Aslında bu başlık tek bir
yazı için konmuştu. Fakat güncel bir gelişme öne geçince, bu iki numaralı
yazının da başlığa uygun olduğunu düşündüm. Güncel olana (2) numarayı, daha
genel olana da (1) numarayı (altta) verdim. Malum, bloglarda önce yazılan altta, son
yazılan en üstte oluyor. (2). yazıda bir iki Osmanlıca kelime kullandım, alıştırma babında yani.
İsa’nın Yanağı. Bize Uyar mı? Uymaaz! (2)
14 Aralık operasyonunun hemen ardından önde gelen gazetelerin neredeyse
tümünde tam sayfalık bir ilan yayınlandı.
İlanı önce bir gazetede değil, bir TV programında gördüm ve çok sevindim.
Hemen internete daldım ve önce ilanın metnini ardından da metnin altındaki
imzaları bir solukta okudum. Yalan, yalan. Bir solukta okuyamadım, çünkü
imzaların bazılarını (daha doğrusu çoğunu) görünce soluğum kesildi.
Tam da şu “yetmez, ama evet” işine biraz ara vereyim diyorum. Bunlar bir
yerlerden fışkırıyorlar. Tanrım, onlar neşv-ü nema peşindeler (Osm. yeniden
doğma). Olanaksız gibi gözüken bir su bulma çabası içindeler (Gremlinler’den
mülhem). Bitmemişler, olmaları gereken yerden bir çıkış yakalamaya
çalışıyorlar, hem de bir imza metninde organize olarak.
İlandaki isimlerin büyük bir kısmı şu ya da bu ölçüde cemaatle birlikte
anılan isimler. İkinci büyük grubu ise “Yetmez, ama evet”çiler oluşturuyor.
Cemaatçileri anlarım, şu anda canhıraş bir varolma mücadelesi sürdürüyorlar. Bu
resmen bir ölüm kalım savaşı. Benim bu mücadelede bir taraftan yana olmam
sözkonusu değil. “Oh, oh, yesinler birbirlerini” demiyorum, ama bu kavga
onların kardeşler arası ya da aynı yatağı paylaşmış olan eşler arası bir kavga.
Buna karışmak bize düşmez.
Peki ama YAE’ciler? Onlara ne oluyor? Onlar için bir varolma mücadelesi söz
konusu değil ki. Onlar zaten yok hükmündeler. Yok olmaları gerekiyordu,
oldular. Tarih, kendisi için çok kısa sayılabilecek bir süre içinde onlara yok
olma görevini uygun gördü (Bak. Liberal İhanet, Merdan Yanardağ, Kırmızıkedi
Yayınları, 2014).
Metne imza atanlardan bazılarını tanımıyorum. Dolayısıyla bu gruplardan
birine dahil olup olmadıklarını ya da bunların dışında kalıp kalmadıklarını
bilemiyorum. Birine, öbürüne ya da her ikisine dahil olanlar umurumda değil.
Onların kendi dertleri kendilerine yeter. Beni ilgilendirenler, her iki grubun
dışında kalıp, tanıdığım, aşina olduğum, yazılarını ve genel tavırlarını
beğeniyor olduklarım.
Bunların da hepsini yazmayacağım. Aralarından bazılarını seçtim, haklarında
fikirlerimi belirtmek için. Kimden başlamalı? İlandaki sıraya göre gidelim
bari:
Hayko Bağdat: “Yetmez, ama evet” sloganının mucidi olduğunu iddia etmesine rağmen, dürüstçe
sayılabilecek bir özeleştiri yapmıştı. Ama demek ki virüs tümüyle çıkmamış
bünyesinden.
Dengir Mir Mehmet Fırat: AKP ve RTE’ye yönelik çok güzel eleştiriler yapıyor.
Sanırım burada “AKP’ye karşı olma” oltasına geldi. Aslında kalibre olarak ilana
imza koyanların çoğuyla yarışabileceği rahatça söylenebilir.
