31 Ekim 2016 Pazartesi

ziyaninorasi.blogspot.com’dan deklarasyon


Bugün, 1 Kasım 2016 itibarıyla, ziyaninorasi.blogspot.com’da doğrudan ve münhasıran “YAE”, “yetmez ama evet”, “kullanışlı aptallar”, “liberal ihanet” vb. konuları kapsayan yazılara son veriyorum.

Bu ifade tabii ki, konu gerektirdiğinde bunlara hiç değinilmeyecek anlamına gelmiyor. Sadece münhasıran, yani sadece bu konuyu içeren yazı yazmayacağımı deklare ediyorum.

Bu deklarasyonun kapsamı dışında bırakmak istediğim iki yazı var. Her ikisi de blog yazısı olmayacak kadar uzun, ama kaybolup gitmelerine de gönlümün razı olmayacağı yazılar. Güncele bağlı değiller, hatta bazı bakımlardan eskidiler bile. Bir uygun zamanda düzeltmelerini yapıp bloğa koyacağım. İsteyen, merak eden ve tabii sabredenler okur.

Bugüne kadarki yazılarımı takip etmiş olanlar, YAE’cileri büyük bir görev bilinciyle, sabırla, okurları neredeyse bıktıran bir çabayla, ne yapmaları gerektiği konusunda uyardığımı, hatta bazen adeta yalvardığımı herhalde kabul edeceklerdir.

Ama, buraya kadar.

Belirtmeliyim ki, asla şüpheniz olmasın, gelecekte karşılaşacağımız muhtemel şirret, saldırgan, edepsiz, haddini aşan  YAE saldırılarını görmezden gelecek değilim.

Bir de farklı bir muhtemel durum söz konusu: Herhangi bir konuda yazılmış ve eleştirmem gereken bir yazı olursa ve bu yazı tescilli bir YAE’ci tarafından yazılmışsa, bir miktar daha acımasız olacağım. Bunu şimdiden belirteyim.

Peki, bu öylemesine alınmış bir karar mı? Nedenleri nedir?

Tabii ki, değil. Bir sürü nedeni var. Hepsini sıralamak zor ve aslında gereksiz de. Bir defa şu gayet net görülebiliyor:

Bugüne kadar bu konuda yazdıklarımız, anlattıklarımız, her yerde dile getirdiğimiz, hatta bir tescilli YAE’cinin ifadesiyle “dilimize pelesenk ettiğimiz” bu yaşamsal “YAE” konusunda, neredeyse bir arpa boyu yol alamadık.

Ne yolundan dönen oldu, ne sessizce kenara çekilen. Ne özür dileyen oldu, ne özeleştiri veren.

Kendileri bu tutumu, direniş, sebat, kararlılık, hatta belki o günkü haklılık olarak niteleyebilirler. Ben tabii farklı düşünüyorum. Bana göre, bu ülkeye ve bu topluma has bir hastalık olan “nasıl olsa unutulur, biz de köşe kadılıklarımıza devam ederiz” düşünce tarzının bir miktar yüzsüzlükle karışmış hali demek daha doğru.

Neyse, yenildim, pes ettim, onun için vazgeçiyorum sanılmasın.

Asla!

Aslında “bu çapta bir yüzsüzlük karşısında yenilmeyecek babayiğidin alnını karışlarım” diyeceğim, ama yapamıyorum. İçim elvermiyor, hem çoğunu hem de kendimi tanıyorum. İtiraf edeyim, burada çözemediğim başka bir faktör var. Ben onunla başa çıkamıyorum. Ama mutlaka çözerim zamanla. Bu konuda kendime güveniyorum.

Benim tavrım, yenilip geri çekilmekten ziyade sessizce yana kaymak. Böylece hem önemli bir enerji tasarrufu sağlayıp bunu daha önemli ve güncel konulara yöneltebileceğim. Hem de bu YAE’cileri, asıl yargılayıcı gücün, tarihin doğru tartacak, acımasız değerlendirmesine bırakacağım (Tanrım, şu azametime bak).

