Merd-i kıpti şecaatin arzederken
sirkatin söyler imiş
Zorunlu bir dönüş
Oldukça uzun
zamandır yazı yazmıyordum. Bazen Facebook’ta iki satır, bazen Twitter’da bir
iki cümle, o kadar. Bloğu neredeyse terkettim. Geçenlerde girmek istedim, az
kalsın şifresini bulamıyordum.
Bu bir
çeşit küskünlük, bir çeşit çaresizlik, yorgunluk, bıkkınlık vb. türü
nedenlerden kaynaklanıyor olabilir. Hani kırk yıldır her gün Ağlama Duvarı’na
gidip dua eden Yahudi’ye sormuşlar: “Kırk yıldır her gün burada dua ediyorsun,
hiç kabul olan bir dileğin oldu mu?” Adam içini çekmiş. “Vallahi” demiş, “sanki
kırk yıldır duvara konuşuyorum”.
Benimki
de o hesap. Yazmışım, söylemişim, saymışım, sövmüşüm. Tık yok. Okunmadığından
değil, her yazıyı kaç kişinin okuduğu görülebiliyor. Bazı yazılara imzasız
yorumlar filan da konduğu oluyor, ama o kadar.
Şimdiye
kadar hedef aldıklarımdan (ki bunlar çoğunlukla ‘Yetmez ama evet’ tayfası)
“haklıymışsın, hata yapmışız” ya da “sen hatalısın, biz haklıydık” diyen
çıkmadı. Arada bir Facebook’ta söven, eden çurçurları saymıyorum. Benim hedefimdekiler
onların ağababaları idi.
Bunları
isim isim saymak gereksiz. Hem herkes onları tanıyor, hem de onlar kendilerini
çok iyi tanıyorlar. Adları tek tek sayılarak hem de adlarına bölümler açılarak
kitaplar bile yazıldı. Onlardan yine çıt çıkmadı.
Aslında
bu kendiliğinden oluşmuş kolektif sessiz tavrı anlayamıyor değilim. Ne de olsa
fi tarihinde ben de onların çoğuyla birlikteydim (tabii AKP iktidarından çok
önce). Huyunu, suyunu bildiğim, tavrını tanıdığım insanlardır çoğu.
Bu arada
bizim hiç mi hatamız yoktu, elbette vardı. Bu çocukların (tabii aslında
ağabeylerinin) geçirmiş oldukları büyük değişimin boyutlarını, küskünlüklerinin
şiddetini anlayamamıştık belki.
Bunu
söylerken YAE tavrı almış herkesi, mesela Hasan Cemal, Baskın Oran, Oya Baydar
vb. isimleri katmıyorum. Benim burada konu ettiklerim, daha çok, bir zamanlar
aralarında bulunduğum tayfa.
Kendini
harcama pahasına yıllarca yel değirmenlerine saldıran Don Kişot misali,
sosyalizme yeni bir vizyon getirdiğini anlatmaya çalış, önerilerde bulun, işlerine
gelen fikirlerini alsınlar ama seni görmezden gelsinler. Eh, bir yere kadar
tabii. Sonunda o yel değirmenlerinin senin bakışında temsil ettiği büyük
kitleyi, Türkiye solunun büyük bir bölümünü, düşman, hatta canavar gibi görmeye
başlarsın.
Bir ufak
örnek (mealen): 2010’lar gibi yayınlanan bir dergiye verdiği röportajda bu
arkadaşlarımdan biri, eskaza bu solun iktidara gelmesi durumunda, ülkede beş
milyon kişiyi kesebileceğinden bahsediyordu.
Eh, bir
de seni solun Aşil topuğu olarak görmeye çoktan başlamış Siyasal İslam ile
muhabbetin artınca, gelsin Abant toplantıları, Yazarlar Vakfı iftarları, Said-i
Nursi kitabına önsözler vb.
Siyasal
İslam’la bir başka ortak nirengi noktan da M.Kemal ve Kemalizm düşmanlığı. Bu
öyle gözü kara bir düşmanlık ki, bu ülkede Siyasal İslam’ın en güçlü
temellerini, yapıtaşlarını döşeyen 12 Eylül darbesini bile Kemalist bir hareket
olarak görmene sebep oldu. Belki hâlâ da öyle görüyor olabilirsin.