Kadri Gürsel: Bu isimde ağır yaralandım işte. Ona bir ayrıcalık tanıyorum ve yazımın
ilerki bölümünde özel yer ayırıyorum.
Nuray Mert: Uzun bir zamandır yazılarının çoğuna imzamı (ya da parafımı)
koyabileceğim bir kişi. Ne de olsa aforoza uğramayı göze alarak otoriterleşme
konusunu ilk açan oydu. Nitekim göze aldığı aforoza da uğradı. Belki bu ilanda o
da muhalif olunmasının gazına geldi. Ama bu sefer imzasının yanına benden ne
imza ne de paraf var.
Şimdi Kadri Gürsel’in
21.12.2014 tarihli Milliyet Gazetesi’nde ilanı eleştirenlere yönelik köşe
yazısının son iki paragrafını görelim. Ciddiye alınıp eleştirilmesi gereken
görüşler. Ama sanki yazarken o da biraz zorlanmış gibi:
“Beş: Bazı meslektaşlarımız, geçmişte kendilerini
“terörist” ve “darbeci” diye suçlayıp hapse atan iktidar koalisyonuna karşı
çiğnenen hukuklarını basın özgürlüğü için savunanları, bugün
14
Aralık’ı aynı nedenle protesto ediyorlar diye “ahmaklıkla” suçlayacak nispette
siyasi kavrayış, izan ve muhakeme yetisinden yoksun durumdadırlar.
Altı: Yarın devran değişir ve bugünkü iktidar gazetecileri
benzer suçlamalarla benzer akıbete maruz kalırsa, onların hukuklarını gelecekte
savunmayacak olanlar bu davranışlarının nedenlerini açıklamakla yükümlüdür.
Tıpkı bugün Cemaat gazetecilerinin hukukunu savunmak için basın özgürlüğünü
yeni hatırlayanların durumunda olduğu gibi. Onlar geçmişte yapılan zulmü
sessizce geçiştirmek bir yana, desteklemişlerdi.”
Kadri Gürsel, 5 no.lu paragrafta
“ahmaklıkla” suçlanmış olmaktan dolayı sinirlenmiş (suçlayanı bilmiyorum) ve o
kişiyi (veya potansiyel kişileri, bunlara ben de dahilim) “siyasi
kavrayış, izan ve muhakeme yetisinden yoksun” olmakla
damgalamış. Buna da ben sinirlendim. Genel eleştirim aşağıda.
6 no.lu paragrafta ise istikbale
yönelik muhtemel bir yükümlülük atfediyor. O arada ilana beraber imza koyduğu
bazı imzacılara da “yeni hatırlayanlar” diyerek
üstü kapalı çakıyor. What fayda?
Gelelim eleştirilerime. Ben de Kadri
Gürsel gibi numaralama yöntemi kullanmak istedim.
Bir: Bir atasözü: “Bana arkadaşını
söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim”. Arkadaş olmasan da hangi yolu hangi
kişilerle birlikte yürüyebileceğini iyi belirle. Oyuna gelme, sonradan pişman
olabileceğin, haklı gerekçelerle suçlanabileceğin şeyleri körlemesine yapma.
Bir de vecize: “Cehenneme giden yol
iyiniyet taşlarıyla döşelidir”. “Arkadaş, ben içeriğe bakarım. Bana doğru
geliyorsa imzayı çakarım, başka kimin imzalamış (ya da imzalayacak) olduğuna
bakmam” dersin, ileride biri çıkar “bu içeriği hiç mi okumadın, buna imza konur
mu?” diye sorar. Ya da “yahu, kardeşim. Kimlerle birlikte imza koymuşsun bu
metne” der. Ya da birileri (hadi biraz da komplo) “zaten o da bizden, koskoca
imzasına bak” derler.
