26 Mayıs 2015 Salı

Seçim Yazıları (1)


Artık seçime ilişkin yazılara ağırlık vereceğimi söyledim, ama inanın ki bu iş insanın boyunu aşıyor (hele benim 1.58 m.’mi hayda hayda aşıyor). Özellikle de bu seçim için. Ama söz verdik bir kere, çabalayacağız.

Bu işi sözlü sohbetlerde yapsak sorun değil, bir terslik olursa çamura yatarız, olur biter. Ama yazılı olunca eloğlu hatanı kafana çakabilir (bak. YAE’cilerin başına gelenler). Son yazılarımdan birinde (“Niyete filan bakma, doğru anla” başlıklı yazı) boşuna savunmadım Süleyman Demirel’in “dün dündü, bugün bugündür” ifadesini. Gerektiğinde kullanılabilir.

Bu kadar ön tedbir yeter bence, gelelim işin aslının bir kısmına. “Bir kısmına”dan kastım şu: Siyaseten akl-ı baliğ olduğumdan bu yana –yedi yaşındayken her akşam oyunu filan bırakıp, radyoda Yassıada saatini dinlerdim- yani yaklaşık yarım asırdan beri siyasette izlediğim kadarıyla bu ülke böylesine kritik ve çok bilinmeyenli bir seçim görmedi.

Yalnız yazılan yüzlerce köşe yazısında, katılınan yüzlerce TV ve radyo programında bence mutlaka gözönüne alınması ve üzerine en azından üzerine birkaç kelime söylenmesi gereken bazı faktörlerden kimse söz bile etmiyor (birkaç istisna var tabii). Bu “bir kısmı” mecburen vurgulamam gerekiyor.

Emperyalizm var mı, yok mu?


Yıllarca bu ülkedeki darbeleri, iktidar değişikliklerini, yoktan var ediliveren siyasi figürleri, neredeyse hiç bir iç dinamik yokmuşçasına gerçekleştirdiği iddia edilegelen emperyalizmden kimse söz etmiyor. Yoksa benim dışımda herkes, bu küreselleşme nedeniyle emperyalizmin ortadan kalktığı yavesine filan mı inandı?

Boş verin bu işleri beyler! Ortadoğu gibi bir bölge ve bu bölgedeki petrol rezervleri varlığını sürdürdükçe, burada emperyalizm de oyunları da varolacaktır – tabii devrimlerle yenilene kadar.

Kürtlerin uluslararası meşruiyeti


26 Mayıs 2015 tarihli sol görüşlü Alman gazetesi Junge Welt’te yayınlanan bir yazıyla, ABD tarafından kurulduğu (2012) belgelenen IŞİD’e karşı savaşmak üzere PYD gerillaları “biji serok Obama” sloganlarıyla TC sınırlarından geçerek Kobane’ye gittiler. Komik değil mi, piyonlar birbirini dövüyor. Bu durumun Türkiye için önemi ise şuydu: ABD’nin Frankenstein’ı IŞİD’e karşı mücadele edebilen yegane güç, bölgedeki Kürt gruplarıydı. Irak, Suriye ve Türkiye Kürtlerinden oluşan kuvvetler, önce Kobane’yi kurtardılar. Ardından da IŞİD’e karşı mücadeleye devam ettiler. Bunun en önemli sonucu da, Kürt hareketinin uluslararası düzeyde elde ettiği meşruiyet oldu. Bu meşruiyet, Kürt hareketinin siyasal platformlarının en büyüğünü oluşturan HDP’nin elini çok güçlendirdi.

Şimdi soruyu soralım: Böylesine uluslararası önem kazanmış Kürt hareketinin Türkiye’de elini güçlendirmiş olan siyasi platformu HDP, acaba % 10’u geçer mi, yoksa % 9,5’ta kalır mı nağmeleriyle bir seçim kumarına girecek, bu bölgeye yıllardır önemli bir güç ve mesai harcayan Anglo-Amerikan emperyalizmi de öylece durup seyredecek, size uydu mu? Bana uymadı. Dolayısıyla yapılan bütün hesapların içine bu emperyalizm faktörü katılmak zorunda.

