Yaşasın Lider
Bulundu,
YAE’ciler
Örgütleniyor
Bir yıl önce bu blogta “Sukut-u Ahlâk Üzerine”
başlıklı bir yazı yayınlamıştım. Yazıyı yazarken Merdan Yanardağ’ın ABC
Gazetesi’nde yayınlanan “Kutsallaşan Toplumsal Kötülükle Mücadele” yazısından
yola çıkmıştım. Sevgili Yanardağ bu yazısında, “AKP ve özellikle de RTE’nin
kötülüğü sadece toplumsallaştırmayıp aynı zamanda kutsallaştırdığı” tezini
savunuyordu.
Ben onun tezinin kapsamını bir miktar genişleterek,
YAE’cileri de kapsar hale getirmiş, gelinen noktada ısrarcı olmamalarını,
özeleştiri vermeleri gerektiğini öne sürmüştüm. Aksi takdirde onlar da bu
kutsallaştırmadan nasiplerini alacaklar ve derinlere doğru sürükleneceklerdi.
Ülke öylesine bir hızla faşistleşiyor ve ahlâk
öylesine bir hızla seviye kaybediyordu ki,
bana göre bu eski (!) solcular eninde sonunda kendilerine gelecekler ve
gerekeni yapıp devrimci saflarda yeniden yerlerini alacaklardı.
Heyhat, bir iki örnek dışında kendini AKP’nin dibe
çeken anaforundan kurtarana rastlamadık. Ama yine de genel bir sessizlik
sarmıştı o cenahı. Son dönemde sesleri pek duyulmuyordu, en azından YAE
tezlerine ilişkin olarak.
Sonra kamuflajlı bir hazırlık başladı. Altan
Kardeşler’in tutuklanmasıyla birlikte, “şu kadar gündür içerde, bu kadar gündür
tutuklu” kampanyaları başladı. Kamuflaj ne miydi? Aslında YAE’nin pırıltılı
zekası kendini orada gösteriyordu.
Henüz hatırımızda. Ergenekon kumpası, ay pardon
davası sırasında bazı gazeteciler sabahın köründe evlerinden alınmış, işkence
olarak nitelenebilecek sorgulardan sonra tutuklanmışlardı. Tutuklanmayan ama 40
(yazıyla kırk) saat gözaltından sonra 14 saat sorgulanan 83 yaşındaki İlhan
Selçuk, serbest kaldıktan sonra sağlığını tamamen kaybetmiş, ağır bir ameliyat
geçirmiş ve kısa süre sonra da vefat etmişti.
Bugün “şu kadar gündür içerde, bu kadar gündür
tutuklu” kampanyasını canı gönülden sürdüren arkadaşlarımız, o günlerde içeriye
alınan, sorgularda hırpalanan, sağlığını veya yakınlarını kaybeden, tutuklanan
gazeteciler için, Taraf’ın manşetiyle, “Gazetecilikten tutuklanmadılar”
ifadesini pek benimsiyorlar ve onların serbest bırakılması, en azından adilce
yargılanmaları için çaba gösterenleri faşistlikle damgalıyorlardı.
Peki, pırıltılı zeka nerede? O dönemde tek bir
tutuklu gazeteci için bile gıkını çıkartmayan YAE’ciler, bugün kampanyalarının
içine Kadri Gürsel’i, Turhan Günay’ı, Musa Kart’ı ve diğer gazetecileri
katıyorlar ve böylece demokrat oluveriyorlar. Burada emin olduğum bir şey var
ki, bugün içeride olan gazeteciler, Ergenekon’dan içeri alınmış olsalardı,
bizim YAE’ci demokratlar yine seslerini çıkarmayacaklardı. Ne de olsa o
gazeteciler, cuntacı, postal yalayıcı bir gazetede çalışıyor olacaklardı.
Büyük Savunma, Büyük Lider
“Şu kadar gündür, bu kadar gündür” yaveleriyle adeta
yatay bir çizgi takip eden kampanya, Ahmet Altan’ın savunma
yapmasıyla birlikte
Bu ifadeyi çözemedim, sanki insanca |
yerini olağanüstü bir kreşendoya bıraktı. Öyle ki, ondan çok önce içeriye
atılmış ve halâ iddianameleri okunmamış Cumhuriyet çalışanlarının adı derhal
unutuldu.
Huyum kurusun, ben böyle gelişmelerde bazen komplo
ararım. Düşündüklerim doğru olmayabilir, iddialı değilim, ama kimi zaman da bu
tür fikirlerin bir yerlerde yazılmış olması işe yarayabilir, bulunsun.
