27 Şubat 2015 Cuma

“Kendini onaylama, hayat amacı olmaz ki!!” üzerine (2)


Geldik zurnanın zırt dediği yere. Daveti kesinlikle varmış sayıp kabul ettik, ama gel de savaş şimdi. İyisi mi, önce biraz ortamı ısıtalım, zemini hazırlayalım. Nasıl mı? İki anekdot ve bir okuma parçasıyla.

Anekdot 1:


12 Eylül 1980 öncesi dönemde, yoksul ama gururlu, beyinleri henüz bekaretlerini kaybetmemiş sayılabilecek birtakım gençler Ortaköy’de ufacık bir evde biraraya gelirler ve bülten çalışması olarak adlandırdıkları bir işi yaparlardı. Gururla söyleyebilirim ki, ilerki yıllarda, o çalışmalara katılmış olan gençlerden gazeteciler, köşe yazarları, dergiciler, ansiklopediciler, belgeselciler, romancılar çıktı. Büyük gazetelerden birinin yayın yönetmeni bile çıktı o ekipten.

Şimdi anlatacağım hikaye işte bu grupta yaşandı. Ama arada belirtmem gerekiyor. Dün ne yediğimi unutuyor olmama rağmen, o dönemleri hattâ daha öncesini oldukça net hatırlıyorum. Gel gör ki, bu olayın bazı noktaları, bazı isimler aklımdan uçmuş. Mutlaka hatırlayanlar olacaktır. Facebook üzerinden yazarlarsa sevinirim.

Bültenciler olarak yoğun çalışma temposunun arasında kendimize dinlenme verdiğimizde, boş oturmak yerine farklı gazeteler hazırlardık, Osmanlı dönemi gazeteleri. Bunların garip isimleri ve ilginç köşe yazarları olurdu. Bu yazarların birbirleriyle ettikleri köşe kavgalarından birinde, sabah piyasaya çıkan gazetenin başyazarı (ikisinin de ismini unuttum) yazısının başlığında rakip başyazara hitaben “Al sanaa!” ifadesini kullanıyordu. Diğer gazete ise akşam piyasaya çıkıyordu ve adı (bunu hatırlıyorum) “Son Saatim Çok Erken”di. Başyazarının cevabî yazısının başlığı ise: “Iskaaa!”. (Yazar, burada kendi yazısının başlığının da aslında “Iskaaa!” olabileceğine işaret ediyor).

Anekdot 2:


Yine ‘80 öncesi dönemde, o dönemin en önemli dergilerinden birinin (Birikim) yöneticisi ve yazarı Ömer Laçiner, arada sırada biraz önce bahsettiğim o küçük evde kalır, bazı dergi yazılarını orada yazardı. Birikim dergisinin tarihinde farklı siyasi görüşlerle yapılmış çok sayıda polemik yazısı vardır. Bunların en şiddetlilerinden biri, o evde, o dönemde yine Aydınlık adını taşımakta olan görüş ve gruba karşı yazıldı Ömer Laçiner tarafından. Yazarken teksir kağıdı denen saman kağıdı benzeri bir kağıt kullanıyor, oradan oraya giden oklar, karalamalar, çerçeve içine alınıp yer değiştiren bölümler, yıldızlar, parantezlerle kaplanan kağıdı bana veriyor, ben de o karmaşayı çözüp, metni daktiloya çekiyordum. Tabii bir yandan da metni büyük bir ilgiyle okuyordum.

Yazı giderek “gramını yiyen kudurur” noktasına geldi. Tabii ki, küfür yoktu, ama eziciydi. Karşıdakine adeta değil cevap, yaşam hakkı bile tanımıyordu. Haddime düşmezdi belki, ama bir noktada artık uyarmak istedim. “Ömer abi” dedim, “böyle de olmaz ki, bu kadar da kuvvetli vurulmaz ki”. Çok faydalı bir iş yapmışım, yoo Ömer abi yazıda bir değişiklik filan yapmadı. Ama bana önemli ve çok faydalı bir ders verdi. Faydasını hayatım boyunca çok gördüm. Dedi ki: “Bak yavrucuğum, özellikle siyasi eleştiri ya da polemik yapılırken, şimdilik biraz buradan vurayım da, karşımdaki şöyle cevap verirse, bir de şunları söylerim denmez. Karşındakinde neleri hatalı görüyorsan, hepsini gümbür gümbür söyleyeceksin. Şu veya bu şekilde cevap verirse de cevabını ona göre vereceksin. Üslubundaki sertliği ise, karşındakiyle ilişkin belirler, yani diğer bir deyişle, kabahat sende değil, ilham verende olur”.

Okuma 3:


Bir de bu okuma parçası var. O da biraz eski tarihli, ama bugüne dek o kadar çok insanı birarada hedef alan, o kadar dört başı mamur bir hakaretnamenin özürüne ya da özeleştirisine herhangi bir yerde rastlamadığımız için, geçerliliğini bugün de koruduğunu kabul edebiliriz. Sahibi de herhalde arkasında duruyordur. Yazının adresi: ziyaninorasi.blogspot.com.tr, 31.10.2014 tarihli 3.yazı, “Bir YAE’cinin amansız saldırısı – Gelin yavrum, anlatayım…”.  Kopyayı tam bu noktada vermeliyim. Bir önceki yazıda alıntıların yapıldığı blog yazısıyla (Kendini onaylama…), bu hakaretnamenin yazarı aynı kişi. Bu hakaretnameyi okuma parçası olarak seçmemin nedeni ise, yazarın “Kendini onaylama,...!” yazısı tarafından adeta tam hedef alınmış olması. Sanki “Kendini onaylama, ...” yazısı “Gelin yavrum anlatayım”ı alabildiğine eleştirmek ve kitleler önünde mahkum etmek amacıyla yazılmış. Ama yine de bu “Kendini onaylama...!” yazısı, muğlak birtakım ifadeler kullanmasına karşın, “yahu, biz de vakti zamanında böyle kendini onaylama hamleleri yapmıştık” gibisinden bir özür ya da özeleştiri içermiyor. 


Bu Yazar Neden Önemli?


Peki, bu yazarın önemi nereden geliyor. Bir defa benim kadim arkadaşım. Yani o beni, ben onu, birbirimizi çok uzun zamandan beri çok iyi tanıyoruz. 1968’den beri. Uzun süre aynı evi paylaştık (anekdotlardaki evi). Ama itiraf edeyim, ben bu tanıdıklığı kötüye kullandım. O garibim, bütün saflığı ve iyi niyetiyle, bana kendisinin takmış olduğu “fitneus fücurus” adını da unutmuş olarak, sanırım bir oltaya geldi.

Son yazılarımdan birinde (Ne Yapmış, Ne Yapmamış bu “Hrant’ın Arkadaşları?” (1) başlıklı yazı) yazılmış bunca eleştiriye, bunca yazıya, hattâ kitaba karşı YAE’cilerin hiç ses çıkarmamış olmasını kınamış ve eski arkadaş çevremi (Birikim) ve özellikle de onu eleştirmiştim. Geçen gün yazısını görünce ne kadar sevindiğimi ve gurur duyduğumu anlatamam. En azından bir arkadaşımı, hem de çocuk yaşta seçerken özünde doğru yapmışım. Diğerlerini şimdilik boşveriyorum. Onlar da er geç bu noktaya geleceklerdir. Hayatının en az bir döneminde aklın, zekanın yararlarını, faziletlerini tatmış bir insanın, ömür boyu “kullanışlı aptal” olarak kalması imkânsızdır.

