29 Şubat 2016 Pazartesi

Geçen Yazıdan Devam


Daha doğrusu ek analiz ve tahminler. Son haftayı, bugünü ve önümüzdeki günleri farklı yönlerden ve farklı başlıklar altında toplamaya çalışacağım.

AKP’nin Bugünü ve Yarını


AKP’de geçen haftaların en önemli vukuatı ağabeylerin isyanı idi. Ama anlaşıldığı kadarıyla RTE, Gül üzerinden onlara hiddetli ve şiddetli bir mesaj gönderdi ve sesleri bir müddet için kesildi. Bu ağabeylerin, birkaç önemli isim haricinde parti içinden kimlerle  temasta olduklarını bilmiyoruz. Zaman gösterecek.

(Ara not: Küskün ağabeylere bugün Habertürk’teki köşe yazısıyla önemli bir isim daha katıldı. Aslında siyaseti bıraktığını açıklamıştı, ama herhalde burada bir ışık gördü: Prof.Dr.Ömer Dinçer. Yine bugün AKP kurucularından Hüseyin Çelik, kendi internet sitesinde isim vermeden RTE’yi şiddetle eleştiren bir yazı yayınladı).

Bu RTE-Gül konuşması üzerine başka bir tez daha var. Rivayet o ki, RTE Gül’den Anayasa Mahkemesi’ne tayin etmiş olduğu yargıçları etkileyerek, Erdem Gül-Can Dündar davasında olumsuz karar vermelerini istemiş, ama Gül böyle bir müdahaleyi reddetmiş.

Şimdilik sönmüş gibi gözüken bu hareket açısından en önemli isimlerden biri ise Davutoğlu. Hemen küçümsemeyin. Davutoğlu, RTE’ye karşı amansız bir mücadele sürdürüyor. RTE’nin, onu görevden ayrılıp yerini başka birine devretmeye zorlayacağı olası bir kongrede, ağabeylerin ayarttıkları ve kendisinin yanına çektikleriyle birlikte, önemli bir hareket başlatabilir. Bunun altyapısını özellikle dış temaslarda hazırlamaya uğraşıyor.

Ayrıca bunu üstü kapalı deklare de etti. Meclis konuşmasında Erdoğan’ı efsanevi lider olarak adlandırıp, kendisinin partinin yeni lideri olarak seçildiğini vurguladı.

Dananın Kuyruğu Nerede Kopar?


RTE’nin bu mücadeleyi kazanabilmesi için yapması gereken hamle, partiyi içeriden bir kongreye yönlendirmektir. Olası bu kongre, RTE’nin Davutoğlu ile ilgili bir değişikliği yapabileceği son tarihtir. Eskaza Davutoğlu o kongreyi de kazanacak olursa, bir daha onu kolay kolay kimse yerinden edemez.

Bir defa kim ne derse desin, Davutoğlu partiyi kaybedilmiş iktidara yeniden taşımış genel başkan durumundadır. Ayrıca öylesi bir kanlı kongre savaşına girişildiği takdirde, parti yönetiminde olmanın avantajlarını kullanacaktır. Kongrede genel başkanı, çoğunluğu RTE tarafından belirlenmiş milletvekilleri değil, delegeler seçecektir. Ve mevcut parti yönetiminin şu veya bu şekilde delegeler üzerinde daha etkili olabileceği ortadadır.

Tabii, bu mücadele sırasında partiyi fabrika ayarlarına geri döndürmek isteyenlerin, özellikle de şu anki küskün ağabeylerin katkısı büyük önem kazanacaktır.

Davutoğlu’nu destekleyerek parti içinde belirli bir güce erişirlerse, iktidarı tek başına RTE’nin ele geçirmesine imkan vermemek için, partiyi bölmeyi bile göze alabilirler.

