27 Aralık 2014 Cumartesi

Bu Defa da Orhan Bursalı Vurdu Beni


Bu yazımda sevgili Orhan Bursalı’nın 25.12.2014 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki köşe yazısından bahsedeceğim. Orhan Ağabey, yazısında AKP’nin 2002 yılından bu yana yararlandığı ve kullanıp attığı müttefiklerini sıralıyor ve bu “kullan at” yöntemine örnekler veriyor. AKP’nin ilk günden beri bu yöntemi ne kadar etkili ve başarılı bir biçimde kullandığını örneklerle ortaya koyuyor. Tespitlere karşı söylenecek bir şey yok. Hepsi son derece doğru.

“Vurdu beni” dediğim yer, yazının ilk paragrafı. Şöyle:

“İlk kuruluş aşamasındaki müttefikleri: ABD, çeşitli cemaatler, neredeyse tüm İslamcı/ muhafazakâr liderler (Mesela Prof. Nevzat Yalçıntaş...) 
İlk genişleme halkası: 2002 seçimini kazandıktan sonra eklenen halka: Liberaller ve solcu eskileri... Mehmet/Ahmet Altan’lar, 
H. Cemal’ler + Cengiz Çandar familyaları... Birikimciler, Murat Belge’ler... Barlas vb. gibi her iktidarın şakşakçıları... Avrupa Birliği... Gülen Cemaati... Tabii ki Merkez Medya, Hürriyet ve çoğu yazarı gibi...”

Uzun zaman önce, Ergenekon, Balyoz kumpaslarını kuranların bir yerden öğrenip de kendilerine örnek aldıklarını zannettiğim bir yöntemle uzaklaştırılmış olmama rağmen (kusura bakmayın dostlar, hep böyle hissettim, ayrıca itiraf etmeliyim, baba kompleydi), kendimi hep solcu, devrimci ve de Birikimci olarak gördüm. Nitekim, İletişim’deki kendimi yırtarcasına çalışmalarım da bu nedenledir. (Merak etmeyin, kendimi hazır hissettiğimde, Anektodlar sekmesi altında bu komployu da yazacağım).

Sevgili Orhan Bursalı, yazısının yukarıdaki giriş bölümünde yalnızca kişi isimleri (Mehmet/Ahmet Altan, Murat Belge, Barlas gibi) ya da genel tanımlar (liberaller, solcu eskileri gibi) kullansaydı, hiç sorun yoktu. Ama ne yaptı? Kişi isimleri ve genel tanımlar arasında,1980 öncesinde devlet kaynakları tarafından varoldukları ileri sürülen 55 fraksiyondan yalnızca birinin, Birikimcilerin adını verdi. Hem de RTE’nin balkon konuşmasında adını vererek teşekkür ettiği DSİP’den bile bahsetmeden.

Üstüne üstlük, Birikimcileri aralarında saydığı diğer isimlere bir bakın allah aşkına. 

Arkadaş, bu bana bir dokundu, bir ağırıma gitti. Anlatamam.

Ne kadar fraksiyon olarak nitelenebilir bilmem, ama bu dergi ve onun tezlerini benimseyen çevreyi oluşturanlar, 1980 öncesinde bulundukları ortamlarda bir yandan engellenmeye çalışılırken, bir yandan da kıskançlıkla karışık bir saygı görürlerdi.

Farazi bir örnek verelim: A fraksiyonundan 100, B fraksiyonundan 70, C fraksiyonundan 25 öğrencinin faal olduğu bir okulda, 5 kişilik bir “Birikimci” grubu bile “acaba bu konuda ne tavır alacaklar?” diye izleniyordu. Hiç unutmam, bir üniversitedeki (Kurtuluşçu) öğrenci liderlerinden biri, “sen necisin?” sorusuna rahatça “Birikim etkisi altında bir Kurtuluşçuyum” diyebilmişti.

Yine 80 sonrası dönem için yorumda bulunan farklı görüşten bir arkadaş, Birikimciler için, mealen “bu dönemi en az kirlenerek geçenler, Birikim çevresidir” demişti.

Allah kahretsin, peki ne oldu? Bir dolu şeye malolarak elde edilmiş olan bu saygınlık nasıl yok oldu? Ya da yok edildi, harcandı?

Kusura bakmayın, sıkıldım. Bu kadar yeter. İleride belki bu konuya devam ederim. Aslında bu blogta “yetmez, ama evet” üzerine yazdığım yazıların bir kısmı, bu iflas hakkında ipuçları veriyor. Ama tabii bu kadarı “yetmez”.

Neyse, şimdilik benden bu kadar.


Sağlıcakla kalın.






4 Ocak 2015

Bu yazının önemli noktası sonundaki kitap listesi. Ben, yapılan "yetmez, ama evet" hatasının bir nedeninin de cehalet olduğuna inanıyorum.

Neden "Yetmez, ama evet"e düştü bu çocuklar?


Bu konuya ilişkin diğer yazılarımda birden fazla nedeni araştırmaya ve bulabildiğimce açıklamaya çalıştım. Tabii bunlar benim naçizane görüşlerim.

O yazılarda pek vurgulamadığım, ama bence en önemli nedenlerden biri de “cehalet” ya da hafifletilmiş bir ifade ile “okumamışlık”. Bence bu YAE’ci arkadaşların çoğu, uzun zaman önce “olmuşlar”. Doğruları, eğrileri kafalarında netleşmiş. Belli bir zamana kadar okumuş ya da birilerinden duymuş, dinlemiş oldukları onlara yetmiş. Belki okumaya devam etmişler, ama biraz roman, biraz hikaye, dilerim biraz şiir, belki biraz da kişisel gelişim kitapları vb.

Güncele ilişkin ya da güncelden yola çıkarak kaynak olması için başvurulabilecek kitaplar sanki eksik kalmış. Hele tarih konusu tamamen ihmal edilmiş. Nasıl böyle bir yargıya varabildiğim sorulabilir, hatta bana bu yüzden bana kızılabilir. Ama durun, kızmayın hemen. Haklı olup olmadığımı ölçmek için basit bir sorgulama yeterli olacaktır. Bu yazının sonunda bir kitap listesi vereceğim. Bu listedeki kitaplardan sadece (seçmece) ikisini okumuş olan bir solcu (bu da asgari koşul tabii) işkence altında bile “yetmez, ama evet”e düşmezdi. Kitapların bir kısmı referandumdan sonra yayınlandı, tamam, ama sonrakilerden okuyanların da çoktan özeleştiri vermiş olması gerekirdi. (İşte önceki yazılarda bahsettiğim menfaat şüphesi burada bütün ağırlığıyla devreye giriyor.) Tabii okuyup da anlayamamış olmak ya da bağlantıları teşhis edememiş olmak da bir olasılık. Ama o zaman da “sen nasıl solcu olabildin” diye sorarlar adama.

Belki son on yıldaki gelişmelerin net anlaşılamamış olmasına, AKP-Cemaat koalisyonunun ustaca kullanıma sundukları bazı gözlükler neden olmuş olabilir. Bu gözlüklerin birincisi ve bazılarında belki de tam bir körlüğe neden olanı, bu arkadaşlarımızın asker düşmanlığıydı. Nefret o kadar büyüktü ki, askeri vesayete karşı tavır aldığı görülen AKP’nin bazı “ufak, tefek” kusurları görmezden gelinebilirdi. Tabii aslında bu “ufak, tefek” kusurlar, kusur filan değil, maalesef bir plana, bir projeye uygun olarak inşa edilmekte olan bir yapının yapı taşları, tuğlaları idi.