İki: Diyebilirsin ki “ben gerçekten
sadece içeriğe bakarım, gerisi beni ilgilendirmez”. Tamam, buyrun içeriğe
bakalım. Aritmetik bir ölçü kullanalım. Toplam on iki satırlık (rakamla 12)
bildirinin dokuz (rakamla 9) satırı 14 Aralık’ta gözaltına alınanlarla, yani
cemaat basını ve televizyonu ile ilgili.
AKP iktidarının cemaatle koalisyonu
döneminde, dandik sebepler, hile ve desiseyle gözaltına alınan, tutuklanan,
yılları aşan sürelerle hapis yatan başka gazeteciler yok muydu? AKP’li,
Cemaatçi ya da YAE’ci olmadığını bildiğimiz bir kişinin, örneğin Kadri Gürsel'in, Nedim Şener, Ahmet
Şık, Soner Yalçın, Doğan Yurdakul, Müyesser Yıldız ve daha bir dolu gazeteci
kurbandan bahsedilmeyen bir metne imza atmasının nedeni, hadi peki “ahmaklık”
demeyelim de, nedir?
Savunma olarak şu Kadri Gürsel söyleyebilir:
“Ben gerek gazetedeki köşemde, gerekse katıldığım TV programlarında bu
arkadaşlarımı savundum. Hapis yatmalarına karşı çıktım. Tavrım zaten
biliniyor”. Olmaaaaz, bu ilanı okuyanların hepsi, senin o yazılarını ve tavrını
bilmeyebilir. İleride bu ilanla hatırlanabilirsin.
Üç: Gelelim kişilere. Metne imza
koyanlardan kaç tanesi, yukarıda isim olarak saydığım gazetecilerin ve arkadaşlarının
içeri atılmasını, bırakın ortak bir protesto metnine imza koymayı, ne kendi
köşelerinde ne de verdikleri ropörtajlarda ve beyanatlarda kınadılar. Aksine
desteklediler. Şimdi bu insanlarla aynı metne (içerik eleştirisi yukarıda) imza
koymak, çok ihtiyaç duydukları meşruiyetin ve aklanmanın değirmenine su taşımak
olmuyor mu? (Yazar burada cemaatçileri değil, YAE’cileri konu ediyor.)
Kardeşim, bırakın yalnız kalsınlar.
İyod gibi açığa çıkmış durumdalar. Neden yeni birtakım bileşiklerin içinde
saklanmalarına yardım edelim ya da göz yumalım? (Burada yazının başlığına bir kez daha dikkat çekmek isterim).
İşin daha vahim olan yanı şu: Bu
metne imza koyan bazı kişiler, Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk gibi
davalarda gazeteci kisvesi altında tetikçilik yaptılar. Atılan manşetler,
bavullar, yapılan sahte haberler, iftiralar, hepsi ortaya çıktı. Özellikle
kuruluşu devletin olanaklarıyla gerçekleşmiş olduğu da ortaya çıkan Taraf
gazetesinde çalışmış olanlar, gazetecilik ilkelerini hiç gözönünde
bulundurmaksızın, çamurla buladıkları mermileri suçsuz insanlara büyük bir
keyifle sıkan tetikçilerdi.
Cemaat gazeteleriyle paslaşarak
sürdürmüş oldukları bu tetikçilik faaliyeti, yalnızca masum kurbanlara değil,
bu ülkenin geleceğine de çok büyük onarılması çok zor zararlar verdi.
Dört: Büyük merak konumu en sona
bıraktım. Okuduysanız biliyorsunuzdur, okumadıysanız da bir an evvel alıp
okuyun. Sevgili Merdan Yanardağ’ın Liberal İhanet kitabında sergilediği isimlerin
en önemlileri neden bu ilanda imzacı olarak yer almıyor?
N’oluyor? Neredeler? Onlara
imza için gidilmedi mi? Acaba neden? Yoksa gidildi de onlar imza koymayı mı
reddettiler? Peki, eğer böyleyse de acaba neden?