AKP, Biraz Daha Yakından


Suriye’deki kepazelik, Artvin’deki (geçici de olsa) yenilgi, Can Dündar ve Erdem Gül’ün bir zafer olarak algılanan serbest kalmaları, Rusya’nın postaları karşısındaki çaresizlik,

RTE'ye büyük gol oldu

ABD’nin açıkça PYD’den yana tavır alması, Güneydoğu’da bir türlü arzulanan (!) nihai başarıya ulaşılamaması vb. olumsuz gelişmeler, normal demokratik bir ülkede olsa Başbakan ve hükümetin karnesine eksi yazardı, hatta çoktan düşürürdü. Burada durum biraz değişik. Burada RTE o kadar ön planda duruyor ki, bazı manevralarla bu yenilgilerin faturasını ona çıkarmak mümkün.

Zaten yandaş medyayı takip ettiğinizde, ciddi bir bölünme ve bazı konularda RTE’nin yakın çevresi bahane edilerek açıktan alınan tavırlara rastlamak da mümkün.

Yukarıda da belirttiğim gibi RTE’nin Davutoğlu’ndan kurtulabilmesi, olası bir kongreye bağlı. Bu ise çok riskli. Bunu kaybedebilir de.

Partiyi bir erken seçime zorlaması da çok riskli. Henüz iki yılını doldurmamış ve özlük haklarını kazanmamış AKP milletvekillerinin, Davutoğlu’nun (ve muhtemelen ağabeylerin) karşı durması durumunda bir erken seçime daha evet demeleri zor.

Geriye RTE için bir ihtimal kalıyor. Kısmi bir erken seçimi zorlamak. Bunu yapabilmek için, talimatını geçenlerde verdiği üzere, mecliste bekleyen fezlekeleri işleme koydurup, özellikle HDP’lilerin dokunulmazlıklarını kaldırmak ve ardından milletvekilliklerini düşürmek gerekiyor.

Bu, RTE’nin hiçbir ahlaki ve siyasi kaygı duymaksızın başvurabileceği bir yol. Ama aynen erken genel seçim konusundaki dezavantajları taşıyor. Batı ülkelerine bunu açıklayabilmek çok zor. Bu nedenle Davutoğlu bu formüle de aynı şiddette ama el altından karşı çıkabilir.

Her iki formül de RTE açısından Davutoğlu’nun tam bir işbirliğine muhtaç bence. Aksi takdirde partide ciddi bir bölünme de yaşanabilir. Olmaz demeyin, siyasi tarihimizde bunlar oldu.

Buraya kadar yazdıklarımda bazı dış mihrakların (hani üst akıllar filan) olası müdahalelerine hiç girmedim. Bir iki ufak örnek verebilirim.

Vikipedi’den Süleyman Demirel maddesine bir göz atmanızda fayda var. Siyaset sahnesinde daha önce adı hiç duyulmamış bir kişinin, nasıl bir çalışmayla çok kısa bir sürede bir partinin lideri yapılabildiğini görebilirsiniz. (Katıldığı 2. Kongrede, henüz milletvekili bile değilken).

Bir başka Vikipedi maddesinde ise, imamet esasına göre örgütlenmiş bir partide, o sırada hiç bir önemli görevi bulunmayan bir kişinin, Beyaz Saray’ın arka kapısından girip, gerekli görüşmeleri yapabildiğini, anti-amerikancı liderine ihanet ederek yepyeni bir partiyi nasıl kurduğunu ve hemen ardından iktidara nasıl geldiğini görebilirsiniz.

Buraya kadar yazdıklarım, RTE ve AKP’den kurtuluşun, olası bir AKP kongresine, biraz da dış faktörlere bağlı olduğu fikrini ön planda tutuyor (çok acı ama maalesef, böyle).

Biraz da CHP


CHP, AKP karşısında ana muhalefet partisi olduğundan beri ilk kez bu kadar doğru bir karar verdi ve Anayasa komisyonundan çekildi. İlk toplantılara sessiz sedasız girmelerinden çok huylanmıştım. Gene AKP’nin oyununa geleceklerini düşündüm. Hatta bu konuya çok uyan bir de fıkra hazırlamıştım. Fıkra şimdilik elimde kaldı. Uygun bir durum mutlaka gelecektir. Ama yanılmış olmak beni mutlu etti.