Bu gözlükler, aslında farklı buğulanmışlık düzeylerinde, AKP iktidarının ilk günlerinden itibaren bizim eski dostların gözündeydi. Buğu, AB kandırmacasıyla başladı, AB müktesebatına uyum sağlanacakmış gibi yapılan yasal düzenlemeler (ihale yasası, CMUK vb.) ile giderek arttı.

Şimdi körlük ya da flu görmenin vahametini gösterecek uzun bir alıntıya geldi sıra. 2010 Şubat ayında bir solcu arkadaşımız, kendisiyle Yeni Harman dergisinde yapılan söyleşide sorulan soruya (metinde italik) şöyle cevap (bold) veriyordu:

Soru: “Nuray Mert’in Vatan’a verdiği bir röportaj var biliyorsunuz, çok ses getirdi. O röportajında Andrew Arato adlı, anayasa yapım süreçleri uzmanı bir siyaset bilimcinin bir tespitini aktarıyor. “Türkiye’de devrim olmadan devrim yapılmaya çalışılıyor” diye bir tespiti var Arato’nun. Şimdi, Türkiye’de gerçekten de ne nesnel koşulları var bir “devrimin”, ne de bunun aktörleri var. Ama bir şekilde, biraz da mizansen, köpürtme ve makyajla böyle bir hava yaratılmaya çalışılıyor gibi…
Cevap: Nerden çıkıyor bu sonuç? Ben niye çıkarmıyorum bu sonucu? Bakın, binlerce yasa değişti birkaç ay içinde. Ve bir kısmı önemli şeylerdi onların. Normalde hiçbir parlamento birkaç ay içerisinde binlerce yasa değiştirmez. Bence 500 yıl sonra bugünkü Türkiye’yi inceleyen biri “o dönemde Türkiye’de devrim olmuş galiba” der… Ama yanlış anlaşılmasın, “devrim” kelimesini yalnızca bu manada kullanıyorum. Ve bunların hiçbiriyle nasıl ilgilenmediğimize dikkat çekmek istiyorum. Bugün olan devrim falan değil. Ama, hani nerdeyse “ulan bu devrim gibi bir şey” dedirtecek olaylar oldu. MGK Genel Sekreteri olan adam ifadeye çağrılıyor, ve bize göre hiçbir şey olmuyor, oyun oynuyorlar sadece… Veli Küçük içerde nihayet. Hadi Veli Küçük’ü falan bırak, Sabih Kanadoğlu ifade vermeye gitti bu ülkede. Kozmik Oda’da arama yapılıyor. Bizim hepimizin oraya toplanması lazım.”
Bu arada belirtmeden geçmeyelim, neredeyse devrim yapıldığı izlenimi yaratan o kanunların en önemlileri, daha sonra AKP tarafından getirilen torba yasalarla, eskisinden çok daha geriye götürüldü. Yalnızca İhale Yasası bile yüzden fazla kez değiştirildi ve yönetim için bir avanta kanunu haline getirildi. Yani 500 yıl sonra bugünkü  Türkiye’yi inceleyen biri “o dönemde Türkiye’de karşı devrim olmuş galiba” diyebilir. Zaten arkadaşımız tarafından olumlu yorumlanan bu “devrim yapıtaşları”nın çoğu da, AKP iktidarı döneminde değil, AB müktesebatına uyum sağlayabilmek amacıyla Ecevit başbakanlığındaki koalisyon hükümeti zamanında kabul edilmişlerdi.

Bu arada “assolist, komplo yıldızı” Tuncay Güney’in ekranlardaki şovu devam ediyordu. Fikri Sağlar gibi adamlar bile kendisini ciddiye alıp, soru cevap programlarına katılıyorlardı. Dersi çok iyi ezberletilmiş bu kişinin sunduğu abes örgüt komplosuna Veli Küçük, Kemal Kerinçsiz, Sedat Peker gibi isimler de katılarak gözlüğün daha da buğulanması sağlanmıştı. (Ergenekon iddianamesini satır satır okuyup inceleyen arkadaşların, bu mahkeme komedisi sürecinde geçen yıllar boyunca Ergenekon, Susurluk vb. konularda Veli Küçük’e kaç adet soru sorulduğuna bakmalarında yarar var ya da boşverin bakmasınlar. Ama belki mahkemenin sulanmasını da Ergenekon sağlamış olabilir, burada gülünecek). Artık bizimkilerin varlığına kesinlikle iman edebilecekleri bir örgüt bulunmuştu. Toplumun daha geniş bir kesimi için de “Kurtlar Vadisi” dizisi, algı operasyonunun güçlendirilmesine yardım ediyordu. Buğulu gözlüklerin görülmesini engellediği Türkan Saylan, Kuddusi Okkır gibi kurbanlar hakkında burada bir şey yazmak istemiyorum. İnşallah başka yazıya. Sondaki listeye bu Ergenekon hikayesine takılanlar için de birkaç kitap koymak istiyorum.

Yalnız belirtmeden geçmek istemediğim bir konu var. Kendilerini uyaran ben ve benim gibi arkadaşların varlığında, sözüne değer vermeyi tercih ettikleri kişinin Tuncay Güney olması ayrıca ağırıma gidiyor. Yanlış anlaşılmasın, benim açımdan burada cinsel tercih konusu hiç önem taşımıyor, ama bizimkiler açısından sanki onun lehine bir pozitif ayrımcılık, bir kayırma kokusu alıyorum.

Balyoz faciasına da burada girmek istemiyorum. Çünkü Balyoz olayına bugün hala inanmakta olan birinin gözlerinin ancak Türk filmlerinde olabilecek bir mucizeyle bile açılabileceğini zannetmiyorum. (Sormayın, başıma bu da geldi, rastladım böyle birisine.)

Gelelim zurnanın zırt dediği yere: Referandum.

Başta YÖK olmak üzere ele geçirilmiş ya da işlerine gelen hiçbir 12 Eylül kalıntısı Anayasa maddesine dokunmayacak olan bu referandumda, eğer tek bir madde yer almamış olsaydı, diğer maddelerin içerikleri bizim arkadaşları hiç ilgilendirmeyecekti. Bu maddeyi anlamışsınızdır: 12 Eylül sorumlularının yargılanması. Bu madde görüldüğü anda spotlar, flaşlar bir anda patladı ve bizimkiler anında tamamen kör oldular.

İşin enteresan tarafı, körlüğe neden olan bu madde de AKP’nin kendi buluşu değil, ayakları kurşun yaralarıyla dolu olan Deniz Baykal ve CHP tarafından önerilmiş bir maddeydi. (“Bir insan bu kadar kurşunu kendi ayaklarına görevli değilse ya da bedavaya sıkar mı?” sorusu da kafamı kurcalıyor.)

