“Kendini onaylama, hayat amacı olmaz ki!!” üzerine (2)
Geldik zurnanın zırt dediği yere. Daveti kesinlikle varmış sayıp kabul
ettik, ama gel de savaş şimdi. İyisi mi, önce biraz ortamı ısıtalım, zemini
hazırlayalım. Nasıl mı? İki anekdot ve bir okuma parçasıyla.
Anekdot 1:
12 Eylül 1980 öncesi dönemde, yoksul ama gururlu, beyinleri henüz
bekaretlerini kaybetmemiş sayılabilecek birtakım gençler Ortaköy’de ufacık bir
evde biraraya gelirler ve bülten çalışması olarak adlandırdıkları bir işi
yaparlardı. Gururla söyleyebilirim ki, ilerki yıllarda, o çalışmalara katılmış
olan gençlerden gazeteciler, köşe yazarları, dergiciler, ansiklopediciler, belgeselciler,
romancılar çıktı. Büyük gazetelerden birinin yayın yönetmeni bile çıktı o
ekipten.
Şimdi anlatacağım hikaye işte bu grupta yaşandı. Ama arada belirtmem
gerekiyor. Dün ne yediğimi unutuyor olmama rağmen, o dönemleri hattâ daha
öncesini oldukça net hatırlıyorum. Gel gör ki, bu olayın bazı noktaları, bazı
isimler aklımdan uçmuş. Mutlaka hatırlayanlar olacaktır. Facebook üzerinden
yazarlarsa sevinirim.
Bültenciler olarak yoğun çalışma temposunun arasında kendimize dinlenme
verdiğimizde, boş oturmak yerine farklı gazeteler hazırlardık, Osmanlı dönemi
gazeteleri. Bunların garip isimleri ve ilginç köşe yazarları olurdu. Bu
yazarların birbirleriyle ettikleri köşe kavgalarından birinde, sabah piyasaya
çıkan gazetenin başyazarı (ikisinin de ismini unuttum) yazısının başlığında
rakip başyazara hitaben “Al sanaa!” ifadesini kullanıyordu. Diğer gazete ise akşam
piyasaya çıkıyordu ve adı (bunu hatırlıyorum) “Son Saatim Çok Erken”di.
Başyazarının cevabî yazısının başlığı ise: “Iskaaa!”. (Yazar, burada kendi
yazısının başlığının da aslında “Iskaaa!” olabileceğine işaret ediyor).
Anekdot 2:
Yine ‘80 öncesi dönemde, o dönemin en önemli dergilerinden birinin
(Birikim) yöneticisi ve yazarı Ömer Laçiner, arada sırada biraz önce
bahsettiğim o küçük evde kalır, bazı dergi yazılarını orada yazardı. Birikim dergisinin
tarihinde farklı siyasi görüşlerle yapılmış çok sayıda polemik yazısı vardır.
Bunların en şiddetlilerinden biri, o evde, o dönemde yine Aydınlık adını taşımakta
olan görüş ve gruba karşı yazıldı Ömer Laçiner tarafından. Yazarken teksir
kağıdı denen saman kağıdı benzeri bir kağıt kullanıyor, oradan oraya giden
oklar, karalamalar, çerçeve içine alınıp yer değiştiren bölümler, yıldızlar,
parantezlerle kaplanan kağıdı bana veriyor, ben de o karmaşayı çözüp, metni
daktiloya çekiyordum. Tabii bir yandan da metni büyük bir ilgiyle okuyordum.
Yazı giderek “gramını yiyen kudurur” noktasına geldi. Tabii ki, küfür
yoktu, ama eziciydi. Karşıdakine adeta değil cevap, yaşam hakkı bile
tanımıyordu. Haddime düşmezdi belki, ama bir noktada artık uyarmak istedim.
