17 Ocak 2018 Çarşamba

Bugün Sıra Hasan Cemal’de


14.01.2018 tarihli t24.com.tr sayfasında bu internet yayınının kurucusu olan Hasan Cemal’in bir yazısı yayınlandı. Vurucu bir başlıkla:


“Sözüm demokrasi düşmanlarına...”

Ön açıklama:
Bu blogda ilk defa böyle bir uygulama yapıyorum ve yazının tamamını bölümler halinde alıntılıyorum. Yani siz sarı harflerle italik yazılmış olan yazıyı, araya beyazları katmadan, okursanız Hasan Cemal’in yazısının tamamını okumuş olacaksınız. Beyaz düz harfler de benim yazdıklarımı gösterecek. Hani sonra cımbızlanmış filan denmesin diye. Yine de okumayı zorlaştırabilir diye, aralara HC ve Zo kısaltmaları koyacağım. HC'nin yazılarındaki koyu renk (bold) harfler yazarın kendisine ait. 

HC:
                                                                                                       
“Sözüm demokrasi düşmanlarına...

Öylesine karanlık bir dönemden geçiyoruz ki, sözcükleri eğip bükmek istemiyorum.
Düşüncelerimi olanca çıplaklığıyla söylemekten yanayım.
Mesleğimde 49. yıla girdim.
Yıllardır diyorum ki:
Gazetecilik ifade özgürlüğüdür, bağımsızlıktır.
İfade özgürlüğü yoksa, benim mesleğim de nefes alamaz.
Ve benim mesleğimi soluk alamaz hale getirenler, gazeteciliği boğanlar, demokrasiyi de boğmuş olurlar.”

Zo:
İlk temel eleştirim burada. Anlayışsızlığıma verin, karanlık dönemle sözcük bükmenin ilişkisini çıkaramadım. Önemli değil, belki yalnız ben anlamamışımdır. Ama sonraki satırları eksiksiz anladığıma inanıyorum ve öncelikle mesleğinde 49.yıla girmiş bir gazetecinin benim bu yazıma muhatap olması beni üzüyor.

Basit, belki abes ve biraz da kışkırtıcı olarak görülebilir ama, sonraki sorulara bir alıştırma olması için, ilk sorumu şöyle sormayı uygun gördüm:

Yıllardır diyorum ki: diyerek sıraladığınız görüşleri ne zamandır biliyor ve ifade ediyorsunuz (daha net bir tarih gerekiyor)?

Biraz yardımcı olmaya çalışayım. Mesleğe girişinizin ilk günlerinden, yani yaklaşık 49 yıldan beri mi? 25-30 yıldan beri mi? AKP’nin iktidara geldiği 1992 yılından, yani 15 yıldan beri mi? Ergenekon, Balyoz ve benzeri kumpas davalarının başladığı dönemden beri mi? Yoksa bu davaların kumpas olduğunun kanıtlandığı tarihten beri mi?

Kabul ediyorum, bu soru(ları) cevaplamak sorunlu. Şıklar öyle seçilmiş ki, hangisini evet bu diye yanıtlarsanız, sonucu mutlak rezillik. Eh, böyle şıkları hiçbiri diye cevaplayacak haliniz de yok.

HC:

“Gazetecilik ifade özgürlüğüdür, bağımsızlıktır.
İfade özgürlüğü yoksa, benim mesleğim de nefes alamaz.
Ve benim mesleğimi soluk alamaz hale getirenler, gazeteciliği boğanlar, demokrasiyi de boğmuş olurlar.

Demokrasi düşmanları ancak bağımsız yargıyla, güçler ayrılığıyla, özgür ve bağımsız medyayla etkisiz hale getirilir.”

Zo:

Biraz evvelki soru(lar) bu güzel ve doğru ifadeler için de geçerli. Bu sorulardan maksadımı bir sonraki paragrafta anlayacaksınız.