Merak beni öldürecek bu
konuda. Yoksa artık dergilerinde, gazete köşelerinde, internet sitelerinde,
bloglarında yazmayacaklar mı? İlana imza koyan eski yoldaşlarını neden yalnız
bıraktılar? Yoksa varolma savaşı vermekte olan cemaatçiler bile “bunların
fazlası fazla, zaten çoğunun ipliği de pazara çıktı” deyip bunlardan imza
istemediler mi?
Amaaaan, bir yerde bize ne?
Benimki de gereksiz merak canım. Yüce Tanrım, onlara bulundukları yerde huzur
ve mutluluk versin.
İsa’nın Yanağı. Bize Uyar mı? Uymaaz! (1)
Daha doğrusu uymamalı.
Kısa bir dinsel girişten sonra yerleşik bir tavır ve bu tavrın olası nedenleri
ile buna karşı alınması gereken tavır üzerine düşüncelerimi ifade etmeye
çalışacağım. Daha sonra da gelmekte olan büyük tehlikeyi irdelemeye, bu mesele
üzerinde neden bu kadar durduğumu açıklamaya gayret edeceğim.
Çoğu kişi tarafından kindar ve gaddar olarak tanımlanabilmesine rağmen (ne
de olsa oğlunun çarmıha gerilmesine engel olmadı, ayrıca bazıları kendi adına
yapılmış ve yapılmakta olan anlamsız savaşlarda milyonlarca masumun ölümlerine
seyirci kaldı ve bugün de kalmakta), yine de tüm evrende sahip olunabilecek en
büyük torpile sahipti İsa Peygamber. Yani Tanrı’ya.
Dinsel kaynaklara ilişkin bir görüşe göre her işe karıştığı, diğer bir
görüşe göre de sadece seyretmekle yetindiği iddia edilmesine karşın, yine
dinsel kaynaklarda ileri sürüldüğüne göre bir kızıp da karışırsa, öfkesinin
nereye kadar uzanabileceği de belli olmazdı.
Nuh Peygamber döneminde birer çift haricinde tüm canlıları yokettiği tufan,
Musa Peygamber döneminde Firavunun ve Mısır halkının çektikleri buna örnektir.
Bu nedenle, arkasında böylesi bir güç bulunduğuna inanan İsa Peygamber’in
“bir yanağınıza tokat atana, diğer yanağınızı da uzatınız” demiş olması,
anlayışla karşılanabilir.
Her ne kadar İsa Peygamber son anlarında kendini terkedilmiş ve hatta
ihanete uğramış hissederek “neden beni yalnız bıraktın, baba?” diye serzenişte
bulunmuş olsa da, son anına kadar yanak tavrından vazgeçmemiştir.
Son dönemde çevremdeki, internetteki YAE’ci olmayan arkadaşlarımdan “bu
meseleyi artık geride bırakmak (ya da “unutmak”) lazım”, “uzatmak gereksiz”,
“ne de olsa onlar bizim eski yoldaşlarımız”, “önümüzdeki zor ve zevkli mücadele
günlerinde omuz omuza olmak zorundayız” vb. gibi (bana İsa Peygamber’i
hatırlatan) ifadelere rastlıyorum.
Tek tük de olsa hala konuşabildiğimiz YAE’cilerden de “yahu, amma uzattınız
bu işi”, “her şeye biz mi neden olduk, kardeşim?”, “ulan, alt tarafı bir oy
verdik, ne bu çektiğimiz?” gibi yakınmalarla karşılaşabiliyorum. Tabii bu
konuyu büyük bir sessizlikle, her şey son derece normalmiş gibi geçiştirmeye
çalışan teflon kaplı YAE’ciler de var.
Her iki tavır da beni çok rahatsız ediyor.