Birer demokrasi atılımı olarak görünen diğer maddeler ise AKP’nin Cemaat’le ya da büyük burjuvaziyle yaptığı pazarlıkların ve de ağırlıklı olarak AB’nin baskılarının sonucunda oraya konmuştu. Örneğin HSYK’na ilişkin düzenlemeler, Cemaat+AKP koalisyonunun yargıyı tümüyle ele geçirme hamlesiydi. Sonradan “kullanışlı aptallar” tarafından “Ergenekoncular”a karşı kullanılan ve “o evetler sayesinde çıktınız” ifadesine yol açan Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı ise, AKP’nin demokratlığı değil, Avrupa Konseyi’nin ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yoğun baskısı sonucunda o referandumun maddeleri arasında yer almıştı.

Okuma bağlamında üzerinde durulması gereken bir diğer konu, gazete konusu. Bu tayfa, yayın hayatına atıldığı ilk günden itibaren, bir merkezden emir almışcasına Taraf okuru oldular. O zamana kadar belki arada sırada almakta oldukları Cumhuriyet, Radikal, Milliyet gibi gazeteleri derhal terkettiler. Bu tercihleri gözlerindeki buğulu gözlükleri aynı zamanda at gözlüğüne dönüştürdü. Böylece gelişmekte olan olaylar hakkında toplumun diğer kesimlerini temsil eden yayın organlarındaki yazıları görmezden geldiler. Kulaklarını da tıkayınca, kendileri çalıp kendileri oynayan gruplar oluşturdular.

Okuma, araştırma konusunun önemini ve bu çevrelerdeki tarihini vurgulamak amacıyla gelecek yazılardan birini Anektodlar sekmesi altında buna ayıracağım. O yazıyı okuyacak olanlar, ufak bir anıdan yola çıkarak, bu faaliyetin nereden nereye geldiğini daha iyi görebileceklerdir.

Hiç unutulmamalı ki, referandumdan çok önceki bir tarihte başlamıştı bu okumamazlık, bu bağnaz ve hatalı eğilim. Yine hiç unutulmamalı ki, o tarihte aralarında benim de olduğum bir sürü insan, bu eğilimin hatalı olduğu konusunda beyhude uyarılarda bulunduk. Heyhat, suçlandığımız ve aşağılandığımızla kaldık. Neyse tarih bizleri hiç beklenmeyecek kadar kısa sürede haklı çıkardı.

Böyle giderse konudan iyice uzaklaşma tehlikesi var. Kitap listesini verelim de kendinizi bir sınayın haydi sevgili YAE’ciler:

 1.   Balyoz – Bir Darbe Kurgusunun Belgeleri ve Gerçekleri
      Pınar Doğan-Dani Rodrik

 2.  Yargı, Cemaat ve Bir Darbe Kurgusunun İçyüzü
      Pınar Doğan- Dani Rodrik

     3. Samizdat                                   
         Soner Yalçın

     4. Teğmen         
         Mehmet Ali Çelebi                 

     5. Sivil Darbe        
         Ataol Behramoğlu
                 
     6. O Duvarın Ardında
         Atila Sertel                          

     7. Hedefteki Donanma
         Cem Gürdeniz                          

     8. Vatan Yahut Silivri
         Müyesser Yıldız
                          
     9. Baba Seni Neden Oraya Koydular
         Nedim Şener                 

  10. Kırmızı Cuma-Dink’in Kalemini Kim Kırdı?
        Nedim Şener        

  11. Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları                 
        Nedim Şener                 

  12. Ergenekon Belgelerinde F. Gülen ve Cemaat        
        Nedim Şener                 

  13. OOO Kitap - Dokunan Yanar                 
        Ahmet Şık                          

  14. Pusu Devletin Yeni Sahipleri                          
        Ahmet Şık                          

  15. Ergenekon Tezgahı                 
        Vedat Yenerer                 

  16.  Korku  (Hedef Belli: Korkun ve Susun)                                    
         Taylan Büyükşahin        

  17. Beraber  Yürüdük Biz Bu Yıllarda                 
        Yılmaz Özdil                 

  18. TSK’ya İndirilen Balyoz Digital Terör                 
        Y.S.Demirağ        

  19. Nefret-Malatya-Bir  Milli Mutabakat Cinayeti                 
        İsmail Saymaz                 

  20. Ergenekon Fay Hattında Erzincan                 

         Kemal Özdemir                 

22 Aralık 2014 Pazartesi

Aslında bu başlık tek bir yazı için konmuştu. Fakat güncel bir gelişme öne geçince, bu iki numaralı yazının da başlığa uygun olduğunu düşündüm. Güncel olana (2) numarayı, daha genel olana da (1) numarayı (altta) verdim. Malum, bloglarda önce yazılan altta, son yazılan en üstte oluyor. (2). yazıda bir iki Osmanlıca kelime kullandım, alıştırma babında yani.

  

İsa’nın Yanağı. Bize Uyar mı? Uymaaz! (2)


14 Aralık operasyonunun hemen ardından önde gelen gazetelerin neredeyse tümünde tam sayfalık bir ilan yayınlandı.

İlanı önce bir gazetede değil, bir TV programında gördüm ve çok sevindim. Hemen internete daldım ve önce ilanın metnini ardından da metnin altındaki imzaları bir solukta okudum. Yalan, yalan. Bir solukta okuyamadım, çünkü imzaların bazılarını (daha doğrusu çoğunu) görünce soluğum kesildi.

Tam da şu “yetmez, ama evet” işine biraz ara vereyim diyorum. Bunlar bir yerlerden fışkırıyorlar. Tanrım, onlar neşv-ü nema peşindeler (Osm. yeniden doğma). Olanaksız gibi gözüken bir su bulma çabası içindeler (Gremlinler’den mülhem). Bitmemişler, olmaları gereken yerden bir çıkış yakalamaya çalışıyorlar, hem de bir imza metninde organize olarak.

İlandaki isimlerin büyük bir kısmı şu ya da bu ölçüde cemaatle birlikte anılan isimler. İkinci büyük grubu ise “Yetmez, ama evet”çiler oluşturuyor. Cemaatçileri anlarım, şu anda canhıraş bir varolma mücadelesi sürdürüyorlar. Bu resmen bir ölüm kalım savaşı. Benim bu mücadelede bir taraftan yana olmam sözkonusu değil. “Oh, oh, yesinler birbirlerini” demiyorum, ama bu kavga onların kardeşler arası ya da aynı yatağı paylaşmış olan eşler arası bir kavga. Buna karışmak bize düşmez.

Peki ama YAE’ciler? Onlara ne oluyor? Onlar için bir varolma mücadelesi söz konusu değil ki. Onlar zaten yok hükmündeler. Yok olmaları gerekiyordu, oldular. Tarih, kendisi için çok kısa sayılabilecek bir süre içinde onlara yok olma görevini uygun gördü (Bak. Liberal İhanet, Merdan Yanardağ, Kırmızıkedi Yayınları, 2014).

Metne imza atanlardan bazılarını tanımıyorum. Dolayısıyla bu gruplardan birine dahil olup olmadıklarını ya da bunların dışında kalıp kalmadıklarını bilemiyorum. Birine, öbürüne ya da her ikisine dahil olanlar umurumda değil. Onların kendi dertleri kendilerine yeter. Beni ilgilendirenler, her iki grubun dışında kalıp, tanıdığım, aşina olduğum, yazılarını ve genel tavırlarını beğeniyor olduklarım.