Unutmamak gerekir ki, Anglo-Amerikan emperyalizmi (neden böyle adlandırdığımı başka bir yazıda anlatmaya çalışacağım), bizzat ve uzantıları aracılığıyla bu ülkede NATO’nun ikinci büyük ordusunu adım atamaz hale getirdi, toplumu büyük ölçüde yeniden dizayn etmeyi başardı. Ya da sevilen ifadelerle söyleyelim: 80 yıldır bu toplumun iliğine, kemiğine, genetiğine işlemiş (!) olan askeri vesayeti, bir, bilemedin iki darbeyle yerle yeksan edebildi. O kadar uğraştıktan sonra, böylesine kritik ve önemli bir seçimi kendi haline bırakacaklarını düşünmüyorum açıkçası.

Ha, müdahele şekli nasıl olur, bilemiyorum. Bu konuda akıl yürütmeye devam edeceğim. Şimdi biraz da bir başka emperyalist projeye, çözüm sürecine bakalım.

Çözüm Süreci: Kim ne anladı acaba?


Birkaç yıl önce farklı kapsamlar ve farklı adlarla başlatılan ve bugün çözüm olarak adlandırılan sürecin aslı esası ne yazık ki toplumun büyük kısmı tarafından ya anlaşılamadı ya da yanlış anlaşıldı.

Olayın aslını doğru anlayanlar, başta Abdullah Öcalan olmak üzere Kürt siyasi hareketinin silahlı ve silahsız önderleri,  farklı kesimlerden adlarını bilemediğim az sayıda insan ve -kasılmak gibi olmasın- bir de bendim.

AKP ve onun önderi, aslında ABD tarafından kendisine dayatılmış olan öneriyi, kendi yararına nasıl kullanabileceğini hemen farketti. Bu konuda deneyimliydi. Yaptığı bir dolu numarayı, ABD’nin de AB’nin de (hatta kullanışlı aptalların da) farkedebilmeleri yıllar sürmüştü. Herkesi kandırabilmişti. Aslında adamların bir kabahati de yok. “Yok ulan, bu kadar da olmaz” diye düşündükleri için, hep ofsayta düştüler. RTE’nin hesabı basitti: Zaman kazanmak. Analar ağlamıyorken kendi iktidarını garantilemek, Cumhurbaşkanı ve sonra da başkan olmak. Ve tabii buna uygun rejimi kurmak. Atı alan Üsküdar’ı geçecekti, Kürtlere sonra bakılacaktı.

ABD’nin niyeti ise, bu ülkeyi askeri vesayetten kurtarmak filan değildi. Kendi kafalarındaki çözüm sürecine muhalafet etmesi mutlak olan TC Ordusunu yoldan çekmekti. Bu, RTE’nin de işine geldiği için, Cemaat’in de büyük katkısıyla mükemmelen başarıldı.

Kürtlerin durumu


Yüzyıllardır, hatta binyıllardır bölgede bir devlet kurmamış, ama kurulan devletlerle bir şekilde geçinmeyi becerip varlıklarını bugüne kadar sürdürmeyi başarmış Kürtler açısından ise bu süreç tadından yenmezdi. Hem silahlı güçleri  kayıp vermeyecek, hem bölgede paralel devletlerini inşa edebilecekler, hem de (çok daha önemlisi) ABD, AB ve Dünya önünde TC Devleti’nin resmen muhatabı olabileceklerdi. Çözüm sürecinin AKP tarafından sonuna kadar dürüstçe götürüleceği konusunda en ufak bir inançları da yoktu. Ama sürecin sanki olması gerektiği gibi yürüdüğünü, en azından kendileri tarafından sorun çıkmadığını, eğer sorun çıkarsa bunun AKP tarafından çıkarıldığını tüm Dünyaya teşhir edebilmek için olaya ciddiyetle eğildiler.

Suriye krizi, IŞİD sorunu gibi durumların da katkısıyla Kürt siyasi hareketinin elde ettiği uluslararası meşruiyet, yukarıda da vurgulamaya çalıştığım gibi, bu seçimleri Anglo-Amerikan emperyalizmi açısından çok önemli kılıyor. Ve bu emperyalistler, kendileri için önemli konularda seyirci olmaktan pek hoşlanmazlar.

İşi yine sonraya bıraktık


İtiraf etmeliyim ki, bu da tam bir seçim yazısı sayılmayabilir. Arada bazı ipuçları var yalnızca. Ama daha somut şeyler yazabilmem için, böyle bazı altyapı yazılarına ihtiyacım var.

