29 Haziran 2017 Perşembe

Yaşasın Lider Bulundu,
YAE’ciler Örgütleniyor
 

Bir yıl önce bu blogta “Sukut-u Ahlâk Üzerine” başlıklı bir yazı yayınlamıştım. Yazıyı yazarken Merdan Yanardağ’ın ABC Gazetesi’nde yayınlanan “Kutsallaşan Toplumsal Kötülükle Mücadele” yazısından yola çıkmıştım. Sevgili Yanardağ bu yazısında, “AKP ve özellikle de RTE’nin kötülüğü sadece toplumsallaştırmayıp aynı zamanda kutsallaştırdığı” tezini savunuyordu.

Ben onun tezinin kapsamını bir miktar genişleterek, YAE’cileri de kapsar hale getirmiş, gelinen noktada ısrarcı olmamalarını, özeleştiri vermeleri gerektiğini öne sürmüştüm. Aksi takdirde onlar da bu kutsallaştırmadan nasiplerini alacaklar ve derinlere doğru sürükleneceklerdi.

Ülke öylesine bir hızla faşistleşiyor ve ahlâk öylesine bir hızla seviye kaybediyordu ki,  bana göre bu eski (!) solcular eninde sonunda kendilerine gelecekler ve gerekeni yapıp devrimci saflarda yeniden yerlerini alacaklardı.

Heyhat, bir iki örnek dışında kendini AKP’nin dibe çeken anaforundan kurtarana rastlamadık. Ama yine de genel bir sessizlik sarmıştı o cenahı. Son dönemde sesleri pek duyulmuyordu, en azından YAE tezlerine ilişkin olarak.

Sonra kamuflajlı bir hazırlık başladı. Altan Kardeşler’in tutuklanmasıyla birlikte, “şu kadar gündür içerde, bu kadar gündür tutuklu” kampanyaları başladı. Kamuflaj ne miydi? Aslında YAE’nin pırıltılı zekası kendini orada gösteriyordu.

Henüz hatırımızda. Ergenekon kumpası, ay pardon davası sırasında bazı gazeteciler sabahın köründe evlerinden alınmış, işkence olarak nitelenebilecek sorgulardan sonra tutuklanmışlardı. Tutuklanmayan ama 40 (yazıyla kırk) saat gözaltından sonra 14 saat sorgulanan 83 yaşındaki İlhan Selçuk, serbest kaldıktan sonra sağlığını tamamen kaybetmiş, ağır bir ameliyat geçirmiş ve kısa süre sonra da vefat etmişti.

Bugün “şu kadar gündür içerde, bu kadar gündür tutuklu” kampanyasını canı gönülden sürdüren arkadaşlarımız, o günlerde içeriye alınan, sorgularda hırpalanan, sağlığını veya yakınlarını kaybeden, tutuklanan gazeteciler için, Taraf’ın manşetiyle, “Gazetecilikten tutuklanmadılar” ifadesini pek benimsiyorlar ve onların serbest bırakılması, en azından adilce yargılanmaları için çaba gösterenleri faşistlikle damgalıyorlardı.

Peki, pırıltılı zeka nerede? O dönemde tek bir tutuklu gazeteci için bile gıkını çıkartmayan YAE’ciler, bugün kampanyalarının içine Kadri Gürsel’i, Turhan Günay’ı, Musa Kart’ı ve diğer gazetecileri katıyorlar ve böylece demokrat oluveriyorlar. Burada emin olduğum bir şey var ki, bugün içeride olan gazeteciler, Ergenekon’dan içeri alınmış olsalardı, bizim YAE’ci demokratlar yine seslerini çıkarmayacaklardı. Ne de olsa o gazeteciler, cuntacı, postal yalayıcı bir gazetede çalışıyor olacaklardı.

Büyük Savunma, Büyük Lider


“Şu kadar gündür, bu kadar gündür” yaveleriyle adeta yatay bir çizgi takip eden kampanya, Ahmet Altan’ın savunma 

Bu ifadeyi çözemedim, sanki insanca

yapmasıyla birlikte 
yerini olağanüstü bir kreşendoya bıraktı. Öyle ki, ondan çok önce içeriye atılmış ve halâ iddianameleri okunmamış Cumhuriyet çalışanlarının adı derhal unutuldu.

