıma koskoca dış dünyada ne yapabilirim?” diyerek siyasi bakımdan aralarında kalmış ve önemli bir kesimden hain vb. damgaları yemiş olurdum.


UNUTURSAK KANIMIZ KURUSUN


Başlık hemen üstte, farklı sözlüklerden alınanlar altta





Farklı internet sözlüklerinden (siyahlar benim):

1980 yılında 1 mayıs gösterilerinin yasaklanmasını protesto etmek için yoldaşı mürşit özşahin ile beraber afiş asarken 30 nisan 1980 günü sıkıyönetim güçlerince kurşunlanarak katledilen birikim dergisi taraftarı.“ (uludağsözlük)

birikim dergisi okuruydu. Arkadaşı Mürşit Özşahin ile birlikte ''1 mayıs engellenemez'' yazılı afişleri asarken jandarma tarafından katledildi.” (tr.instela.com)

“30 nisan 1980 tarihinde "1 mayıs engellenemez" afişlerini asarken mürşit özşahin ile birlikte jandarma tarafından katledilen devrimci.” (ekşisözlük).

DEVRİMCİ YOL Sayı 36 ( Haziran 1980)
Mürşit Özşahin ve A.Talat Eryılmaz 30 Nisan günü İstanbul Osmaniye'de jandarmalarca katledildiler. "1 Mayıs Engellenemez" afişlerini asarken şehit düşen Birikim taraftarları Mürşit ve Talat unutulmayacaklar.

“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”     

“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”