Ayrıca, 7 Haziran tarihine kilitlenmeye de gerek yok. Bu seçimin sonucu ne olursa olsun, seçim sonrası daha önemli olacak. Asıl tahmin edilmesi ve belki de ona bağlı olarak bugünden uygun tavır alınması gereken süreçle seçim sonrasında karşılaşacağız.

Sağlıcakla kalın.


22 Mayıs 2015 Cuma

Artık konumuz seçim olmalı


Blogspotun istatistiğinden anlaşıldığına göre, Türkan Hocam’a ilişkin yazıdan önce binbir umutla koymuş olduğum beş yazı pek rağbet görmedi (böğüm). Halbuki onları yazarken, seçim öncesinde tarafların ifade ve tavırlarının ön ve arka cephelerini anlamayı kolaylaştıracak ipuçları vermek istemiştim. Ossun, “sen iyilik yap denize at, balik bilmezse halik bilir” demişler.

Ben de genel konularda ukalalık yapmaktan vazgeçip, seçim konusuna gireyim artık dedim. Ne de olsa önümüzde çok az zaman kaldı.

Önce kendi tavrım


Bugünden açık, seçik ifade etmem gereken bir durum var. Bu seçimde tercihimi kendime uygun gördüğüm bir siyasi görüş ya da ideoloji doğrultusunda kullanma şansına sahip değilim. Oyumu verip vermeyeceğimi ya da kime vereceğimi belirleyecek olan büyük ölçüde pragmatizm olacak. Kesin iddiam ise şu: Bu pragmatizmi asla siyasi ve ideolojik bir gereklilik olarak sunmayacağım. Pragmatizm, pragmatizmdir, o kadar.

Bugünden açıklamam gereken ikinci bir durum da şu: Oy verip vermeyeceğimi, verip vermediğimi, vereceğim ya da verdiğim partiyi, ne seçim öncesinde ne de sonrasında açıklamayacağım. Çünkü büyük olasılıkla seçimde alacağım tavrın bana verebileceği bir tatmin, bir huzur olmayacak. Dediğim gibi, yalın pragmatizm.

Tabii kesinlikle yapmayacağım şeyler var: AKP ve MHP’ye asla oy vermem. Gelmiş olduğumuz noktayı düzeltebilecek tek parti bile olsa, MHP’ye oy vermem, veremem. Kanım uymaz. Bu noktaya getiren de AKP olduğuna göre, zaten ona oy vermek saçma olur, bu da kanıma uymaz.

SP ile BBP’nin seçim ittifakı, AKP aleyhine büyük bir hoşluk oldu, ama sırf bu nedenden ona da oy vermem sözkonusu değil, tabii ki. Yine kan meselesi.

Önceki önceki bazı seçimlerdeki tavırlarım: 

Siyasi mi? Pragmatik mi? Mavracı mı?


Son yerel seçimlerden bu yana çoğu kişinin birdenbire aktif parti militanları haline gelmeleri sizi yanıltmasın. Büyük sayılabilecek bir çoğunluğumuz, bu tür seçimleri, burjuva demokrasisinin bir oyunu olarak gören görüşlerden geliyoruz. Ama nedense bu seçim bazıları için farklı anlamlar taşıyor gibi.

Benim yaşıtlarım için en önemli seçim, o da aslında seçim değil referandum, 1982 Anayasası oylamasıydı. Ülke çapında (Kürdistan da dahil) muhalafet gerçek boyunu o referandumda gördü: % 8 (yazıyla yüzde sekiz). Bu muhteşem (!) oranın içinde yalnızca solcular değil, CHP’liler, Adalet Partililer, dinciler, bir miktar Kürt de vardı.

Tabii bugün gençler bilmez, referandumda kullanılan zarflar öyle inceydi ki, içine konan farklı renkteki evet ve hayır oyları dışarıdan görülebiliyordu. Belki oranda bunun da biraz payı vardır (züğürt tesellisi).