Huyum kurusun, ben böyle gelişmelerde bazen komplo ararım. Düşündüklerim doğru olmayabilir, iddialı değilim, ama kimi zaman da bu tür fikirlerin bir yerlerde yazılmış olması işe yarayabilir, bulunsun.

Son referandum sonuçları AKP’nin hoşuna gitmedi. İlk açıklamalarda, ötelenmiş olan liberallerle yeniden sıcak ilişkiler geliştirme gibi tedbirler ifade edildi. Verirsin yetersiz bir savcıya iddianame yazma görevini (zaten ilk suçlamada da subliminal saçmalığından belliydi), parçalatırsın onu Ahmet Altan’a. Bir de “kusura bakma” deyip dışarıya çıkarırsın, al sana YAE’cilere güçlü bir lider.

Facebook


Bu kreşendonun kendini en yoğun gösterdiği mecra, Facebook oldu. Övgüler, alkışlar, neredeyse tapınmalar, postları işgal etti. Bu konulara uzun zamandır girmeyen ya da yediği ilk tokatta geriye kaçan tüm arslan parçalarının haykırışları her yeri kapladı.
Alıntı yapabileceğim çok post var. Ama kararsızım. Önceliği müstakbel büyük öndere versem, daha mı iyi olacak, bilemiyorum.

Neyse onun hakkında çok yazı yazıldı. Benim yapacağım da aslında onların bir özeti. Daha sonra da yapabilirim. Şimdi biraz post arslanlarıyla ilgilenelim. Şimdilik hopkultur.com sitesinde Cem Aslan’ın “Ahmet Altan’a ilkesel yaklaşım” başlıklı yazısını okuyun. Çok kısa, ama net. Ben biraz daha çok örnekli bir yazı hazırlamak istiyorum.

Ahmet Altan’ı hem de kayıtsız şartsız desteklemek, benim açımdan çukurda belirli bir seviyeyi işaret ediyor. İtiraf edeyim, bu destekçileri geçmişleri ışığında değerlendirdiğimde, anlayışla da karşılayabiliyorum. Ama son günlerde rastladığım bazı paylaşımlar, “acaba dip burası mı” sorusuna yol açtı.

Bu kişiler, sağcı, faşist ya da ne bileyim dinci olsalar, ilgilenmem bile. Ama bunların çoğu eski (!) solcu ağabeylerinin postlarına yanaşıp, orada daha derinlere inebilmek için verimli ortamları kokluyorlar.

Komik bir nokta: Eğer aynı posta, karşı eleştiri için girmiş birileri varsa, postun sahibi eski (!) solcu ağır ağabey, bir kenara sakladığı çomağını eline alıyor ve “bitti bu konu sen devam edebilirsin ama sakınca yok” pederini atarak karşı eleştiriyi engelliyor (alıntı orijinaldir, virgülsüz olunca zor anlaşılıyor).

Bir başka ortak nokta daha: Bu postlar genellikle gecenin ileri saatlerinde, gerekli cesaret ilaçlarının yeterince alınmasından sonra açılıyor (anladınız siz onu, çeşitli alkollü içecekler canım). Katılanların durumu ise daha kötü olabiliyor. Halleri içerikten, imladan, noktalamadan anlaşılabiliyor.

Bir başka grup, bazı sözlerinde biraz daha hicranlı, Türkçeleri biraz daha bozuk, kafaları daha karışık olan gurbetçiler. Bunların bir kısmı şu an da yurt dışında, bir kısmı ise hayatlarının önemli bir döneminde orada yaşamış, burada işler değişince geri gelmiş tipler. O dönemlerde burada kalmış eski yoldaşlarına karşı biraz haset, biraz suçluluk, bazen de bunlardan kaynaklanan bir nefret duyuyorlar. O dönemlerde burada ve gerçek hayatla bağlantılı  kalmış olanlar arasında YAE’ci oranı çok daha düşük çünkü.

Böyle yazılar yazarken açıkçası biraz da çekiniyorum, hatta korkuyorum. Çünkü bu gurbetçiler arasında sağlığını kaybetmiş, tedavi görmüş, görmekte olan ve mutlaka tedavi olması gerektiği halde buna inatla karşı koyan kardeşlerimiz de var. Bizim onları burada ayırt etme şansımız yok. Keşke buralara yazmasalar da biz de kötü davranmak zorunda kalmasak.