Ama tabii bu başarıyı gölgeleyen, o ufacık umut kırıntısının da kaybına neden olabilecek durumlar olmadı değil. Duvardan indirilen Atatürk posteri konusunun partiyi haftalar boyu meşgul etmesinden söz ediyorum. Farkındaysanız, hala da sonuçlanmadı.

Şimdilik CHP üzerinde daha fazla durmak istemiyorum. Bugünlerde diğer iki muhalefet partisi daha önemli.

Önce MHP ve Bahçeli


Bahçeli, 7 Haziran seçim gecesinde, daha kesin sonuçlar açıklanmadan, matematiksel ve ruhsal yıkıntıya uğramış RTE ve AKP’ye muhteşem bir hayat öpücüğü verdi. ¨Seçimse seçim¨ dedi, ¨ben o bölücü partiyle yanyana olmam¨ dedi. Uçurumun kenarına gelmiş adamlara, kocaman bir manevra sahası açtı. Onları kurtardı. 1 Kasım’da dersini aldı, ama ne fayda.

Bugün MHP, önce bölünmeye, ardından da lideri kim olursa olsun, baraj altında kalmaya aday bir partidir. Varlığı, yine AKP’nin varlığına, tavrına bağlıdır. Başına gelebilecek her musibetin beni mutlu edeceği çok açık, ama bunların sonuçları sadece onu etkilemeyecek. AKP’ye yarayacak. Bu da herkesin aleyhine olacak.

MHP, son dakikada akıllıca sayılabilecek bir tavır aldı, dört parti olmadığı takdirde, komisyonda yer almayı reddetti. HDP’nin varlığını reddetmedi. MHP üzerine daha fazla konuşmadan, kongreyi beklemek lazım. Tabii yapılabilirse. Genel başkan adayları arasından bir tercih yapmam da söz konusu değil. Allah’ın selameti hepsinin üzerine olsun.

Geldik En Zor Partiye


Önceki yazılarımı, özellikle de 7 Haziran seçimlerinden öncekileri okumuş olanlar hatırlayacaklardır. Matematiksel veya stratejik bir hesapla HDP’ye oy verilebileceğini söylemiştim. Benim itirazım, kendini terörden net çizgilerle ayırmamış bir HDP’ye katılmaya, üye olmaya, hatta bir yerlerde aday olabilecek kadar angaje olmaya idi. Fakat bir sürü insan, aynen YAE tavrında olduğu gibi, fanatik birer HDP taraftarı oldular ve eleştiri ya da uyarıları görmezden, duymazdan geldiler. Daha sonra da Kandil onları görmezden geldi:)).

Bu yazıyı okurken, benim de son iki seçimde oyumu HDP’ye vermiş olduğumun göz önünde bulundurulmasında yarar var. Kararım tamamen stratejikti. Yani fanatik bir HDP karşıtı değilim. Ama PKK’ya karşıyım. Teröre de karşıyım.

Kendini solda tanımlamaya, öyle sunmaya çalışan bir partinin, etnik milliyetçi bir çizgiyle arasına net sınırlar koymasından yanayım. Yine kendini solda tanımlamaya çalışan bir partinin, üretim ilişkileri üzerine daha net tavır almasından yanayım. Özellikle feodal ilişkiler hakkında fikirlerini şüpheye yer bırakmayacak netlikte ifade etmesinden ve buna göre davranmasından yanayım.

Solcu olma iddiasındaki kişilerin, Kürt milliyetçiliğini ön planda tutan, seçim çalışmaları sırasında aşiretlerin desteğini aldığını açıklayan bir partiyle ilişkilerini daha dikkatli kurmaları gerekir.

Taziye Çadırı


Sorunum taziye çadırı. Bundan daha önemli sorunum da, önce parti sözcüsünün ardından da Demirtaş’ın bu konudaki açıklamaları. Bulabilirseniz okuyun. Ben kendimi aşağılanmış hissettim, o ne zeka, o ne belagat. Ayıptır, hatta zulümdür. Karşısındakileri bu kadar aptal yerine koymak, ucuz demagojiler.  Bu partiyi çok seven arkadaşlarımın yolları açık, sol (!) uğraşları kutlu olsun. Ben bir daha yokum.