Bunların da hepsini yazmayacağım. Aralarından bazılarını seçtim, haklarında fikirlerimi belirtmek için. Kimden başlamalı? İlandaki sıraya göre gidelim bari:

Hayko Bağdat: “Yetmez, ama evet” sloganının mucidi olduğunu iddia etmesine rağmen, dürüstçe sayılabilecek bir özeleştiri yapmıştı. Ama demek ki virüs tümüyle çıkmamış bünyesinden.

Dengir Mir Mehmet Fırat: AKP ve RTE’ye yönelik çok güzel eleştiriler yapıyor. Sanırım burada “AKP’ye karşı olma” oltasına geldi. Aslında kalibre olarak ilana imza koyanların çoğuyla yarışabileceği rahatça söylenebilir.

Kadri Gürsel: Bu isimde ağır yaralandım işte. Ona bir ayrıcalık tanıyorum ve yazımın ilerki bölümünde özel yer ayırıyorum.

Nuray Mert: Uzun bir zamandır yazılarının çoğuna imzamı (ya da parafımı) koyabileceğim bir kişi. Ne de olsa aforoza uğramayı göze alarak otoriterleşme konusunu ilk açan oydu. Nitekim göze aldığı aforoza da uğradı. Belki bu ilanda o da muhalif olunmasının gazına geldi. Ama bu sefer imzasının yanına benden ne imza ne de paraf var.

Şimdi Kadri Gürsel’in 21.12.2014 tarihli Milliyet Gazetesi’nde ilanı eleştirenlere yönelik köşe yazısının son iki paragrafını görelim. Ciddiye alınıp eleştirilmesi gereken görüşler. Ama sanki yazarken o da biraz zorlanmış gibi:

“Beş: Bazı meslektaşlarımız, geçmişte kendilerini “terörist” ve “darbeci” diye suçlayıp hapse atan iktidar koalisyonuna karşı çiğnenen hukuklarını basın özgürlüğü için savunanları, bugün
14 Aralık’ı aynı nedenle protesto ediyorlar diye “ahmaklıkla” suçlayacak nispette siyasi kavrayış, izan ve muhakeme yetisinden yoksun durumdadırlar.


Altı: Yarın devran değişir ve bugünkü iktidar gazetecileri benzer suçlamalarla benzer akıbete maruz kalırsa, onların hukuklarını gelecekte savunmayacak olanlar bu davranışlarının nedenlerini açıklamakla yükümlüdür. Tıpkı bugün Cemaat gazetecilerinin hukukunu savunmak için basın özgürlüğünü yeni hatırlayanların durumunda olduğu gibi. Onlar geçmişte yapılan zulmü sessizce geçiştirmek bir yana, desteklemişlerdi.”

Kadri Gürsel, 5 no.lu paragrafta “ahmaklıkla” suçlanmış olmaktan dolayı sinirlenmiş (suçlayanı bilmiyorum) ve o kişiyi (veya potansiyel kişileri, bunlara ben de dahilim) “siyasi kavrayış, izan ve muhakeme yetisinden yoksun” olmakla damgalamış. Buna da ben sinirlendim. Genel eleştirim aşağıda.

6 no.lu paragrafta ise istikbale yönelik muhtemel bir yükümlülük atfediyor. O arada ilana beraber imza koyduğu bazı imzacılara da “yeni hatırlayanlar” diyerek üstü kapalı çakıyor. What fayda?

Gelelim eleştirilerime. Ben de Kadri Gürsel gibi numaralama yöntemi kullanmak istedim.

Bir: Bir atasözü: “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim”. Arkadaş olmasan da hangi yolu hangi kişilerle birlikte yürüyebileceğini iyi belirle. Oyuna gelme, sonradan pişman olabileceğin, haklı gerekçelerle suçlanabileceğin şeyleri körlemesine yapma.

Bir de vecize: “Cehenneme giden yol iyiniyet taşlarıyla döşelidir”. “Arkadaş, ben içeriğe bakarım. Bana doğru geliyorsa imzayı çakarım, başka kimin imzalamış (ya da imzalayacak) olduğuna bakmam” dersin, ileride biri çıkar “bu içeriği hiç mi okumadın, buna imza konur mu?” diye sorar. Ya da “yahu, kardeşim. Kimlerle birlikte imza koymuşsun bu metne” der. Ya da birileri (hadi biraz da komplo) “zaten o da bizden, koskoca imzasına bak” derler.

İki: Diyebilirsin ki “ben gerçekten sadece içeriğe bakarım, gerisi beni ilgilendirmez”. Tamam, buyrun içeriğe bakalım. Aritmetik bir ölçü kullanalım. Toplam on iki satırlık (rakamla 12) bildirinin dokuz (rakamla 9) satırı 14 Aralık’ta gözaltına alınanlarla, yani cemaat basını ve televizyonu ile ilgili.

AKP iktidarının cemaatle koalisyonu döneminde, dandik sebepler, hile ve desiseyle gözaltına alınan, tutuklanan, yılları aşan sürelerle hapis yatan başka gazeteciler yok muydu? AKP’li, Cemaatçi ya da YAE’ci olmadığını bildiğimiz bir kişinin, örneğin Kadri Gürsel'in, Nedim Şener, Ahmet Şık, Soner Yalçın, Doğan Yurdakul, Müyesser Yıldız ve daha bir dolu gazeteci kurbandan bahsedilmeyen bir metne imza atmasının nedeni, hadi peki “ahmaklık” demeyelim de, nedir?

Savunma olarak şu Kadri Gürsel söyleyebilir: “Ben gerek gazetedeki köşemde, gerekse katıldığım TV programlarında bu arkadaşlarımı savundum. Hapis yatmalarına karşı çıktım. Tavrım zaten biliniyor”. Olmaaaaz, bu ilanı okuyanların hepsi, senin o yazılarını ve tavrını bilmeyebilir. İleride bu ilanla hatırlanabilirsin.

Üç: Gelelim kişilere. Metne imza koyanlardan kaç tanesi, yukarıda isim olarak saydığım gazetecilerin ve arkadaşlarının içeri atılmasını, bırakın ortak bir protesto metnine imza koymayı, ne kendi köşelerinde ne de verdikleri ropörtajlarda ve beyanatlarda kınadılar. Aksine desteklediler. Şimdi bu insanlarla aynı metne (içerik eleştirisi yukarıda) imza koymak, çok ihtiyaç duydukları meşruiyetin ve aklanmanın değirmenine su taşımak olmuyor mu? (Yazar burada cemaatçileri değil, YAE’cileri konu ediyor.)

Kardeşim, bırakın yalnız kalsınlar. İyod gibi açığa çıkmış durumdalar. Neden yeni birtakım bileşiklerin içinde saklanmalarına yardım edelim ya da göz yumalım? (Burada yazının başlığına bir  kez daha dikkat çekmek isterim).

İşin daha vahim olan yanı şu: Bu metne imza koyan bazı kişiler, Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk gibi davalarda gazeteci kisvesi altında tetikçilik yaptılar. Atılan manşetler, bavullar, yapılan sahte haberler, iftiralar, hepsi ortaya çıktı. Özellikle kuruluşu devletin olanaklarıyla gerçekleşmiş olduğu da ortaya çıkan Taraf gazetesinde çalışmış olanlar, gazetecilik ilkelerini hiç gözönünde bulundurmaksızın, çamurla buladıkları mermileri suçsuz insanlara büyük bir keyifle sıkan tetikçilerdi.