Şimdi üzülerek bir Facebook postundan bir örnek veriyorum (Aslında tüm postu her iki karşı görüşten kişilerin tüm söyledikleriyle vermek isterdim. Ama hem çok uzun, hem de herkesi sinirlendirmenin alemi yok. Ben kendimi feda edip okudum. Gıkları çıkmaz, ama sataşan olursa durum değişir tabii):

Vay vayyy Ahmet Altan! meğer sen neymişsin ne! Savcı Altan'ı darbeden haberi olmakla ve hatta darbecilere zemin hazırlamakla ve daha da ileri giderek akp yi hedefe alarak eleştirip, böylece fetöcüleri iktidara taşımaya çalışmakla itham ediyor. İşte tam da bu anda kendilerini solcu sanan bazıları da Altan'ı akp'yi iktidara taşımakla suçluyor. Meğer bu Altan ne mucizevi bir insan mış! Önce akp'yi iktidara taşımaya çalışıyor ve başarıyor! Sonra kafası kızıyor ya da canı sıkılıyor. Bir darbe ortamı yaratayım ve Fetöcüleri iktidara taşıyayım diyor. Ve harekete geçiyor ama kazın ayağı öyle değil, bu kez başaramıyor ve suç üstü yakalanıyor.
Beğen · Yanıtla ·
Beğenin ya da beğenmeyin, Altan bir dava adamı olduğunu ve demirden bir omurgaya sahip olduğunu mahkemedeki duruşuyla ispatlamıştır. Şimdi buradan bay kemalistlere sesleniyorum. Kumpas ya da değil, bir şekilde ergenekon,balyoz vs davalarında yargılanan kaç kemalist general davasını savunmuştur?. Yoksa astlarına suç yıkarak kendilerini kurtarmaya mı çalışmışlardır?. Atatürkçü olmakla övünen bir zamanların askerbaşı olan bay ilker başbuğ değil davasını(varsa eğer) savunmak askerlerine bile sahip çıkamamıştır. Fetöcü yargıçların karşısındaki ağlamaklı ve süklüm büklüm halleri hala hafızlardaki yerini koruyor. Peki bugün yargılanan kaç fetöcü general mahkemelerde davasını savunuyor. Yok yok yok! Hepsi de tam da bir zamanların kemalist genarelleri gibi mahkeme salonunda süklüm büklüm halde kendilerini kurtarmanın telaşı içindeler. Ahmet Altan devrimci bir gelenekten gelen tutarlı bir demokrattır. Nettir.Cesurca savunmasını yapmıştır. Kendisini değil davasını savunmuştur. Davası demokrasi ve özgürlüklür! Açık ve net söylüyorum: Altan 45 yıl önce şehit düşen boyun eğmez devrimci liderlerin ruhunu mahkeme salonuna bir şekilde (ama en güzel şekilde) taşımıştır.Altan'ın savunmasını okuduğunuzda karşılaştığınız zeka ve direngenlik insana Çayan,Cevahir,İbrahim ve Deniz,'i onların nice arkdaşlarını anımsatır.

Ne demeliyim buna?


İnsanı öyle kötü noktada bırakıyor ki. Ömrümde bir an bile ordu yanlısı olmadım, “ama lan değişik! Ergenekon, Kumpas tutanaklarını oku! Bir tane astını satan subay bulursan, istediğini söyle! İçeriden bir tane gizli tanık çıktı, o da akademisyen: Ümit Sayın. Zaten raporlu.”

İtirazım Fetöcü generalleri kapsamıyor. Onlar dinci. Onların neleri sattığı ortada.

Büyük bir olgunlukla ve sakince son cümlelere yeniden bakalım:

Açık ve net söylüyorum: Altan 45 yıl önce şehit düşen boyun eğmez devrimci liderlerin ruhunu mahkeme salonuna bir şekilde (ama en güzel şekilde) taşımıştır.Altan'ın savunmasını okuduğunuzda karşılaştığınız zeka ve direngenlik insana Çayan,Cevahir,İbrahim ve Deniz,'i onların nice arkdaşlarını anımsatır.