Son referandum sonuçları AKP’nin hoşuna gitmedi.
İlk açıklamalarda, ötelenmiş olan liberallerle yeniden sıcak ilişkiler
geliştirme gibi tedbirler ifade edildi. Verirsin yetersiz bir savcıya iddianame
yazma görevini (zaten ilk suçlamada da subliminal saçmalığından belliydi),
parçalatırsın onu Ahmet Altan’a. Bir de “kusura bakma” deyip dışarıya
çıkarırsın, al sana YAE’cilere güçlü bir lider.
Bu kreşendonun kendini en yoğun gösterdiği mecra,
Facebook oldu. Övgüler, alkışlar, neredeyse tapınmalar, postları işgal etti. Bu
konulara uzun zamandır girmeyen ya da yediği ilk tokatta geriye kaçan tüm arslan
parçalarının haykırışları her yeri kapladı.
Alıntı yapabileceğim çok post var. Ama kararsızım.
Önceliği müstakbel büyük öndere versem, daha mı iyi olacak, bilemiyorum.
Neyse onun hakkında çok yazı yazıldı. Benim
yapacağım da aslında onların bir özeti. Daha sonra da yapabilirim. Şimdi biraz
post arslanlarıyla ilgilenelim. Şimdilik hopkultur.com sitesinde Cem Aslan’ın
“Ahmet Altan’a ilkesel yaklaşım” başlıklı yazısını okuyun. Çok kısa, ama net.
Ben biraz daha çok örnekli bir yazı hazırlamak istiyorum.
Ahmet Altan’ı hem de kayıtsız şartsız desteklemek,
benim açımdan çukurda belirli bir seviyeyi işaret ediyor. İtiraf edeyim, bu
destekçileri geçmişleri ışığında değerlendirdiğimde, anlayışla da
karşılayabiliyorum. Ama son günlerde rastladığım bazı paylaşımlar, “acaba dip
burası mı” sorusuna yol açtı.
Bu kişiler, sağcı, faşist ya da ne bileyim dinci
olsalar, ilgilenmem bile. Ama bunların çoğu eski (!) solcu ağabeylerinin
postlarına yanaşıp, orada daha derinlere inebilmek için verimli ortamları
kokluyorlar.
Komik bir nokta: Eğer aynı posta, karşı eleştiri
için girmiş birileri varsa, postun sahibi eski (!) solcu ağır ağabey, bir
kenara sakladığı çomağını eline alıyor ve “bitti bu konu sen devam edebilirsin
ama sakınca yok” pederini atarak karşı eleştiriyi engelliyor (alıntı
orijinaldir, virgülsüz olunca zor anlaşılıyor).
Bir başka ortak nokta daha: Bu postlar genellikle
gecenin ileri saatlerinde, gerekli cesaret ilaçlarının yeterince alınmasından
sonra açılıyor (anladınız siz onu, çeşitli alkollü içecekler canım).
Katılanların durumu ise daha kötü olabiliyor. Halleri içerikten, imladan,
noktalamadan anlaşılabiliyor.
Bir başka grup, bazı sözlerinde biraz daha
hicranlı, Türkçeleri biraz daha bozuk, kafaları daha karışık olan gurbetçiler.
Bunların bir kısmı şu an da yurt dışında, bir kısmı ise hayatlarının önemli bir
döneminde orada yaşamış, burada işler değişince geri gelmiş tipler. O
dönemlerde burada kalmış eski yoldaşlarına karşı biraz haset, biraz suçluluk,
bazen de bunlardan kaynaklanan bir nefret duyuyorlar. O dönemlerde burada ve
gerçek hayatla bağlantılı kalmış olanlar
arasında YAE’ci oranı çok daha düşük çünkü.
Böyle yazılar yazarken açıkçası biraz da
çekiniyorum, hatta korkuyorum. Çünkü bu gurbetçiler arasında sağlığını
kaybetmiş, tedavi görmüş, görmekte olan ve mutlaka tedavi olması gerektiği
halde buna inatla karşı koyan kardeşlerimiz de var. Bizim onları burada ayırt
etme şansımız yok. Keşke buralara yazmasalar da biz de kötü davranmak zorunda
kalmasak.
Şimdi üzülerek bir Facebook postundan bir örnek
veriyorum (Aslında tüm postu her iki karşı görüşten kişilerin tüm söyledikleriyle
vermek isterdim. Ama hem çok uzun, hem de herkesi sinirlendirmenin alemi yok.