Cemaat gazeteleriyle paslaşarak sürdürmüş oldukları bu tetikçilik faaliyeti, yalnızca masum kurbanlara değil, bu ülkenin geleceğine de çok büyük onarılması çok zor zararlar verdi.

Dört: Büyük merak konumu en sona bıraktım. Okuduysanız biliyorsunuzdur, okumadıysanız da bir an evvel alıp okuyun. Sevgili Merdan Yanardağ’ın Liberal İhanet kitabında sergilediği isimlerin en önemlileri neden bu ilanda imzacı olarak yer almıyor?

N’oluyor? Neredeler? Onlara imza için gidilmedi mi? Acaba neden? Yoksa gidildi de onlar imza koymayı mı reddettiler? Peki, eğer böyleyse de acaba neden? 

Merak beni öldürecek bu konuda. Yoksa artık dergilerinde, gazete köşelerinde, internet sitelerinde, bloglarında yazmayacaklar mı? İlana imza koyan eski yoldaşlarını neden yalnız bıraktılar? Yoksa varolma savaşı vermekte olan cemaatçiler bile “bunların fazlası fazla, zaten çoğunun ipliği de pazara çıktı” deyip bunlardan imza istemediler mi?

Amaaaan, bir yerde bize ne? Benimki de gereksiz merak canım. Yüce Tanrım, onlara bulundukları yerde huzur ve mutluluk versin.






İsa’nın Yanağı. Bize Uyar mı? Uymaaz! (1)


Daha doğrusu uymamalı.

Kısa bir dinsel girişten sonra yerleşik bir tavır ve bu tavrın olası nedenleri ile buna karşı alınması gereken tavır üzerine düşüncelerimi ifade etmeye çalışacağım. Daha sonra da gelmekte olan büyük tehlikeyi irdelemeye, bu mesele üzerinde neden bu kadar durduğumu açıklamaya gayret edeceğim.

Çoğu kişi tarafından kindar ve gaddar olarak tanımlanabilmesine rağmen (ne de olsa oğlunun çarmıha gerilmesine engel olmadı, ayrıca bazıları kendi adına yapılmış ve yapılmakta olan anlamsız savaşlarda milyonlarca masumun ölümlerine seyirci kaldı ve bugün de kalmakta), yine de tüm evrende sahip olunabilecek en büyük torpile sahipti İsa Peygamber. Yani Tanrı’ya.

Dinsel kaynaklara ilişkin bir görüşe göre her işe karıştığı, diğer bir görüşe göre de sadece seyretmekle yetindiği iddia edilmesine karşın, yine dinsel kaynaklarda ileri sürüldüğüne göre bir kızıp da karışırsa, öfkesinin nereye kadar uzanabileceği de belli olmazdı.

Nuh Peygamber döneminde birer çift haricinde tüm canlıları yokettiği tufan, Musa Peygamber döneminde Firavunun ve Mısır halkının çektikleri buna örnektir.

Bu nedenle, arkasında böylesi bir güç bulunduğuna inanan İsa Peygamber’in “bir yanağınıza tokat atana, diğer yanağınızı da uzatınız” demiş olması, anlayışla karşılanabilir.

Her ne kadar İsa Peygamber son anlarında kendini terkedilmiş ve hatta ihanete uğramış hissederek “neden beni yalnız bıraktın, baba?” diye serzenişte bulunmuş olsa da, son anına kadar yanak tavrından vazgeçmemiştir.

Son dönemde çevremdeki, internetteki YAE’ci olmayan arkadaşlarımdan “bu meseleyi artık geride bırakmak (ya da “unutmak”) lazım”, “uzatmak gereksiz”, “ne de olsa onlar bizim eski yoldaşlarımız”, “önümüzdeki zor ve zevkli mücadele günlerinde omuz omuza olmak zorundayız” vb. gibi (bana İsa Peygamber’i hatırlatan) ifadelere rastlıyorum.

Tek tük de olsa hala konuşabildiğimiz YAE’cilerden de “yahu, amma uzattınız bu işi”, “her şeye biz mi neden olduk, kardeşim?”, “ulan, alt tarafı bir oy verdik, ne bu çektiğimiz?” gibi yakınmalarla karşılaşabiliyorum. Tabii bu konuyu büyük bir sessizlikle, her şey son derece normalmiş gibi geçiştirmeye çalışan teflon kaplı YAE’ciler de var.

Her iki tavır da beni çok rahatsız ediyor.

Sevgili arkadaşlarım,

Ne bizler birer İsa Peygamberiz, ne de arkamızda onunki gibi gücü sınırsız güçte olduğu varsayılan bir torpilimiz var. Bir tokat, hem de haklılığı son derece şaibeli, hatta kirli bir tokat bir yemişsek, ki YAE tam anlamıyla budur, bu arkadaşlara öbür yanağımızı da uzatmak gibi bir lükse asla kapılamayız. Önceliğimiz, bu tokatla hesaplaşmak olmalıdır, tabii ileride bu arkadaşlarla beraber bir şeyler yapmayı düşünüyorsak.

Eh, bu görev de bize düşmez aslında. Biz sadece talepte bulunabiliriz. Bu adım, beraber bir şeyler yapmak isteyebilecek olan YAE’cilere düşer. Hiç bir şey  olmamış gibi davranmayı bırakmalı, dört başı mamur bir özür dilemeli, dört başı mamur bir özeleştiri vermelidirler.

Tam da burada, geçen haftalarda kamuoyunda tartışılan bir konuyu, kötü bir örnek oluşturmaması dileğiyle, araya sokmak istiyorum. Başb.Yard. Bülent Arınç, Çerkez Ethem’in itibarının iade edilmesi doğrultusunda bir beyanda bulundu. Suçsuzluğunu ileri sürenler de olmasına rağmen, tarihi belgeler ışığında Çerkez Ethem’in ihaneti tartışma götürmez biçimde belgelerle kanıtlanmış bir olgudur. Bunun konumuzla bağlantısı, yaptığı bir hata neticesinde özür dilemeyi ya da özeleştiri vermeyi kendine yediremeyenlerin, sonunda ihaneti bile göze alacaklarını gösteren acı bir örnek olmasıdır.

Bir uyarı olmak üzere, Ethem’e ilişkin tarihi bir olayı da buraya ekleyeyim: İnönü döneminde 150’liklerin affedilmesiyle Türkiye’ye dönme hakkına kavuşan ve o dönemde Ürdün’de sürgün hayatı yaşayan Çerkez Ethem’in kendisine bu yönde yapılan teklife cevabı çok acıdır: “Ne yüzle dönebilirim ki?”. Neden böyle bir şey yazdım ki ben şimdi buraya?

Nitekim eski solcu ve YAE’ci bazı kesimlerden, kendilerini tüm soldan ayıracak ve dolayısıyla soyutlayacak bazı ifadeler de duyulmaya başlandı. Hatta böylesi bir muhtemel tavra altyapı oluşturmak üzere, eleştiri örneklerini Türk Solu adlı, tüm solu asla temsil edemeyecek ve hatta sol bile sayılamayacak bir garabetle sınırlamaya, solu eleştirmek ya da mahkum etmek için kullanacakları örnekleri oradan almaya dikkat etmeye de başladılar.