Daha önce post sahibiyle Facebook’ta bir atışmamız olmuş ve ben yaşadıklarına (?) hürmeten özür dileyerek geri çekilmiştim. Ama burada sınırları çok zorladı.  

Bu ifadelere karşı çıkmayan post sahibi ve konuklarını (tarihsel ifadesiyle) alabildiğine eleştiriyor ve kitleler önünde mahkûm ediyorum.

Ahmet Altan’ın kirli adını, devrimci önderlerin ölmez adlarıyla aynı cümlede geçiren sapığa izin veren, en azından sonrasında karşı çıkmayan post sahibini yıllarca kullandığımız bir sloganla kendi dibine uğurluyorum:

Mahir, Hüseyin, Ulaş
Kurtuluşa kadar savaş!

Kandırdım, bu bizim gerçek sloganımızdı.

Şimdi onunki:

Şaban, Şaduman, ...i

Dışarıya kaçalım hadi!

“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...” “Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.



13 Haziran 2017 Salı

Bildiriler, bildiriler, bildiriler


Uzun zamandır bazı aydınlar, bazı sanatçılar, bazı akademisyenler, bildiriler yayınlamaktalar.

Bildiri sayısı arttıkça ve bunlar çeşitlendikçe, bazı olgular dikkatimi çekmeye başladı. Aslında çok sayıda bildiri var, bazılarını burada ayrıca hatırlatabilirim de, ama üstünde derinlemesine durmak istediğim bence önemli iki bildiri söz konusu.

Birincisi, 250 aydın tarafından Anayasa referandumu öncesinde yayınlanan

Bu birinci bildiri

ve “bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşcesine yaşamak için ‘hayır’” sloganıyla yayınlanan bildiri.

Bu bildiriye ilişkin bazı görüşlerimi daha sonra ifade etmek istiyorum.

İkincisi ise çok yakın zamanda yayınlanan “yan yanayız, bir aradayız” başlıklı ve başlangıç olarak 1000 aydın (?) tarafından imzalanan bildiri.

Usûl esasa mukaddemdir (Usûl esastan önce gelir) 

Cevdet Paşa tarafından yazılan Mecelle’nin başında yer alan bu ifade, hukuğun, adaletin ve sistemin dayanması gereken ilk ve en önemli kuralı belirtir. Bireysel tavırdan toplumsal tavıra, bireysel eylemden toplumsal eyleme kadar her tavır ya da eylemin bir usûlü vardır, olmalıdır. Bu kural, en devrimci tavır ve eylemlerde bile geçerlidir.

Ben bu blogda usûl meselesinin önemini vurgulayabilmek amacıyla 13.03.2015 tarihinde “Eşek sevmenin bile usûlü var” başlıklı biraz da mizahi ögeler içeren bir yazı yayınladım. O güne kadar en çok okunan yazılardan biri, hatta birincisi oldu. Ama bazı çok edepli okurlarım tarafından da eleştirildi. Blogtan kaldırdım, daha sonra 08.05.2015 tarihinde otosansürlü halini yayınladım, yine çok okundu.

Şimdi usûle ilişkin bu mecelle kuralını, bildiri olayına uygulayalım.

250 aydın tarafından yayınlanan metin, usule uygun bir bildiridir. Spesifik, tek bir konuda şu ya da bu kadar kişinin ortaklaşa kabul ettikleri çok net bir ifade içermektedir.

1000 aydın (?) tarafından imzalanan metin ise bir bildiri olarak kabul edilemez. Neden mi? Çok basit. Birkaç nedeni var.

Ben bu bildiriyi ilk okuduğumda, 12 Eylül 2010 referandumuyla 16 Nisan 2017 referandumunu hatırladım. Onların maddeleri gibi bunun da içinde her şey var. Sanki HSYK var, darbecilerin yargılanması var, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru var, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçiş var, partili Cumhurbaşkanı var, var oğlu var.

Eh, bende de bu kadar yıllık siyasi tecrübe var. Düşündüm, bu bildiride (!) beni rahatsız eden neler var? Temelde usûl hatası gibi görünen bu kadar fazla maddenin ardı ardına sıralanması, bir, iki ya da daha çok maddeye katılabilecek herkesin imza koyabilmesi için mi yapıldı? Amaç, gerçekten bu mu?