Sevgili arkadaşlarım,
Ne bizler birer İsa Peygamberiz, ne de arkamızda onunki gibi gücü sınırsız güçte
olduğu varsayılan bir torpilimiz var. Bir tokat, hem de haklılığı son derece
şaibeli, hatta kirli bir tokat bir yemişsek, ki YAE tam anlamıyla budur, bu
arkadaşlara öbür yanağımızı da uzatmak gibi bir lükse asla kapılamayız.
Önceliğimiz, bu tokatla hesaplaşmak olmalıdır, tabii ileride bu arkadaşlarla beraber
bir şeyler yapmayı düşünüyorsak.
Eh, bu görev de bize düşmez aslında. Biz sadece talepte bulunabiliriz. Bu
adım, beraber bir şeyler yapmak isteyebilecek olan YAE’cilere düşer. Hiç bir
şey olmamış gibi davranmayı
bırakmalı, dört başı mamur bir özür dilemeli, dört başı mamur bir özeleştiri
vermelidirler.
Tam da burada, geçen haftalarda kamuoyunda tartışılan bir konuyu, kötü bir
örnek oluşturmaması dileğiyle, araya sokmak istiyorum. Başb.Yard. Bülent Arınç,
Çerkez Ethem’in itibarının iade edilmesi doğrultusunda bir beyanda bulundu. Suçsuzluğunu
ileri sürenler de olmasına rağmen, tarihi belgeler ışığında Çerkez Ethem’in
ihaneti tartışma götürmez biçimde belgelerle kanıtlanmış bir olgudur. Bunun konumuzla
bağlantısı, yaptığı bir hata neticesinde özür dilemeyi ya da özeleştiri vermeyi
kendine yediremeyenlerin, sonunda ihaneti bile göze alacaklarını gösteren acı
bir örnek olmasıdır.
Bir uyarı olmak üzere, Ethem’e ilişkin tarihi bir olayı da buraya
ekleyeyim: İnönü döneminde 150’liklerin affedilmesiyle Türkiye’ye dönme hakkına
kavuşan ve o dönemde Ürdün’de sürgün hayatı yaşayan Çerkez Ethem’in kendisine
bu yönde yapılan teklife cevabı çok acıdır: “Ne yüzle dönebilirim ki?”. Neden
böyle bir şey yazdım ki ben şimdi buraya?
Nitekim eski solcu ve YAE’ci bazı kesimlerden, kendilerini tüm soldan ayıracak ve dolayısıyla soyutlayacak bazı ifadeler de duyulmaya başlandı. Hatta böylesi bir muhtemel tavra altyapı oluşturmak üzere, eleştiri örneklerini Türk Solu adlı, tüm solu asla temsil edemeyecek ve hatta sol bile sayılamayacak bir garabetle sınırlamaya, solu eleştirmek ya da mahkum etmek için kullanacakları örnekleri oradan almaya dikkat etmeye de başladılar.
Türkiye solunun tarihinde yerleşmiş bir özeleştiri geleneği yoktur. Hatta
tutarlı tek bir özeleştiri örneğine rastlanmadığı bile söylenebilir. Bana göre
bunun başta gelen nedeni, tipik bir şark kurnazlığı olarak tanımlanabilecek
(tersten söyleyelim) “bugün sana,
yarın (Allah korusun) bana” korkusudur.
Taraflardan birinin yapmış olduğu bir hata nedeniyle özeleştiri vermesi,
karşı tarafı da muhtemel hatalarında (mazallah) özeleştiri vermek zorunda
bırakabilecektir. Her iki tarafı da tehdit eden bu tehlike, hataların görmezden
gelinmesine, üzerine gidilmemesine dolayısıyla da hiç ders çıkarılmamasına yol
açmaktadır.
Ayrıca bu topraklarda yaşayanların ortak bir genetik özelliği olan adam
sendecilik de bu özeleştirisizliğe katkıda bulunmaktadır. Yapılan hatanın
üzerinden belirli bir sürenin geçmesi, tarafları unutmaya, giderek
önemsememeye, boşvermeye yöneltmektedir. Bu da alınabilecek derslerin
alınamamasına, böylece de hataların ağırlaşarak yinelenebilmesine neden
olmaktadır.