“Ömer abi” dedim, “böyle de olmaz ki, bu kadar da kuvvetli vurulmaz ki”. Çok
faydalı bir iş yapmışım, yoo Ömer abi yazıda bir değişiklik filan yapmadı. Ama
bana önemli ve çok faydalı bir ders verdi. Faydasını hayatım boyunca çok
gördüm. Dedi ki: “Bak yavrucuğum, özellikle siyasi eleştiri ya da polemik
yapılırken, şimdilik biraz buradan vurayım da, karşımdaki şöyle cevap verirse,
bir de şunları söylerim denmez. Karşındakinde neleri hatalı görüyorsan, hepsini
gümbür gümbür söyleyeceksin. Şu veya bu şekilde cevap verirse de cevabını ona
göre vereceksin. Üslubundaki sertliği ise, karşındakiyle ilişkin belirler, yani
diğer bir deyişle, kabahat sende değil, ilham verende olur”.
Okuma 3:
Bir de bu okuma parçası var. O da biraz eski tarihli, ama bugüne dek o
kadar çok insanı birarada hedef alan, o kadar dört başı mamur bir hakaretnamenin
özürüne ya da özeleştirisine herhangi bir yerde rastlamadığımız için, geçerliliğini
bugün de koruduğunu kabul edebiliriz. Sahibi de herhalde arkasında duruyordur.
Yazının adresi: ziyaninorasi.blogspot.com.tr, 31.10.2014 tarihli 3.yazı, “Bir
YAE’cinin amansız saldırısı – Gelin yavrum, anlatayım…”. Kopyayı tam bu noktada vermeliyim. Bir
önceki yazıda alıntıların yapıldığı blog yazısıyla (Kendini onaylama…), bu hakaretnamenin yazarı
aynı kişi. Bu hakaretnameyi okuma parçası olarak seçmemin nedeni ise, yazarın
“Kendini onaylama,...!” yazısı tarafından adeta tam hedef alınmış olması. Sanki
“Kendini onaylama, ...” yazısı “Gelin yavrum anlatayım”ı alabildiğine
eleştirmek ve kitleler önünde mahkum etmek amacıyla yazılmış. Ama yine de bu “Kendini
onaylama...!” yazısı, muğlak birtakım ifadeler kullanmasına karşın, “yahu, biz
de vakti zamanında böyle kendini onaylama hamleleri yapmıştık” gibisinden
bir özür ya da özeleştiri içermiyor.
Peki, bu yazarın önemi nereden geliyor. Bir defa benim kadim arkadaşım.
Yani o beni, ben onu, birbirimizi çok uzun zamandan beri çok iyi tanıyoruz. 1968’den
beri. Uzun süre aynı evi paylaştık (anekdotlardaki evi). Ama itiraf edeyim, ben bu
tanıdıklığı kötüye kullandım. O garibim, bütün saflığı ve iyi niyetiyle, bana
kendisinin takmış olduğu “fitneus fücurus” adını da unutmuş olarak, sanırım bir
oltaya geldi.
Bu Yazar Neden Önemli?
Son yazılarımdan birinde (Ne Yapmış, Ne Yapmamış bu “Hrant’ın
Arkadaşları?” (1) başlıklı yazı) yazılmış bunca eleştiriye, bunca yazıya, hattâ kitaba karşı
YAE’cilerin hiç ses çıkarmamış olmasını kınamış ve eski arkadaş çevremi (Birikim)
ve özellikle de onu eleştirmiştim. Geçen gün yazısını görünce ne kadar
sevindiğimi ve gurur duyduğumu anlatamam. En azından bir arkadaşımı, hem de
çocuk yaşta seçerken özünde doğru yapmışım. Diğerlerini şimdilik boşveriyorum.
Onlar da er geç bu noktaya geleceklerdir. Hayatının en az bir döneminde aklın,
zekanın yararlarını, faziletlerini tatmış bir insanın, ömür boyu “kullanışlı
aptal” olarak kalması imkânsızdır.