Ben Birikim'i Çok Sevmiştim


Biliyorsunuzdur, 2010 referandumu sırasında RTE’nin bizzat balkondan teşekkür ettiği DSİP dışında YAE’ci en önemli ekip Birikim çevresiydi. Aslında sayıları çok değildi, ama köşe yazıları ve TV açık oturumlarında, ayrıca yurt dışı platformlarda çok etkiliydiler. DSİP lideri rahmetli Doğan Tarkan, günde tek bir kanaldaki bir oturuma tek tabanca katılabilirken, Birikimciler aynı gün farklı kanallardaki oturumlarda farklı kişilerle temsil edilebiliyordu. Doğan da Birikimciler de referandum için önerilen “hayır” ya da “boykot” tavrı aleyhine ağızlarına geleni söyleyebiliyorlardı. DSİP’de de eski arkadaşlarım var, ama onlar kusura bakmasınlar. Bu konuda onlara şimdi bir eleştiride bulunmak istemem, hem liderlerini de çok kısa süre önce kaybettiler, acıları taze. Hem de ne bileyim işte, eleştirmek istemiyorum. Sanki bana yakışmıyor gibi. O arkadaşlarımdan soran olursa, kişisel olarak tavrımı izah etmeye çalışırım.  Ama topluma açık bir eleştiri de yapmam.

Birikim çevresi ise farklı. Eğer o çevreye katılma sırası bakımından bir numara veriliyor olsaydı, herhalde kafadan ilk ona filan girerdim. Hasan Cemal’e nazire: “Ben Birikim’i çok sevmiştim”. Dolayısıyla ömrümün önemli bir bölümünü Birikim ile açıklayabilirim. Her ne kadar ayran içmiş, ayrı düşmüş olsak da (al sana millî içeceğin zararlarından biri daha), gönlüm ve daha önemlisi beynim hep orada kaldı. Tüm kırgınlığıma rağmen onlardan ayrıyken düşmediğim yalnızlığa, “yetmez, ama evet”çi olduklarında düştüm. Ayrıyken, bir ihtiyacım olduğunda, hangisine gitsem nazım geçerdi, yardım görebilirdim. Mesela kızımın nişanını Bodrum’da bir grup Birikimci, tereyağından kıl çeker gibi organize etmişti o dönemde. Bugün ise köprüler o kadar gaddarca atılmış durumda ki, değil böyle bir talepte bulunmak, habersizce aynı mekana gitmişsen, yılan görmüş gibi karşılanıyorsun ve mutlaka ayrı masalara oturmak zorunda kalıyorsun.

Gelelim Alabildiğine Eleştiri Faslına


Bu kadar hicran yeterli. Şimdi asıl devrimci görevimize dönelim ve Ömer Laçiner’in verdiği eğitime uygun olarak eleştirimizi yapalım.

Baştan söyleyeyim. Aslında adresini vermiş olduğum “Gelin yavrum, anlatayım” başlıklı yazıyı ve “kendini onaylama, hayat amacı olamaz ki!” adlı yazıları arka arkaya okuyan akıllı birine, burada mufassal bir açıklama yapmaktan ar ederim. Onu aptal yerine koymuşum gibi olur. Ama hedef kitlemizin bir bölümünü, malumunuz olduğu üzre, “kullanışlı aptallar” oluşturuyor. Dolayısıyla akıllıları tenzih ederek, bu eleştiriyi mecburen yapıyorum. 

Başka bir zorlukla daha karşı karşıyayım. Bir önceki (kendini onaylama, hayat amacı olmaz ki!) başlıklı yazıdan o kadar düzgün ve sıralı alıntı yaptım ki, okurum oradaki fikirlerin tümüne aynen katıldığım izlemine kapılabilir. Aslında cümlelerin tamamı için olmasa bile, bir kısmına katıldığımı söyleyebilirim. Benim buradaki meselem, asla kimseye karşı kullanmayacağım bazı cümlelerin de yazıda yer alıyor olması ve daha da önemlisi yazının, kendisini adeta tekzip ediyor ve alabildiğince eleştirip kitleler önünde mahkûm ediyor olması. (Bu ifadeleri ikinci defa kullandığımın farkındayım, nostaljik bir espri olsun diye böyle kullanıyorum, alıntılar yine italik ve sarı).

Mesela birinci paragrafın neredeyse tümü, yazıda anlatılmak istenen şeyle taban tabana zıt. Kardeşim, o kişilerin acınası fırsat avcıları olduğu, anlamsız bir hayata anlam katmanın peşinde oldukları, çünkü hayatlarının anlamsız olduğunu vurgulamışsın. Pek çok şeyden şikayet ederek, ama bunların hiçbirini değiştirebilecek hiçbir şey beceremeyerek yaşadıkça, böyle ihtiyaçlarının hem artıyor hem derinleşiyor olduğunu tespit etmişsin.

Farkında mısın? Sonraki iki paragraf (“Siyasi....Herhalde. Tek ihtimal.” paragrafı) ve (“Kendi gibi düşünmeyenler ile başlayıp “kabahat tabiî ile biten paragraflar) birinci paragrafın tamamına karşı. Çünkü sen de birinci paragrafta birilerine karşı kendini onaylama peşinde koşmanın dışında hiçbir şey yapmıyorsun. Birileri için “hayatları anlamsız” diyebilecek kadar kendinden eminsin. Hiçbir şey beceremeyerek yaşadıklarını tespit etmişsin. Senin ölçülerine göre bir şey becerebilmiş olmaları için ne yapmaları gerekirdi? Devrim? Reform? Roman? Köşe yazısı? Belgesel?

Sonraki paragrafın tümüne imza atabilirim. “başkalarına aptal diyenler”le ilgili söylediklerin çok doğru. Yalnız dikkat et, benim “kullanışlı aptallar” deyimini kullanıyor olmam seni hataya sürüklemesin. O deyim, belirli davranış biçimini sergileyen kişiler için kullanılan tarihi ve sosyolojik bir kavram. Yoksa oradaki kişilerin aptal olduğu anlamına gelmiyor. Zaten ben de onların ezici çoğunluğunun son derece akıllı, hattâ aşırı akıllı olduklarından eminim.

Aynı paragrafın devamında, “olamaz mı?, kabahat mi? ” diye sorduğun sorular ve cevabı da çok doğru. Ama mesela bu soruları sorabilmek ve cevabı dolu dolu verebilmek için, “bakın yavrum, anlatayım” diye bir yazı yazmamış olmak lazım. En yakın arkadaşlarına postal yalayıcı, cuntacı, Ergenekoncu vb. dememiş olmak lazım. Falan, filan.

Bir de şöyle bir durum var tabii. Bu soruların aslında ikişer cevap ihtimali var. Benim hesaba katmadığım bir şeyleri hesaba katmış olarak tarih önünde haklı ya da haksız çıkmış olabilirsin. Diğer soru: Benim hiç önemsemediğim şeyler senin için belki önemliydi, onun için benimkinden farklı çözümler arıyordun. Yine iki cevap ihtimali var: Tarih önünde haklı ya da haksız olabilmen. 


Olması Gereken İfade Kırmızı


İşin bir yönü daha var: Gelinmiş olan bu noktada, “belki öyle yaptıydı, belki böyle yaptıydı, belki şunları hesaba kattı, belki bunları arıyordu” ifadeleri, kıvırtmaya yönelik kaypak ifadeler olarak görünüyor. Olması gereken ifade tarzı için haddim olarak (olmayarak değil!) biraz yol göstereyim: 

‘Gelin yavrum, anlatayım’ başlıklı yazıyı ben yazdım. Eski arkadaşlarımı, yoldaşlarımı, bütün itirazlarına rağmen, Ergenekoncu, cuntacı, postal yalayıcı vb. gibi yaftalarla yaftaladım. Çünkü onların hesaba katmadığı bu, bu, bu şeyleri hesaba katmıştım veya onların hiç önemsemediği şu, şu, şu şeyler benim için önemliydi. Bu nedenle farklı çözümler arıyordum. Beni önemseyenleri, sözümü dinleyenleri de böyle, şöyle yönlendirdim. Bugün gelinen noktada, o gün doğru (ya da hatalı) davranmış olduğuma inanıyorum”. 

