Günün
Tweet’i (hem de kimin?)
“Solun
farklı kesimlerinin demokrasi ortak payında yanyana gelmesi kifayetsiz
muhterisleri çıldırttı. Sol içi rekabetten beslenenler yasta.”
|
Bizimki de abartı, bundan ne olur?
|
Ufuk
Uras, 24.10.2016, 08.59
......
Bu
ülkede zaman kısıtlaması olmayan durumlarda bile yazı yazabilmek çok zor.
Bazısı keyifli, bazısı keyifsiz birkaç farklı yazıya başlıyorsun. Keyfine ya da
bilgine bağlı olarak birini ya da öbürünü yazmaya devam ediyorsun. Gırtlağını
sıkıp yazı bekleyen bir yayın yönetmenin yok. Tamam, o yok, ama hızla akmakta
olan hayatı ne yapacaksın?
Sabah
kalkıyorsun. İnternetten gazetelere bakmaya başlıyorsun. O da ne, bir haber:
“Demokrasi İçin Birlik Platformu” kurulmuş, ilk buluşmasını da gerçekleştirmiş.
Bir sevinç, bir keyif hissi. Demek ki birileri bir şeyler yapıyor.
|
Haydi hayırlısı
|
Ardından
giderek artan bir merak, kim ola ki bunlar? Hobareeey! Büyük bir hayal
kırıklığı, ardından bir kızgınlık hatta çıldırma hali.
“Sol
içi rekabetten beslenen bir kifayetsiz muhteris” olarak, kızgın, çıldırmış ve
yasta olabilirim. (Aslında çılgınca yas biraz absürd). Peki, bunu kim söylüyor?
Ufuk Uras.
Bir
mahkeme filminde oynuyor olsaydık ve ben avukat ya da savcı rolünde olsaydım,
bu konuda bu ismin ifade edilmesinden sonra söyleyebileceğim tek bir replik
olurdu: “Başka sorum yok”.
Ama
gelin görün ki, gerçek hayat farklı.
Şimdi
sakin olmaya çalışacağım, olabildiğince tabii.
Akıp Duran Gündelik Hayat
Kendime
hep uyarıda bulunuyorum. “Yeter” diyorum, “şu YAE, kullanışlı aptallar vb.
konuları bırak. Bu durum neredeyse bir komplekse dönüşecek sanki. Yoksa sen
başka konularda yazamıyor musun?”
Yok
canım, daha önce yazdım. Bu blogta bile farklı konularda bir dolu yazım var. E
peki, yaz kardeşim, kim tutuyor seni? Bu sorunun cevabı çok basit aslında: Akıp
duran gündelik hayat.
Bir
dolu tarih bilgisine sahipsin, araştırmaların var. Onları yaz, çiçek yaz, böcek
yaz, ne bileyim aşk yaz. Olmuyor, olmuyor.
Bir
anda bir yerlerden bir platform fışkırıyor, aynı köşeden bir Ufuk Uras
çıkıveriyor, başka bir yerden koskoca İsmail Beşikçi (laf aramızda) saçmalıyor,
bir iki şey söylüyorsun, gecenin ileri saatlerinde kafası iyi birisi açıyor
ağzını, yumuyor gözünü.
O
sırada Twitter’da başka birine rastlıyorsun. Ta Mayıs ayında bir Facebook
postunda, “şu ‘evet’ meselesini diline pelesenk edenler”e sataşmış bir genç.
Cevap yazmaya başlamışsın, ama yarım bırakmışsın. Aslında bir eğitimden mahrum
kalmış, bunu yeni anlıyorsun. Çünkü bugüne gelinmiş, diller yine uzamış.
Garanti o da bu platformdandır.
Belki
Ayıp, Ama Çok Benziyorlar
Şimdi
bunları görünce benim aklıma başka bir güruh geliyor. Hani 17 Aralık’ta, artık
bir üst akıl, alt akıl, hizmet, Fetö, her neyse sıkı bir bant kayıtları darbesi
vurmuştu. Yıkmayı hedefliyordu, yerinden bile kımıldatamadı. 25 Aralık’ta
ikinci darbeyi vurdu, sendeletti ama yine yıkamadı. Aslında dünyanın birçok
ülkesinde olacak olan burada olmadı. Darbeleri yiyen, bu dayanıklılığını asla
haklı olmasına değil, yüzsüz olmasına borçluydu. Bu bizim bu platformcu
tiplemesinde de da durum aynı.