Şimdi hatırlayalım. Çok da uzun sayılmayacak bir süre, diyelim bir on yıl kadar önce, bu ülkede olağanüstü bir cadı avı başladı. Dalga dalga yapılan baskınlar, gözaltılar ve tutuklamalarla birçok insan başta Silivri Zindanları olmak üzere, ülkenin her yanında hapishanelere dolduruldular.  Askerleri, öğretim üyelerini ve bazı diğer meslek gruplarını saymayacağım, ama yukarıdaki alıntıda basın konusunu vurgulamış olmanız nedeniyle, ben de bazı isimleri hatırlatmak ve bunlarla ilgili bir ya da birkaç soru yöneltmek istiyorum. (Size Sn. Hasan Cemal!)

GAZETECİLER
Adnan Akfırat
Adnan Bulut
Ahmet Şık
Barış Pehlivan
Barış Terkoğlu
Deniz Yıldırım
Doğan Yurdakul
Doğu Perinçek
Durmuş Ali Özoğlu
Fatma Sibel Yüksek
Ferit İlsever
Güler Kömürcü
Halil Behiç Gürcihan
Hayati Özcan
Hayrullah Mahmut Özgür
Hikmet Çiçek
Merdan Yanardağ
Murat Avar
Mustafa Balbay
Müyesser Yıldız
Nedim Şener
Serhan Bolluk
Soner Yalçın
Tuncay Özkan
Ufuk Akkaya
Ufuk Mehmet Büyükçelebi
Ümit Oğuztan
Ünal İnanç
Vedat Yenerer
YAZARLAR
Bekir Öztürk
Coşkun Musluk
Emin Gürses
Ergün Poyraz
Erol Manisalı
Erol Mütercimler
Sait Çakır
Yalçın Küçük
TV SAHİPLERİ
Mehmet Haberal
Mustafa Özbek
Bu listeye o yaşında sabahın köründe evinden alınıp, günlerce gözaltında tutulan ve ameliyat olmak zorunda kalıp kısa süre sonar da vefat eden eski hasmınız İlhan Selçuk’u ve yazdığı kitap nedeniyle başı belaya, kendisi Silivri’ye giren Hanefi Avcı’yı dahil etmedim.
Yukarıdaki zaman sorusu sınava dahil değildi. Amaç, bazı eylemlerinizi yaparken temel ilke bilgilerine sahip olup olmadığınız, diğer bir deyişle o eylemleri, aldığınız o tavırları bilerek, bilinçli, kasıtlı yapıp yapmadığınızı belirleyebilmek.
Birinci soru zor. Çalışmadığınız, yani herhalde üzerine hiç kafa yormadığınız yerden geliyor. Önce verilerde anlaşalım. Listedeki 39 (yazıyla otuz dokuz) kişinin tamamı için yapılan tanımlamalar doğru mudur? Yani bunlar şu veya bu şekilde medya mensubu mudur? Kolaymış diye hemen sevinmeyin, asıl soru bu kadar basit değil. O şimdi geliyor:

Bu insanlar dalga dalga zindanlara tıkılırken ve kimisi beş yılı aşan sürelerle içerde yatırılırken, ömürlerinden geri getirilemeyecek günleri, sağlıklarını kaybederlerken, hassas olduğunuz anlaşılan basın özgürlüğü, adalet, demokrasi vb. konulara hiç değindiniz mi? Genelden bahsetmiyorum, bu isimlerle ilgili olarak. Değindiyseniz, kim ya da kimler için hangi yönde?

HC:

“Bugün Türkiye karanlık bir dönem yaşıyorsa, bugün Türkiye'de demokrasi düşmanları ellerini kollarını sallayarak dolaşabiliyorlarsa, iktidar dizginlerini ellerinde tutabiliyorlarsa, bunun temel nedeni yargı bağımsızlığının yok edilmiş olmasıdır.
Güçler ayrılığının yok edilmiş olmasıdır.
Özgür medyanın çok büyük ölçüde yok edilmiş olmasıdır.
Hiç aklınızdan çıkarmayın:
Yargısı, yasaması, yürütmesi, medyası, üniversitesi biat kurumları haline gelmiş bir memlekette, sadece orman kanunları geçerli olmaya başlamış demektir.”