Aslında
büyük genellemeler yapmak doğru değil, çünkü bu YAE hareketine kendince
önderlik etmiş olanların, çok farklı nedenleri, güdüleri, ihtirasları olabilir.
Bunları tekil kişiler üzerinde tespit etmeye çalışmak bence fuzulî. Mesela, Baskın Oran’ın nedeninin ne olduğu
aslında benim için çok da fifi.
Ama bu
konuyu o kadar da boş geçmemek lazım. Bazı genel hatlar, ortak nedenler de
belirlenebilir belki.
Tarihten
bir örnekle anlatmaya çalışayım. Rivayet odur ki, Osmanlı’nın en güçlü ve
gaddar padişahlarından Fatih Sultan Mehmet, gücünün doruklarındayken bile,
hocaları Ak Şemseddin ve Molla Güranî’nin
bilgilerine ve fikirlerine başvurur, onlara büyük hürmet gösterirmiş.
Şimdi,
cahil olduğunu kestirebileceğin bir adam ya da adamlar, sana daha ilk günden el
uzatıyor, “abi, bir parti kuruyoruz, şunun programına bir el atıver” diyorlar.
Sende ışıklar yanıyor. O günden sonra o adamın ya da adamların erişebileceği en
yüksek nokta, Fatih Sultan Mehmet olmak. Ama sen daha o dakikada Ak Şemseddin
ve/veya Molla Güranî’sin. Artık genç Fatih, her sıkıştığında ya da tökezlediğinde, sana
koşacak, soracak, öğrenecek ve senin dediğini yapacak. Hatta bazen sıkışmasına
bile gerek kalmadan sen ufak müdahalelerle onu doğru demokrat, hatta ileri
demokrat çizgiye sokacaksın.
Şimdi
YAE önderleri, abilerim, eski dostlarım (arada tanışmadıklarım da var, olsun,
çoğu beni tanır). Bu zor karantina günlerinde sizi başkalarının duymayacakları
bir yer bulmaya çalışın ve oraya gidip avazınız çıktığı kadar bağırın, sizi
temin ederim, çok rahatlayacaksınız: “Ulan, Allah kahretsin, herif haklı!”
Önderler
dışında kalan geniş kesimin nedenleri de ileride akademik ve bilimsel olarak
incelenecektir mutlaka. Benim öyle bir derdim yok. Bu konuda sabit fikirli ve
“sınıflandırmacı” sayılabilirim.
Bunların
bir kısmı, zaten şu veya bu nedenle “Hayırcı” büyük kitlede yer alamayanlar,
orada kendine yer bulamayanlar, gene bir kısmı “sürüden ayrılanı kurt kapar”
ürküntüsü içinde olanlar, bir kısmı da “farklı ya da ayrıcalıklı olmanın manevî ezikliğinden sado-mazoşist bir zevk alanlar”.
Bunlara, sondakilere “kendi çapında çıkıntı” ya da “ayrıksı” gibi nitelemeler
de atfedilebilir. (Bak. Baskın Oran).
Birinci
ve üçüncü gruplardakiler beni ilgilendirmiyor esasen. Ama ikinci grupta çok
arkadaşım var ve bunların o açmazda kalmış olmaları beni o zamanlar çok üzdü.
Önderlere çok güvenmişlerdi ve bir alternatif bulamadılar ya da yaratamadılar
herhalde.
Peki,
gelelim beni bu kadar zaman sonra klavye başına oturtan nedenlere.
Yıllardan
beri bu insanlardan, yukarıdaki grupların hangisinden olursa olsun, fark etmez,
bir özeleştiri, bir özür bekledim. Öyle yalapşap, yasak savarcasına ya da diz
çökerek günah çıkartırcasına değil. Olması gerektiği gibi. Vakur, dürüstçe.
Sadece o büyük hataya neden ve nasıl düştüğünü değil, onu oraya sevk eden temel
görüşlerinin içerdiği hataları da açık yüreklilikle sergileyerek.
Belki
biraz sert bir örnek olacak ama, bu görüşümü farklı bir örnekle netleştirmek
istiyorum. Mesela Abant Toplantıları’nda verildiği söylenen diş kiraları ya da
yurtdışına yapılan beleş seyahat konuları beni zerrece ilgilendirmiyor. Ama o
toplantılara ya da yurtdışındaki panel, konferans gibi etkinliklere giderek
Siyasal İslam’a meşruiyet kazandırılmış olması beni kolayca affedemeyeceğim
kadar ilgilendiriyor. İşte özeleştirisini ya da özrünü beklemiş olduğum konu
bu.