Türkiye solunun tarihinde yerleşmiş bir özeleştiri geleneği yoktur. Hatta tutarlı tek bir özeleştiri örneğine rastlanmadığı bile söylenebilir. Bana göre bunun başta gelen nedeni, tipik bir şark kurnazlığı olarak tanımlanabilecek (tersten söyleyelim)  “bugün sana, yarın (Allah korusun) bana” korkusudur.

Taraflardan birinin yapmış olduğu bir hata nedeniyle özeleştiri vermesi, karşı tarafı da muhtemel hatalarında (mazallah) özeleştiri vermek zorunda bırakabilecektir. Her iki tarafı da tehdit eden bu tehlike, hataların görmezden gelinmesine, üzerine gidilmemesine dolayısıyla da hiç ders çıkarılmamasına yol açmaktadır.

Ayrıca bu topraklarda yaşayanların ortak bir genetik özelliği olan adam sendecilik de bu özeleştirisizliğe katkıda bulunmaktadır. Yapılan hatanın üzerinden belirli bir sürenin geçmesi, tarafları unutmaya, giderek önemsememeye, boşvermeye yöneltmektedir. Bu da alınabilecek derslerin alınamamasına, böylece de hataların ağırlaşarak yinelenebilmesine neden olmaktadır.

Türkiye solunun bugüne kadar yapmış olduğu (ve bazılarını kanıyla canıyla ödediği) devasa hataların sonuncusu olmasını dilediğimiz YAE’nin, bu özeleştirisizlik geleneğini sona erdirecek bir milat olması çok önemlidir. Sola şu veya bu düzeyde ilgi duymuş, dahil olmuş, gönül ve emek vermiş bir dolu insan bile YAE tavrı nedeniyle yönünü şaşırmış, güvenini kaybetmiş ve belki de küsmüş ve safları terketmiştir.

Yıllardan beri karşılaşılan her düzeydeki zor rejimine faşizm yaftası takmaya alışmış olan sol hareket şunu bilmelidir ki, hayal bile edemeyecekleri çapta gerçek bir faşizm pek de uzak olmayan bir ufukta görünmekte ve bütün hızıyla üzerimize gelmektedir.

Mevcut iktidar, bir zamanlar çok basit bulduğumuz meşhur faşizm tanımını (faşizm, burjuvazinin en kanlı, en gerici diktatörlüğüdür) ciddiye almış, bunu hayata geçirmek amacıyla ülkede varolan burjuvaziyi kendine uygun görmemiş, onu ezip korkutmuş ve onun yerine güvenebileceği yeni bir burjuvazi yaratmayı tercih etmiştir. İşte gelmekte olduğunu iddia ettiğimiz faşizm, bu yeni burjuvazinin en kanlı, en gerici diktatörlüğü olacaktır.

İşin çok acıklı tarafı ise şudur: Daha önce faşizmi şu ya da bu düzeyde yaşamış ülkelerde burjuvazi, ağırlıklı olarak toplumun eğitimli, kültürlü, bazen entelektüel, kısmen sanatsever, aristokrat kökenli vb. kesimlerinden oluşmaktaydı. Hitler bile ömrü boyunca mimariye ilgi duymuş, tablolar  yapmış, iki kitap yazmış, bütün nutuklarını kendisi hazırlamış ve prompter yerine en fazla iri harfli özel bir daktiloda yazılmış notlarını kullanarak irticalen nutuk söylemiş bir kişiydi.

Bu ülkede gelmekte olduğunu ileri sürdüğümüz faşizmin liderleri, muhtemel kadroları ve destekleyicisi olarak değerlendirdiğimiz yeni burjuvazi, sayısız veciz örneklerini her gün duyduğumuz söz ve görüşlerin sahipleri. Yani eğer başarırlarsa, bu toplum çok daha ilkel, çok daha vahşi, çok daha canavarca bir baskı rejimiyle karşılaşacak demektir.

İşte bu koşullarda karşı karşıya olduğumuz en önemli görevlerden biri, hatta birincisi, örgütlenmedir. Ne çapta, ne düzeyde olursa olsun örgütlenme. Bu örgütlenmelerde yer alacak insanların ise, tüm katılanlarla birlikte sağlıklı ve güçlü biçimde ilerleyebilmek için, geçmiş hatalarından olabildiğince arınmış, onlarla hesaplaşmış ve bunu da (maalesef) deklare etmiş olmaları zorunludur.


Şunu bugünden belirtmeliyim ki, ben ve benim gibi düşünen kişilerin, bulundukları ortamlarda bu eleştiri ve özeleştiri geleneğini yerleştirmek için ödünsüz bir çaba göstermesi, başarıya ulaşabilmenin ve bu faşist saldırıyı yenmenin asgari koşullarından biridir. Aksi takdirde başımıza gelecek olan ise, görmezden gelinecek ya da hesabı hiç bir zaman verilmeyecek hatalar nedeniyle, yeni ve her zamankinden büyük bir yenilgi olacaktır.

12 Aralık 2014 Cuma



Hangisi önemli:
AKP’mi, Osmanlıca mı?

Eskiden böyle sorularla karşılaştığımızda dilimizin alışık olduğu bazı ifadeler vardı. Örneğin ben “hoydatta, ata binesim geldi” demeyi hala da severim. Daha geniş kabul gören ifadelerden biri, “dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı” idi. Türkü olarak da nedense “manda yuva yapmış ağaç dalına” gelirdi aklımıza.

Aslında başlıktaki soruyu ben türettim. Nereden mi? Ümit Kıvanç’ın “riya tabirleri” adlı bloğuna 5 Aralık günü koyduğu Osmanlıca, AKP'den çok daha önemli konu” yazısının başlığından. (Yazı boyunca italikler Ümit Kıvanç'ın)

Yazıyı okuyunca sinirlendim. Konunun içeriği bakımından değil. İfade tarzı bakımından. Ben 60 (yazıyla altmış) yaşındayım. Ümit’le arkadaşlığımız ise 44 (yazıyla 44)  yıl önce başladı. Yani bu kadar yılın hukukuyla onun hakaretamiz ifadelerini kaldırabilirim diye düşünüyordum, ama ifadeler benim bile ağırıma gitti. Zaten daha önce “Ergenekoncu, postal yalayıcı, darbe şakşakçısı vb. hakaretler yemiştik, hatta bir yazıda porno filme bile düşürüleceğimiz söylenmişti (Bak. Bu bloğun üçüncü yazısı, Ekim sekmesinde “Bir YAE’cinin amansız saldırısı” başlıklı yazı. Siz anlamışsınızdır onu, o yazı da Ümit’in).

Şimdi 12 Aralık 2014 itibarıyla, Berkin’in, Ethem’in, Ali İsmail’in, diğer Haziran direnişi kurbanlarının ve bu partinin iktidarı döneminde Soma’da katledilmiş 301, Ermenek’te katledilmiş 18 madencinin, bir diğer eski solcu tarafından Ergenekon tarafından kandırılmış zavallı olarak nitelenmiş olan Metin Öğretmen’in görüntüleri gözümüzün önünden gitmezken, dört başı mamur bir faşist uygulamalar silsilesi güvenlik paketi adı altında gümbür gümbür gelmekteyken, “Osmanlıca AKP’den daha önemli konu” diyebilmenin ne olduğuna yazının sonunda kısaca bir anektodla değineceğim. Şimdi bu yazının üslubu konusunda söylenebileceklerin bir kısmını Ümit Kıvanç’ın yazısından araklayıp tersine çevirelim.
……..

