27 Nisan 2020 Pazartesi

Merd-i kıpti şecaatin arzederken

sirkatin söyler imiş

Zorunlu bir dönüş


Oldukça uzun zamandır yazı yazmıyordum. Bazen Facebook’ta iki satır, bazen Twitter’da bir iki cümle, o kadar. Bloğu neredeyse terkettim. Geçenlerde girmek istedim, az kalsın şifresini bulamıyordum.

Bu bir çeşit küskünlük, bir çeşit çaresizlik, yorgunluk, bıkkınlık vb. türü nedenlerden kaynaklanıyor olabilir. Hani kırk yıldır her gün Ağlama Duvarı’na gidip dua eden Yahudi’ye sormuşlar: “Kırk yıldır her gün burada dua ediyorsun, hiç kabul olan bir dileğin oldu mu?” Adam içini çekmiş. “Vallahi” demiş, “sanki kırk yıldır duvara konuşuyorum”. 

Benimki de o hesap. Yazmışım, söylemişim, saymışım, sövmüşüm. Tık yok. Okunmadığından değil, her yazıyı kaç kişinin okuduğu görülebiliyor. Bazı yazılara imzasız yorumlar filan da konduğu oluyor, ama o kadar.

Şimdiye kadar hedef aldıklarımdan (ki bunlar çoğunlukla ‘Yetmez ama evet’ tayfası) “haklıymışsın, hata yapmışız” ya da “sen hatalısın, biz haklıydık” diyen çıkmadı. Arada bir Facebook’ta söven, eden çurçurları saymıyorum. Benim hedefimdekiler onların ağababaları idi.

Bunları isim isim saymak gereksiz. Hem herkes onları tanıyor, hem de onlar kendilerini çok iyi tanıyorlar. Adları tek tek sayılarak hem de adlarına bölümler açılarak kitaplar bile yazıldı. Onlardan yine çıt çıkmadı.

Aslında bu kendiliğinden oluşmuş kolektif sessiz tavrı anlayamıyor değilim. Ne de olsa fi tarihinde ben de onların çoğuyla birlikteydim (tabii AKP iktidarından çok önce). Huyunu, suyunu bildiğim, tavrını tanıdığım insanlardır çoğu.

Bu arada bizim hiç mi hatamız yoktu, elbette vardı. Bu çocukların (tabii aslında ağabeylerinin) geçirmiş oldukları büyük değişimin boyutlarını, küskünlüklerinin şiddetini anlayamamıştık belki.

Bunu söylerken YAE tavrı almış herkesi, mesela Hasan Cemal, Baskın Oran, Oya Baydar vb. isimleri katmıyorum. Benim burada konu ettiklerim, daha çok, bir zamanlar aralarında bulunduğum tayfa.

Kendini harcama pahasına yıllarca yel değirmenlerine saldıran Don Kişot misali, sosyalizme yeni bir vizyon getirdiğini anlatmaya çalış, önerilerde bulun, işlerine gelen fikirlerini alsınlar ama seni görmezden gelsinler. Eh, bir yere kadar tabii. Sonunda o yel değirmenlerinin senin bakışında temsil ettiği büyük kitleyi, Türkiye solunun büyük bir bölümünü, düşman, hatta canavar gibi görmeye başlarsın.

Bir ufak örnek (mealen): 2010’lar gibi yayınlanan bir dergiye verdiği röportajda bu arkadaşlarımdan biri, eskaza bu solun iktidara gelmesi durumunda, ülkede beş milyon kişiyi kesebileceğinden bahsediyordu.

Eh, bir de seni solun Aşil topuğu olarak görmeye çoktan başlamış Siyasal İslam ile muhabbetin artınca, gelsin Abant toplantıları, Yazarlar Vakfı iftarları, Said-i Nursi kitabına önsözler vb.

Siyasal İslam’la bir başka ortak nirengi noktan da M.Kemal ve Kemalizm düşmanlığı. Bu öyle gözü kara bir düşmanlık ki, bu ülkede Siyasal İslam’ın en güçlü temellerini, yapıtaşlarını döşeyen 12 Eylül darbesini bile Kemalist bir hareket olarak görmene sebep oldu. Belki hâlâ da öyle görüyor olabilirsin.

Aslında büyük genellemeler yapmak doğru değil, çünkü bu YAE hareketine kendince önderlik etmiş olanların, çok farklı nedenleri, güdüleri, ihtirasları olabilir. Bunları tekil kişiler üzerinde tespit etmeye çalışmak bence fuzulî. Mesela, Baskın Oran’ın nedeninin ne olduğu aslında benim için çok da fifi.