Açıkçası sonraki seçimlerle pek ilgilenmedim. Ama 3 Kasım 2002 seçimlerinde DEHAP’tan aday olan Mihri Belli’ye oy verdim. DEHAP’lı ya da o zamanki söylenişiyle Mihri’ci değildim, ama olay tam bir göle maya çalmaktı. Mihri Belli, milyonda bir ihtimalle bile seçilebilse, en yaşlı milletvekili olarak ilk günlerde Meclis Başkanı olacaktı ve yeni başkan seçilene kadar bir ya da iki oturuma başkanlık edecekti. Tanıdığım Mihri Belli, sadece iki oturum bile başkanlık yapsa, o oturumlar tadından yenmezdi ve mutlaka tarihe geçerdi.

Bir sonraki 2007 genel seçimlerinde ise oyumu TKP’ye verdim. İki enfarktüsümü geçirmiş, by-pass’ımı olmuştum. Bir daha seçim kısmet olur muydu, bilemezdim. Fikirleri bana tam uymasa da hiç olmazsa bir kez olsun mührü, üzerinde o sihirli kelime yazılı olan Türkiye Komünist Partisi’ne basmam şarttı, ben de öyle yaptım.

Bu ikisi pek de önemsemediğim, bölüm başlığındaki “Mavracı mı?” kısmına denk gelenler.

Geldik 12 Eylül 2010’a


Ölümüne ciddiye aldığım seçim, pardon referandum, pardon kepazelik buydu. Siyaset biliminde asla referandum olarak nitelenemeyecek bir plebisit, halkımıza yutturuldu. Şimdi referandum nedir, nasıl olur sorularına girecek değilim. Bu konuda bir dolu yazı yazdım. Ben bile neredeyse bıktım. Ama YAE’ci kardeşler sevinmesin, öylesine kapsamlı ve uzun vadeli bir suç işlediler ki, ben bıkmış olsam da mutlaka yine yeri gelecek ve ben onları hayırla yadetmeye devam edeceğim.

Aslında bu 2010 kepazeliği, yol açtığı diktatörlük rejiminin yanı sıra çok önemli bir başka zarara da neden oldu. Özellikle belli bir siyasi yönde, farklı isimlerle de olsa yer alan arkadaşlarımız (sol, liberal sol, sosyalist ve hatta komünist vb.) 2010’da tavırlarını haklı çıkarabilmek için çok saldırgan üsluplar benimsediler. Onlara karşı çıkanları, uyaranları kitleler önünde alabildiğince  teşhir ve mahkûm edebilmek için (italikler mavra) ellerinden gelenin fazlasını yapmaya gayret ettiler. Öylesine gayretliydiler ki, ileri demokrasinin bayraktarı onları balkon konuşmasında tebrik bile etti. Kendilerine karşı çıkanlara öyle yaftalar yapıştırdılar ki, adeta bunların bir daha birilerinin önünde söz söyleyebilmesi bile imkansız hale gelecekti. İleri demokrasiye erişilecekti ve bunun için yapılacak her şey mübahtı. (Netekim beklenen ileri demokrasi de geldi. Nasıl, siz görmediniz mi?)

Aslında haklarını da vermek zorundayım, o günden bu yana çok zorlu bir direniş göstermek zorunda kaldılar. Çok az kayıp verdiler. Aralarında benim de olduğum bir sürü eski mağdur, acımasızca saldırdı. Bazıları hiçbir şey olmamış gibi bazı yayın organlarına (deyimi mazur görün) yıvıştı. Bazısı ortalıktan sıvıştı. Bazıları da yüzsüze vurdu, vaziyeti idare etti.

Buradaki derdim aslında YAE’cilerle değil


Ama maalesef belirtmeden geçmemem gereken bir husus var. Bugün, seçim arifesinde de yukarıda vurguladığım üslubun bir benzerini görmek mümkün. Ve bugün de bu üslubu benimseyenler arasında YAE’cilerin önemli bir “özgül” ağırlığı sözkonusu. Köşe yazıları, bloglar, seminerler, paneller… Erişebildikleri her mecrada, bulabildikleri her fırsatta, oyların mutlaka HDP’ye verilmesi gerektiği, aksi bir davranışın gaflet, ihanet hatta bazı durumlarda faşistlik olacağı üzerine katı, ermiş, bilmiş nutuklar atıyorlar.

Yanlış anlaşılmasın, HDP’ye de oy verilebilir, ama bunu böyle herşeyini (!) verircesine ifade etmek, karşı söz söyleyenleri de, eleştirmek ya da kınamak bile değil, mahkûm etmek nasıl bir anlayıştır?