Bunu iddia etmek, “iyi niyetli bir girişim değil”; bunu önermek “akıl almaz bir durumdur, muazzam bir vahamettir, korkunçtur”. Bunu öneren ve destekleyenler “cahildir veya kötü niyetlidir”.

Çocuklarımızın Osmanlıca öğrenmesini desteklemek, hele bunu çok yararlı “dangıllığıyla ifade etmek”, Osmanlıca’ya gereğinden fazla önem atfetmek “hıyarlık, bu memlekette başımıza gelenden” ve gelmekte olandan “bîhaberlik, sorumsuzluk”.

………

Bu kadar hakaret yeter. Ben yazdıklarımı henüz yayınlamadığım dönemde, aslında bunlara yakın ifadeler de kullanıyordum. Ama onları benden başka kimse okumuyordu. Yani bir noktada kendini tatmin sayılabilirdi. Ama bir blog yazarı, yazılarını okuyacak kişileri, onların onurlarını, şereflerini, haysiyetlerini vb. gözönüne almak zorundadır.

“İki kere ikinin dört olduğunu bilmeyen hıyardır” derse anlayışla karşılanabilir belki, ama yukarıdaki gibi bir konuda kendisi gibi düşünmeyenleri, “cahil, kötü niyetli, dangıl, hıyar, bîhaber, sorumsuz” gibi sıfatlarla tanımlamak, basınımızda Engin Ardıç gibi köşe yazarlarından tanıdığımız ve kınadığımız bir üsluptur.

………….

Aslında bu konu, bu kadar sertliğe filan gerek duymaksızın rahatça akılcı bir biçimde tartışılabilir. Ben iki yıldan uzun süredir Osmanlıca el yazması bir metin üzerinde (yazıyı çevirmek için değil, Latin alfabesine çevrilmiş içeriğini Türkçeleştirmek için) uğraşan biri olarak, bu konu üzerine günlerce konuşabilir, sayfalarca yazabilirim.

Tabii ki, blogtaki yazının başlığı böyle olmasa idi. Böylesi bir başlık için katiyen değmez. Yine de içeriği cevapsız bırakırsam, yalnızca üslubun yanlış olduğunu, ama içeriğin doğru olduğunu düşündüğüm zannedilebilir.

Ben, arkadaşım gibi hakaretlere başvurmadan, içeriğe neden şahsen değinmeyeceğimi tarihi bir anektodla anlatmak istiyorum:

Waterloo Savaşı’nın sonunda mağlup olan imparator Napoleon generallerine yenilginin nedenlerini sorar. Generallerin en kıdemlisi cevap verir: “Oniki neden tespit ettik İmparator Hazretleri, birincisi barut bitmişti.” Napoleon sözünü keser: “Öbür nedenleri saymanıza gerek yok.”

Ülkenin içinde bulunduğu ve yukarıda biraz bahsettiğim koşullarda bu yazının başlığı, yazı açısından barutun bittiği yerdir. Devamını konuşmak gereksiz.


İçeriğin Osmanlıca yazıya ilişkin cevabını Bodrum Gündoğan’dan hemşehrim sevgili Selahattin Duman’a bırakıyorum:

Bu çocuklara Osmanlıca dersini kim verecek?

EĞİTİME kafalarına göre ayar vermeye çalışanlara kulak asmayın.

Hele ki “Osmanlıca mecburi ders olacak, iyi olacak. Bebelerimiz dedelerinin mezar taşını okuyabilecek…” diyenleri hiç sallamayın.
Cehalet adamı böyle konuşturur.
İnsanlığın bir numaralı sorununu tarif ederken boşuna “Bilenler her meseleye kuşkuyla yaklaşırken, cahilerin kendilerinden küstahça emin olmasıdır” dememişler.
***
Dedelerin mezar taşından başlayayım…
Eğer bugünün kuşakları Osmanlıcadan sorumlu tutulacaksa, dedelerinin mezar taşları tamamen Latin harfleriyle yazılmış.
Orada bir sıkıntı yok yani. İsteyen parmak hesabı yapsın. Çocuklar on bir-on yedi yaş aralığında.
Dedelerinin tamamı Cumhuriyet çocuğu, hepsi Latin alfabesiyle büyümüş. Zahmetin sebebi buysa boşuna.

TARİHE DÜĞÜM ATMAK


Cumhuriyet, Latin harflerine geçerken çok katı davrandı. Kültürel bağlarımızı koparıp attı. Bunu kabul ediyorum.
Ancak “O bağları yeniden birbirine ekleyip devam edeceğiz” dersen fena mahcup olursun.
Osmanlıca dediğin şey, senin elinde şirazeden çıkmış orta dereceli okullarda haftada iki-üç saat dersle öğretilebilecek bir şey değil.
Hele elinden İphone’u, Tablet’i düşürmeyip, konuşmasını bile unutan uşaklar için hiç değil. Hem o dersi kime verdireceksin?
Bak bakallım, senin edebiyat fakültelerinde, ilahiyat fakültelerinde bir Osmanlıca kitabeyi görür görmez “gazete başlığı gibi” okuyabilecek kaç kişi var?
O fakülteleri bitirenlerin yüzde doksanı Osmanlı yazışmalarında kullanılan “Rika” yazıyı bile okuyamazlar.
Üstelik ortada tek tip yazı yok.  Sülüs, Nesih, Divanî Celi, Ta’lik, Rik’a, Küfî, İcazet, Mali Siyakat, Muhakkak, Reyhani.
Say sayabildiğin kadar.

***

İbn-I Mukle’nin yarattığı Sülüs ve Nesih mezar taşlarında en çok kullanılan yazı türü.
İslam kültürü, resim yasak olduğundan bütün gücünü yazıya vermiş. Çeşitlemeye gitmiş. Misal hattatlardan Sultan Aliyy-i Tebrizî rüyasında Hazreti Ali’yi görmüş. Hazreti Ali ona “Ta’lik yazıyı” tarif etmiş.
“Bu yazının harflerini bir kazın boynuna, göğsüne, kanatlarına, kuyruğuna, gagasına benzet” demiş. O da benzetmiş. Ortaya çıkan ve adına Ta’lik denen bu yazıyı, değme Osmanlıca uzmanı sökemez.
Hele mali yazışmalarda kullanılan Siyakat’ı okuyabileni ben daha dünya gözüyle görmüş değilim.