Ama bu konuyu o kadar da boş geçmemek lazım. Bazı genel hatlar, ortak nedenler de belirlenebilir belki.

Tarihten bir örnekle anlatmaya çalışayım. Rivayet odur ki, Osmanlı’nın en güçlü ve gaddar padişahlarından Fatih Sultan Mehmet, gücünün doruklarındayken bile, hocaları Ak Şemseddin ve Molla Güranî’nin bilgilerine ve fikirlerine başvurur, onlara büyük hürmet gösterirmiş.

Şimdi, cahil olduğunu kestirebileceğin bir adam ya da adamlar, sana daha ilk günden el uzatıyor, “abi, bir parti kuruyoruz, şunun programına bir el atıver” diyorlar. Sende ışıklar yanıyor. O günden sonra o adamın ya da adamların erişebileceği en yüksek nokta, Fatih Sultan Mehmet olmak. Ama sen daha o dakikada Ak Şemseddin ve/veya Molla Güranî’sin. Artık genç Fatih, her sıkıştığında ya da tökezlediğinde, sana koşacak, soracak, öğrenecek ve senin dediğini yapacak. Hatta bazen sıkışmasına bile gerek kalmadan sen ufak müdahalelerle onu doğru demokrat, hatta ileri demokrat çizgiye sokacaksın.

Şimdi YAE önderleri, abilerim, eski dostlarım (arada tanışmadıklarım da var, olsun, çoğu beni tanır). Bu zor karantina günlerinde sizi başkalarının duymayacakları bir yer bulmaya çalışın ve oraya gidip avazınız çıktığı kadar bağırın, sizi temin ederim, çok rahatlayacaksınız: “Ulan, Allah kahretsin, herif haklı!”

Önderler dışında kalan geniş kesimin nedenleri de ileride akademik ve bilimsel olarak incelenecektir mutlaka. Benim öyle bir derdim yok. Bu konuda sabit fikirli ve “sınıflandırmacı” sayılabilirim.

Bunların bir kısmı, zaten şu veya bu nedenle “Hayırcı” büyük kitlede yer alamayanlar, orada kendine yer bulamayanlar, gene bir kısmı “sürüden ayrılanı kurt kapar” ürküntüsü içinde olanlar, bir kısmı da “farklı ya da ayrıcalıklı olmanın manevî ezikliğinden sado-mazoşist bir zevk alanlar”. Bunlara, sondakilere “kendi çapında çıkıntı” ya da “ayrıksı” gibi nitelemeler de atfedilebilir. (Bak. Baskın Oran).

Birinci ve üçüncü gruplardakiler beni ilgilendirmiyor esasen. Ama ikinci grupta çok arkadaşım var ve bunların o açmazda kalmış olmaları beni o zamanlar çok üzdü. Önderlere çok güvenmişlerdi ve bir alternatif bulamadılar ya da yaratamadılar herhalde.

Peki, gelelim beni bu kadar zaman sonra klavye başına oturtan nedenlere.

Yıllardan beri bu insanlardan, yukarıdaki grupların hangisinden olursa olsun, fark etmez, bir özeleştiri, bir özür bekledim. Öyle yalapşap, yasak savarcasına ya da diz çökerek günah çıkartırcasına değil. Olması gerektiği gibi. Vakur, dürüstçe. Sadece o büyük hataya neden ve nasıl düştüğünü değil, onu oraya sevk eden temel görüşlerinin içerdiği hataları da açık yüreklilikle sergileyerek.

Belki biraz sert bir örnek olacak ama, bu görüşümü farklı bir örnekle netleştirmek istiyorum. Mesela Abant Toplantıları’nda verildiği söylenen diş kiraları ya da yurtdışına yapılan beleş seyahat konuları beni zerrece ilgilendirmiyor. Ama o toplantılara ya da yurtdışındaki panel, konferans gibi etkinliklere giderek Siyasal İslam’a meşruiyet kazandırılmış olması beni kolayca affedemeyeceğim kadar ilgilendiriyor. İşte özeleştirisini ya da özrünü beklemiş olduğum konu bu.

Çünkü bu, kendini sosyalist olarak tanımlıyor olmana rağmen, solu nasıl görüyor ve sola nasıl tavır alıyor olmandan daha önemli. Siyasal İslam’ı nasıl olur da bu ülkenin geleceği için soldan daha yararlı görebilirsin? Buna yol açan temeldeki görüşün nedir? Hatalı mıdır, düzeltmen gerekir mi?