İtiraf ediyorum, bu noktaya gelmem hiç kolay olmadı. Tek başıma da beceremedim zaten. Çok doluydum. Geçmişte şu ya da bu mesafede yakın durduğumuz veya çok aykırı görüşte olduğumuz için çok uzak durduğumuz sol gruplardan biri, bu işin başını çekiyor olsaydı, o kadar dolmazdım herhalde.

Ama darbe çok daha yakından geldi. İlk günden beri karşı çıkıyor olmama rağmen, beni eskiden tanıyanların, eskiden kimlerle birlikte olduğumu bilenlerin, “acaba bu hala onlardan mı, bu da mı YAE’ci oldu?” diye çekinerek yaklaşmaları, beni gerçekten kahretti.

Başlarda “yahu, bu sizinkiler saf mı” sorusuyla başlayan tavırlar, yerini kısa sürede “yahu, bu sizinkiler bunu inanarak mı yapıyorlar, yoksa bunlar hain mi” noktasına kadar geldi.

Benim faciamı düşünebiliyor musunuz? Merdan Yanardağ’ın kaleme aldığı ve onlarca baskı yapan “Liberal İhanet” kitabının başrollerinin çoğunu benim arkadaşlarım, benim yoldaşlarım kaptı.

Yanlıştaydılar, yanlıştılar, hatalıydılar, hataydılar. Ne yapacaktım? Sarıldım kaleme, sonra klavyeye. Çabaladım durdum. Olmadı.


Evet, bu konuda benden buraya kadar.


“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”


 “Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”


25 Ekim 2016 Salı

Günün Tweet’i (hem de kimin?)


“Solun farklı kesimlerinin demokrasi ortak payında yanyana gelmesi kifayetsiz muhterisleri çıldırttı. Sol içi rekabetten beslenenler yasta.”

Bizimki de abartı, bundan ne olur?


Ufuk Uras, 24.10.2016, 08.59
......

Bu ülkede zaman kısıtlaması olmayan durumlarda bile yazı yazabilmek çok zor. Bazısı keyifli, bazısı keyifsiz birkaç farklı yazıya başlıyorsun. Keyfine ya da bilgine bağlı olarak birini ya da öbürünü yazmaya devam ediyorsun. Gırtlağını sıkıp yazı bekleyen bir yayın yönetmenin yok. Tamam, o yok, ama hızla akmakta olan hayatı ne yapacaksın?

Sabah kalkıyorsun. İnternetten gazetelere bakmaya başlıyorsun. O da ne, bir haber: “Demokrasi İçin Birlik Platformu” kurulmuş, ilk buluşmasını da gerçekleştirmiş. Bir sevinç, bir keyif hissi. Demek ki birileri bir şeyler yapıyor.

Haydi hayırlısı

Ardından giderek artan bir merak, kim ola ki bunlar? Hobareeey! Büyük bir hayal kırıklığı, ardından bir kızgınlık hatta çıldırma hali.

“Sol içi rekabetten beslenen bir kifayetsiz muhteris” olarak, kızgın, çıldırmış ve yasta olabilirim. (Aslında çılgınca yas biraz absürd). Peki, bunu kim söylüyor? Ufuk Uras.

Bir mahkeme filminde oynuyor olsaydık ve ben avukat ya da savcı rolünde olsaydım, bu konuda bu ismin ifade edilmesinden sonra söyleyebileceğim tek bir replik olurdu: “Başka sorum yok”.

Ama gelin görün ki, gerçek hayat farklı.

Şimdi sakin olmaya çalışacağım, olabildiğince tabii.

Akıp Duran Gündelik Hayat


Kendime hep uyarıda bulunuyorum. “Yeter” diyorum, “şu YAE, kullanışlı aptallar vb. konuları bırak. Bu durum neredeyse bir komplekse dönüşecek sanki. Yoksa sen başka konularda yazamıyor musun?”

Yok canım, daha önce yazdım. Bu blogta bile farklı konularda bir dolu yazım var. E peki, yaz kardeşim, kim tutuyor seni? Bu sorunun cevabı çok basit aslında: Akıp duran gündelik hayat.

Bir dolu tarih bilgisine sahipsin, araştırmaların var. Onları yaz, çiçek yaz, böcek yaz, ne bileyim aşk yaz. Olmuyor, olmuyor.