Ben kendimi feda edip okudum. Gıkları çıkmaz, ama sataşan olursa durum değişir
tabii):
Vay
vayyy Ahmet Altan! meğer sen neymişsin ne! Savcı Altan'ı darbeden haberi
olmakla ve hatta darbecilere zemin hazırlamakla ve daha da ileri giderek akp yi
hedefe alarak eleştirip, böylece fetöcüleri iktidara taşımaya çalışmakla itham
ediyor. İşte tam da bu anda kendilerini solcu sanan bazıları da Altan'ı akp'yi
iktidara taşımakla suçluyor. Meğer bu Altan ne mucizevi bir insan mış! Önce
akp'yi iktidara taşımaya çalışıyor ve başarıyor! Sonra kafası kızıyor ya da
canı sıkılıyor. Bir darbe ortamı yaratayım ve Fetöcüleri iktidara taşıyayım
diyor. Ve harekete geçiyor ama kazın ayağı öyle değil, bu kez başaramıyor ve
suç üstü yakalanıyor.
Beğenin
ya da beğenmeyin, Altan bir dava adamı olduğunu ve demirden bir omurgaya sahip
olduğunu mahkemedeki duruşuyla ispatlamıştır. Şimdi buradan bay kemalistlere
sesleniyorum. Kumpas ya da değil, bir şekilde ergenekon,balyoz vs davalarında
yargılanan kaç kemalist general davasını savunmuştur?. Yoksa astlarına suç
yıkarak kendilerini kurtarmaya mı çalışmışlardır?. Atatürkçü olmakla övünen bir
zamanların askerbaşı olan bay ilker başbuğ değil davasını(varsa eğer) savunmak
askerlerine bile sahip çıkamamıştır. Fetöcü yargıçların karşısındaki ağlamaklı
ve süklüm büklüm halleri hala hafızlardaki yerini koruyor. Peki bugün
yargılanan kaç fetöcü general mahkemelerde davasını savunuyor. Yok yok yok!
Hepsi de tam da bir zamanların kemalist genarelleri gibi mahkeme salonunda
süklüm büklüm halde kendilerini kurtarmanın telaşı içindeler. Ahmet Altan
devrimci bir gelenekten gelen tutarlı bir demokrattır. Nettir.Cesurca
savunmasını yapmıştır. Kendisini değil davasını savunmuştur. Davası demokrasi
ve özgürlüklür! Açık ve net söylüyorum: Altan 45 yıl önce şehit düşen boyun
eğmez devrimci liderlerin ruhunu mahkeme salonuna bir şekilde (ama en güzel
şekilde) taşımıştır.Altan'ın savunmasını okuduğunuzda karşılaştığınız zeka ve
direngenlik insana Çayan,Cevahir,İbrahim ve Deniz,'i onların nice arkdaşlarını
anımsatır.
Ne demeliyim buna?
İnsanı öyle kötü noktada bırakıyor ki. Ömrümde bir
an bile ordu yanlısı olmadım, “ama lan değişik! Ergenekon, Kumpas tutanaklarını
oku! Bir tane astını satan subay bulursan, istediğini söyle! İçeriden bir tane
gizli tanık çıktı, o da akademisyen: Ümit Sayın. Zaten raporlu.”
İtirazım Fetöcü generalleri kapsamıyor. Onlar
dinci. Onların neleri sattığı ortada.
Büyük bir olgunlukla ve sakince son cümlelere yeniden
bakalım:
Açık
ve net söylüyorum: Altan 45 yıl önce şehit düşen boyun eğmez devrimci
liderlerin ruhunu mahkeme salonuna bir şekilde (ama en güzel şekilde)
taşımıştır.Altan'ın savunmasını okuduğunuzda karşılaştığınız zeka ve
direngenlik insana Çayan,Cevahir,İbrahim ve Deniz,'i onların nice arkdaşlarını
anımsatır.
Daha önce post sahibiyle Facebook’ta bir atışmamız
olmuş ve ben yaşadıklarına (?) hürmeten özür dileyerek geri çekilmiştim. Ama
burada sınırları çok zorladı.
Bu ifadelere karşı çıkmayan post sahibi ve
konuklarını (tarihsel ifadesiyle) alabildiğine eleştiriyor ve kitleler önünde
mahkûm ediyorum.
Ahmet Altan’ın kirli adını, devrimci önderlerin
ölmez adlarıyla aynı cümlede geçiren sapığa izin veren, en azından sonrasında
karşı çıkmayan post sahibini yıllarca kullandığımız bir sloganla kendi dibine
uğurluyorum:
Mahir, Hüseyin, Ulaş
Kurtuluşa kadar savaş!
Kandırdım, bu bizim gerçek sloganımızdı.
Şimdi onunki:
Şaban, Şaduman, ...i
Dışarıya kaçalım hadi!