Şimdiye kadarki uygulamaların çoğundan farklı olarak, bildiri doğrudan imzaya açılmadı ya da bir internet sitesi adres olarak gösterilmedi. İrtibat için Gencay Gürsoy ve Gürhan Ertur’un mail adresleri verildi. Neden? Bir filtre mi?

Hatırladığım bir olayı da sizinle paylaşayım. Bu bildiri, imzaya açıldıktan hemen sonra medyaya sızdı. Sanki ayıp bir şeymiş gibi “sızdı” ifadesi sizi rahatsız etmesin. 15 Mayıs tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde haber olarak çıktıktan hemen sonra, aynı gün gelen T24 yazarı Oya Baydar, Prof. Dr. Gençay Gürsoy ve Gürhan Ertur imzalı düzeltme metninde, haberde bahsi geçen kampanyanın "henüz bin imzaya ve yeterli olgunluğa ulaşmadığı için kamuoyuyla paylaşılmadığı" vurgulandı. Metinde "geniş kapsamlı bir buluşma ve ortaklaşma girişimini, henüz tamamlanmadan sekteye uğratma ve sıradanlaştırma tehlikesi taşıdığı için düzeltme gereği duyuyoruz" açıklaması yapıldı.

Önce hedeflenen sayıya ulaşılması gerekiyormuş. Neden? Bildiriye meşruiyet sağlamak için mi? Aydın ihanetinin (YAE) kahramanlarının o kalabalıkta araya kaynamalarını sağlamak için mi? Muarızlarının oluşacak bu büyük kitleye karşı çıkmaktan çekinmelerini sağlamak için mi?

Ayrıca, “Yan yanayız, bir aradayız” bildirisini imzalayan bin kişi içerisinde yer alan Prof. Dr. Gençay Gürsoy, bin imza ile başladıkları kampanyada hedeflerinin 10 bin imza olduğunu ve ardından ise bölgesel toplantılar yapmayı planladıklarını söyledi.

Planlayanları tanıyor muyuz? Kimlermiş bu kişiler? Bin kişilik liste bir yerlerde tümüyle yayınlanmış olmadığından, içinde kimlerin olduğunu da bilemiyoruz. Bildirinin içeriği ve vurgulanan amaçlar açısından, bu bilginin önemli olmadığı iddia edilebilir. Hani Mevlana’ya maledilen “ne olursan ol yine gel” ifadesinde olduğu gibi.

Ama üzgünüm, bence kazın ayağı öyle değil. Özellikle de bizim aramızda, geçmişte yaşadıklarımızın ışığında öyle değil. İmzacılar arasında yer alan eski AKP’lilerle, hatta Said-i Nursi müritleriyle bile birlikte tavır alabilirim (tabii son derece tedbirli bir biçimde). Ama bir YAE sabıkalısıyla birlikte davranmam söz konusu olamaz. Unutmayalım, daha AKP liderinin “liberallerle de arayı düzelteceğiz” demesinin üzerinde bir hafta geçmeden, Ali Nesin’in “bugün olsa yine ‘yetmez, ama evet’ derim” beyanı ve bir sürü hakareti geldi. (Diğer YAE’cilerden de buna karşı bir tavır gelmedi, yani herhalde yoldaşlarının fikirlerini zımnen desteklediler).

Bu Neyin Kafası ya da Nasıl Bir Kafa?


Bu kafa patolojik bir kafadır. Bir şey yaparken, sebep olduğu şeylere kafasını çevirip bakmaz. Yalnızca o vardır, o bilir ve o ne yaparsa doğrudur.

İmza kampanyaları düzenler, ön alır. Başka kampanyaların içine sızar. Ülkenin bugünkü noktaya gelmesindeki katkısını bilir, ama asla üstlenmez. Allahtan RTE balkon konuşmasında ona teşekkür etmiştir de tarihe bir kanıt kalmıştır.

Bir diğer kanıtı da Bülent Arınç’a borluyuz. Bir konuşması sırasında “bugün ne yapabiliyorsak, bunu 12 Eylül 2010 referandumuna borçluyuz” demişti. O yapabildiklerinin sonucunda ölen yoldaşlarımızı unutanların kanı kurusun.