Bu kadaar! Çok mu zor? Yoksa maddi imkânların, bunca eşitsizliğe ve adaletsizliğe rağmen böylesine genişletildiği bir zamanda insan zihninin ve ruhunun giderek sığlaşması, daralması, benmerkezciliğin gözleri görmez, kulakları duymaz hale getiriyor oluşu, adamın hayatla bağını, ilişkisini zayıflatıyor olması, böylesi bir açıklamayı imkânsız mı kılıyor?

Açıklama yapılması ihtimaline karşı bir kaçış yolunu daha kapatmalıyım. YAE’cilerin daha önce başvurmuş olduğu bir yol bu. Şöyle denebiliyor: “Biz o zamanki koşullarda haklıydık”. Hangi koşullarda kardeşim? “O zamanki koşullarda”. Neydi o koşullar kardeşim? Biz neden göremedik, yoksa siz hayal mi gördünüz? Hadi biz kördük, göremedik. Peki, bu memleket nasıl bu hale geldi? (Bu açıklama için örnek Youtube’da bulunabiliyor: Ömer Laçiner – Balçiçek İlter söyleşisi).

İnsan zihninin ve ruhunun giderek sığlaşması, daralması, benmerkezciliğin gözleri görmez, kulakları duymaz (yahu bu deyim de Kuran’dan, hadi hayırlısı) hale getiriyor oluşu, adamın hayatla bağını, ilişkisini zayıflatıyor” ifadesi, (bu ifade çok önemli, onun için burada tekrarlıyorum) aslında kullanılabilecek bir ifade olarak kabul edilebilir. Ama kimin, nerede kullandığı çok önem taşıyor burada. Hele ardından gelen son paragrafın varlığında.

Mesela ben kimseye “sen kimsin, hayatta ne yaptın ki ona buna şunu diyorsun? diye asla sormam. Çünkü bu, cevabı son derece tehlikeli olabilecek bir sorudur ve muhatabına göre de neredeyse sonsuz cevap olasılığı taşıyabilir. Normalde birisi aşırı cesaret gösterip, bana bu soruyu sorduğunda, alacağı cevapların miktarı ve dozu bu yazının sınırlarını çok aşar. Haa, bu dozun en aşırısı bana yakışmaz mı? Hem de çok yakışır. Tanıyanlar hak verecektir. Ama burada arkadaşlar arasındayız. Onun için en hafifinden bir cevap örneği vereyim. Tanıyanlar, bilenler sanırım bu konuda onay vereceklerdir: YAE’ciler gibi insanlarla birlikte davranacağıma, çok kaliteli, mesleklerinde son derece başarılı iki evlat yetiştirmeyi tercih etmiş olabilirim. Yetmez, ama evet!

İnsan bazı yazıları gerçekten de görmezden gelemiyor. Ama böyle yazmak zorunda kalınca da üzülüyor.


Sağlıcakla kalın.

23 Şubat 2015 Pazartesi

Kendini onaylama, hayat amacı olamaz ki!” üzerine* (1)


Bu yazı biraz karmaşık olacak, baştan belirtmeliyim bunu. Mesela yazının ilerki bölümlerinde italik ve sarı harflerle yazılmış parçalar olacak. Bunlar benim kelimelerim değil. Bu ifadelerin yer aldığı bir yazıya, belki bazılarınızın tahmin etmiş olduğu üzre, bir blogta rastladım. İfadeleri, aslını bozmamaya çalışarak, oradan aldım. Yazının başlığı: Kendini onaylama, hayat amacı olmaz ki!

Adeta kendince beni ve bana benzeyen insanları hedef almış ve yine adeta hedefi tam ortadan vurmuş gibi algılanabilecek olan bu yazı üzerine bir şeyler karalamak zorunluydu.

Bir yandan da yazının özüne dokunmamak, orada serdedilen fikirlerden doğrudan yararlanabilmek için, yazının çoğu cümlelerini aslına sadık kalarak, bazılarını da içerik bakımından aslını bozmayacak şekilde kullanmayı seçtim. Yazının aslını okuyanlar, herhangi bir tahrifata başvurmamış olduğumu teslim ederler sanırım. Bir kez daha belirteyim, alıntılar benim yazımın içinde italik harflerle sarı renkte yazıldı.

Bu yazının hemen ardından, belirli bir geçmişi bilmeyenler ve bu yazıdan pek bir şey anlamamış olanlar için ikinci bir yazı gelecek. Güzel anektodlar da var. Sizden talebim, eğer şımarıklık olarak görmeyecekseniz, o ikinci yazıdan sonra bu yazıyı yeniden okumanız. Sanırım o zaman yeterince aydınlatıcı olacaktır.

Haa, unutmadan!

İtalik ve sarı yazılan kısımları alıntıladığım yazının bulunduğu bu blog, bir “yetmez, ama evet” önderine ait.

İki gün bu yazıyla idare ediverin ya da bekleyin, daha sonra ikisini bir arada okursunuz.

Kendi beyanına göre yazarın meselesi, kendini onaylama peşinde koşma… Yazar, siyaset tartışmalarında ne kadar çok insanın, hattâ yüzlerce, binlerce insanı kapsayan hareketlerin, partilerin başındaki kişilerin derdinin aslında bu olduğunu görmek ne kadar acı diyor. O kadar büyük ya da ünlü adamlara, liderlere kadar gitmeye gerek yok. Ben de kendimi bu kategoriye koyabilirim. Hattâ şunu açıkça söyleyebilirim ki, bu yazı benim kendimle hesaplaşmaya girişmeme yol açtı. Belki bu sözlerle ifade ediyor olmak bana zor geliyor olabilir, ki öyle, bir an kendimi acınası bir fırsat avcısı olarak gördüm. Kendini onaylama fırsatı avlamanın yanı sıra, anlamsız bir hayata anlam katmanın da peşinde olduğumuzu da farkettim. Çünkü hayatlarımız anlamsız (bizimkiler, yazarınki değil). İnsan, pek çok şeyden şikayet ederek, ama bunların hiçbirini değiştirebilecek hiçbir şey beceremeyerek yaşadıkça, öyle görünüyor ki, böyle ihiyaçları hem artıyor hem derinleşiyor imiş. Öte yandan, bu bir varoluş tarzı imiş. Aslında hiçbir yükümlülüğünüz de olmuyormuş.

Yazı devam ediyor


Siyasi,toplumsal mevzularda atıp tutmaktan kolayı yoktur. Nitekim, ben de kendi bloğuma başladığımdan bu yana siyasi, toplumsal mevzularda atıp tutuyorum. Kolay bir iş. Bu kolaylık, şu zorlu soruyu ortadan kaldırmıyor: Hemen her zaman çok boyutlu, öylesi de böylesi de olan, şunu ama şunu da hesaba katmak gereken durumlarda, nereden geldiği belirsiz bir güvenle, elbette herhangi bir mesnedi olmaksızın ardarda dizilen yüzeysel hükümlerle, günümüzde buna eşlik etmesi galiba zorunlu bir kibirle “ben zaten işi çözmüştüm” mesajları saçınca acaba ne elde ediliyordu? Kendini onaylama? Herhalde. Tek ihtimal.