Bir anda bir yerlerden bir platform fışkırıyor, aynı köşeden bir Ufuk Uras çıkıveriyor, başka bir yerden koskoca İsmail Beşikçi (laf aramızda) saçmalıyor, bir iki şey söylüyorsun, gecenin ileri saatlerinde kafası iyi birisi açıyor ağzını, yumuyor gözünü.

O sırada Twitter’da başka birine rastlıyorsun. Ta Mayıs ayında bir Facebook postunda, “şu ‘evet’ meselesini diline pelesenk edenler”e sataşmış bir genç. Cevap yazmaya başlamışsın, ama yarım bırakmışsın. Aslında bir eğitimden mahrum kalmış, bunu yeni anlıyorsun. Çünkü bugüne gelinmiş, diller yine uzamış. Garanti o da bu platformdandır.

Belki Ayıp, Ama Çok Benziyorlar


Şimdi bunları görünce benim aklıma başka bir güruh geliyor. Hani 17 Aralık’ta, artık bir üst akıl, alt akıl, hizmet, Fetö, her neyse sıkı bir bant kayıtları darbesi vurmuştu. Yıkmayı hedefliyordu, yerinden bile kımıldatamadı. 25 Aralık’ta ikinci darbeyi vurdu, sendeletti ama yine yıkamadı. Aslında dünyanın birçok ülkesinde olacak olan burada olmadı. Darbeleri yiyen, bu dayanıklılığını asla haklı olmasına değil, yüzsüz olmasına borçluydu. Bu bizim bu platformcu tiplemesinde de da durum aynı.

12 Eylül 2010’dan bu yana ülkede meydana gelen her gelişme bunların aleyhine puan yazıyor, bir dolu etkili kalemden gelen vuruyor, giden vuruyor. Aleyhlerinde ispatlı, şahitli, alıntılı kitaplar yazılıyor. Artık herhalde susarlar ya da pişman olurlar diyorsun. Bir yolunu bulup, yine ortaya çıkıyorlar.

“Dünya Bildiri Hazırlama ve Yayınlama Turnuvası”


Şunu yazmadan geçmek istemiyorum. Bu ekibin dünya çapında başarıları da var. Kimlerin mi? Birkaç örnek: Baskın Oran, Ufuk Uras, Oya Baydar vb. Gayrı resmi olarak düzenlenen ‘Dünya Bildiri Hazırlama ve Yayınlama’

Çok hoş, Oya Abla diye seviyorlar onu

turnuvalarında hep birinci oluyorlar. Tüm toplumu ilgilendiren, önemli bir olay oluyor. Bunların dışında birileri farklı görüşlerden insanları da işin içine katarak, bu olay hakkında etkili bir bildiri hazırlamaya girişiyor. Kolay gelsin! Boşa uğraşmayın.

Daha o toplumsal olay sona ermeden birkaç dakika içinde bunların bildirisi hazırlanmış, imzaya açılmış ve malum zevat tarafından son sürat imzalanmış oluyor. Gelsin şampiyonluk.

Tabii diğer insanlar da “adımız çıkar, sonra kendimizi nasıl aklayabiliriz?” gibi kaygılarla bunların metnine katiyen imza

Vallahi, imza koymayanlar haklı

koymuyorlar.

Abarttığımı düşünüyorsunuz değil mi? 2008 yılındaki 300 imzalı “Ergenekon karartılmasın!” adlı imza kampanyasından bu yana bu ekibin yarışı kaybettiği tek imza kampanyası, o bin bilmem kaç imzalı PKK yanlısı şapşal akademisyenler kampanyasıdır. O bildirideki anlam kaymalarının ve cümle düşüklüklerinin ana nedeni de, hızla ve bu ekip bulaşmadan yazabilme çabasıdır, diye düşünüyorum.

Bu Konudaki Komplo Teorilerim


Bu konuda birkaç farklı komplo teorisine başvuralım:

Bence bu hızlı ağabey ve ablaların elinde, o 2008’deki bildiriden bu yana, her duruma uyabilecek, “boşlukları doldur” sistemine göre hazırlanmış bir veya birkaç bildiri kalıbı var. Dolayısıyla her olayda yeni bir bildiri yazmaktansa, uygun kalıbın boşluklarını dolduruyorlar ve hooop yayınlıyorlar. (Komplo tezi no.1)

Peki, ya imzalar diyeceksiniz. Cevap çok basit.