Bahsi geçen kitlenin ağırlıkla ateist, belki agnostik vb. eğilimlerde oldukları varsayıldığında, durum daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Bir oy verme kararı için bu kadar inanmış, imanlı, adanmış olmaya ne gerek var? Alt tarafı önümüzde duran görev, AKP’nin iktidardan uzaklaştırılması. Bunun için birilerine aşık olmaya, kendini tüm varlığıyla adamaya ne gerek var? Bunu nereden mi çıkarıyorum? Bu tavrı önceden tanıyorum. O zaman da onların fikirlerine karşı çıkanlar neredeyse faşisttiler, bugün de öyleler.

Bir sonraki yazıda seçim meselesine biraz daha gireceğim.


Sağlıcakla kalın.

19 Mayıs 2015 Salı

Önemli bir yüzleşme, hesaplaşma fırsatı



Dün benim için çok önemli bir gündü. Çok kıymetli bir insanı kaybetmemizin altıncı yıldönümüydü. Prof.Dr.Türkan Saylan’ı altı yıl önce bir 18 Mayıs günü ışıklara yolcu etmiştik. 
Fikrimi ve kalemimi serbest bıraktığım takdirde bu konuda sayfalarca yazabileceğimi biliyorum.
İster istemez de bir noktada 19 Mayıs’ta binlerce kişinin katıldığı cenaze kortejinde saf tutmak yerine, onun doğal düşmanlarıyla birlikte saf tutmayı tercih eden ve bugüne kadar en ufak bir nedamet getirmeyen malum zevata uzanacak dilim ve kalemim. Yapmadım.
Ama bir karar verdim. Onlardan biriyle yüzyüze geldiğimde yalnızca iki kelime söyleyeceğim: “Türkan Saylan”. Ne diyebileceklerini çok merak ediyorum. Belki bazılarına bir özeleştiri fırsatı vermiş ve yüklerini biraz hafifletmiş olurum.
Kendim yazmak yerine bloğuma onu çok güzel anlatan bir yazıyı koymayı tercih ediyorum. Kalemine sağlık, Candaş Tolga Işık.
……………………………………………………..
Hocam…
Soğuk bir Aralık sabahı Çapa’daki odasının kapısından içeri giren, üniversiteyi bitireli birkaç yıl olmuş genç bir biyologdu.
Kapıyı iki kere çaldıktan sonra kafasını uzattı.
─Hocam müsait misiniz? Biyoloji Bölümü’nden Avni Bey gönderdi beni…
Aramıştı sizi…
─Hatırladım, hatırladım. Melanoma (cilt kanseri) genetiği ile ilgili 
çalışıyormuşsun, gel içeri gel…
Yüzünde son nefesini verirken bile eksilmeyen o tatlı gülümsemeyle
Genç adama “Kahve mi içersin çay mı?” diye sordu.
─Zahmet olmasın hocam… bir iki sorum vardı. Onları sorup sizi 
çok yormadan gideyim ben…
─Zahmet filan olmaz. Ben de şimdi tomografiden çıktım. İki laflarız işte...
Genç adam duraksadı.
─Meme kanseri tedavisi görmüştüm. Geçti bitti diyorduk. Bugün 
öğrendim ki karaciğerimde de küçük bir leke varmış.
“Küçük bir leke” dediği, memesinde başlayan kanserin vücuduna
yayıldığının ilk haberiydi aslında.
Genç adam durumunun farkına varınca, endişe dolu bakışlarla, nazikçe, 
“Daha sonra rahatsız edeyim sizi isterseniz?" dedi.
Hoca güldü ve “Çevrende hiç kanser teşhisi konan oldu mu çocuk?” diye sordu.
“Hayır hocam." dedi.
─Bak o zaman sana ilk dersi veriyorum: Bu kanser denen mikrop tek başına hiçbir gücü olmayan zavallıcıktır. Kanser tek başına kimseyi öldürmez; ölümcül olması bir yalnızlık, bir çaresizlik, bir umutsuzluk, bir üzüntü, bir stres arar. Ona bu fırsatı vermesen, er ya da geç çeker gider. O yüzden sen şimdi hocanı bu zavallı mikropla yalnız bırakmayı çıkar aklından ve anlat bakalım, 
ne yapıyorsun, ne ediyorsun?”
Böyle tanışmıştık Hocam Türkan Saylan’la.
“Tanışmıştık” diyorum ama bazen tanımak için tanışmak yetmiyor.
Bazı insanları tanımak için onları yaşamak, anlamak, attıkları 
her adımdan, ağızlarından çıkan her heceden bir şey öğrenmek 
gerekiyor. Hoca da öyle biriydi.
O gün kapısından çıkarken "Sakın ha literatürü açıp 'Hocanın ne kadar ömrü kaldı?" diye bakma, literatür insan hikâyesi yazmaz, rakam yazar." demişti.
Aradan geçen yıllar içerisinde Hocayı çok daha yakından tanıma fırsatım olmuştu. Ne zaman başım sıkışsa telefona sarılıyordum.
Bir gün “Ben bilim adamı olmaktan vazgeçtim Hocam!" diye aradım.
Kızacağını sanıyordum, kızmadı. Sadece bir öğüt verdi ki hâlâ kulağıma küpedir: “İnsan olmaktan vazgeçme yeter.”
Hoca haklıydı. Her karar aslında bir vazgeçiştir… O yüzden vazgeçebilirdi insan birçok şeyden ama insan kalmakta israr etmeliydi.
Böyle bir Mayıs ayında kaybettik Türkan Hoca’yı…
“Kanserden öldü."dediler.
Yalan!
Hocayı kanser öldürmedi.
Genç kızlar da okula gidebilsin diye hayatını ortaya koyan, bu ülkenin yetiştirdiği en aydınlık yüzlü kadındı Türkan Saylan.
Onu ölüm döşeğinde “terörist” ilan edenler öldürdü. Onu televizyonların canlı yayınlarında, gazete köşelerinde “muhabbet tellalı” ilan eden medya pezevenkleri öldürdü.
Bakmayın siz şimdi kurdukları sahnede oynadıkları “masum” rollerine…
Türkan Saylan’a ölüm döşeğinde ‘darbeci’ diye operasyon yapılırken sessiz kalan, cenazesine katılmaya tenezzül etmedikleri gibi bir çiçek bile göndermeye korkanlar yüzünden öldü Hoca.
Tanıştığımız gün kapısından çıkarken “Bakma” dediği o literatüre
Türkan Hocam öldüğü gün bakmıştım.
Biliyor musunuz ne yazıyordu? “En fazla bir sene…”
Oysa Hoca o günden sonra tam 13 sene daha yaşadı. Ve bıraksalar belki bir 13 sene daha yaşayacaktı…
Hatırlıyor musunuz ne söylemişti?
“Kanser kimseyi tek başına öldürmez…”