Kendi gibi düşünmeyenler hakkında konuşan insanın, ötekilerin ne düşündüğünü en azından bir müddet anlamaya çalışıp çalışmadığı o kadar hissedilebilen bir şey ki, başkalarına aptal diyenlerin öncelikle bunun hissedilmediğini sanmakla kendilerinin aptallık ettiğini bilmelerinde fayda var. Belki o insan senin hesaba katmadığın birşeyleri hesaba kattı - olamaz mı? Belki senin hiç önemsemediğin şeyler onun için önemliydi, onun için seninkinden farklı çözümler arıyordu – kabahat mi? Tek doğru olma konumu sana bahşedilmişse, kabahat tabiî.

Maddî imkânların, bunca eşitsizliğe ve adaletsizliğe rağmen böylesine genişlediği bir zamanda insan zihninin ve ruhunun giderek sığlaşması, daralması, benmerkezciliğin gözleri görmez, kulakları duymaz hale getiriyor oluşu, adamın hayatla bağını, ilişkisini zayıflatıyor.

Belki bütün bunların yerine, “sen kimsin, hayatta ne yaptın ki ona buna şunu diyorsun?”la yetinmek lazım. Veya görmezden gelmek. Ama olmuyor. İnsan üzülüyor.

Yazı bitti

Blog yazısından yapacağım alıntılar bitti. Zaten yazı da bitti. Aslında başındaki üç paragraflık bir girizgah dışında yazının tamamını alıntı olarak kullandım.  O girizgahı da bu “kendini onaylama” konusuyla doğrudan ilgisi olmadığı için, bu yazıma almadım. Ama bir konuda sonuna kadar müsterihim: Alıntıların alınışında, dizilişinde hiçbir ahlâksız yola başvurmadım, hile yapmadım. Bazen şahıs kipine uyması için ufak eklerde bulundum. Bundaki amacım da yapılan suçlamayı benim de belli ölçülerde benimsediğimi vurgulamaktı.

Bu yazıyı tamamlamasını amaçladığım bir sonraki yazımın içeriği, uzunluğu, üslubu, şiddeti gibi özellikleri konusunda henüz tam bir karara varamadım. Ama o yazıyı beklemeden, burada yapmak istediğim bir değerlendirme var. Alıntıları kullandığım blog yazısı bence biraz aceleye gelmiş olmasına rağmen, oldukça ustaca, ama biraz da asabice yazılmış. Bazı cümlelerin uzun ve bazen de karmaşık olmasını bu fasılda değerlendirmiyorum. Bu hatayı ben de çoğu zaman yapıyorum. Benim bahsettiğim içerik. Ustaca olan o. Öyle ustaca ki, fikrine güvendiğim birkaç kişi, “herif sana neler yazmış, gördün mü?” demeselerdi, ne kadar içim gidiyor olsa da, bu iki yazıyı yazamayacaktım. Yani gelgele gelmeyecektim. Korktuğumdan değil, asla, onun kime yazdığı anlaşılamıyorsa, benimki de anlaşılamayabilir, boşa gitmesin diye. Ama anlaşılabilecekse de  boş vermek olmaz. Yazarın kendisi de, takipçileri de yanlış izlenimlere kapılabilirler.

Bu yazım nedeniyle yazar rahatça “sana giren çıkan mı var? Neden üstüne alındın?” diyebilir. Bilemem, belki beni veya bizi muhatap aldığını göstererek şöhretini paylaşan birileri haline getirmek istememiştir. Belki de, o kadar çok üzülmüştür ki, bir de isim veya bunlar ya da şunlar (Ergenekoncu vb.) gibi dar bir kategori adı vererek, acıklı, ona üzüntü veren halimizi iyice teşhir etmek istememiştir. Ne bileyim? Ama şundan neredeyse çok eminim, “gördüğü bazı tweet’ler” öncesindeki “belki bazılarınızın tahmin etmiş olduğu üzre” ifadesini de gözönüne alacak olursak, yazı çok bariz bir adrese işaret ediyor. Adresi o açıklamadığına göre, bana da açıklamak düşmez. Ben üstüme alınır, fıkradaki horoz gibi, vazifemi yaparım. Gerisi onun bileceği iş.

Bize de, biraz değiştirerek söylenecek bir şey kalıyor: “Birileri, savaşa davet etti bizleri, davetleri kabulümüzdür”.


* riyatabirleri.blogspot.com.tr    

15 Şubat 2015 Pazar

Özgecanımız


Dün akşam Facebook’ta Özgecan için üç beş kelime yazabilmek için sabahtan beri makinenin önünde oturduğumu ve beceremediğimi yazmıştım. Vaziyet aslında bugün de aynıydı. Biraz hava almak için dışarıya çıktım, kızıma torunuma (o da çok güzel bir kız, henüz dört yaşında, kaygılarım sonsuz) takıldım. İşler daha da kötüye gidebilirdi ki, “yeter” dedim kendime. İstinye Park’ta bir kafede masa başına oturdum ve çalakalem başladım yazmaya. Zoraki olduğu için pek istediğim gibi olmadı, ama artık idare ediverin. Zaten yazının sonunda da bu konuda okumanızı tavsiye ettiğim bir, iki yazının adreslerini vereceğim.

Yazmaya başlamadan önce bir sürü yazıyı, haberi okumuştum. Bunların arasından Yeni Akit gazetesi yazarı “hanımefendi”nin, pembe otobüs öneren “beyefendi”nin twit ve yazılarıyla, bilhassa Nihat Doğan “beyefendi”nin twitleri beni çok etkiledi. Dilerim, bunların biriyle bile herhangi bir yerde karşılaşmam. Artık yaşlıyım, çoluğum, çocuğum var, maazallah.

Empati üzerine birkaç söz


Şunu rahatça iddia edebilirim: Özgecan’ımızın (Allah kahretsin, evlat sayımız giderek artıyor!) son anlarında yaşadığı dehşetin, benzer veya aynı şeyleri yaşamış ama ölümden şu veya bu şekilde kurtulmuş kadınlar dışında, kimse tarafından algılanabilmesi, bir empati kurulabilmesi sözkonusu değildir.  Aynı durum annesi ve babası ile ilgili empati kurmak isteyenler için de geçerlidir.

Bir kız babası olarak şunu söyleyebilirim: Kızım üniversiteyi evden uzakta okudu. Master’ı ise çok uzakta (ABD) yaptı. Düşünün, Özgecan da uzakta okuyordu. Babasının onunla ilgili endişelerini ben anlayabilir ve empati kurabilirim, ama bu acı sonun yıkımı ve üzüntüsü, herhalde bizim endişelerimizin çok sıfırlı bir çarpımından bile kat kat fazladır.

Bu nedenle o sapıklara verilecek cezalar ne kadar ağır olursa olsun, benim bile yüreğim soğumayacakken, o şanssız anne ve babanın yüreklerinin serinlemesi bile beklenemez. Onlar maalesef hayatlarının son gününe kadar yeri doldurulamayacak bie eksikle ve tabiri caizse yarım insanlar olarak yaşayacaklar.

Kusura bakmayın, olayı böyle çarpanlarla, bölenlerle, yarımlarla, biraz katı sayılabilecek ifadelerle anlatmaya çalışıyorum. Duygusallığa kayarsam, bu yazı da bitmeyebilir.

Teselli mi? Bence hayır


İlacımın (beni kurtardı, isteyene özelden adını veririm) bana verdiği sanal sakinlik içinde biraz daha katı, zor telaffuz edilebilecek konulara gireceğim. 