12
Eylül 2010’dan bu yana ülkede meydana gelen her gelişme bunların aleyhine puan
yazıyor, bir dolu etkili kalemden gelen vuruyor, giden vuruyor. Aleyhlerinde
ispatlı, şahitli, alıntılı kitaplar yazılıyor. Artık herhalde susarlar ya da
pişman olurlar diyorsun. Bir yolunu bulup, yine ortaya çıkıyorlar.
“Dünya
Bildiri Hazırlama ve Yayınlama Turnuvası”
Şunu
yazmadan geçmek istemiyorum. Bu ekibin dünya çapında başarıları da var.
Kimlerin mi? Birkaç örnek: Baskın Oran, Ufuk Uras, Oya Baydar vb. Gayrı resmi
olarak düzenlenen ‘Dünya Bildiri Hazırlama ve Yayınlama’
|
Çok hoş, Oya Abla diye seviyorlar onu
|
turnuvalarında hep
birinci oluyorlar. Tüm toplumu ilgilendiren, önemli bir olay oluyor. Bunların
dışında birileri farklı görüşlerden insanları da işin içine katarak, bu olay
hakkında etkili bir bildiri hazırlamaya girişiyor. Kolay gelsin! Boşa
uğraşmayın.
Daha
o toplumsal olay sona ermeden birkaç dakika içinde bunların bildirisi
hazırlanmış, imzaya açılmış ve malum zevat tarafından son sürat imzalanmış
oluyor. Gelsin şampiyonluk.
Tabii
diğer insanlar da “adımız çıkar, sonra kendimizi nasıl aklayabiliriz?” gibi
kaygılarla bunların metnine katiyen imza
|
Vallahi, imza koymayanlar haklı
|
koymuyorlar.
Abarttığımı
düşünüyorsunuz değil mi? 2008 yılındaki 300 imzalı “Ergenekon karartılmasın!”
adlı imza kampanyasından bu yana bu ekibin yarışı kaybettiği tek imza kampanyası,
o bin bilmem kaç imzalı PKK yanlısı şapşal akademisyenler kampanyasıdır. O
bildirideki anlam kaymalarının ve cümle düşüklüklerinin ana nedeni de, hızla ve
bu ekip bulaşmadan yazabilme çabasıdır, diye düşünüyorum.
Bu
Konudaki Komplo Teorilerim
Bu
konuda birkaç farklı komplo teorisine başvuralım:
Bence
bu hızlı ağabey ve ablaların elinde, o 2008’deki bildiriden bu yana, her duruma
uyabilecek, “boşlukları doldur” sistemine göre hazırlanmış bir veya birkaç
bildiri kalıbı var. Dolayısıyla her olayda yeni bir bildiri yazmaktansa, uygun
kalıbın boşluklarını dolduruyorlar ve hooop yayınlıyorlar. (Komplo tezi no.1)
Peki,
ya imzalar diyeceksiniz. Cevap çok basit.
O
bildirideki 300 imzanın sahiplerini incelerseniz, ilginç bir olguyu mutlaka
fark edeceksiniz. Bunların ezici çoğunluğu şu veya bu ölçüde aynı soydandır
(mecazi anlamda, kibarca söylüyorum). Bilinen anlamda örgütlü olmasalar bile,
aynı kampanyaları desteklerler, aynı siyasi görüşlerin, aynı siyasi kişilerin taraftarı
ya da düşmanıdırlar. Yine birbirlerininkine çok yakın bir jargona sahiptirler.
Yani diyebiliriz ki, hepsi aynı kaba ........ (çok ayıp).