Neden böyle bir tavır? Dünyanın neresinde, hangi rejim altında yönetilen ülkesinde olursa olsun, Ankara bombalaması şüphesiz ve eksiksiz bir terör eylemidir. Eylemi planlayan, bombayı hazırlayan, yardım eden ve patlatan kişiler asla ve asla gerilla sayılamazlar. Teröristtirler.

Kendisini Türkiye’nin partisi olma iddiasıyla ortaya süren, bir sürü eski-yeni solcuyu seferber edip fanatikçe çalıştıran, etnik kökenli bir partiye asla oy vermeyecek kişileri (takiyye ile) kandırarak oylarını alan bir partinin milletvekili, 29 kişiyi katletmiş bir teröristin taziyesine katılamaz, üstüne üstlük orada övücü bir konuşmayı katiyen yapamaz. O parti de demagojiyle o milletvekiline ve o tavra sahip çıkamaz.

Yapmaz mı, aslında yapar. Yaptı bile. Bu bir tercihtir. Bundan sonraki olası bir seçimde parlamentoda yer alabilmesinin koşulu, barajın % 5’e inmesidir. Stratejik ve destek amaçlı oylara, en azından benimkine elveda demek zorundadır.

Ceterum censeo Carthaginem esse delendam. 

(Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.)



14 Şubat 2016 Pazar

Bu Yazıda YAE’ciler Yok

Vallahi yok. Onları geçici (!) olarak tarihin şaşırtılamaz terazisinin kefelerinden birine bıraktım. Öbür kefeye ne koyarsam koyayım olmadı. Terazi denge tutmuyor, neyse bunun araştırılmasını sonraya bırakalım. Dediğim gibi bu yazıda onlar yok.

Peki, Ne Var?

Son günlerde eli klavye tutan herkes, AKP üzerine yazmaya başladı. Tabii Sur ve Cizre üzerine yazılanlar haricinde. Naifliğimi mazur görün, benim elim bu iki ilçe üzerine yazmaya gitmedi. Biz, Kamboçya’da, Vietnam’da, bir dolu Afrika ülkesinde yapılan katliamları ta yüreğinde yaşamış, sokaklara dökülüp gırtlağının izin verdiği şiddette haykırarak kınamış bir nesilden geliyoruz. Kendi ülkemizde, kendi vatandaşlarımıza uygulanan katliam için ise birkaç bildiri, cılız birkaç slogan haricinde yapabildiğimiz bir halt  yok. Bunun utancı da bize yeter.

Bu noktaya neden ve nasıl geldik sorusunun cevabı hem çok uzun, hem de bu yazıda girilmemesi gereken sınırlara girmek gerekebilir. O nedenle takılmıyorum. Bu yazıdaki derdim, AKP ve tabii RTE ve savaş.

Önce Faşizm Meselesi

Beni tanıyanlar ya da eski yazılarımda sık sık verdiğim örnekleri hatırlayanlar, sıkı bir faşizm, Nazi İmparatorluğu, 2.Dünya Savaşı ve Hitler meraklısı olduğumu bilirler. (Faşist olduğumu değil, bu konulara meraklı olduğumu).

Faşizmin en yaygın bilinen, bence vurgulu olsun diye yapılmış en primitif tanımı, Dimitrov’a aittir. Hani şu, ¨ faşizm, tekelci sermayenin en kanlı, en.....,en ...... diktatörlüğüdür¨ şeklindeki.
Ömer Laçiner

Tabii ki, daha gelişkin faşizm tanımları da yapılmıştır yıllar boyunca. Mesela ben kadim dostum Ömer Laçiner’in, Birikim Dergisi’nin Haziran ve Temmuz 1975 (4. ve 5. sayılar) sayılarında yer alan ¨Faşizm¨ yazılarından çok etkilenmiştim. Okumak isteyenler, ¨birikimdergisi.com¨ adresinde ¨70’lerin Birikimi¨ sekmesini tıklayarak erişebilirler.