Candaş Tolga Işık 
KAFA dergisi /Mayıs sayısı

8 Mayıs 2015 Cuma

Eşek sevmenin bile bir usulü var, kardeşim


13 Mart’ta aynı başlığı taşıyan bir yazı koymuştum bloğuma. Yazının içinde kullandığım ilk fotoğraf, otomatikman Facebook paylaşımıma yerleşti ve orada kaldı. Benim kasten yaptığım bir şey değildi, daha önceki yazılarda başıma gelmemişti. Sanıyorum, kullanılan fotoğrafın boyutu böyle bir sakatlığa sebep oldu ve yaba saplanmış o popo bütün ihtişamıyla Facebook’ta yerini aldı.

Buraya kadarki, benim suçum, benim özeleştirim. Ama belirtmeden geçemeyeceğim bir başka durum var: Bu yazının aldığı olağanüstü rating. Biliyorsunuzdur, Blogspot bir hizmet olarak yazıların okunma sayılarını veriyor. Çıplak erkek popolu yazı, başlığın da vuruculuğuyla birleşince, benim yazılarımın ortalama okur sayısının yaklaşık beş katına ulaştı. Şimdi gel de her yazıya böyle cazip fotoğraf bul.

Bu yazılar neden yazıldı?


Son yazmış olduğum dört yazının kendi içinde belirli bir insicamı var. Girdiğimiz, seçim sathımaili, çok dikkatli, çok hassas, çok ileri görüşlü, çok niyet okumacı olmayı gerektiriyor.

O yazılarda sırasıyla yanlış anlamlandırılmış kelimelerin, yanlış anlamlandırılmış eylem ve deyimlerin ve yanlış anlaşılmış ifadelerin üzerinde durdum.