Ben Birikim'i Çok Sevmiştim
Biliyorsunuzdur, 2010 referandumu sırasında RTE’nin bizzat balkondan
teşekkür ettiği DSİP dışında YAE’ci en önemli ekip Birikim çevresiydi. Aslında
sayıları çok değildi, ama köşe yazıları ve TV açık oturumlarında, ayrıca yurt
dışı platformlarda çok etkiliydiler. DSİP lideri rahmetli Doğan Tarkan, günde tek bir
kanaldaki bir oturuma tek tabanca katılabilirken, Birikimciler aynı gün farklı
kanallardaki oturumlarda farklı kişilerle temsil edilebiliyordu. Doğan da
Birikimciler de referandum için önerilen “hayır” ya da “boykot” tavrı aleyhine
ağızlarına geleni söyleyebiliyorlardı. DSİP’de de eski arkadaşlarım var, ama onlar
kusura bakmasınlar. Bu konuda onlara şimdi bir eleştiride bulunmak istemem, hem
liderlerini de çok kısa süre önce kaybettiler, acıları taze. Hem de ne bileyim
işte, eleştirmek istemiyorum. Sanki bana yakışmıyor gibi. O arkadaşlarımdan
soran olursa, kişisel olarak tavrımı izah etmeye çalışırım. Ama topluma açık bir eleştiri de yapmam.
Birikim çevresi ise farklı. Eğer o çevreye katılma sırası bakımından bir numara veriliyor olsaydı, herhalde kafadan ilk ona filan girerdim. Hasan
Cemal’e nazire: “Ben Birikim’i çok sevmiştim”.
Dolayısıyla ömrümün önemli bir bölümünü Birikim ile açıklayabilirim. Her ne
kadar ayran içmiş, ayrı düşmüş olsak da (al sana millî içeceğin zararlarından
biri daha), gönlüm ve daha önemlisi beynim hep orada kaldı. Tüm kırgınlığıma
rağmen onlardan ayrıyken düşmediğim yalnızlığa, “yetmez, ama evet”çi
olduklarında düştüm. Ayrıyken, bir ihtiyacım olduğunda, hangisine gitsem nazım
geçerdi, yardım görebilirdim. Mesela kızımın nişanını Bodrum’da bir grup
Birikimci, tereyağından kıl çeker gibi organize etmişti o dönemde. Bugün ise
köprüler o kadar gaddarca atılmış durumda ki, değil böyle bir talepte bulunmak,
habersizce aynı mekana gitmişsen, yılan görmüş gibi karşılanıyorsun ve mutlaka
ayrı masalara oturmak zorunda kalıyorsun.
Gelelim Alabildiğine Eleştiri Faslına
Bu kadar hicran yeterli. Şimdi asıl devrimci görevimize dönelim ve Ömer Laçiner’in verdiği eğitime uygun olarak eleştirimizi yapalım.
Baştan söyleyeyim. Aslında adresini vermiş olduğum “Gelin yavrum,
anlatayım” başlıklı yazıyı ve “kendini onaylama, hayat amacı olamaz ki!” adlı
yazıları arka arkaya okuyan akıllı birine, burada mufassal bir açıklama
yapmaktan ar ederim. Onu aptal yerine koymuşum gibi olur. Ama hedef kitlemizin
bir bölümünü, malumunuz olduğu üzre, “kullanışlı aptallar” oluşturuyor.
Dolayısıyla akıllıları tenzih ederek, bu eleştiriyi mecburen yapıyorum.
Mesela birinci paragrafın neredeyse tümü, yazıda anlatılmak istenen
şeyle taban tabana zıt. Kardeşim, o kişilerin acınası fırsat avcıları olduğu, anlamsız
bir hayata anlam katmanın peşinde oldukları, çünkü hayatlarının anlamsız
olduğunu
vurgulamışsın. Pek çok şeyden
şikayet ederek, ama bunların hiçbirini değiştirebilecek hiçbir şey beceremeyerek
yaşadıkça, böyle ihtiyaçlarının hem
artıyor hem derinleşiyor olduğunu tespit etmişsin.