Okuduğum kitapların, izlediğim filmlerin sayısı arttıkça, faşizm üzerine yazılmış yazılarda sanki pek üzerinde durulmayan, ya da sınıfsal analizlerin yanında, kavram tanımlarında kendine pek yer bulamayan bir olgu daha keşfettim. Ukalalık olmasın, tabii ki dünyada ilk keşfeden ben değilim. Keşfettim yerine belki farkına vardım demeliyim. (Az sonra)




Neleri Okumuş Olmak,
Hata Yapmamak İçin Gerekli Hatta Yeterliydi?

Bu konularda okuduğum yüzü aşkın (gerçekten!) kitaptan sadece ikisini okumuş olmak, bu ülkedeki gelişmelerin yönünü, olası varış noktalarını, karşı mücadelenin ancak nerelerde yapılırsa başarılı olabileceğini (belki diyelim, çünkü tarihte sonu hep başka türlü, başka yollardan geldi faşizmin) günbegün görebilmek mümkündü. Bu konuda çok iddialıyım, bunun tanıkları da var. Her gün kısa süre sonra doğrulanan analizlerimi çevremdekilere söyledim. O zaman daha bloğum yoktu. Zaten bloğu başlatmamın nedenlerinden biri de bu: Söylemek (yazmak) ve hiç olmazsa ruhumu kurtarmak.

Shirer'in üç ciltlik
kitabının birinci cildi
Bahsettiğim iki kitabın ilki William L. Shirer’in üç ciltlik ¨Nazi İmparatorluğu¨ adlı kitabı. İkincisi ise Ian Kershaw’ın iki ciltlik biyografi kitabı: ¨Hitler (Hubris)¨, ¨Hitler (Nemesis)¨.Bu ikisini okumuş olan bir kişinin, bu ülkedeki gelişmelere bakarak ileri demokrasi, Avrupa Birliği gibi hayallere kapılması mümkün değildi. Tabii bu kişinin asgari zeka ve tarih formasyonuna sahip olduğu, obsessif (takıntılı) olmadığı varsayımıyla. Takıntıya örnek olarak, iflah olmaz bir asker düşmanlığı sayılabilir. Tamam, tamam, sustum bu konuda.
Birinci cilt ¨Hubris¨

Bence bu kitaplara bir de sahibinin sesini katmak gerekir: ¨Kavgam¨.
Dünyada Bestseller
Hitler, bu kitabında iktidarı ele geçirirse neler yapacağını büyük bir açıklıkla söylüyor. (Bizdeki tramvay-demokrasi metaforu gibi).
 

Bir Diğer Önemli Kitap

O kadar kitabı okuyup, kendimi bu alanda belli bir altyapıya ulaşmış hissettiğim sırada, yeni bir kitap çıktı karşıma. Yine Hitler’i ve Nazi İmparatorluğu’nu, Nazizm’i anlatıyordu, ama öbürlerinde olmayan yeni bir boyut katıyordu bunlara. Zaten tüm dünyada büyük etki yaratmış olmasının nedeni de buydu.

Kitabın yazarı önemli bir tarihçi Mark Mazower, kitabın adı ise ¨Hitler İmparatorluğu (İşgal Avrupa'sında Nazi Yönetimi)¨.

Bu kitabı dikkatlice okuduğunuz zaman, Nazizm’in bir süre sonra sadece sınıfsal bir olgu olmaktan çıktığını, bir yandan bir kişi putlaştırmasına doğru hızla yol alırken, diğer yandan da kolektif işlenen suçlardan kaynaklanan bir suç ortaklığı, bir korunması zorunlu hatta yaşamsal menfaatler sistemine dönüştüğünü görüyorsunuz.

Okumak gerek

Belli ki, bu gelişmenin bir aşamasında Nazizm, egemen sınıfın menfaatlerinden çok yönetimdeki lider ve çetenin menfaatlerinin koruyucusu haline geliyor. Hatta bir noktada bu menfaatler çatışacak noktalara gelebiliyor, ama çetenin elde etmiş olduğu güç, bu çatışmayı imkansız kılıyor ve kendini hala egemen zannetmekte olan esas sınıf, tam bir teslimiyetle puta tapar hale geliyor. (Öğrenilmiş çaresizlik).