Zo:

Bu alıntıyı biraz uzun tuttum, ama aslında içinde benim yazım açısından çok cevher barındırıyor. Paragrafın tümüne yazının sonunda bir kere daha değineceğim, ama buradaki sorum ilk cümlesi üzerine:

Geçmiş on beş yılı gözden geçirdiğinizde, yargı bağımsızlığının yok edilme süreci sizce hangi tarihte başlamış olabilir. Destek soruları: Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk vb. davalar başladığında ve de sürmekteyken, yargı bağımsızlığı var mıydı? Varsa nasıl? Yoksa, o dönemde bu konuda bir itirazınız oldu mu? Nerede, nasıl?

Bir ipucu daha:

Bu iktidarın, mesela ilk beş yılında TMSF ya da mahkemeler üzerinden gerçekleşen el koyma, kapatma, yandaşa devretme vb. eylemleri sırasında, yargı bağımsızlığı var mıydı, tehlikeye girmeye başlamış mıydı? Asıl sorunun cevabına belki buralardan başlanabilir.

HC:

“Türkiye'de askeri vesayet dönemi sona erdi, artık sivil vesayet derinleşiyor;
sıra artık askeri değil 'sivil darbe'ye geldi...”

Zo:

Hadi şimdi sizin açınızdan kolay gibi gözüken, ama yanlış cevaplayacağınızdan neredeyse emin olduğum bir soruya geldik:
Türkiye’de askeri vesayet dönemi ne zaman sona erdi? Sivil darbe yapıldı mı, yoksa yapılacak mı? Nasıl? Kim yapacak?

HC:

Bu açıdan en son çarpıcı örnek, Anayasa Mahkemesi'nin gömülmüş olmasıdır.
Yüksek Mahkeme bir karar verdi.
Bu karara göre, Şahin Alpay'la Mehmet Altan'ın tahliye edilmeleri gerekiyordu.
Onlardan sonra da sıra hapisteki diğer gazetecilere, yazarlara gelecek, cezaevi kapıları onlar için de açılacaktı.
Ama olmadı.
Önce Saray sözcüsü, sonra Saray Başdanışmanı, daha sonra Saray'ın Başbakanı hep bir ağızdan hayır diye bağırdılar.
Alt mahkemeler bunun üzerine Yüksek Mahkeme'ye değil Saray'a kulak verdi, Saray'ın sözünü dinledi.
İşte böylece hukuk devleti tamamen bitti.
Kanun devleti de bitti.
Yargı bağımsızlığı da bitti.
Güçler ayrılığı da bitti.”

Zo:

Hakkını teslim etmeliyim. Harika bir paragraf.

Soru: Anayasa Mahkemesi hakkında AKP’nin kapatılması davasına ilişkin olarak sonuç belli olmadan neler yazdınız?

Ufak bir soru daha: O davayla ilgili yazılarınızda, Anayasa Mahkemesi’nden bahsederken, Yüksek Mahkeme ifadesini kullandınız mı? Yoksa o günlerde mahkemeyi 1960’dan kalma bir askeri vesayet organı olarak mı görüyordunuz?

HC:

Türkiye'de bütün iktidar dizginlerinin Saray'da toplanmış olduğu gerçeği bir kez daha çırıl çıplak gözler önüne serildi.
Hapisteki arkadaşlarımız zaten haksız yere, hukuk hiçe sayılarak bunca zamandır demir parmaklık arkasında tutuluyordu.
Şahin'lerden, Nazlı'lardan, Ahmet'lerden, Mehmet'lerden, Ali'lerden, Enis'lerden, Osman'lardan darbeci, terörist, casus çıkarmaya kalkışmak hem hukuka aykırıydı, hem de hiç bir inandırıcılığı olmayan deli saçması bir gayretti.¨¨ 

Zo:

Bu bölümün soru gerektirdiği inancında değilim. Bu cümlelere ve isimlere ilişkin soruyu zaten yukarıda sormuştum. Hani belki çok zorlayarak şu sorulabilir: Sonradan (?) Fetöcü olduğu anlaşılan bazı yüksek rütbeli emniyet görevlilerinin, davaların ve soruşturmaların sefahatine ilişkin dosyaları günbegün dönemin başbakanına verdiklerini açıklamaları, o dönemde de iktidar dizginlerinin bir yerlerde toplanmış olduğunu göstermiyor muydu?