Seçim ile ilgili analizler yapabilmek, bir tavır belirleyebilmek için bugün de siyasiler tarafından kullanılmakta olan ifadelerin, alınan tavırların doğru analiz edilmesi şart. Önceki yazılarda bir, iki örnek verdim. Bundan sonrakilerde günümüzde kullanılan ifade ve tavırların nasıl anlaşılması gerektiği üzerine yorumlar yapmaya çalışacağım.

Sevgi Soysal ve Yürümek


Aslında usul konusunun onların öncesinde vurgulanması gerekiyordu. Ama fotoğraf kazası nedeniyle yazıyı kaldırmak zorunda kaldım.

Yalnızca fotoğraf da değil. Yazının içinde edebiyatımızın en naif, ama en güçlü kalemlerinden biri olan Sevgi Soysal’ın “Yürümek” kitabından yaptığım alıntı da birileri tarafından kötüye kullanıldı.

O alıntıyı bir kez daha yayınlamayacağım, ama yerini belirteceğim. İsteyenler oradan okuyabilirler. Sayfasını tam olarak veremiyorum, çünkü farklı baskılarda farklı olabilir. İlk baskısı Bilgi Yayınları’ndan çıkmıştı. Sevgi Soysal, Yürümek, sayfa 78-80 civarı.

Usul meselesini Türk edebiyatında en iyi vurgulayan örnek olduğu için kullandım o alıntıyı. Ülkemizin en beter gerçeklerinden birinin bir kadın yazar tarafından anlatılması sorun olmuyor da, dilinin belli özellikleriyle haklı bir şöhrete sahip Ziya Tozan aktarınca bir ayıp oluyor ki, sormayın.

Neden tutturduk bu usul meselesini?


Uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi, devlet yönetimi, hukuk gibi temel alanlarda, tartışmasız her şeyin başı usuldür. Usule bilerek, isteyerek aykırı davranmak, ancak bedeli göze alınarak yapılabilir. Uluslararası planda verilebilecek en iyi örneklerden biri, İran Devrimi sırasında ABD Büyükelçiliği’nin işgal edilmesi ve diplomatların rehin alınmasıydı. İran bunun bedelini hâlâ ödüyor.

Devlet yönetiminde ve hukukta usulü görmezden gelmek veya bilerek aykırı davranmak, bumerang etkisini göze almaktır. Görmezden geldiğiniz usule gün gelir siz de muhtaç olabilirsiniz. Bu duruma da en iyi örnek, daha doğrusu yüzlerce örnek, son yıllardaki davalar ve AKP-Cemaat savaşında görülebilir.

Bugünkü hukukumuzun eski dayanaklarından biri olan Mecelle’de “usul esasa mukaddemdir” (usul esastan önce gelir) hükmü en başa konmuştur.

AKP’yi oluşturan kadroların yirmi yılı aşkın İstanbul Belediyesi yönetimi ve AKP’nin onüç yılı aşkın iktidarı, çok ağırlıklı yüzdesi usule ve hattâ ahlaka aykırı binlerce uygulamadan oluşuyor. Bu usul ve ahlakdışı uygulamaların da en güçlü yardımcısı ve ortağı ise Cemaat idi. Kavga etmeleri neticesinde benzer usuldışı uygulamalara uğrayan ve cıyak cıyak bağıran Cemaat, hiç şüphe duymamalıdır ki, şimdi bu uygulamaları yapmakta olanlar, tabii Cemaat de, bir gün yargının karşısına çıkacaktır. Yargılanabilecekleri konular ve suçları o kadar açıktır ki, hiçbir usulsüz uygulamaya gerek kalmaksızın son derece adil yargılamalarla zaten cezalarını bulacaklardır.

Benim vurgulamak istediğim ise, Batılı eğitim almış, kendisini demokrat, liberal, sosyalist vb. olarak tanımlayan bir dolu kişinin bu usulsüzlükler karşısında gıklarını çıkarmamış olmasıdır. (Yazar burada ağırlıkla YAE’cileri kastediyor.) Yaptıkları, usuldışı uygulamalarla gadre uğrayan kişi ve kadroların geçmişe dayalı ya da potansiyel düşman olmaları nedeniyle görmezden gelinmesi, hatta bu durumdan haince bir keyif alınmasıdır.