O bildirideki 300 imzanın sahiplerini incelerseniz, ilginç bir olguyu mutlaka fark edeceksiniz. Bunların ezici çoğunluğu şu veya bu ölçüde aynı soydandır (mecazi anlamda, kibarca söylüyorum). Bilinen anlamda örgütlü olmasalar bile, aynı kampanyaları desteklerler, aynı siyasi görüşlerin, aynı siyasi kişilerin taraftarı ya da düşmanıdırlar. Yine birbirlerininkine çok yakın bir jargona sahiptirler. Yani diyebiliriz ki, hepsi aynı kaba ........ (çok ayıp).

Şimdi bu olgulara bağlı olarak Komplo tezi no.2’ye geldik. Acaba şu olabilir mi? O imza sahipleri (tabii yenilerinin de katılımıyla), bildiri kalıplarını elinde tutanlara “umumi vekalet”lerini vermiş olabilirler.  Böylece her bildiri imzalama faaliyetinde kıymetli saniyeler boşa gitmez. “Bildiri Hazırlama ve İmza Belirleme Komitesi” elli imza gereken bildiriye seçmece elli, yüz kırk iki imza gereken bildiriye o sayıda imza koyarak, yeni bir turnuvayı da mutlaka kazanır. (Böyle bir turnuva ya da yarışmadan başka kimsenin haberi yoktur tabii, ama bence onların bunu kendi aralarında bir yarış gibi sunmalarının başka bir gizli nedeni de var).

Gelelim komplo tezi no.3’e.

İçinde bulunduğumuz siyasi koşulların ışığında bu bildiriler bağlamında yakın geçmişe bir göz atalım. Bildiri yayınlamaktan, imzalamaktan, okumaktan vb. başı derde girenler, yalnızca şaşkın akademisyenler oldu. Kimi gözaltına alındı, bunların bazıları tutuklandı. Kimileri işini kaybetti. Çok yazık oldu, herhalde onları da o trenin önüne atan birileri oldu. İleride anlarız.

Onların tek bir bildiriyle başlarına gelenlerin hemen hiçbiri, bir dolu bildiri yayınlamalarına rağmen, bizim konfeksiyon bildiricilerin başına gelmedi. İnsan ister istemez düşünüyor. Acaba bunlar her olayda ön alma karşılığında birilerince korunuyorlar mı? Hatta taltif mi ediliyorlar?

Ne olursunuz, şimdi bunlara da inanılır mı demeyin. Sizin inanmış olduğunuz Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk, Poyrazköy vb. davalardaki saçmalıklara göre çok daha dört başı mamur komplolar olduğunu kabul edin. Bir muhasebe yapın bakalım.  Ayrıca Veren de orada burada verdiklerini kabul etti, burada neden kimse bir şey vermesin?

Şimdilik Bu Kadar Mizah (?) Yeter


Aradaki mizah (?) kısmından sonra daha önce kaldığımız yerden devam edelim.

Hani bunlar “bir yolunu bulup, yine ortaya çıkıyorlar”dı. Oradan devam.

Eee, ne yapacaksın? Bırakıyorsun yazdığın yazıları bir yana. Mecburi yine dalıyorsun bu konuya. Aslında yaşamakta olduğun durumun bir adı var: “Öğrenilmiş çaresizlik”. Kısa ya da uzun, hiç bir vadede onlarda olumlu bir değişiklik sağlayamayacağını biliyorsun.

Bu çok acı. Uzun bir ortak geçmişin, günün moda lafıyla ortak yaşanmışlıkların var. Elden ne gelir? Bir teselli yolu arıyorsun. Belki onların olumsuz etkileyebilecekleri genç beyinleri uyarabilirsin. Ne de olsa gençler onları isimlerinden ötürü olumlu değerlendiriyor olabilirler. Bunu engellemek şart.

İşin bir başka, daha pasif bir yönü de var. Zamanında benzer bir çaresizlik karşısında Marx’ın bile başvurmak zorunda

Dixie et salvavi animam meam

kaldığı bir çıkış yolu: “Dixie et salvavi animam meam (söyledim ve ruhumu kurtardım)” (Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi) diyebilmek.