Şimdi
bu olgulara bağlı olarak Komplo tezi no.2’ye geldik. Acaba şu olabilir mi? O
imza sahipleri (tabii yenilerinin de katılımıyla), bildiri kalıplarını elinde
tutanlara “umumi vekalet”lerini vermiş olabilirler. Böylece her bildiri imzalama faaliyetinde
kıymetli saniyeler boşa gitmez. “Bildiri Hazırlama ve İmza Belirleme Komitesi”
elli imza gereken bildiriye seçmece elli, yüz kırk iki imza gereken bildiriye o
sayıda imza koyarak, yeni bir turnuvayı da mutlaka kazanır. (Böyle bir turnuva
ya da yarışmadan başka kimsenin haberi yoktur tabii, ama bence onların bunu
kendi aralarında bir yarış gibi sunmalarının başka bir gizli nedeni de var).
Gelelim
komplo tezi no.3’e.
İçinde
bulunduğumuz siyasi koşulların ışığında bu bildiriler bağlamında yakın geçmişe
bir göz atalım. Bildiri yayınlamaktan, imzalamaktan, okumaktan vb. başı derde
girenler, yalnızca şaşkın akademisyenler oldu. Kimi gözaltına alındı, bunların
bazıları tutuklandı. Kimileri işini kaybetti. Çok yazık oldu, herhalde onları
da o trenin önüne atan birileri oldu. İleride anlarız.
Onların
tek bir bildiriyle başlarına gelenlerin hemen hiçbiri, bir dolu bildiri
yayınlamalarına rağmen, bizim konfeksiyon bildiricilerin başına gelmedi. İnsan
ister istemez düşünüyor. Acaba bunlar her olayda ön alma karşılığında
birilerince korunuyorlar mı? Hatta taltif mi ediliyorlar?
Ne
olursunuz, şimdi bunlara da inanılır mı demeyin. Sizin inanmış olduğunuz
Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk, Poyrazköy vb. davalardaki saçmalıklara göre
çok daha dört başı mamur komplolar olduğunu kabul edin. Bir muhasebe yapın
bakalım. Ayrıca Veren de orada burada verdiklerini
kabul etti, burada neden kimse bir şey vermesin?
Şimdilik
Bu Kadar Mizah (?) Yeter
Aradaki
mizah (?) kısmından sonra daha önce kaldığımız yerden devam edelim.
Hani
bunlar “bir yolunu bulup, yine ortaya çıkıyorlar”dı. Oradan devam.
Eee,
ne yapacaksın? Bırakıyorsun yazdığın yazıları bir yana. Mecburi yine dalıyorsun
bu konuya. Aslında yaşamakta olduğun durumun bir adı var: “Öğrenilmiş
çaresizlik”. Kısa ya da uzun, hiç bir vadede onlarda olumlu bir değişiklik
sağlayamayacağını biliyorsun.
Bu
çok acı. Uzun bir ortak geçmişin, günün moda lafıyla ortak yaşanmışlıkların
var. Elden ne gelir? Bir teselli yolu arıyorsun. Belki onların olumsuz
etkileyebilecekleri genç beyinleri uyarabilirsin. Ne de olsa gençler onları
isimlerinden ötürü olumlu değerlendiriyor olabilirler. Bunu engellemek şart.
İşin
bir başka, daha pasif bir yönü de var. Zamanında benzer bir çaresizlik
karşısında Marx’ın bile başvurmak zorunda
|
Dixie et salvavi animam meam
|
kaldığı bir çıkış yolu: “Dixie et
salvavi animam meam (söyledim ve ruhumu kurtardım)” (Gotha ve Erfurt Programlarının
Eleştirisi) diyebilmek.
Üçüncü
bir yön, bir ihtimal daha var, ki ben en çok bunu sevdiğimi itiraf etmeliyim.
Hani olur ki, gün gelirse. Bir hesaplaşma ortamı da doğarsa. “Ulan, size
söylememiş miydik” diyebilmek var ya!
Bu
Platformdan Bir Cacık Olmaz, Neden mi?
Anlatayım.
Kızmaca yok. Kesin iddia ediyorum, bunları yazarken kabahat bende değil, ilham
verende. Bunu aritmetik netlik düzeyinde de kanıtlayabilirim. Aşağıdaki
örnekler, alınmış olan tavırlar, tahminen bu platforma katılacaklara ilişkin
sorularım.