Schadenfreude


Daha önce kafama takılan bir konuda farklı dillerde araştırma yapmıştım. Yalnızca Almanca’da kullanılan bir bileşik kelime var: “Schadenfreude”. Diğer önde gelen dillerde satırlarca açıklama gerektiriyor. Kelime olarak tam çevirisi: “zarar keyfi”. Ama esas anlamı, başka kişilerin uğradığı zarardan haince alınan keyif. Yani alçakça bir duyguyu ifade ediyor.

Bizim malum çocuklar bu duyguyu köküne kadar yaşadılar. Onlar açısından Veli Küçük yakılsın da yanında Dz.Kur.Alb.Murat Özenalp de yanıversindi. (Büyük ihtimalle adını bile duymamışlardır, bu blogta başka bir yazıda tanıtıp kafalarına çakacağım).

Belki Ahmet Şık ve Nedim Şener de içeri alındıklarında ufak bir sarsıntı geçirenler oldu. Ama çabuk toparlandılar. Kısa sürede hayırcılara ve boykotçulara karşı koalisyonun üçüncü yedek ortağı çizgilerine geri döndüler. Usulün ne önemi vardı ki, usulsüz musulsüz de olsa ileri demokrasi geliyordu. Bu dev amaç için, usulün ırzına geçilmesinin ne önemi vardı.

Girdiği her seçimden oyunu artırarak çıkan, Ergenekon maskaralığını da Cemaatin katkılarıyla topluma yutturan AKP, kendi taraftarının yanına bir de ‘‘kullanışlı aptallar’’ı alarak, referandum eşiğini geçti. Ve daha önce zaten kopmuş olduğu usul kavramını tümüyle ortadan kaldırdı. Ergenekon da zaten uyulması zorunlu her türlü usul hiçe sayılarak gerçekleştirilmişti, ardından Balyoz, OdaTV, askeri casusluk vb. davalarda da usul tümüyle gözardı edildi.

Yukarıda da belirttiğim gibi, bu faciayı görmezden gelenlerin başını ise bizim YAE’ciler çekiyordu. Daha doğrusu bu görmezden gelme tavrı, dışarıdan bakıldığında onların üzerinde çok aykırı durduğu için, çok öne çıkıyor ve çok etkili oluyordu. Çünkü onlar aslında “demokrat”tılar, kimileri “liberal”di, çoğu “eski” bazıları da “halen de solcu”ydu. Kendilerini “sosyalist”, hattâ “komünist” olarak niteleyenler bile vardı. Ama hepsi de o kadar körleşmişlerdi ki, orduya ve devlete duydukları nefret, mevcut devlet yapısıyla kavgası varmış gibi algıladıkları AKP ve Gülen cemaati koalisyonunu körlemesine desteklemelerine neden oldu. Usule filan da bakmadılar tabii.

YAE’cilerin usulsüzlük ısrarı


Yüzlerce ''paylaş'' aldı bu karikatür


Bu usulsüzlük tavrı bugün de geçerli. YAE tavrına ilişkin olarak farklı kesimlerden sayısız eleştiri yayınlandı. Kendilerini ne kadar elit hissediyor olurlarsa olsunlar, bu durumda uyulması gereken usul, görmezden ya da duymazdan gelme tavrı olamaz.

Boru değil, çok fazla şeyi etkilediler. Bir şeyler söylemeleri gerekli. Çıkarlar ortaya, “bu doğru değil, biz hiç bir şeyi etkilemedik” derler, “o günkü tavrımız şundan dolayı doğruydu” derler, “safmışız, kandırılmışız” derler ya da “biz zaten solcu falan değiliz, neden bizi solcu değerlerle yargılıyorsunuz ki?” derler. Hatta isterlerse “siz bizim muhatabımız değilsiniz” bile derler. Ama derler, bir şey derler. Biz de boşluğu dövmekten kurtuluruz (yazar burada boşluk diyerek YAE’cileri kastediyor).

Yüzsüzlüğe vurup sessizce tüymek de çaktırmadan bir yere kaynak yapmak da usule (tabii ki hem de ahlâka) aykırıdır, sığındıkları köşelerde suçsuz ama herşeyi bilen adamlar kisvesiyle ahkâm kesmeye bir son vermeli ve özeleştiri yapmalıdırlar.

Sağlıcakla kalın