Özellikle mizahta çok kullanılan bir ifadedir, ben de kullanayım: “Şerefsizim, ben bunu daha önce söylemiştim”. Bu günkü ifadede ortaya çıktı ki, o canavar Özgecan’ı tecavüzü beceremediği için, böylesine canavarca öldürdü. Anlaşılan o ki, Özgecanımız, kendisini muhteşem savundu, tecavüzden kurtuldu. Ama bu da ölümünü hem çabuklaştırdı, hem de hunharca olmasına neden oldu. Kendini öyle savunamasa ne değişecekti? Yüzde yüz yine öldürülecekti. Tırnaklardaki DNA’yı hesap edip, kızcağızın ellerini keserek yakan bir cani, minibüsünü, yüzünü görmüş olan bir kurbanı elbette sağ bırakmayacaktı.

Diyeceksiniz ki, ne farkeder? Kahretsin, bu adalet sisteminde, bu erkek ve dinci egemen toplumda çok şey farkeder. Davaların çok iyi takip edilmesi ve bugünkü hassasiyetin duruşma günlerinde de gösterilmesi gerekiyor. Bugün bir dinci gazetede çıktı, “ne malum kızın onları tahrik etmediği?” diyor bir sapık. Bunu derler, “yapmadım, yarım kaldı” derler, “kız bana saldırdı, yüzümü gözümü tırmaladı, kendimi korudum” derler. Derler de derler. Hakimler de “bak, ne diyorlar?” derler.

Otobüslerde, metrobüslerde her gün yüzlerce genç kız, kadın sarkıntılığa maruz kalıyor, ama sesini çıkaramıyor. Neden? Çünkü o erkek suretindeki çamurlar, derhal üste çıkarak, “hem bana sarktın, hem de bağırıyorsun” diyebiliyorlar ve kadınlar kendilerini o erkek çoğunluğunda savunamıyorlar.

Bir başka katı yön:


Geçenlerde bir TV programında konuşmacılardan biri şöyle bir iddia attı ortaya: “Bu ülkede üç mesleğe denetimsiz olarak girilebiliyor, müteahhitlik, politikacılık ve şöförlük”. Her isteyenin denetimsiz olarak, yalnızca yeterli ehliyeti var diye alındığı bir meslekte, istatistiksel olarak belli sayıda sapığın olması normaldir. Batı ülkelerinde kamu araçlarında (taksi dahil) şöför olmaya kalkanın, periyodik denetimlerle anası ağlar. Bizde sadece ehliyete bakılır. Çünkü bu işte bir avanta yoktur.

Ayrıca polis doğru dürüst bir araştırma yapsa, gazete, TV ilanlarıyla soruştursa, bu canavarın başka suçlarına da muhakkak erişecektir. Kimse bir anda tecavüzcü katil kesilmez, o yaşına gelene kadar mutlaka daha önce de benzer işler yapmış, belki kimseyi öldürmediği için ve kadınlar da korku ve utançlarından şikayetçi olamadıkları için, yakayı ele vermemiştir.

Şimdi de toplumsal tefessüh


Tefessüh kelimesi günümüz Türkçesinde kokuşma, tefessüf etmiş deyimi de kokuşmuş olarak karşılanıyor. Nedense eskisi bana daha yakın, daha vurgulu geliyor.

Sırf eski dönemleri öven bir nostalji meraklısı olmak istemem, ama eskiler hakikaten güzeldi. Daha bugün TV’de anlattılar, dolmuş şöförü dikiz aynasından arkayı gözetler, bir kadını rahatsız eden birini görürse, el frenini çeker, inip adamı arabadan atardı.

Ama benim vurgulamak istediğim başka bir nostaljik durum var. Çok eski zamanlarda değil, aşağı yukarı on-onbeş yıl önce, babalar, suç işleyen oğullarını, kızlarını kendi elleriyle teslim ederler, bunu yapmasalar bile kurtarmak için yasadışı yollara başvurmazlardı. Hele onları kendi suçlarına ortak etmeleri asla sözkonusu değildi. Adı bilinen mafya babalarının evlatlarının çoğu, babaları tarafından yasadışı işlerden uzak tutulmuş, işlerin sürmesi yeğenlerle, akrabalarla sağlanmıştır. Oğul ya da kız ise okutularak meşru işlere yönlendirilmiştir. Bir zamanlar her gün küfür ettiğimiz Süleyman Demirel, yeğeni Yahya Demirel hayali ihracattan yakalandığında, “benim adım Süleyman, Yahya değil” demiş ve yeğeninin kurtulması için girişimde bulunmamıştır. 

Bu kadar nostalji yeter, belli bir ölçü verebilmek için. Özgecan’ı ilk duyduğumda ve zanlıların ikisi baba-oğul olmak üzere üç kişi olduklarını öğrendiğimde, maalesef bana hiç aykırı gelmedi. Tek düşündüğüm “yuh, bu da mı oldu?” idi. Neden? İlk haberlerde üç kişi tecavüzün de suçlusu olarak açıklandı. Hanım kızlarımız kusura bakmasın, biz yatılı okuldan yapılan genelev seferlerinde arkadaşların aynı kadınla beraber olmamasına dikkat eden bir nesilden geliyoruz. Burada ise bir baba-oğulun aynı tecavüz suçunun ortakları olması, bizim nostaljik anlayışımıza aykırı olsa da, bana bugünün baba-oğul ilişkisine aykırı gelmedi.

Sonradan meydana çıktı ki, ilk eylem yalnızca oğula ait, ama baba böylesi bir eylem karşısında bile, oğlunun yanında yer alıyor ve yakma eylemine bizzat katkıda bulunuyor. Böyle bir şeyi bizim babalarımız asla yapmazdı, bundan eminim. Bu cürüm, son on-onbeş yılda, “dar’ül harp’te her şey mübahtır, günahı, ayıbı yoktur” anlayışının toplumun en alt kesimlerine kadar inmesi nedeniyle kolayca yapılmıştır.

Bu ilişki türünden hatırladığım ilk örnek, Türk Müziği sanatçısı Sevim Tanürek’in RTE’nin oğlu Burak’ın kullandığı arabayla ezilmesi ve sonrası (Big Boss, Mustafa Hoş), sonra AKP iktidarının başından bu yana gelişen modern baba-oğul, baba-kız ilişkileri. Hani derler ya, imam osurursa, cemaat (paralel değil) mıçarmış. İşte öyle.

Yıllardan beri bu seçimlerin son seçimler olması ihtimalini öne sürüyorum. Çok bilinmeyenli bir denklem. Belki başarılı olabilir ve demokrasiyi kurtarabiliriz. Ama oğlunun sapık cinayetine suç ortağı olan babaların varolabildiği bir toplumu rehabilite etmek çok uzun soluklu ve çok zor bir faaliyet olacak maalesef.

Okunması gereken yazılar:

“Özgecan’ı Öldürdüler”, “riya tabirleri” blog, Ümit Kıvanç, 14 Şubat 2015

Anlatılanların herkesin başına gelmesini istemem, ama tecavüzcü katiller için, özellikle de çocuk tecavüzcüleri için çok da itiraz etmem, yüreğim biraz serinleyebilir:
Ekşi Sözlük, “Özgecan Aslan” başlığı, sayfa 4, 39 no.lu entry, yazarı zarri  ...

Sağlıcakla kalın (ne kadar kalabilirseniz).


12 Şubat 2015 Perşembe

Üst akıl mı? Derin devlet mi?