Üçüncü bir yön, bir ihtimal daha var, ki ben en çok bunu sevdiğimi itiraf etmeliyim. Hani olur ki, gün gelirse. Bir hesaplaşma ortamı da doğarsa. “Ulan, size söylememiş miydik” diyebilmek var ya!

Bu Platformdan Bir Cacık Olmaz, Neden mi?


Anlatayım. Kızmaca yok. Kesin iddia ediyorum, bunları yazarken kabahat bende değil, ilham verende. Bunu aritmetik netlik düzeyinde de kanıtlayabilirim. Aşağıdaki örnekler, alınmış olan tavırlar, tahminen bu platforma katılacaklara ilişkin sorularım.

Katılımcılar henüz tam liste halinde çıkmadı, ama Ufuk Uras yeterli bir ipucu. Zaten naif Rıza Türmen ve daha naif Binnaz

Çok naifler, çırak çıkarlar

Toprak çok kısa sürede oradan çırak çıkarlar.

Facebook’ta gezinirken büyük usta İsmail Beşikçi’ye ilişkin bir habere rastladım. Hapisteki Altan kardeşlere bir mektup yazmış. Aileyi demokratik mücadelenin simgeleri olarak görüyormuş, Pınar Selek örneğinde bu üç nesle gidiyormuş. Son 20-30 yıldır da Kürtlerde bu (herhalde genetik Z.B.) bu ilişkiler daha görünür olmakta, daha

Yaşlandın mı usta? Ne o genetik filan?

yaygınlaşmaktaymış.

Arada özür dilemem gereken bir hatam var. Mektubun kimin postunda paylaşıldığına hiç dikkat etmeksizin paldır küldür dahil oldum. Hatalıyım. Bir şeyler yazdım, ağır bir cevap aldım. Anlamadığım yerleri de oldu, ama başka sahada olduğumu fark edip çekildim.

Benim yazdıklarım ve almış olduğum cevap, bu yazının uzamış olması nedeniyle, başka bir yazıya kaldı.

Demokratlığın genetik serencamı konusunu, Hoca’nın yaşı ve zihni yorgunluğunu varsayarak, es geçelim. Ama mutlaka vurgulanması gereken bazı noktalar var. Bu yazıda doğrudan alıntı yapmayacağım, ama şimdi yazacaklarımın ilhamı yalnızca Beşikçi Hoca’ya ait değil. Postun sahibinden aldığım cevabın da önemli payı var.

Biraz Sertleşiyoruz


Bu ‘demokratlık’, ‘kınamalar’, ‘senin demokratın, benim demokratım’ gibi konularda çok net belirlenmiş bir tavrım var. Bu ülkenin yaşamış olduğu son 10-15 yıl bana bu konuda laf edebilmem için sınırsız olanak sunuyor.

Birilerinin belki ancak bugün görebildiği, ama bunu itiraf edemediği, bizim ise yıllar önce görüp feryat ederek insanları karşısında uyarmaya çalıştığımız İslami Faşizm sanırım nihayet geldi.

Cansiperane uyarılarımız karşısında, Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk, Amirallere Suikast gibi davalara şu ya da bu ölçüde karşı çıkmamış, hadi bundan vazgeçtim “azıcık da olsa, şüphelerim var” dememiş, iyi tarafıma geldi, bundan da vazgeçtim, verebileceğim

Ölümüne bir ay vardı, evini bastılar

yüzlerce (hişşşşt yüzlerce diyorum) örnek arasından, Prof.Dr.Türkan Saylan’a ölümüne günler (bir aymış) kala reva görülen muameleyi, yine hastalığının terminal evresinin son dört gününde tahliye edilerek Silivri zindanında (hani şimdi Altan Kardeşler’in zulüm altında inim inim inlediği yer var ya, işte orası) değil, hastanede ölmesi sağlanan “Ergenekon’un kasası” Kuddusi Okkır’a yapılan zulmü, her şey ayan beyan ortaya çıktıktan sonra bugün bile


Yazısız

göremeyen, görmezden gelen ve tek kelime söylemeyen sayın zevat;

şimdiden söyleyeyim ki, ileriki yazılarda kusuruma bakmayın. Bu gibi örneklerden daha çok gelecek ve cevap isteyeceğim. Kıyak geçtik, özeleştiri istedik. Artık o devir geçti, özür dilenecek.