Düşünün, Alman Ordusu gibi kurmay yetenekleri tartışılamayacak bir ordu, bir onbaşının emrinde yenilgiden yenilgiye koşuyor ve bir avuç subayın bu duruma karşı ilk direnişi, yakında filmini de seyrettiğimiz ¨Valkyrie Harekatı¨, 20 Temmuz 1944’te, yıkıma ancak bir yıldan az kalmışken olabiliyor.

Bu Kadar Alman Faşizmi Yeter

Gelelim bizimkine. Biraz yukarıda bahsettiğim okumuşluk, biraz da halkın içinde yaşamış olmanın verdiği deneyimlilik, bu iktidarın ilk günlerinden başlayarak bende giderek gelişen bir hüzne, bir çaresizlik hissine, kızgınlığa yol açtı. Çünkü belli bir yola giren böylesi bir siyasi gücün, ancak çok uyanık ve örgütlü bir mücadeleyle belki engellenebileceğini biliyordum, o da yine belki, şans tanrısı yardım ederse.

AKP, başlangıçta inanılmaz bir ileri demokrasi atağına kalktı. AB yolunda büyük adımlar atıyor gibi göründü. Öyle bir hava yaratıldı ki, bu yöndeki Anayasa değişikliklerinin, AB müktesebatı uyarlamalarının ezici çoğunluğunun, bir önceki koalisyon hükümeti zamanında zaten yapılmış olduğu unutuluverdi.

Diğer yandan halkımızın, hatta aydınlarımızın büyük çoğunluğu, bu düzenlemelerin AB yolunu açacağını, en kısa sürede AB üyesi olacağımızı zannettiler. Gündüz saatlerinde havai fişek gösterileri, kutlamalar yapıldı. Kimse, müzakerelerin devam etmesine yönelik imzanın nerede atıldığına bile bakmadı. Baktıysa da görmedi.

İmzalanan tutanak bir çok Türk basın kurumu tarafından haber yapıldığı gibi Avrupa Birliği Anayasası değil. Avrupa Birliği‘nin anayasası hala yok. 29 Ekim 2004‘de imzalanan niyet antlaşması 2003‘te hazırlanan taslak üzerineydi. Bu taslağın 2006‘da yürürlülüğe girmesi planlanmışken, Fransa ve Hollanda‘da yapılan referandumlarda halk taslağı onaylamadığı için hiç yürürlülüğe girmedi. Yani resimde dönemin Türkiye Cumhuriyeti Devleti Başbakan‘ı ve Dışişleri Bakanı Fransızların ve Hollandalıların onaylamadığı bir anayasa taslağını Türkiye‘de referanduma sokmadan açık çek imzalar gibi imzaladıkları görünmektedir. Avrupa‘da onaylanmayan bu taslak yerine 2007‘de imazalanan Lizbon anlaşması 2009‘da yürürlüğe girdi.

17 Aralık 2004 tarihinde Recep Tayyip Erdoğan başbakan, Abdullah Gül dışişleri bakanı olarak imza atarken, arkalarında Papa Innocent X’un dev heykeli vardı. Sanki Avrupa’da imza töreni yapılacak başka yer yokmuş gibi, tarihteki en büyük Türk ve Müslüman düşmanlarından birinin heykelinin önü seçilmişti. Yani AB ülkelerinin TC’yi aralarına almayacağının işareti o gün bile açıkça verilmişti.

Çok benzer ataklara Hitler iktidarının ilk dönemlerinde rastlanır. O kadar sempatik ataklar yapar ki, koskoca İngiltere bile onunla dost olmaktan mutludur, aynen bizim zenginlerimiz ve aydınlarımız gibi. Yabancı devlet adamları, onu ziyaret etmek için sıraya girerler. Neyse yazı bu karşılaştırmalarla giderse çok uzayabilir.

Bizim Faşizm Ne Olur?