Farkında mısın? Sonraki iki paragraf (“Siyasi....Herhalde. Tek ihtimal.” paragrafı) ve (“Kendi gibi düşünmeyenler” ile başlayıp “kabahat tabiî ” ile biten paragraflar) birinci
paragrafın tamamına karşı. Çünkü sen de birinci paragrafta birilerine karşı
kendini onaylama peşinde koşmanın dışında hiçbir şey yapmıyorsun. Birileri için
“hayatları anlamsız” diyebilecek kadar
kendinden eminsin. Hiçbir şey
beceremeyerek yaşadıklarını tespit etmişsin. Senin ölçülerine göre bir şey
becerebilmiş olmaları için ne yapmaları gerekirdi? Devrim? Reform? Roman? Köşe
yazısı? Belgesel?
Sonraki paragrafın tümüne imza atabilirim. “başkalarına aptal diyenler”le ilgili söylediklerin çok doğru. Yalnız
dikkat et, benim “kullanışlı aptallar” deyimini kullanıyor olmam seni hataya
sürüklemesin. O deyim, belirli davranış biçimini sergileyen kişiler için
kullanılan tarihi ve sosyolojik bir kavram. Yoksa oradaki kişilerin aptal
olduğu anlamına gelmiyor. Zaten ben de onların ezici çoğunluğunun son derece
akıllı, hattâ aşırı akıllı olduklarından eminim.
Aynı paragrafın devamında, “olamaz
mı?, kabahat mi? ” diye sorduğun sorular ve cevabı da çok doğru. Ama mesela bu soruları
sorabilmek ve cevabı dolu dolu verebilmek için, “bakın yavrum, anlatayım” diye bir yazı yazmamış olmak lazım. En yakın arkadaşlarına postal yalayıcı, cuntacı,
Ergenekoncu vb. dememiş olmak lazım. Falan, filan.
Bir de şöyle bir durum var tabii. Bu
soruların aslında ikişer cevap ihtimali var. Benim hesaba katmadığım bir
şeyleri hesaba katmış olarak tarih önünde haklı ya da haksız çıkmış
olabilirsin. Diğer soru: Benim hiç önemsemediğim şeyler senin için belki
önemliydi, onun için benimkinden farklı çözümler arıyordun. Yine iki cevap
ihtimali var: Tarih önünde haklı ya da haksız olabilmen.
Olması Gereken İfade Kırmızı
İşin bir yönü daha var: Gelinmiş olan bu
noktada, “belki öyle yaptıydı, belki böyle yaptıydı, belki şunları hesaba
kattı, belki bunları arıyordu” ifadeleri, kıvırtmaya yönelik kaypak ifadeler
olarak görünüyor. Olması gereken ifade tarzı için haddim olarak (olmayarak değil!) biraz yol göstereyim:
“ ‘Gelin yavrum, anlatayım’ başlıklı yazıyı ben yazdım. Eski arkadaşlarımı, yoldaşlarımı, bütün itirazlarına rağmen, Ergenekoncu, cuntacı, postal yalayıcı vb. gibi yaftalarla yaftaladım. Çünkü onların hesaba katmadığı bu, bu, bu şeyleri hesaba katmıştım veya onların hiç önemsemediği şu, şu, şu şeyler benim için önemliydi. Bu nedenle farklı çözümler arıyordum. Beni önemseyenleri, sözümü dinleyenleri de böyle, şöyle yönlendirdim. Bugün gelinen noktada, o gün doğru (ya da hatalı) davranmış olduğuma inanıyorum”.
Bu kadaar! Çok mu zor? Yoksa maddi imkânların, bunca eşitsizliğe ve adaletsizliğe rağmen böylesine genişletildiği bir zamanda insan zihninin ve ruhunun giderek sığlaşması, daralması, benmerkezciliğin gözleri görmez, kulakları duymaz hale getiriyor oluşu, adamın hayatla bağını, ilişkisini zayıflatıyor olması, böylesi bir açıklamayı imkânsız mı kılıyor?