Katılımcılar
henüz tam liste halinde çıkmadı, ama Ufuk Uras yeterli bir ipucu. Zaten naif
Rıza Türmen ve daha naif Binnaz
|
Çok naifler, çırak çıkarlar
|
Toprak çok kısa sürede oradan çırak çıkarlar.
Facebook’ta
gezinirken büyük usta İsmail Beşikçi’ye ilişkin bir habere rastladım. Hapisteki
Altan kardeşlere bir mektup yazmış. Aileyi demokratik mücadelenin simgeleri
olarak görüyormuş, Pınar Selek örneğinde bu üç nesle gidiyormuş. Son 20-30 yıldır
da Kürtlerde bu (herhalde genetik Z.B.) bu ilişkiler daha görünür olmakta, daha
|
Yaşlandın mı usta? Ne o genetik filan?
|
yaygınlaşmaktaymış.
Arada
özür dilemem gereken bir hatam var. Mektubun kimin postunda paylaşıldığına hiç
dikkat etmeksizin paldır küldür dahil oldum. Hatalıyım. Bir şeyler yazdım, ağır
bir cevap aldım. Anlamadığım yerleri de oldu, ama başka sahada olduğumu fark
edip çekildim.
Benim
yazdıklarım ve almış olduğum cevap, bu yazının uzamış olması nedeniyle, başka
bir yazıya kaldı.
Demokratlığın
genetik serencamı konusunu, Hoca’nın yaşı ve zihni yorgunluğunu varsayarak, es
geçelim. Ama mutlaka vurgulanması gereken bazı noktalar var. Bu yazıda doğrudan
alıntı yapmayacağım, ama şimdi yazacaklarımın ilhamı yalnızca Beşikçi Hoca’ya
ait değil. Postun sahibinden aldığım cevabın da önemli payı var.
Biraz
Sertleşiyoruz
Bu
‘demokratlık’, ‘kınamalar’, ‘senin demokratın, benim demokratım’ gibi konularda
çok net belirlenmiş bir tavrım var. Bu ülkenin yaşamış olduğu son 10-15 yıl
bana bu konuda laf edebilmem için sınırsız olanak sunuyor.
Birilerinin
belki ancak bugün görebildiği, ama bunu itiraf edemediği, bizim ise yıllar önce
görüp feryat ederek insanları karşısında uyarmaya çalıştığımız İslami Faşizm
sanırım nihayet geldi.
Cansiperane
uyarılarımız karşısında, Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk, Amirallere Suikast
gibi davalara şu ya da bu ölçüde karşı çıkmamış, hadi bundan vazgeçtim “azıcık
da olsa, şüphelerim var” dememiş, iyi tarafıma geldi, bundan da vazgeçtim,
verebileceğim
|
Ölümüne bir ay vardı, evini bastılar
|
yüzlerce (hişşşşt yüzlerce diyorum) örnek arasından, Prof.Dr.Türkan
Saylan’a ölümüne günler (bir aymış) kala reva görülen muameleyi, yine
hastalığının terminal evresinin son dört gününde tahliye edilerek Silivri
zindanında (hani şimdi Altan Kardeşler’in zulüm altında inim inim inlediği yer
var ya, işte orası) değil, hastanede ölmesi sağlanan “Ergenekon’un kasası”
Kuddusi Okkır’a yapılan zulmü, her şey ayan beyan ortaya çıktıktan sonra bugün
bile
|
Yazısız
|
göremeyen, görmezden gelen ve tek kelime söylemeyen sayın zevat;
şimdiden
söyleyeyim ki, ileriki yazılarda kusuruma bakmayın. Bu gibi örneklerden daha
çok gelecek ve cevap isteyeceğim. Kıyak geçtik, özeleştiri istedik. Artık o
devir geçti, özür dilenecek.
Taraf’tan
başka gazete okumadınız. Hiç bir karşı görüşe bakmadınız, olanak tanımadınız.