Bu kafa, Ergenekon, Balyoz gibi tezgahlarla içeri tıkılan gazeteciler için “gazetecilikten tutuklanmadılar” manşetini atar ya da atılan bu manşeti savunur. Ahmet Altan, Mehmet Altan vb. içeri alındığında ise derhal “serbest bırakılsın” kampanyaları düzenler, her gün “… gündür içeride” sütunları açar, haydi hakkını yemeyelim, Kadri Gürsel’i, Ahmet Şık’ı ve diğer tutuklu gazetecileri de buraya katar.

Bunun gibi insanlık dışı bir dolu tavra imza attıklarını ve buna yönelik en ufak bir üzüntü, bir pişmanlık duymadıklarını sayfalarca yazabilir ve kanıtlayabilirim.

Dönelim Birinci Bildiriye: “Hayır!”


Bu konuya başka yazılarda değineceğim. Şimdi önce söz verdiğim gibi, birinci bildiriye dönelim.

Vurucu bir etki sağlayabilmek için, adeta her devrimcinin amentüsü olmuş Nazım dizeleriyle damgalanan bu “hayır” bildirisi, tek bir somut hedefe işaret ediyor olması nedeniyle, usulüne uygun bir bildiri.

İmzacı sayısının yaklaşık 250 rakamıyla sınırlı olmasına karşın, yine farklı görüşlerden kişilerin yer almış olması tabii ki sevindirici. Ama buna biraz daha dikkatli bakmakta da yarar var.

Dikkat edince, bildirinin öncü kadrolarının, daima devrimci, bildirici atılımın en ön saflarında yer alan, bu nedenle de AKP’nin devrimci ve ilerici tavrını alabildiğine desteklemiş olan YAE’cilerden oluştuğunu görebiliyoruz (!). Bunun pek hayırlı amaçlar taşımadığına ilişkin şüphelerim var. Ama bunu bir kenara bırakalım.

Bildirinin basında ilk görüldüğü tarih, 6 Nisan 2017. Çeşitli yayın organlarında başlığı ve imzacılar listesi olarak haber metni biçiminde yayınlandı. Daha sonra, 8 Nisan 2017 tarihinde çeşitli gazetelerde tam sayfa olarak ve altında “Bu bir ilandır” ibaresiyle yayınlandı. İki bildiri arasında çok küçük, ama ilginç bir fark vardı. Birincide yer alan bir imza, iki gün sonraki tam sayfa ilanda yoktu.

Liberal demokrat!  

Hem de kadın hem  de şair!


O imzanın sahibi, Fethullah Gülen’i 18 Eylül 2010’da (Serdar Turgut, Cüneyt Özdemir ve Ferhat Boratav ile birlikte) Pennsylvanya’da ziyaret ettikten iki ay sonra, 17 Aralık 2010’da Zaman Gazetesi’nde şöyle bir metne imza atmıştı:

"...türkan saylan ise daha baştan hasar bir konu. güneydoğudan devşirdiği genç kızları askerî okulların genç talebeleriyle eşleştiren saylan'ın on sene sonra hangi salonda nasıl anılacağını sahiden ben de merak ediyorum. insanlığa, kadınlık tarihine bir değer kattığı için mi hatırlanacak saylan? genç kızlara otoriteden bağımsız, hesapsız bir güzelliği, kimliği yaşattığı için mi? 

nazi subaylarını andıran mühendislik yöntemleriyle ütopyasına uygun bir ırk yaratmak üzere, asimilasyon öncülüğü yapan saylan'ı gelecekte kimlerin anacağını sahiden merak ediyorum. türkiye'de yaşanan derin kutuplaşma sayesinde iyi niyetli insanların bile ilgisine mazhar olan saylan gibilerin, siyasi gerilim sona erdiğinde, kimler tarafından sahipleneceği merak edilmesi gereken bir konu gerçekten!" 

Kim miydi o? Ünlü Kürt kadın şair Bejan Matur.