“ ‘Gelin yavrum, anlatayım’ başlıklı yazıyı ben yazdım. Eski arkadaşlarımı, yoldaşlarımı, bütün itirazlarına rağmen, Ergenekoncu, cuntacı, postal yalayıcı vb. gibi yaftalarla yaftaladım. Çünkü onların hesaba katmadığı bu, bu, bu şeyleri hesaba katmıştım veya onların hiç önemsemediği şu, şu, şu şeyler benim için önemliydi. Bu nedenle farklı çözümler arıyordum. Beni önemseyenleri, sözümü dinleyenleri de böyle, şöyle yönlendirdim. Bugün gelinen noktada, o gün doğru (ya da hatalı) davranmış olduğuma inanıyorum”.
Bu kadaar! Çok mu zor? Yoksa maddi imkânların, bunca eşitsizliğe ve adaletsizliğe rağmen böylesine genişletildiği bir zamanda insan zihninin ve ruhunun giderek sığlaşması, daralması, benmerkezciliğin gözleri görmez, kulakları duymaz hale getiriyor oluşu, adamın hayatla bağını, ilişkisini zayıflatıyor olması, böylesi bir açıklamayı imkânsız mı kılıyor?
Açıklama yapılması ihtimaline karşı bir kaçış
yolunu daha kapatmalıyım. YAE’cilerin daha önce başvurmuş olduğu bir yol bu.
Şöyle denebiliyor: “Biz o zamanki koşullarda haklıydık”. Hangi koşullarda
kardeşim? “O zamanki koşullarda”. Neydi o koşullar kardeşim? Biz neden
göremedik, yoksa siz hayal mi gördünüz? Hadi biz kördük, göremedik. Peki, bu
memleket nasıl bu hale geldi? (Bu açıklama için örnek Youtube’da bulunabiliyor:
Ömer Laçiner – Balçiçek İlter söyleşisi).
“İnsan zihninin ve
ruhunun giderek sığlaşması, daralması, benmerkezciliğin gözleri görmez,
kulakları duymaz (yahu bu deyim de Kuran’dan, hadi hayırlısı) hale getiriyor oluşu, adamın hayatla bağını, ilişkisini zayıflatıyor” ifadesi, (bu
ifade çok önemli, onun için burada tekrarlıyorum) aslında kullanılabilecek bir
ifade olarak kabul edilebilir. Ama kimin, nerede kullandığı çok önem taşıyor
burada. Hele ardından gelen son paragrafın varlığında.
Mesela ben kimseye “sen kimsin, hayatta
ne yaptın ki ona buna şunu diyorsun?” diye asla sormam. Çünkü bu, cevabı
son derece tehlikeli olabilecek bir sorudur ve muhatabına göre de neredeyse
sonsuz cevap olasılığı taşıyabilir. Normalde birisi aşırı cesaret gösterip,
bana bu soruyu sorduğunda, alacağı cevapların miktarı ve dozu bu yazının
sınırlarını çok aşar. Haa, bu dozun en aşırısı bana yakışmaz mı? Hem de çok
yakışır. Tanıyanlar hak verecektir. Ama burada arkadaşlar arasındayız. Onun
için en hafifinden bir cevap örneği vereyim. Tanıyanlar, bilenler sanırım bu konuda onay vereceklerdir: YAE’ciler gibi insanlarla birlikte davranacağıma, çok
kaliteli, mesleklerinde son derece başarılı iki evlat yetiştirmeyi tercih etmiş
olabilirim. Yetmez, ama evet!
İnsan bazı yazıları gerçekten de görmezden gelemiyor. Ama böyle yazmak
zorunda kalınca da üzülüyor.
Sağlıcakla kalın.