Vurgulamam gereken bir durum daha var bu bölümde: Şahin'lerden, Nazlı'lardan, Ahmet'lerden, Mehmet'lerden, Ali'lerden, Enis'lerden, Osman'lardan” şeklinde yazılınca, bunlar benim arkadaşım vurgusu geliyor. Halbuki aynı sıcak ilgi ve yakınlık, yukarıda sayılmış olan otuz dokuz kişiden esirgenmişti. Neden?

HC:

“Bu deli saçması ve hukuka aykırı çabanın altında Saray'ın tek bir hedefi vardı:
Muhalefeti tümüyle ezmek...
Aykırı sesleri yok etmek...
Saray'a karşı kıpırtıları sindirmek...
Ve ülkede bir korku imparatorluğunu hakim kılmak...
Anayasa Mahkemesi'nin kapısına bu nedenle kilit vuruldu.
Bir yargı darbesi bunun için yapıldı.
Kaç zamandır yazıyorum.
Türkiye'de askeri vesayet dönemi sona erdi diye...
Artık sivil vesayet derinleşiyor diye...
Sıra artık askeri değil 'sivil darbe'ye geldi diye...
Erdoğan'ın sivil darbesi özellikle 20 Temmuz OHAL rejimiyle derinleşiyor diye...”

Zo:

Olayı bayağı anlamışsınız, kaç zamandır da yazıyormuşsunuz.

Peki biz, sizin faşist bile demekten çekinmediğiniz, liberal olmayan solcular, bunları ne zamandır yazıyormuş? Hiç okudunuz mu? Takip ettiniz mi?

HC:

“Demokrasi ve hukukun, özgürlüklerin, insan haklarının katledildiği bu yolda, en ölümcül darbelerden biridir Anayasa Mahkemesi'ne indirilen
Bu öylesine ağır ve acımasız bir darbe ki, Türkiye bundan sonra içte ve dışta çok daha fazla sarsılacak.”

Zo:

Sorular bitti. Bundan sonrası benden gelecek deklarasyon gibi algılanabilir. Ama önce şu son satırlarınıza da bir şeyler söylemek istiyorum.

HC:

“Ama demokrasi düşmanları şunu hiç akıllarından çıkarmasınlar:
Bugün benim sevgili arkadaşlarımın oturmakta oldukları sanık sandalyelerinde yarın onlar oturacak.
Hiç kuşkunuz olmasın.
Bu ülkede yarın demokrasi düşmanlarından hesap sorulacak.
İyi pazarlar!”

Zo:

Efendim,  size de iyi çarşambalar! (Ne yapayım, yazı bugüne denk geldi).

Şunu net olarak ifade edeyim ki, bu ülke gelinen bu noktadan sizin hayalinizdeki demokrasi modeliyle çıkmaz. Zaten sizin modeliniz daha çok kısa zaman önce AKP modeliydi. Buradan ölçebiliriz.

Bu gelinen (ve sizin de birlikte getirdiğiniz) noktadan ancak çok zor, engebeli, dolambaçlı ve sarp bir yoldan çıkılabilir ve o gün geldiğinde o sandalyeleri diğer demokrasi düşmanlarıyla paylaşacağınızdan şüpheniz olmasın.

Ufak bir uyarı:

O sandalyelerde bir pozitif ayrımcılık da uygulanmak zorunda. Lehinize değil tabii ki, aleyhinize. Çünkü birlikte yargılanacağınız demokrasi düşmanlarının tavır ve eylemleri fıtratlarına son derece uygun. Sizinkiler?
 

Seni görmezden gelenin kanı kurusun

Kahretsin, sorular bitti dedim ama, tam yazıyı kapatırken aklıma bir soru daha geldi. Twitter’de uzun süredir her gün internet sayfanızda da yayınlanan, “Ahmet Altan .. gündür içeride”, “Şahin Alpay ... gündür içeride”, “Mehmet Altan ... gündür içeride” şeklinde tweetler görülüyor. Bunlar yazarlarınız ve okurlarınız tarafından retweet de ediliyor. Uzun bir süredir bu tweetler arasında Ahmet Şık kardeşime ilişkin bir tweet göremiyor olmamın özel bir nedeni mi var, yoksa Ahmet Şık sehven mi unutuluyor?