Devletin tepesinde bir şeyler oluyor. Ve daha bir şeyler de olacak gibi gözüküyor. Bunlar, şimdiye kadar alıştığımız tavırların, senaryoların, söylemlerin biraz dışında. İktidarda olduğu on üç yıl boyunca AKP’de görmeye alıştığımızdan farklı bir hava, farklı rüzgarlar esiyor. Aslında gelişmeler o kadar hızlı ve bazılarının kökleri o kadar eski tarihlere uzanıyor ki, hepsini bir yazıda verebilmek kesinlikle imkansız. Bu konularda şimdilik bazı adresler vermekle yetineceğim. Arada bir de yetişebildiğim kadarı hakkında kendi görüşlerimi yazmaya gayret edeceğim.

Aslında başlığı oluşturmuştum, ama yazıyı yazmaya başlayınca bana hatalı geldi. Hemen düzeltmek gerek. TC derin devleti, bugünkü bu ilginç, hatta garip rüzgarları yaratabilecek güçte olsaydı, bunu yıllar evvel yapardı. TC derin devleti bence bugünkü gücüyle, bugünkü koşullarda, değil farklı bir rüzgar, hafif bir meltem esintisi bile yaratamaz. Belki Sabih Kanadoğlu gibi bir figürü kullanarak, zaten çok korkmakta olan bir adamcağızı Yüce Divan ile biraz daha korkutabilir, o kadar.

Bırakalım şimdi devletin tepesini. Bu derin devlet meselesine biraz girelim.

“Derin Devlet” Aslında Nedir? Ne Değildir?


Bizim cin fikirli solcu arkadaşlarımız, her türlü vukuatı derin devletin üzerine atmakta çok mahirdir. Onların hayalindeki derin devlette, MİT’in neredeyse tamamı, kaç kişiden oluştuğu belli olmayan Kontrgerilla, Ordu’nun içinde güçlü bir kesim, Emniyet’in bir bölümü, bunlara akıl veren bir sürü akademisyen, gazeteci, holding patronu, yani “Ergenekon” tam kadro yer alır. Ukalalık etmiş olmayayım ama, dünyada hemen her ülkede varolabilen, hatta olması zorunlu derin devletler, asla bu kadar kalabalık kadrolara sahip değildir. Nedeni çok basit: O kadar kalabalık kadronun koruyabileceği bir sır olamaz. Ayrıca o kadar kalabalık bir kadronun eninde sonunda mutlaka kendi içinde cılkı çıkar.

Başka bir yanlış anlamaya da mahal vermeyelim: Eğer derin devlet, benim ifade etmeye çalıştığım gibi dar, az sayıda insandan oluşan bir yapı ise, bunu oluşturanların mutlaka MİT Müsteşarı, Genel Kurmay Başkanı, Emniyet Genel Müdürü, üniversite rektörleri, gazete ve TV yayın yönetmenleri, TÜSİAD başkanı gibi en tepedeki isimler olması gerekmez. Tek bir örnek vereyim: Ordu’yu temsilen Hilmi Özkök’ün derin devlet üyesi olduğunu bir düşünün, komik değil mi? Ama günahı boynuna, Karadayı bence uyan bir örnek sayılabilir.

Yukarıda saydığım her kurumda bir ya da iki kişi, gerçek derin devletin üyesi olabilir. Özellikle bizim ülkemiz için işin acıklı tarafı, devletin tüm kadrolarının dönem dönem kendilerini  derin devlet olarak görebilmesidir. Buna en iyi örnek de, Dink cinayetiyle ilgili olarak yargılanan ve ceza alan jandarma yüzbaşısıdır. O zavallının bu işe ne kadar dahil olduğu hakkında, muhtemelen üstlerinin haberi bile yoktur. O aslan parçası büyük ihtimalle kendisini derin devlet zannetmiştir. İkinci ve komik örnek olarak da Ergenekon Davası’ndaki madalyonlu albay verilebilir. O da kendisini JİTEM’in kurucusu ve TC derin devletinin önemli adamı olarak görüyordu.

Bu konuda dünyadan da çok sayıda örnek verilebilir. Örneğin ABD ile ilgili olarak, Baba ve Oğul Bush’un da üyesi olduğu, Yale Üniversitesi’nde bir mezunlar cemiyeti olan “Skulls and Bones” ABD derin devletinin önemli bir parçası olarak gösterilir. Bir defa böyle bir cemiyet gerçekten ABD derin devletinin parçası olsaydı, bunun ve üyelerinin adı bilinmezdi. Diğer taraftan bu cemiyet üyelerinden birkaç kişi mutlaka ABD derin devletinin üyesidir, ama sadece o kadar. Aynı şekilde ABD Yüksek Mahkemesi’nin de en az bir üyesi mutlaka ABD derin devletinin bir üyesidir, ama tümü asla değildir.

TC derin devletinin bugün en fazla yapabileceği, farklı ve güçlü bir başka iradenin (biz ona üst akıl diyelim) plan ve faaliyetlerine destek olabilmektir. Bu durumda da zaten TC derin devleti, derin devlet olmaktan çıkar. Çünkü, bu tanımlama belki solcu arkadaşlarımızı irrite edecek olabilir ama, derin devlet daima ulusalcıdır, vatanseverdir. Dönem dönem menfaat gereği birilerine bağımlıymış gibi görünebilir, yani kontrgrillanın masraflarını ABD’ye ödetebilir, ama kendi hissiyatına göre daima temel kaygısı, Türkiye Cumhuriyeti’nin menfaatleridir.   

Dönelim Bizim Devletin Tepesine


AKP, ilk yıllarında parti içinde istişareye açık bir görüntü sergiliyordu. Nitekim, daha sonra partiden ayrılmış kurucuların çoğu, bu dönemden bahsederken, fikirlerini açıkça ifade edebildiklerini, bunların serbestçe tartışılabildiğini söylüyorlar. Taban açısından Kızılcahamam, Afyon vb. toplantılar, seslerini tepeye iletebilmenin bir yolu iken, özellikle kurucu üyelerden oluşan ekip, parti politikalarının belirlenmesinde önemli bir ağırlık koyabiliyordu.

Ben, solcu liberal kardeşlerimizin o dönemde biraz da bu oltaya geldiklerine inanıyorum. AKP’ye bakıp dediler ki: “İlk defa bir partide politika ortaklaşa belirleniyor, işte ileri demokrasiye ancak böyle gidilebilir, yaşasın. Biz de buna kol kanat gerelim, destek verelim”. Tabii, bu coşkuyu yaşarken, din nedir, dindar kimdir, dinci kimdir, Vahhabilik nedir, Türk toplumu nasıl bir varlıktır gibi soruların cevaplarını bilmiyorlardı. Sol liberal olarak nitelenen yazarların yazılarını geriye doğru inceleyin. Yıllarca her fırsatta, bazen ardarda günlerce CHP aleyhine küfür günah yazan ve AKP’yi neredeyse göklere çıkaran liberallerimizin en önemli temsilcilerinden birinin AKP aleyhine yazdığı ilk yazı, Bilgi Üniversitesi kampüsünde içkinin yasaklanmasından sonradır.   

Parti içinde bu “demokratik” durum giderek tek adam hakimiyetine evrildi. Aslında bu konuda dünyada yapılmış bir dolu psikolojik, psikiyatrik, sosyolojik araştırma vardı ve bunların tümü de “Hubris Sendromu” olarak adlandırılan bir rahatsızlığa işaret ediyordu. ABD’de, dört kez başkan seçilen Roosevelt deneyiminden sonra, aynı kişinin ikiden fazla kez başkanlığa seçilmesi yasayla engellendi. Zaten komplo teorilerine göre Roosevelt de dördüncü başkanlığının sonunu görememiş, uykusunda ölmüştü (!). İngiltere’de bu nedenle Thatcher, daha sonra da Blair en güçlü dönemlerinde koltuğu bırakmak zorunda kaldılar.