Taraf’tan başka gazete okumadınız. Hiç bir karşı görüşe bakmadınız, olanak tanımadınız. Dünyanın yazılarını okuduğu Dani Rodrik bile sizin karşınızda çaresiz kaldı, adamın ısrarlı davetlerine katılmadınız.

Belki de yalnızca Alevi olduğu için, belki de sınıfındaki bir Fetö’cü bir öğrenci piçin, örgütteki abisine, “bunu da araya katalım, abi” dediği için, ailesini, kızını bırakıp kafasına sıkan

Belki de tipini beğenmediniz, Alevi ya 

Yrb.Ali Tatar’ı görmezden, duymazdan geldiniz. Size göre belki zaten faşistti, hatta aranızda bazılarına göre belki de Hopa’da gaz saldırısı sonucu ölen Metin Lokumcu gibi, Ergenekon’un kandırdığı bir zavallıydı.

Hiç duymadım ya da okumadım. Engin Ardıç adlı çöp, Yrb.Ali Tatar için, “mermiye kafa attı” dediğinde, köşelerinizde, bloglarınızda, Facebook postlarınızda, Twitter’da en

Onu hatırlarsınız

basitinden “yok artık, bu kadar da değil” diyeniniz, yazanınız oldu mu? Yoksa bir Schadenfreude eşliğinde TV çizgi kahramanı sevimli köpek ‘Değerli’ gibi kıs kıs güldünüz mü?

Sayın zevat,

Adınız ister İsmail Beşikçi ister Lokman Kaşıkçı, ister Ömer ister Tümer, ister Murat ister Fırat, ister Ufuk ister Şafak, ister Şadi ister Hadi, ister Ferdan ister Zerdan, ister Baskın ister Şaşkın, ister Oya ister Boya, ister Nuray ister Şoray, ister Ümit ister simit (herkese de kafiyeli insan adı bulmak zorunda değilim), velhasılı kelam her ne halt ise, bu 2+2=4 gibi nesnel aritmetik bir durumdur. Tevellütle, kıdemle, teorik yetkinlikle, çok çekmişlikle, işkence görmüşlükle, uzun uzun yatmışlıkla karşılanabilecek, yırtılabilecek bir durum değildir.

Hadi bitirirken bir örnek daha vereyim. Bu da yaşımızın normali olarak kız dedelerine, babaannelerine, anneannelerine ya da bizden gençler için kız annelerine ve babalarına gelsin.

Yazısız


Seversiniz, sevmezsiniz. Mesela ben artık pek sevmiyorum. Ama Nedim Şener, Hırant’ın tüm arkadaşları pek sevgili avukatları aracılığıyla Zekeriya Öz’ün, hadi ‘odasında’ oturuyorlarken diyelim, cinayeti açığa çıkarmak için kitaplar yazdı. Programlara katıldı, tartıştı, anlattı. Bu çabasının mükafatını, sahte delillerle mahkum edilerek aldı, hapis yattı. O ve Ahmet Şık, tutuklandıklarında

Kaç yaşında öyle arandı?

bir gazete (iltifata bak) “Gazetecilikten tutuklanmadılar” diye manşet attı. Tutukluyken nerede mi kaldılar? Silivri tatil köyünde. O zaman öyleydi, şimdi zindan oldu. O zindana da şimdi o manşeti atanı koydular. Yanlış anlamayın, Schadenfreude söz konusu değil, neden olsun ki? Demek, oraya atılanlar gerçekten de gazetecilikten atılmıyorlarmış.

Bu manşet Öz'ün açıklaması


Neyse kız çocuk konusunu unutmayalım, önemli. Duymuş muydunuz bilmem. Nedim’in küçücük kızı, babasını o ‘tatil köyünde’ görmek için annesiyle birlikte gittiğinde, elbisesi ya da fanilasındaki madeni pullar X-Ray cihazında öttü diye, iç çamaşırlarına kadar soyularak arandı.

Aklıma yine mahkeme sahnesi geldi: “Başka sorum yok”.

Bu da Beşikçi'nin demokratından manşet ve başyazı



“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”

“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”