“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”

“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”

“Si vis pacem, para bellum”

“Barışı istiyorsan, savaşa hazır ol”


4 Ocak 2018 Perşembe

Meğer Neler de Bilirmiş?


Son yazımda gelecek yazının sevgili Ömer Laçiner’in birikimdergisi.com adresindeki “Aslında şaşırmamak lazım” başlıklı yazısı üzerine olacağını belirtmiştim. Burada ilgili yazıdan alıntılar yapacağım nasıl olsa, ama adres ve isim vermiş olmamın nedeni, bazılarınızın, bu yazımı beklemeden, tamamını okumasına imkân sağlamaktı.

Bu yazı Ömer Laçiner üzerine (tarihe not!)


Aslında bu ülkede bu tür sözler vermek çok yanlış. O yazıdan bu yana o kadar çok gündem değişikliği oldu ki, gündelik yazan profesyoneller bile bunların bazısını atlamak, görmezden gelmek zorunda kaldılar. Hele ki benim gibi ıkınarak yazanlar için böylesi bir gündem hızını takip etmek imkânsız. O nedenle tutabildiğimi yazıyorum.

Alıntıların Anası


Ömer Laçiner’in yazısından çok alıntı yapmayacağım, ama bir tane yapacağım ki, alıntıların anası olarak adlandırılabilir. Buyrun alıntıyı:


“Derin analizlere girmeden, aklıma hemen geliveren bir hususa, Sünni muhafazakâr kültürümüzün orijinal denebilecek bir unsuruna, şu ‘hile-i şeriye’ ‘kurumu’na değineyim. 

Hülle, muta nikâhı gibi hile-i şeriye mamulatını duymayan pek yoktur. Onlar kadar eski ve hâlâ yürürlükteki ‘kumaş ribası’nı da duymayan varsa anlatıvereyim. 

Malum İslâmiyet’te faiz kesinlikle haramdır, dindışıdır. Ama ‘bizim’ borç paraya, borç para verenin de faize ihtiyacı vardır. ‘Çelişki’ şöyle çözülür: Borç para ihtiyacı olan, dükkânında birkaç top kumaş olan paralı kişiye gider ve ondan diyelim 1000 lira borç ister. Paraya kumaş almak için ihtiyacı olduğunu da bilhassa belirtir. 1000 lira verilir, deftere kaydedilir. Borç alan o 1000 lirayı geri verip karşılığında bir top kumaş alıp dükkândan çıkar. Ama hemen geri dönüp, aslında kumaş değil de daha mühim bir ihtiyacı olduğunu söyleyip, kumaşı geri alırsa o parayla bu ihtiyacını karşılayacağını ekler. Az önce 1000 lira borç vermiş kişi, bir dakika önce 1000 liraya sattığı kumaşı 600 liradan geri alabileceğini söyler. Öteki de kabul eder. Böylece kumaş geri verilir; karşılığında 600 lira alan kişi çıkıp gider. Oysa borç defterinde yazan 1000 liradır. 

400 lira? Kumaşın alış ve satış fiyatları arasındaki farktır ve zinhar faiz denilemez. Asırlardır Müslüman ülkelerin köylüsünü, esnafını soyan tefeciler, bu yöntemle çalışan, abdestini, namazını asla ihmal etmeyen ‘dini bütün’ kişilerdir. ‘Faiz haramdır’ kuralını koyan ahiretteki peygamber, bin yılı aşkındır bu ‘tiyatro’yu seyrediyor; onu gönderen Allah her şey gibi bu numarayı da kaydettiriyor… ve bu gözetimin üzerlerinde olduğuna ‘inanan’ müminler, şu yaptıklarının bir dalavere, hile, kandırmaca olmadığını nasıl iddia edebiliyorlar?

Şu kumaş alışverişi ile Allah ve peygamberine ‘gördüğünüz gibi sizin o kesin faiz haramdır ilkesine nasıl da uyuyoruz; yaptığımız şey ne kadar da meşru!’ dercesine davranabilenleri bünyesinde ‘itibarlı kişiler’ olarak barındırabilen Sünni muhafazakâr kültür ve kimlik; şimdi de ‘biz’e rüşvet kayıtlarını, siyasal hezimetleri ‘vatan tehlikede’ ambalajıyla yutturmaya kalkıyorsa çok mudur Allah aşkına?”