Burada bir itirafta bulunmam gerekiyor. Nedenini kendime sormaya hiç gerek bile duymadım, ama ben bu “Yetmez Ama Evet” olayına çok takmış durumdayım. Öyle ki, on yıldan bu yana iktidarın neden olduğu her türlü olumsuzluğu bir şekilde buraya bağlayabiliyorum. Çünkü bence tüm gidişatın en önemli noktası, 12 Eylül 2010 referandumudur.

Şimdi mutlaka en sevdiğim salak, yüzünde “işte şimdi taktım” ifadesiyle şunu söylüyordur: “YAE’cilerin toplam sayısı ya da oranı neydi ki, referandumun sonucunu etkilemiş olsunlar?”

Açıkçası bu yanılsamaya bizim de kapıldığımız durumlar oldu. Fakat şu anda kesin emin olduğum bir şey var: Sorun bu değil. Tek bir kişi bile “Yetmez Ama Evet” demiş olsa da, fark etmez. Bizim sorunumuz “Evet” diyen milyonlarla değil, “Yetmez Ama Evet” diyen o tek kişiyledir. Çünkü o tavır, sıradan bir tavır değil, sola karşı ve Siyasal İslam’dan yana bir ideolojik tavırdır. Kendisi dışında gördüğü solu, faşist, cuntacı, darbeci olarak niteleyebilmiş bir tavırdır. Ve sol görünüm altında sunulmuş olduğu için, bizim meselemizdir.

Bir faktör daha: YAE’ci grubun dış dünyada Siyasal İslam’a sağladığı meşruiyet, özellikle önderlerinin isimlerini ortaya koyarak gösterdikleri çabalar, referandumdaki oy yüzdeleriyle ölçülemeyecek kadar önemli ve tabii zararlı sonuçlara yol açtı. Bu da beklenen özeleştiri ve/veya özrün önemli bir kısmını oluşturmalıydı.

Heyhat. Özeleştiriymiş gibi sunulan “ama ben şu konuda kitap bile yazdım (konusu kel alaka)”, “şunu şu yazılarımla teşhir ettim”, birkaç gün sonra geri alınan “kandırıldım”, en hoşu ise “Tayyip beni kandırdı, bana ihanet etti” (vallahi söyleyen, yazan oldu, hem de meşhur) türünden ifadelere rastlandı, ama bunların yukarıda tarif ettiğim özeleştiri ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktu.

Uzuyor, daha da uzuyor. Hemen kesmem lazım, çünkü bir tür yazma şehvetine kapılmış olabilirim. Bu kadar yazı aniden nereden çıktı? Çok normal canım. Ne yapabilirdik?

Tam yerine denk geldi
Manzara koyduk.

İşte sorunun yanıtı:


T24 Bağımsız İnternet Gazetesi'nde Hasan Cemal'in 

23 Nisan 2020 tarihli yazısı



23 Nisan'ın 100. yılında bir soru: Erdoğan 23 Nisan'ı sevebilir mi?

Yıllar önce "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir demek, koskoca bir yalandır" diyen Erdoğan'dı

Yıl 1995, Refah Partisi’nin Ümraniye teşkilatının açılışı, Erdoğan kürsüde konuşuyor:
Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir           
demek, koskoca bir yalan! 
Allah, hâkimiyetin kesin sahibidir.
Erdoğan kürsüde konuşuyor:
Tutturmuşlar, laiklik elden gidiyor! Bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek. Sen bunun önüne geçemezsin ki. 
Erdoğan kürsüde konuşuyor:
Bir buçuk milyarlık İslam âlemi, Müslüman Türk milletinin ayağa kalkmasını bekliyor. Kalkacağız. 
Onun ışıkları gözüküyor. 
Bu kıyam başlayacak. 
Tarih, 14 Temmuz 1996.
Gazeteci, Milliyet'ten Nilgün Cerrahoğlu teybini Erdoğan'ın önüne koyup, 
"İktidara geldiğiniz zaman İslam’a aykırı kanun kalkacak mı?" diye soruyor.
Erdoğan yanıtlıyor:
Refah din değildir, eşittir İslam değildir. Ama Refah'ın referansı İslam’dır. Referansımıza ters hiçbir şey yapmak ve yaşamak istemiyoruz. 
Gazeteci soruyor:

Referansınıza ters kanun kalkacak mı? 
Erdoğan yanıtlıyor:
Tabii kalkacak. Kanunları da insanlar yapar. Şu ana kadar demokrasiyi bizim gibi anlayan, bizim gibi yaşayan ve yaşatmaya gayret eden bir parti gelmedi.
Gazeteci soruyor:
            Demokrasi amaç mı, araç mı?
Erdoğan yanıtlıyor:

Ha burada bizim bir ayrılığımız var. Biz diyoruz ki, demokrasi bir araçtır,           demokrasi amaç değildir. 