Hakkını yemeyelim, Türkan Hoca, Yrb. Ali Tatar, diğer Ergenekon, Balyoz ve benzeri dandik davalar hakkında Ahmet Altan’ın yazmış oldukları en az bu kadar, hatta daha da iğrençti. (Belki unutulmuştur, Yrb. Ali Tatar bu şairin anlattığı senaryonun subay tedariki rolüne atanmıştı. Ağırına gitti, kafasına sıktı. Ertesi gün güzide bir basın mensubunun köşe yazısının başlığı şöyle idi: “Mermiye kafa attı”. Bizim malûm kardeşlerden “ayıptır, bu kadarı da fazla” diyen birine rastladınız mı? Ben rastlamadım.)

Ödüllü soru:

Peki, YAE sabıkalılarından herhangi birinin, bu şairin ifadesine karşı bir eleştiride bulunduğunu okudunuz ya da duydunuz mu?

Hayatının büyük bölümünü Türk, Kürt vb. ayrımı yapmadan genç kızların okuması, meslek sahibi olması için harcamış bir bilim insanına, “o darbecidir, o Kemalisttir” ön kabulünden yola çıkarak, yukarıdaki ifadeyi reva gören “Kürt genç kadın şair”, aslında o kadar iğrenç bir iş yapmıştı ki, 250 aydın bildirisinden imzasını çekmek zorunda kaldı. Ya da kendi ihanet yoldaşları çektirdiler.

Bu yeni 1000 imzalı bildiride de imzası olup olmadığını bilemiyoruz.

İkinci ödüllü soru:

Bu sorunun sorulması için birinci sorunun olumsuz yanıtlanmış olması gerekiyor. Ki zaten öyle olduğunu biliyoruz, aksine bir gelişmeye rastlamadık.

İster imzasını kendisi çekmiş, isterse de yoldaşları çektirmiş olsun, burada birilerinin altından kalkamadığı bir ayıbın varlığı ortada.

Her biri en az bunun kadar ayıp farklı ifadelerin bu 1000 imza sahibi arasında hangilerine ait olduklarını ya da böyle rezil, böyle kepaze ifadeler karşısında hangi imza sahiplerinin tavır almaya bile tenezzül etmeyip, zımni olarak desteklediğini biliyoruz.

Haklarında yazılar, kitaplar yazdık. Görmezden, duymazdan geldiler. Ayıplarının üstüne yattılar. Yapacakları, dürüstçe bir özeleştiriydi, yapamadılar.

Bu nedenle ne yapmayacaklar? Kusura bakmayacaklar. Biz yokuz.

Oluşmuş, oluşmakta ve oluşabilecek bir (devrimci) potansiyelin, bu tür bildiri vb. yollarla sönümlendirilmesine, pazifize edilmesine karşıyız.

Hırsımı alamadım, son bir ekleme yapmam gerekiyor.

Bu YAE tayfası, tartışmada sıkıştıkları zaman ya da çeşitli mecralarda durup dururken saldırıya geçtiklerinde, yalnızca 2010’da “evet” demiş olmalarını eleştiriyormuşuz gibi davranıyorlar.

Tamam, o büyük suçtu. Ama mesele yalnızca o değil. Benim patolojik olarak nitelediğim bu kafanın, Kuddusi Okkır’ın, Türkan Saylan’ın, Yarbay Ali Tatar’ın, İlhan Selçuk’un, Erhan Göksel’in, Amiral Cem Çakmak’ın (dahasını saymak istemiyorum) ölümlerinde, birçok insanın sağlığını kaybetmesinde, evladının, eşinin cenazesine katılamamasında ne gibi duygularla seyirci kaldığını o kafaya acıyarak izledik.

Altan Kardeşler ve Nazlı Ilıcak içeriye girene kadar, tutuklamalara, mahkûmiyetlere gıkını çıkartmayan bu kafa, onların tutuklanmasıyla gayrete geliverdi. Her gün bu şahısların kaç gündür içeride olduklarına ilişkin twitler atılıyor. Ergenekonlar döneminde görmezden gelinen gazeteciler birden kıymete bindi. Altanların yüzüsuyu hürmetine, Cumhuriyet yazarları filan da bu twitlerde anılabiliyorlar. 

Şimdi bu “yan yanayız, bir aradayız” başlıklı bildirimsi şeyle çıkılacak yolda bu kafanın neler düşüneceğini açıkçası ben bilemiyorum.

Gel de yan yana ol, bir arada ol. Hadi canım sen de!


“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”


“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”