Ne Zamandır Biliyor Acaba?


Burada dikkat çekilmesi gereken altyapısal bir durum var. Ömer Laçiner, eski mesleği itibarıyla eğitiminin neredeyse tamamını laik, hatta neredeyse ateist sayılabilecek prensipler ışığında almış bir kişi. Bak şimdi aklıma geldi, yoksa Fethullah ta o zamandan mı sızmıştı Kuleli’ye, Harp Okulu’na? Yok canım, tarihler tutmuyor.

Neyse,  Laçiner daha sonra ayrıldığı sınıf (Jandarma) nedeniyle de farklı siyasi akımlar (solculuk, sağcılık, İslamcılık vb.) üzerine yoğun eğitim almış olması gereken biri.

Zaten bu alıntıdan da meseleye iyice vakıf olduğu anlaşılıyor. Gene anlaşılabilecek bir başka husus, bu bilginin yakın zamanda edinilmiş bir kitabi bilgi olmaktan ziyade, kişisel deneyimlerine bağlı olan, hatta belki çocukluk ve ilk gençlik yıllarından kaynaklanan bir bilgi olduğu (aile kökeni, memleketi vb.). Daha sonraları tabii bu bilgisini geliştirmiş olabilir. 

Nitekim alıntının içerisinde “asırlardır Müslüman ülkelerin köylüsünü, esnafını soyan tefeciler, bu yöntemle çalışan, abdestini, namazını asla ihmal etmeyen ‘dini bütün’ kişilerdir” ifadesi, bu tür ahlâksızlıkların yalnızca bir kasabada, şehirde, ülkede değil, tüm Müslüman ülkelerde yaşandığını açıkça ortaya koyuyor.

Daha elim ve vahim bir olguya ise Laçiner’in şu ifadesinde rastlıyoruz: “bünyesinde ‘itibarlı kişiler’ olarak barındırabilen Sünni muhafazakar kültür ve kimlik”. Buradan çıkarsayabileceğimiz olgu ise, Laçiner’e göre ahlaksızlığı yapanlar artı görmezden gelenler toplamının neredeyse tüm Sünni Müslümanları kapsıyor olması.

Hac görevinde birbirinin imamı arkasında namaz kılmayı bile reddeden Sünni mezhepler bile, bu konuda en ufak bir itirazda bulunmuyorlar.

Din, riba, İslam konuları yeter. Ahlâk konusuna ise başka bir bağlamda devam edeceğiz.

Şimdi bu uzun alıntıdan, tereddüde mahal bırakmayacak ana noktaları bir kez daha vurgulayalım ve bir kenara koyalım. İleride kullanacağız.

1. Sünni muhafazakâr kültür ve kimlik, türlü çeşitli ahlâksızlığı yapabilen kişileri, bünyesinde itibarlı kişiler olarak barındırabiliyor ve bundan rahatsızlık duymuyor.

2. Bu durum asırlardan beri sürüyor ve tüm Müslüman ülkeleri kapsıyor.

3. Ömer Laçiner, hile-i şeriyeyi, hülleyi, kumaş ribasını ve kimbilir daha ne gibi versiyonlarını kapsayan bu bilgilere, uzun yıllardan beri, hatta belki bazılarına ilk gençlik yıllarından beri sahip.

Ekonomi Nerede?


Yazının siyasi tarihten bahseden kısımlarına fazla itirazım yok. Türkiye Cumhuriyeti’nin çok partili siyasi tarihi anlatıldıktan sonra Laçiner, şöyle bir soru soruyor: 


AKP, bütün bu partilerin zayıflama, bölünme ve çöküş nedenleri olarak gösterilen siyasal basiretsizlik, yolsuzluk ve zulüm düzeyinde sertleşme gibi faktörlerin bütününü ve fazlasını özellikle şu son dört beş yılına sığdırabildiği halde neden hâlâ ‘ayakta’?” 