 Temmuz 1996 Milliyet, Nilgün Cerrahoğlu

(ziyanınorası'ndan ufak bir uyarı, görmeden geçmeyin: Hasan Abi, koskoca yazıda sadece bir noktayı  kırmızı çerçeve içine almış. NC soruyor: Ben de tesettüre mi gireceğim? Erdoğan yanıtlıyor: Şart değil. Şekildir bunlar.)


Şimdi ben soruyorum:"Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir demek, koskoca bir yalandır" diyen bir Erdoğan 23 Nisan'ı sevebilir mi? 
Şimdi ben soruyorum:"Allah, hakimiyetin kesin sahibidir" diyen bir Erdoğan 23 Nisan'ı sevebilir mi?
Şimdi ben soruyorum: "Tutturmuşlar, laiklik elden gidiyor! Bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek"  diyen bir Erdoğan 23 Nisan'ı sevebilir mi?

Şimdi ben soruyorum: "Bizim referansımız İslam'dır, referansımıza ters kanun tabii kalkacak"  diyen bir Erdoğan, 23 Nisan'ı sevebilir mi?
Şimdi ben soruyorum: "Demokrasi bir araçtır, amaç değil" diyen bir Erdoğan 23 Nisan'ı sevebilir mi?
Sevebilmesi için kökten değişmiş olması lazım. 
Oysa Erdoğan'da böylesine bir radikal değişim gözlenmiyor. (*)
Erdoğan, 23 Nisan'dan da, 29 Ekim'den de, Atatürk'ten de hoşlanmaz. 
23 Nisan, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, der çünkü...
29 Ekim, millet egemenliğinin üstüne oturur çünkü... 

Atatürk, 23 Nisan ve 29 Ekim'le din ve devlet işlerini birbirinden ayıran laiklik kapısını açtı çünkü...
Atatürk, "Biz Cumhuriyet'i kurduk, Cumhuriyet, 

demokrasinin bütün icaplarını sırası geldikçe tatbikata koymalıdır" diyen bir devrimcidir çünkü...
AtatürkDoğu değil Batı demiştir çünkü...
Atatürk, "Bütün gayretimiz Türkiye'de modern, yani Batılı bir yönetim kurmaktır. 

Uygarlığa katılmayı arzu edip de Batı'ya yönelmemiş millet hangisidir" diye sormuştur çünkü...
Atatürk, 1923'te Cumhuriyet'i ilan ederken, 

"Bir Avrupa Türkiyesi, Batı'ya yönelmiş bir Türkiye" demiştir çünkü...
Uzun lafın kısası:

Yüzü Batı'ya değil Doğu'ya dönük bir Erdoğan... 
Demokrasi ve hukuk devletini boşlamış bir Erdoğan...
Millet egemenliğinin simgesi TBMM'yi dışlamış bir Erdoğan...
Laiklik ilkesini, kadın-erkek eşitliğini vitrin süsü yapmış bir Erdoğan...
Bugün, 23 Nisan 1920’nin yüzüncü yıldönümünde hangi nutku çekerse çeksin inandırıcı olamaz.
Son söz:
23 Nisan'la 29 Ekim'i gerçek rayına oturtmak ve Cumhuriyet'i demokrasiyle taçlandırmak 

yolundaki mücadele bu topraklarda devam edecek.
Nokta.


* Erdoğan değişti - değişmedi tartışmaları özellikle 2000'li yılların başında bir ara çok sıcaktı. Benim adımın da sık geçtiği bu konunun renkli bir hikâyesi, Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor isimli kitabımın (Everest Yayınları) 349-359. sayfaları arasında yer alır. 

----------------------------------------------------

(ziyanınorası'ndan not):
Hasan Abi, dilerim ileride Hasan Abi değişti - değişmedi tartışmalarının yer aldığı yazılar, kitaplar yazılmaz. Öylemesine bir dilek işte, Önemli değil.
Bu yazıda belgelerin tarihleri büyük önem taşıyor. Cerrahoğlu'nun röportajı taa 14 Temmuz 1996 tarihinde yapılmış. İllaki okumuşsundur Hasan Abi. Sen de 8 Haziran 2005 tarihinde birlikte ABD'ye uçmuşsun. Diz dize oturup sohbet  etmişsin Airbus'ta. Ne anlattı da seni referandumda 2010'da Yetmez ama evetçi yapacak kadar etkiledi?
Erdoğan-HasanCemal uçak ile ilgili görsel sonucu