Dünyanın yazılarını okuduğu Dani Rodrik bile sizin karşınızda çaresiz kaldı,
adamın ısrarlı davetlerine katılmadınız.
Belki
de yalnızca Alevi olduğu için, belki de sınıfındaki bir Fetö’cü bir öğrenci
piçin, örgütteki abisine, “bunu da araya katalım, abi” dediği için, ailesini,
kızını bırakıp kafasına sıkan
|
Belki de tipini beğenmediniz, Alevi ya
|
Yrb.Ali Tatar’ı görmezden, duymazdan geldiniz.
Size göre belki zaten faşistti, hatta aranızda bazılarına göre belki de Hopa’da
gaz saldırısı sonucu ölen Metin Lokumcu gibi, Ergenekon’un kandırdığı bir
zavallıydı.
Hiç
duymadım ya da okumadım. Engin Ardıç adlı çöp, Yrb.Ali Tatar için, “mermiye
kafa attı” dediğinde, köşelerinizde, bloglarınızda, Facebook postlarınızda,
Twitter’da en
|
Onu hatırlarsınız
|
basitinden “yok artık, bu kadar da değil” diyeniniz, yazanınız
oldu mu? Yoksa bir Schadenfreude eşliğinde TV çizgi kahramanı sevimli köpek
‘Değerli’ gibi kıs kıs güldünüz mü?
Sayın
zevat,
Adınız
ister İsmail Beşikçi ister Lokman Kaşıkçı, ister Ömer ister Tümer, ister Murat
ister Fırat, ister Ufuk ister Şafak, ister Şadi ister Hadi, ister Ferdan ister
Zerdan, ister Baskın ister Şaşkın, ister Oya ister Boya, ister Nuray ister
Şoray, ister Ümit ister simit (herkese de kafiyeli insan adı bulmak zorunda
değilim), velhasılı kelam her ne halt ise, bu 2+2=4 gibi nesnel aritmetik bir
durumdur. Tevellütle, kıdemle, teorik yetkinlikle, çok çekmişlikle, işkence
görmüşlükle, uzun uzun yatmışlıkla karşılanabilecek, yırtılabilecek bir durum
değildir.
Hadi
bitirirken bir örnek daha vereyim. Bu da yaşımızın normali olarak kız
dedelerine, babaannelerine, anneannelerine ya da bizden gençler için kız
annelerine ve babalarına gelsin.
|
Yazısız
|
Seversiniz,
sevmezsiniz. Mesela ben artık pek sevmiyorum. Ama Nedim Şener, Hırant’ın tüm
arkadaşları pek sevgili avukatları aracılığıyla Zekeriya Öz’ün, hadi ‘odasında’
oturuyorlarken diyelim, cinayeti açığa çıkarmak için kitaplar yazdı.
Programlara katıldı, tartıştı, anlattı. Bu çabasının mükafatını, sahte
delillerle mahkum edilerek aldı, hapis yattı. O ve Ahmet Şık,
tutuklandıklarında
|
Kaç yaşında öyle arandı?
|
bir gazete (iltifata bak) “Gazetecilikten tutuklanmadılar”
diye manşet attı. Tutukluyken nerede mi kaldılar? Silivri tatil köyünde. O
zaman öyleydi, şimdi zindan oldu. O zindana da şimdi o manşeti atanı koydular.
Yanlış anlamayın, Schadenfreude söz konusu değil, neden olsun ki? Demek, oraya
atılanlar gerçekten de gazetecilikten atılmıyorlarmış.
|
Bu manşet Öz'ün açıklaması
|
Neyse
kız çocuk konusunu unutmayalım, önemli. Duymuş muydunuz bilmem. Nedim’in
küçücük kızı, babasını o ‘tatil köyünde’ görmek için annesiyle birlikte
gittiğinde, elbisesi ya da fanilasındaki madeni pullar X-Ray cihazında öttü
diye, iç çamaşırlarına kadar soyularak arandı.
Aklıma yine mahkeme sahnesi geldi: “Başka sorum yok”.
|
Bu da Beşikçi'nin demokratından manşet ve başyazı
|
“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”
“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”