Ve kendisi cevaplıyor:


“Bu soruya verilen çeşitli cevaplar arasında hemen herkesin asli faktör olarak gösterdiği şey, AKP ve reisinin toplumun %35-55’ini oluşturan Sünni-Türk muhafazakâr kesimi, bu kimliği her ne olursa olsun egemen konumda kalma konusunda ‘ikna’ etme/etmiş olma başarısıdır.” 

Buradan o uzun alıntıya kadarki ifadeler, büyük çoğunluğuna benim de katılabileceğim, bazı tespitler içeriyor. Ağırlık noktasını “çamurdan olsun, bizim olsun” mottosuna dayandıran bu bölüme tabii ufak (!) bir itirazım var.

Bence burada “bizden” ya da “bizim” kavramlarından daha önemli olduğu halde, Laçiner’in hiç bahsetmediği bir durum daha söz konusu. “Bizden’ olanlar ya da ‘bizim’ tayfa kaybederse, ‘bizim’ avantalar ne olacak?” sorusu adeta unutulmuş ya da gerçekten hiç düşünülmemiş. 

Demem o ki, biz eskiden siyasal gelişmeleri analiz etmeye çalışırken, ekonomiyi sanki biraz daha hesaba katardık.
Nitekim son anketlerde AKP’nin oy oranlarında görülmekte olan düşüş, Sünni Müslümanların giderek ahlâk kazanmalarından değil, ekonomideki gerilemenin “biz”i yenmeye başlamasından kaynaklanmakta bence.


Özeleştiri mi? Ben Yapmam, AKP Yapsın


Laçiner’le sosyalizm, Marksizm-Leninizm, emperyalizm vb. kavramlarda çok ayrı noktalara düşmüş olabiliriz. Bahsettiğim ekonomiyi görmeme ya da talî unsur olarak görme halinde de bu nedenle uyuşmuyor olabiliriz. Benim açımdan çok da önemli değil. Herkesin yolu kendine.

Ama kesinlikle görmezden gelemeyeceğim, affetmeyeceğim ve gücüm oldukça (eski sevilen tabirle) kitleler önünde teşhir etmekten vazgeçmeyeceğim çok önemli bir konu var.

Sevgili Merdan Yanardağ’ın “Liberal İhanet” adlı kitabında açıkça teşhir etmiş olduğu ihanetin bugün de farklı olmaya çalışan bazı kimliklerle sürdürüldüğü konusunda kuvvetli şüphelerim var.

AKP’yi bir dolu zafiyetinden dolayı en ufak bir pişmanlık göstermemek ve özeleştiri ihtiyacı duymamakla suçlayan bir Laçiner var bu yazıda. (Aslında bu da doğru değil, uzun adam “kandırıldık, Allah affetsin” diyecek kadar delikanlı da çıktı. Halbuki biz kendi yönümüzde (sol diyelim), önce “kandırıldım” deyip iki gün sonra “yok canım, kandırılmamışım” diyenleri, daha da fecisi olarak “biz o zaman haklıydık, hiç de kandırılmadık” diyenleri gördü.)

Önemli bir ara not: Bu yazıda muhatap ya da hedef alınanlar arasında Baskın Oran ve Oya Baydar yoktur. Bizim de kendimize göre bir seviyemiz var.

Bu Yazının Gizli Hedefi


İster istemez ahlâk konusuna da dalmış olduk. Son derece sofistike, bir o kadar da temel bir soru: “Arkadaş, Ömer Laçiner bu yazıyı hangi saikle, neden yazdı?”

Konseptimiz ona uygun olsaydı, bu konuda bir yarışma düzenler ve bu sorunun cevabına cidden büyük bir ödül koyardım.

Aslında cevap çok basit. Cevap, yazının ilk cümlesinde gizli. Aynı ifade yazının ileriki bölümlerinde bir kez daha geçiyor, ama bence espri birinci cümlede. Alay edercesine oraya gömmüş cevabı Laçiner.

Ne diyor, Laçiner? “Türkiye, şu son dört-beş yıllık sürede, normal bir Cumhuriyet rejiminde, değil bir dört-beş hükümeti devirecek politika fiyaskoları, hezimetleri ve siyasal ahlaki rezaletler yaşadı.”