Bu dededen diktatör olur mu?
Genellikle iddia edildiği gibi, bütün faşist diktatörlükler savaşla bitmemiştir. Örneğin Portekiz diktatörü Salazar da, İspanya diktatörü Franco da yataklarında öldüler. Her faşist diktatör savaş çıkaracak diye bir şey de yoktur. Nitekim İspanya İç Savaşı’nı kazanıp iktidarı ele geçirdikten sonra ne Franco ne de Salazar 2.Dünya Savaşı’na bile girmemişlerdir. Burada bazı ilginç benzerlikler yok değildi (kiminle?). Franco, iflah olmaz bir laiklik karşıtı idi ve İspanyol kadınlarının çok çocuk doğurmaları konusunda ısrarcıydı. Gibi, gibi, gibi. (Bunu konuşurken çok seviyorum).
 
Bak, bundan olur
Bizim örneğimizde ise durum biraz daha ileri. Laiklik karşıtlığı, çok çocuk ısrarı tamam, ama biz daha çok Hitler’i örnek alıyoruz. (Bu konuda da büyük tereddüdüm var. Kendimiz öğrenip ya da birisinin öğretmesiyle mi örnek alıyoruz, yoksa doğal olarak aynı çizgiyi mi takip ediyoruz? Bunlar Red Kit okuyarak öğrenilemeyeceğine göre, ikinci seçenek geçerli ve bu çok daha korkunç. Demek ki, insan yapıları arasında çok seyrek rastlansa da böyle hazır bir tür de var). Bu son söylediğim tabii ki bir şaka, ama ne kadar?

Bu konular üzerinde çok daha kapsamlı analizler yapılabilir ve de yapmak gereklidir. Ben yer kıtlığı nedeniyle biraz atlayarak buraya kadar geldim. Bu kadar bir analiz için yeterli olabilecek kaynakları da verdim. Yine yer darlığından, Mazower’in kitabında bugün karşımızdaki yönetimle karşılaştırılması gereken ¨İşgal Avrupası’nda Nazi Yönetimi¨ üzerinde hiç durmadım. Halbuki şu rahatça söylenebilir: Kişiler arasındaki benzerliklere şaşıracak olanlar, yönetim tarzları ve biçimleri konusundaki benzerliklerden yere düşebilirler.

Gelelim Günün Önemli Konusuna

Türkiye Cumhuriyeti, savaşa girecek mi? Bu noktada kiminle filan gibi sorular sormak gerekir aslında. Ama bu bizim için gerekli değil. Çünkü bu kadar şişmiş bir egonun ateşini söndürebilecek tek şey, savaşın ateşidir. Burada rakibin kim olacağı, yalnızca öncelikler meselesidir.

Bu savaş kararı konusunda önemli bir faktör, ordu kadrolarının Hitler Almanyası ölçüsünde puta tapma noktasına gelip gelmediğidir. Hatırlarsınız, yaklaşık ölçülerde bir egoya sahip olan Turgut Özal, Org.Necip Torumtay’ın istifasıyla büyük şok yaşamış, bir müddet sonra da istediğini yaptıramamış olmanın acısıyla çatlayıp terk-i dünya eylemişti. Tabii bunun başka nedenleri de vardı, ama bir koyup üç alamamanın üzüntüsü inkar edilemez.

Bakalım bugün bir Torumtay’ımız var mı? Sizce? Bence yok. Yine de ümit kesmemek lazım.

Yazısız ve yorumsuz

Eeee, giriyor muyuz? Bence evet. Bu noktaya gelmiş bir hubris hastasının, Esad’dan, Putin’den hatta Obama’dan korkarak vazgeçebileceğini düşünmüyorum. Bunu engelleyebilecek tek şey, ordunun tümüyle savaşa karşı çıkmasıdır. Halktan ise böyle bir karşı çıkış ümidi olmadığı kesin.

Tabii, bir başka engelleme de bazı iyi saatte olsunlar dış güçlerin bazı iç güçlerle birlikte doğrudan müdahalesi ile olabilir. Buna ihtimal olarak parlamentoda radikal bir değişiklik, partide olabilecek bir bölünme, sağlık nedenleriyle görev yapamaz hale gelinmesi gibi durumlar sayılabilir.


Yazının son kısımlarının hem yüzeysel hem de yetersiz olduğunu itiraf ediyorum. Ama daha önce de belirttiğim gibi, konu çok kapsamlı. Son bölümü açacağım.

Ceterum censeo Carthaginem esse delendam. 

(Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.)