Çünkü
bu, kendini sosyalist olarak tanımlıyor olmana rağmen, solu nasıl görüyor ve
sola nasıl tavır alıyor olmandan daha önemli. Siyasal İslam’ı nasıl olur da bu
ülkenin geleceği için soldan daha yararlı görebilirsin? Buna yol açan temeldeki
görüşün nedir? Hatalı mıdır, düzeltmen gerekir mi?
Burada
bir itirafta bulunmam gerekiyor. Nedenini kendime sormaya hiç gerek bile
duymadım, ama ben bu “Yetmez Ama Evet” olayına çok takmış durumdayım. Öyle ki,
on yıldan bu yana iktidarın neden olduğu her türlü olumsuzluğu bir şekilde
buraya bağlayabiliyorum. Çünkü bence tüm gidişatın en önemli noktası, 12 Eylül
2010 referandumudur.
Şimdi
mutlaka en sevdiğim salak, yüzünde “işte şimdi taktım” ifadesiyle şunu
söylüyordur: “YAE’cilerin toplam sayısı ya da oranı neydi ki, referandumun
sonucunu etkilemiş olsunlar?”
Açıkçası
bu yanılsamaya bizim de kapıldığımız durumlar oldu. Fakat şu anda kesin emin
olduğum bir şey var: Sorun bu değil. Tek bir kişi bile “Yetmez Ama Evet” demiş
olsa da, fark etmez. Bizim sorunumuz “Evet” diyen milyonlarla değil, “Yetmez
Ama Evet” diyen o tek kişiyledir. Çünkü o tavır, sıradan bir tavır değil, sola
karşı ve Siyasal İslam’dan yana bir ideolojik tavırdır. Kendisi dışında gördüğü
solu, faşist, cuntacı, darbeci olarak niteleyebilmiş bir tavırdır. Ve sol
görünüm altında sunulmuş olduğu için, bizim meselemizdir.
Bir
faktör daha: YAE’ci grubun dış dünyada Siyasal İslam’a sağladığı meşruiyet,
özellikle önderlerinin isimlerini ortaya koyarak gösterdikleri çabalar,
referandumdaki oy yüzdeleriyle ölçülemeyecek kadar önemli ve tabii zararlı
sonuçlara yol açtı. Bu da beklenen özeleştiri ve/veya özrün önemli bir kısmını
oluşturmalıydı.
Heyhat.
Özeleştiriymiş gibi sunulan “ama ben şu konuda kitap bile yazdım (konusu kel
alaka)”, “şunu şu yazılarımla teşhir ettim”, birkaç gün sonra geri alınan
“kandırıldım”, en hoşu ise “Tayyip beni kandırdı, bana ihanet etti” (vallahi
söyleyen, yazan oldu, hem de meşhur) türünden ifadelere rastlandı, ama bunların
yukarıda tarif ettiğim özeleştiri ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktu.
Uzuyor,
daha da uzuyor. Hemen kesmem lazım, çünkü bir tür yazma şehvetine kapılmış olabilirim.
Bu kadar yazı aniden nereden çıktı? Çok normal canım. Ne yapabilirdik?
Tam
yerine denk geldi
Manzara
koyduk.
İşte sorunun
yanıtı:
T24 Bağımsız İnternet Gazetesi'nde Hasan Cemal'in
23 Nisan 2020 tarihli yazısı
23 Nisan'ın 100. yılında bir soru: Erdoğan 23 Nisan'ı sevebilir mi?
Yıllar önce "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir demek, koskoca bir yalandır" diyen Erdoğan'dı
Bu yazıda belgelerin tarihleri büyük önem taşıyor. Cerrahoğlu'nun röportajı taa 14 Temmuz 1996 tarihinde yapılmış. İllaki okumuşsundur Hasan Abi. Sen de 8 Haziran 2005 tarihinde birlikte ABD'ye uçmuşsun. Diz dize oturup sohbet etmişsin Airbus'ta. Ne anlattı da seni referandumda 2010'da Yetmez ama evetçi yapacak kadar etkiledi?