Bence çoğunuz bu cümlede bile asıl önem taşıyan beş-altı kelimeyi ayırt edememiş olabilirsiniz. Artık açıklıyorum: “şu son dört-beş yıllık sürede”.

AKP’nin iktidarı on beş yılı doldurdu. Ama Laçiner için önemli olan son dört-beş yıldır yaptıkları. On beş yıl derken iltimas geçmiş oluyoruz, bunun bir de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı dönemi var. Bu da önemli değil. Laçiner’in “kumaş ribası” dersinde bahsettiği asırlar var. Ama yine Laçiner için önemli olan, son dört-beş yıl. Aynı Sünni-Müslüman kesim, aynı insanlar, dört-beş seneden önce son derece ahlâklı, hile-i şeriyeyi, hülleyi, kumaş ribasını bilmeyen, uygulamayan, mazur görmeyen insanlardan mı oluşuyordu?

Bir temel soru daha: Laçiner, onların gerçekten böyle mi olduklarını düşünüyordu?

Peki, Benim Derdim Ne?


Artık sıra bana geldi. 2010 yılının Ocak ayında, canım Raife anamın cenazesinin ardından, otuz kadar kişinin (Laçiner dahil) karşısında tek başıma, Taraf gazetesinin ne olduğunu, mevcut iktidarın ilk sıkıştığında seçim, meçim iplemeyeceğini, bu işin eninde sonunda nihai bir hesaplaşmaya gideceğini, oradaki mevcudun büyük bir yanılgı içinde olduğunu bas bas bağırdım. Taraf gazetesinden gösterdim. Tekel işçilerinin Ankara’da Ocak ayında havuza atılmalarının haberi, sekizinci sayfada yarım karıştı. Halbuki o toplulukta Taraf’ın solcu bir gazete olduğunu iddia edenler de vardı. Kimseden çıt çıkmadı, hele Laçiner tek kelime bile etmedi.

O zaman bilmiyordum, AKP’nin ilk parti programının yazılmasına kimlerin katkıda bulundğunu. Sonra tanıdım, AKP’nin şimdiki Avrupa Birliği bakanını. Geçelim.

Artık sonuca gelelim. Yani, AKP’nin günahı son dört-beş yılla sınırlıysa, geriye doğru ancak 2013-2012’ye kadar gidebiliriz. Dolayısıyla 12 Eylül 2010 referandumunda “evet”, ya da aslında öyle bir seçenek yok ya, “yetmez ama evet” demiş olanlar, bizleri de faşistliğe kadar erişen bir yelpaze ile suçlamış olanlar, bugün gelinen nokta konusunda günahsızdır. Herhangi bir özür dilemeksizin ya da özeleştiri yapmaksızın, bugün istediklerini söyleyebilirler.

O tayfadan bugün istediğini söyleyebilenlere örnek olarak yine Ömer Laçiner’i vermek istiyorum. Birikimdergisi.org adresinde yayınlanan bir sonraki yazısı 29 Aralık 2017 tarihini taşıyor ve başlığı “Onlar’ Mesajlarını Aldı Ya Biz?”.

Ama o yazı sırasını bekleyecek. Sırada önce Murat Belge var, Ümit Kıvanç var. Yine de sizden ricam, Laçiner’in yazısını verdiğim adresten  ve Murat Belge’nin yazısını (birikimdergisi.org, Siyaset Yapmak Üzerine, 25.12.2017) okumanız. Aslında imkan bulursanız Çağlar Ezikoğlu'nun 29.12.2017 tarihli abcgazetesi.com'da Murat Belge üzerine yazısını okuyabilirsiniz. Oldukça vurucu. Zaten ben de Murat Belge üzerine yazabilmek için, yazısının sonunda söz verdiği devamı beklemek zorundayım.

Ayrıca bir not: Yazılarımın sonuna koyduğum bu iki Latince vecizenin, son günlerdeki gelişmelere ne kadar uyduğunu görmekten son derece üzgün ve gururluyum.
 

“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”

“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”
 

“Si vis pacem, para bellum”

“Barışı istiyorsan, savaşa hazır ol”