Türkiye solunun bugüne kadar yapmış olduğu (ve bazılarını kanıyla canıyla
ödediği) devasa hataların sonuncusu olmasını dilediğimiz YAE’nin, bu
özeleştirisizlik geleneğini sona erdirecek bir milat olması çok önemlidir. Sola
şu veya bu düzeyde ilgi duymuş, dahil olmuş, gönül ve emek vermiş bir dolu
insan bile YAE tavrı nedeniyle yönünü şaşırmış, güvenini kaybetmiş ve belki de
küsmüş ve safları terketmiştir.
Yıllardan beri karşılaşılan her düzeydeki zor rejimine faşizm yaftası
takmaya alışmış olan sol hareket şunu bilmelidir ki, hayal bile edemeyecekleri
çapta gerçek bir faşizm pek de uzak olmayan bir ufukta görünmekte ve bütün
hızıyla üzerimize gelmektedir.
Mevcut iktidar, bir zamanlar çok basit bulduğumuz meşhur faşizm tanımını
(faşizm, burjuvazinin en kanlı, en gerici diktatörlüğüdür) ciddiye almış, bunu
hayata geçirmek amacıyla ülkede varolan burjuvaziyi kendine uygun görmemiş, onu
ezip korkutmuş ve onun yerine güvenebileceği yeni bir burjuvazi yaratmayı
tercih etmiştir. İşte gelmekte olduğunu iddia ettiğimiz faşizm, bu yeni
burjuvazinin en kanlı, en gerici diktatörlüğü olacaktır.
İşin çok acıklı tarafı ise şudur: Daha önce faşizmi şu ya da bu düzeyde
yaşamış ülkelerde burjuvazi, ağırlıklı olarak toplumun eğitimli, kültürlü,
bazen entelektüel, kısmen sanatsever, aristokrat kökenli vb. kesimlerinden
oluşmaktaydı. Hitler bile ömrü boyunca mimariye ilgi duymuş, tablolar yapmış, iki kitap yazmış, bütün
nutuklarını kendisi hazırlamış ve prompter yerine en fazla iri harfli özel bir
daktiloda yazılmış notlarını kullanarak irticalen nutuk söylemiş bir kişiydi.
Bu ülkede gelmekte olduğunu ileri sürdüğümüz faşizmin liderleri, muhtemel
kadroları ve destekleyicisi olarak değerlendirdiğimiz yeni burjuvazi, sayısız
veciz örneklerini her gün duyduğumuz söz ve görüşlerin sahipleri. Yani eğer
başarırlarsa, bu toplum çok daha ilkel, çok daha vahşi, çok daha canavarca bir
baskı rejimiyle karşılaşacak demektir.
İşte bu koşullarda karşı karşıya olduğumuz en önemli görevlerden biri,
hatta birincisi, örgütlenmedir. Ne çapta, ne düzeyde olursa olsun örgütlenme.
Bu örgütlenmelerde yer alacak insanların ise, tüm katılanlarla birlikte
sağlıklı ve güçlü biçimde ilerleyebilmek için, geçmiş hatalarından
olabildiğince arınmış, onlarla hesaplaşmış ve bunu da (maalesef) deklare etmiş
olmaları zorunludur.
Şunu bugünden belirtmeliyim ki, ben ve benim gibi düşünen kişilerin,
bulundukları ortamlarda bu eleştiri ve özeleştiri geleneğini yerleştirmek için
ödünsüz bir çaba göstermesi, başarıya ulaşabilmenin ve bu faşist saldırıyı
yenmenin asgari koşullarından biridir. Aksi takdirde başımıza gelecek olan ise,
görmezden gelinecek ya da hesabı hiç bir zaman verilmeyecek hatalar nedeniyle,
yeni ve her zamankinden büyük bir yenilgi olacaktır.