Bu Hubris olgusu bizde özellikle Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra tepeye vurdu. Hegel ve Gazzali ile rüyasında tartışan, kimbilir kendine daha neler vehmeden bir akademisyen de, başbakanlık koltuğuna oturtuldu. Zannediyordu ki, güçlü bir şahsiyet sergileyecek, hamasi nutuklarla kitleleri kendine hayran bırakacak, yaptıklarıyla RTE’yi tatmin edip ülkeyi kendi hayalindeki noktaya taşıyacak. Bugüne kadar RTE’nin ona yaptıkları zaten ortada, ama bence onun açısından son noktayı koyan, AKP İstanbul kongresindeki “sen bize reisin emanetisin” pankartıdır. Yeri belirlenmiştir, bundan sonra da kendisini yırtmasına gerek yoktur.

Tam böyle diyordum kii, AKP’nin ve devletin tepesiyle ilgili bir sürü bilgi akın akın geldi. Hepsini aklımda tutabilmeme bile imkan yok. Yalnız tespit edebildiğim bir şey var, o da önümüzdeki dönemde AKP’de işlerin çok karışacağı. Ve emin olunuz, bu karışıklıkta TC derin devletinin zerrece katkısı olmayacak. Bir üst akıl projesi olarak adeta yoktan varedilmiş bir RTE ve bir AKP, yine bir üst akıl marifetiyle yepyeni şekillere ve belki de kısmen ademe yol alacak gibi görünüyor (adem=yokluk). Bu arada benim “üstakıl” kavramıyla münhasıran ABD’yi kastettiğimi zannedenler, ayıp ederler.

Şimdi de Gerekli Adresler


Halk TV’de Çarşamba akşamları saat 21.00’de “Yol Haritası” isimli bir program var. Ümit Aslanbay’ın moderatörlüğünde Barış Yarkadaş, Murat Aksoy ve Eren Erdem’in konuşmacı olarak katıldığı bir program.

Ümit Aslanbay, Cumhuriyet, Milliyet, Taraf gibi birçok gazetelerde çalışmış bir gazeteci. Sabıkası, bir dönem Yasemin Çongar’la evli olması. Neyse kurtulmuş.

Murat Aksoy, T24 haber sitesinde köşe yazıları yazıyor. Önemli haber kaynakları var. AB’den, Avrupa Parlamentosu’ndan da haberler alabiliyor.

Eren Erdem, devrimci İslam düşüncesini topluma ulaştırabilmek için kitaplar yayınlayan bir yazar. Kuran odaklı İslam’ı savunuyor. Kitaplarından bazıları: “Abdestli Kapitalizm”, “Şeytan Evliyaları”, “Riya Tabirleri”, “Devrimci Peygamber”.

Barış Yarkadaş ise bir tür Fuat Avni. Şimdiye kadar gerek iktidar cephesinden gerekse muhalafet cephesinden verdiği hemen hiç bir haber yanlış çıkmadı. Bu alanda ilk haberi, RTE’nin Siirt’te okuduğu şiir nedeniyle tutuklanacağı haberiydi. CHP’ye biraz fazla angaje, ama bu haberciliğini etkilemiyor.

Yine Halk TV’de hafta içi her gün saat 11.00 de yayınlanan “Medya Mahallesi” diye bir program var. Ayşenur Arslan, TRT ile başladığı çalışma hayatını birçok TV’de genellikle kamera arkası görevlerde sürdürmüş. Son dönemdeki gazeteci kıyımlarında CNN’de yaptığı Medya Mahallesi’den kovuldu. Yurt gazetesinde yazıyor. Medya Mahallesine her gün farklı konuklar katılıyor. Son zamanlarda programını Çarşamba günleri Hüsnü Mahalli ile Cuma günleri de Barış Yarkadaş ile paylaşıyor.

Sağlıcakla kalın.


5 Şubat 2015 Perşembe

Hrant'ın Arkadaşları (2)

Alman eğitiminin bize faturası, uzun cümleler, uzun yazılar oldu. Cümleleri de, yazıları da kısaltamıyoruz. En azından ben yapamıyorum. Yine uzun bir yazı yazdım. Baktım, olmuyor. Uygun bir yerinden ikiye böldüm. Bütünlükleri bozulmadı gibi. Ama bilin ki, (1) ve (2) sıralı. Üşenmeyip ikisini de okumak isterseniz, önce bir alttaki (1) numaradan başlayın.
  

Ne yapmış, ne yapmamış bu “Hrant’ın Arkadaşları”? (2)


Özel Bir “Arkadaş”: Ali Bayramoğlu


 “Hrant’ın Arkadaşları”ndan olduğu kabul edilen Ali Bayramoğlu, kendisine meçhul bir kaynaktan iletilmiş olan bir cinayet şemasını, Hrant’ın avukatları aracılığıyla Ergenekon Savcılığı’na ulaştırdı. Bu meçhul kaynak ise hâlâ açıklanmadı. Savcılık dehşete düştü, şoka girdi. Bu belgeyi ilk defa görüyorlardı (burada kahkahayla gülünecek). Şemaya göre cinayet münhasıran Ergenekon örgütünün marifetiydi. Zaten bunu organize edebilecek olan kişiler de yakalanmış ve Silivri’ye tıkılmışlardı. Bu menfur cinayette ne Cemaat’in ne de AKP’nin dahli yoktu (isteyen burada da gülebilir). Herbiri birbirinden cin ve cevval “Hrant’ın YAE’ci arkadaşları” bu şemanın ve iddianamenin üzerine atladılar.

Zekeriya Öz ve meslektaşları için ise bu şemalar, bu “arkadaş” destekleri, bu avukat baskıları, elle gelen düğün bayramdı tabii.

Bu dönemde bazı eski (darbeci, postal yalayıcı, Ergenekoncu, Veli Küçük hayranı) arkadaşlar, bu arkadaşlarını cin değil akıllı olmaları konusunda ısrarla uyardılar. Ama onlar illaki Veli Küçük dediler, bir türlü Cemaat (daha doğrusu Cemaat + AKP) demediler.

Burada gerek Ergenekon’u, gerek Balyoz’u, gerek OdaTV davasını ve diğer antin kuntin davaları planlayan, organize eden üst aklı ve ona hizmet eden Cemaat ve AKP’yi bir noktada tebrik etmek gerekiyor. Birisi bana daha önceden gelip de, “biz böyle kapsamlı bir tezgah kuracağız, hepsi de cin gibi bir sürü solcu bunu yiyecek, kullanışlı aptallar haline gelecek” deseydi, katiyen inanmazdım, hele yakın tanıdıklarım için asla kabul edemezdim.

Gelelim işin aslına: Hrant Dink, ne Sabiha Gökçen haberi ne de “zehirli kan” ifadesine kızmış bir takım mihraklar tarafından, cezalandırılmak amacıyla öldürülmedi. Üst akıl tarafından planlanmış, Cemaat tarafından hazırlanmış ve AKP tarafından denetlenip desteklenecek Ergenekon, Balyoz, OdaTV, askeri casusluk vb. operasyonlar, çok daha büyük bir planın parçaları olarak hazır bekliyordu. Bunları içerde ve dışarda meşru, haklı gösterebilecek, sansasyonel bir eylem gerekiyordu. Hrant, bu gerekliliğe kurban gitti (Bak. İn, Sabri Uzun, Kırmızıkedi Yayınları). Yani koşullar farklı olsaydı, o operasyonları o dönemde devreye sokabilmek için, Hrant yerine uygun bir Mrant (ya da 1 Mayıs ‘77 gibi kitlesel bir eylem) aranacak ve bulunacaktı. “Arkadaşlar”dan özür dilerim, ama acı gerçek maalesef bu.