ŞİFRE GİBİ YAZIDIR

Bir de Aklam-ı Sitte denen yazı topluluğu var. Sülüs, Nesih, Muhakkak, Rik’a, Tevki, Reyhani adı verilen altı tür yazının toplamına böyle deniyor. Haydi, bulun bunların tamamını bilen hocayı da dersini okutun.
Üstelik Osmanlıca yazısı devirden devire değişiyor.
Sultan Mecid dönemindeki resmi yazışma ile Sultan Abdülhamid döneminin yazışması dahi birbirini tutmaz. Yazı dönemden döneme karakter değiştirir.
Rahmetli Aziz Nesin geride binden fazla dosya bırakmıştı. Tamamına yakını eski yazıydı. Ali Nesin’den bir-iki dosyanın fotokopisini almıştım. Fakülteden gelen hocamla birlikte Aziz Bey’in yazısını on beş günde çözebildik.
Kazım Karabekir Paşa’nın bizzat yaptığı itiraftır.
Paşa anılarını yazıp bitirdikten sonra defterleri eline almış. Çoğu yerde kendi yazısını kendi okuyamamış. Veliler “nereye gidiyoruz” diye endişelenmesin.
Bizdeki eğitim neye ağırlık verirse ahali ona düşman olur. Cumhuriyet’in eğitim anlayışı şimdiki düşmanını yarattı. Bunların eğitim anlayışı da neyi dayatıyorsa, ahali ondan nefret edecektir. Bu şaşmaz.

***

Haaa! Osmanlıcaya bu kadar meraklıysan işe ‘Osmanlı Arşivi’ni korumaktan başlayacaktın. Babıâli’deki tarihi arşiv binasının yenisini Kağıthane’ye, o sel yatağına yapmayacaktın.
Mimarlar, mühendisler “Yapma, etme” diye yalvardı, uyardı. Şaha kalkmış  “kibir” kimseyi dinlemedi. Yeni binaya taşınan ve iki sel gören arşiv çürümeye başladı. Derdi de Eğitim Şurası’nda zırvalayanlara değil “Neredesiniz geziciler?” diye laf sokulanlara düştü.
Ayet kibir sahiplerine “Nûn. Ve’l-kalemi vema yesturûn…” yani “yazıya ve yazanlara saygı duyun” diyor. Anlayana!

------------------------------------------------------------------------------------

Bir diğer cevap da içeriğin diğer bir yönüne ilişkin: “Bütün bir halkı yakın tarihe ilişkin hiçbir şeyi okuyamaz hale getirenlerin (yani soykırımcı kadroların) yediği halt, düpedüz insanlık suçudur” önermesine karşı, o “haltın” hangi koşullarda yendiğini ve o dönemde devletin ve Osmanlıca’nın Batı karşısındaki durumunu anlatması bakımından okumaya şayandır.

Yılmaz Özdil yazıyor:

Al sana Osmanlı!


1923’te…
*
Nüfus 13 milyon civarıydı, 11 milyon kişi köyde yaşıyordu. 40 bin köy vardı, 38 bininde okul yoktu. Traktör sıfırdı, karasaban’dı. Beş bin köyde sığır vebası vardı. Hayvanlar kırılıyor, insanlar kırılıyordu. İki milyon kişi sıtma, bir milyon kişi frengiydi, verem, tifüs, tifo salgını vardı, üç milyon kişi trahomluydu, bebek ölüm oranı binde 480’di, her doğan iki bebekten biri ölüyordu. Memlekette sadece 337 doktor vardı. Sadece 60 eczacı vardı, sadece 8’i Türk’tü. Diş hekimi, sıfırdı. Dört hemşire vardı. 40 bin köy, sadece 136 ebe vardı. Ortalama ömür 40’tı.
*
Yanmış bina sayısı 115 bin, hasarlı bina sayısı 12 bindi. Ülkeyi yeniden inşa etmek gerekiyordu, kiremit bile ithaldi. Limanlar, madenler, demiryolları yabancıya aitti. Toplam sermayenin sadece yüzde 15’i Türk’tü. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan sadece dört fabrika vardı, Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez, Beykoz deri… Elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus’ta vardı. Otomobil sayısı bin 490’dı. Sadece dört şehirde özel otomobil vardı.
*
Kadın, insan değildi.
*
(Veremle boğuşan halk, ahırda yatarken… Bademlerin yere göğe sığdıramadığı Abdülhamid’in 16 tane eşi vardı. Nazikeda, Safinaz, Dilpesent, Peyveste, Nazlıyar, Bidar, Mezide, Emsalinur hanım filan, 16 tane… Yaş itibariyle, tamamı çocuktu. Tayyip Erdoğan’ın dedemiz dediği Abdülmecid’in 22 eşi vardı. Ahali ineğine verecek saman bulamazken, herif sarayında iki futbol takımı kadar kadınla yatıyordu.)
*
Tiyatro yok, müzik yok, resim yok, heykel yok, spor yoktu. Arkeolojik eserler, öyle gizli saklı değil, padişahların hediyesi olarak, trenlerle çalınmıştı.
*
Kimisi alaturka saat’i kullanıyor, güneşin battığı anı 12.00 kabul ediyordu, kimisi zevali saat’i kullanıyor, güneşin en tepede olduğu anı 12.00 kabul ediyordu. Kimisi güneş batarken grubi saat’i esas alıyordu, kimisi güneşin tamamen battığı ezani saat’i esas alıyordu. “Saat kaç birader?” diye sorduğunda, her kafadan bi ses çıkıyordu.
*
Kimisi hicri takvim kullanıyordu, kimisi rumi takvim kullanıyordu. Kimisinin şubat’ı kimisinin aralık’ına denk geliyordu. Herkes aynı zaman dilimindeydi ama, farklı aylarda yaşıyordu!
*
Dirhem, okka, çeki vardı. Arşın, kulaç, fersah vardı. Ne ağırlığımız dünyaya ayak uydurabiliyordu, ne uzunluğumuz… Ölçülerimiz ortaçağ’dı.
*
Erkeklerin sadece yüzde yedisi, kadınların sadece binde dördü okuma yazma biliyordu. Okur-yazar erkeklerin çoğunluğu, subay veya gayrimüslimdi. Okul yaşı gelen her dört çocuktan üçü okula gitmiyordu. Toplam, 4894 ilkokul, sadece 72 ortaokul, sadece 23 lise vardı. Türkiye’nin tüm liselerinde sadece 230 kız öğrenci kayıtlıydı. Öğretmenlerin üçte birinin, öğretmenlik eğitimi yoktu. Tek üniversite vardı, darülfünun, medreseden halliceydi. Ülke bilim’den çoook uzaktı.
*
600 sene boyunca Türkçe’nin ırzına geçilmiş, Osmanlıca denilmişti. Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca kelimeler, Levanten terimler dilimizi istila etmişti. Karşılıklı sesli-sessiz harfleri olmayan Arapça’yla Türkçe yazmaya çalışıyorlardı.
*
“Harf devrimi yapıldı, bir gecede cahilleştirildik, köpekleştirildik” falan deniyor ya… İbrahim Müteferrika’dan itibaren 150 sene boyunca basılan kitap sayısı kaçtı biliyor musunuz? Sadece 417’ydi. Bunların da çoğu gayrimüslimlerin matbaasından çıkmıştı. Ki zaten, Müteteferrika da devşirmeydi, Macar’dı.
*
Bu topraklara kitap gelene kadar, Avrupa’da 2.5 milyon farklı kitap basılmış, beş milyar adet satılmıştı. Voltaire, bir kitabında şu ağır tespiti yapmıştı: “İstanbul’da bir yılda yazılanlar, Paris’te bir günde yazılanlardan azdır!”
*

Ve neymiş efendim, mezar taşı okuyacakmış…
Sen önce iki tane kitap oku da, dünyadan haberin olsun biraz!