Unutmadan söylemem geren bir şey daha var: 19 Ocak 2015 günü, otobüsün üzerinden yürüyüşü idare eden tanımadığım bir “Hrant’ın Arkadaşı”, daha sonra balkondan kalabalığa şu mealde laflarla seslendi: “Bugünlerde içeri alınan polislerin isimlerini biz daha ilk günden itibaren söyledik, dokunmadılar.” (Burada gülmeden ağır bir laf edilebilir).

Arkadaşım; onların isimleri zaten ortadaydı, o günlerde belirli yerlerde zaten resmen görevliydiler. Onlara sekiz senedir dokunulmamasını, hatta terfi etmelerini Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz mi sağlıyordu da, hala ağzınızı doldura doldura Cemaat diye haykıramayıp, Veli Küçük sayıklıyorsunuz? Aslında ben Veli Küçük’e de acıyorum. İçerideyken, bir mahkemeye giderek, bir el işaretiyle adam öldürtmüş şef havası vardı. (Zaten bütün gladyo şefleri öldürtecekleri adamların mahkemesine giderler, kötü kötü bakarlar ve el işareti filan yaparlar.) Şimdi balonu sönüverdi. Herhalde bu cinayetten suçlanmadığına en çok o üzülmüştür.

Bu arada yürüyüş organizatörlerine bir kınama: Bu törenlere yıllardan beri Hrant’ı sevdiği için, adalet çağrısı yapmak için, gerçek katillerinin bulunmasına destek olmak için katılan, ama soykırım konusunda Hrant gibi düşünen (!) ya da soykırım tanımlamasını hiç kabul etmeyen insanları emrivaki yaparak yürüyüşün önündeki ana pankart olan “Yüzleşin Hrant’la! Soykırımla!” pankartının ardında yürütmek, yine Ümit Kıvanç’ın ifadesini ödünç alalım, “onurlu ve isabetli bir davranış” olmamıştır. Hrant, soykırıma alet edilmiştir. Soykırım için farklı pankartlar açılabilir, isteyenler o pankartların ardında yürüyebilirlerdi. O yürüyüşe katılan insanların tek ve yegâne ortak paydası, soykırım değil Hrant’tı. Ve buna saygı gösterilmeliydi.

Şemacı “Arkadaş”ın Bayramoğlu’nun Bugünü


Aralarında bu şemacı “arkadaş”ın da olduğu “kullanışlı aptallar”ın büyük çoğunluğu uzun süre sırtlarını Cemaat+AKP’den oluşan devasa bir güce yaslamışlardı. (Ben “sırtlarını” diyorum, terbiyemden).  Gün geldi AKP, İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu’nun ağzından, bu çocukları kovaladı. Birçoğu işinden de oldu. Bir şok yaşadılar. Bazıları tutunabildikleri yerlerde, Cemaat’e de pek yanaşmadan AKP ve RTE’ye karşı sert muhalafete giriştiler. Hani güya onlar solu bıraktıkları noktada filandılar. Bir yere gitmemişler, kimselere yalakalık yapmamışlar, kimsenin ağabeyi olmamışlar, sadece tatile çıkmışlardı. Bazıları bununla yetinmedi, AKP’ye muhalefet ederken Cemaat’in bacaklarına sürtünmeye devam etti. Bazıları da esas güç odağı olarak gördüğü, AKP ve RTE’ye iyice yanaşmanın yollarını arıyor.

Acıklı olan şu ki, onca eleştiriye, onca kınamaya, onca doğru yolun gösterilmesine rağmen, biri bile çıkıp (bireysel “aldatıldım” herzeleri dışında) “gerçekten biz hata yapmışız” diyemedi. Oradan oraya savrulmaları olmasa, onlar adına bu tavrı alkışlayıp, “hiç olmazsa bu tavırlarında tutarlılar” diyeceğim, ama özeleştiriden bu denli kaçanlar, kel alaka konularda klavye paralarken ya da bir o paçaya, bir bu paçaya siftinirken, birini yakalayıp bunu söyleme fırsatım olamıyor bir türlü.

Çok uzatttık, haydi şemacı “arkadaş”. Quo vadis? 

Ali Bayramoğlu’nun 30 Aralık  2014 tarihinde El Jazeera Türk Dijital Dergi’de “Görüş” bölümünde yer alan “İktidar-Cemaat evliliği ve perde arkası” başlıklı yazısı 27 Nisan muhtırası ve 2007 seçimlerini takiben açılan kapatma davası AK Parti’yi devlet alanında çıplak bıraktı. Üzerini örtebilecek tek örgütlü güç ise Cemaat'ti. Cemaat'in tehdit algısı ve siyasi örgütlenmeye yönelişiyle, AK Parti’nin askerle karşı karşıya kalışının paralelliği beklenen sonuca yol açtı” spotuyla başlıyor.

Yazının içinde ayrı yerlerde iki ayrı paragraf spota çekilmiş. Derginin editörünün mü, yoksa yazarın kendisinin mi çektiği belli değil. Ama yazının sonunda “Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Al Jazeera’nin editörl politikasını yansıtmayabilir” ifadesi olduğuna göre, spotları belirleyenin ya da en azından onaylayanın Bayramoğlu olduğunu söyleyebiliriz.

Gelsin spotlar:

“Cemaat'in 'altın nesil' fikri üzerinden devlet alanına yayılması ve devlet politikalarını yönlendirme arayışı hiçbir şekilde siyasi iktidarın derinliğini bildiği, parçası ve ortağı olduğu bir proje değildir.”

“Cemaat ile buluşma AK Parti için siyasi bir ittifak değil, baskı ve hukuksuzluk karşısında doğal, meşru ve olması gereken bir durumdu. Başbakan açısından 'alnı secdeye değenlerin adalet ve hukuk arayışı etrafında buluşması'ydı...”   

Demek ki, neymiş? Yazısının başında yer alan giriş spotuna göre, başta AKP ile Cemaat arasında bir koaliyon durumu filan zinhar yokmuş, AKP’yi (dikkatinizi çekerim, spottaki saygıya bakın, AKP’yi değil, AK Parti’yi) Cemaat’in kucağına, hem de iktidarının beşinci yılında atan Ordu ve TC derin devletiymiş.  

İkinci spota göre, siyasi iktidar Cemaat’in gizli projesinin kurbanı olmuş. Bu projenin hiçbir şekilde derinliğini bilmiyormuş, parçası ve ortağı değilmiş.

Üçüncü spota göre ise, bu bir siyasi ittifak değil, (pek saygıdeğer ve sevgili) Başbakan açısından ‘alnı secdeye değenlerin adalet ve hukuk arayışı etrafında buluşması’ imiş.

İşte çaresiz kaldığım nokta:

Genel kabul görmüş atasözlerimizden olan “bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim”, sözü burada beni çok hırpalıyor. Çünkü tanışmamış olmama rağmen Hrant’ı seviyorum. Eğer bu atasözü doğruysa ve eğer bu garip bünyeyi Hrant’ın arkadaşı olarak kabul edeceksek, Hrant’a, en azından yazılarından ve konuşmalarından tanıdığım, sevdiğim Hrant’a, ayıp ve yazık olmayacak mı?

Yok eğer bu bünyeyi Hrant’ın arkadaşı olarak kabul etmeyecek olursak (bana göre o şemayı koştura koştura savcıya ileten biri, Hrant’ın arkadaşı kabul edilmemelidir zaten), o zaman Hrant’ın gerçek arkadaşları olduğunu iddia edenler, bu bünyeyi neden deşifre edip kovalamıyorlar?

Benden bu kadar. Bu açmazın gerisini “Hrant’ın Arkadaşları” düşünsün.

Sağlıcakla kalın.