18 Aralık 2017 Pazartesi

“Bir, iki yazı okudum, cinlerim oynadı”


Anladınız siz, o cümleyi değiştirdim ben. Hani var ya, “bir kitap okudum, hayatım değişti” diye. Onu.

Son dönemde en büyük üzüntüm zaten kitap okuyamamak. Gündem o kadar hızlı değişiyor ve gerek yazılı basında gerek sosyal medyada okunacak o kadar çok şey var ki, büyük kitap aşkıma çok az vakit ayırabiliyorum.

Son günlerde gerçekten beni zıplatan iki yazı okudum Bu yazıda sadece ilkinden bahsedeceğim. İkinci yazı ise (Pek Yakında!), sevgili Ömer Laçiner’in Birikim sitesindeki “Aslında Şaşırmamak Lazım” başlıklı yazısı. Bugünden o yazı için söylemek istediğim ise, belki biraz çelişik görünecek ama, yazı beni o kadar şaşırttı ki, eşekten düşmüş karpuza döndüm. İsterseniz bir göz atın.

“Ergenekon’un İntikamı...”


Birinci yazı, www.artigercek.com adlı sitede, kendisini tanımadığım Yalçın Ergündoğan isimli şahsın “Ergenekon’un İntikamı...” başlıklı yazısı.

Aslında sonra onu biraz araştırdım, kendisi hakkında yüzeysel de olsa bazı fikirler edindim. Bu yazıyı yazmaya karar verdiğim için önce biraz da üzüldüm. Sonra düşündüm ki, medyada yazanların belli sorumlulukları var. Eleştirilmek de kaderlerinde var.

Yazı Ahmet Altan hakkında. Yarısı Ahmet Altan’dan yapılan alıntılara ayrılmış. Ben bu yazıda yeri geldiğinde Ahmet Altan’dan yalnızca bir cümleyi, Ergündoğan’dan da birkaç satırlık ikibuçuk paragrafı alıntı olarak kullanacağım. Yazının tamamını okumak isteyenler siteye başvurabilirler.

Olağanüstü Vurucu Cümleler


Önce Ergündoğan’dan yazının finalini oluşturan cümleler. Altan’dan alıntı daha sonra gelecek.

Ne yazmıştın Türkan Saylan hakkında?


“Evet, Ahmet Altan’ın vurguladığı gibi, iktidarı eleştiren herkesi susturmaya ve cezalandırmaya çalışan bir güç var. Bu gücü oluşturan koalisyonun ana unsurlarından biri de; itibarı iade edilen ‘Ergenekon…’
Çok açık ki; Ahmet Altan’a yönelik yaşanan da açık bir intikam!..
Rüşvet itiraflarının odağındaki eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan'ın sosyal medya hesaplarına iliştirdiği profil resmindeki not ise; gücü elinde tutan ‘intikamcı’ koalisyonun yarattığı ortamın en iyi özeti: 
‘La Tahzen! İnnallahe Meana. Üzülme! Çünkü Allah Bizimledir’ –Tevbe 40-”

Siz de şaşırmış olabilirsiniz. Word’ün sayma özelliğine başvuralım. 74 kelimelik bir yazı parçasında ‘Ergenekon’, ‘Ahmet Altan’, ‘Zafer Çağlayan’ ve Tevbe suresinden bir ayet nasıl bir araya gelebilmiş olabilir?

Ben çözemedim, gerçekten.

Sırayla bakmaya çalışalım. ‘Ergenekon’ nereden çıktı? Bu sefer kimlerden oluşuyor? Yargılanma ayağına yıllarca içeride tutulanlar mı bunlar? RTE, bunlarla koalisyon yapar mı? Daha önemlisi, bunlar RTE ile koalisyona yanaşır mı? Bu koalisyonda başkaları da olabilir mi?

Hulusi Akar Ergenekoncu mu? Peki, Zafer Çağlayan? Yanlışlıkla ölüme yollanan Kuddusi Okkır yerine Ergenekon’un kasası filan olabilir mi? Rıza ile ilgili de Ergenekonsal sorularım var. Uzatmayayım. Daha yüzlerce saçma soru üretebilirim. Ama suç gerçekten bende değil, ilham verende.

Ergenekon’un buraya neden girdiğini anlayabilmek için yazıyı birkaç kere okudum. En yakın ihtimali buldum.

İşin sırrı herhalde Ahmet Altan’da. Ondan alıntı geliyor: “Bugünkü siyasi iktidarı eleştiren herkesi susturmaya ve cezalandırmaya çalışan bir güç var karşımızda.”

Alıntıdaki koyu renkli vurgu, Ergündoğan’a ait. Altan, mesajı yazının içine gizleyerek göndermiş. Ergündoğan da meseleye uyanmış.

Altan, böyle bir durumu amaçlamamış da olabilir. Ya da RTE’ye, “bak, ben işi muğlâklaştırıyorum, doğrudan sana fatura etmiyorum. Sen de beni gör” filan diyor olabilir.

Ama bu tür ifadeler o kadar tehlikeli ki, her boydan Yalçınlar (bunlar genelde YAE’ci oluyor), Ergündoğan’ın yazısını Facebook’ta beğendiler, paylaştılar, destek yorumuna bile rastlanmış olabilir. Twitter’de de beğenenler, retweet edenler oldu.

Yazıyı bitirirken sizden bir ricam var. Olayın Zafer Çağlayan, onunla bağlantılı “intikamcı koalisyon”, Tevbe suresi ve Allah ile bağlantısına kafa yormayın. Herhalde çözemezsiniz.

İçinde bulunduğumuz günler, böyle herzelerle enerji ve vakit kaybedilecek günler değildir.

Kardeşler, daha önce şeytana uymuş ya da farklı şeytanların tağşiş ve iğvasına uğramış, manevi ya da maddi gerekçelerle bu yollara sapmış olabilirsiniz. Vazgeçemiyor olabilirsiniz, ama hiç olmazsa hâlâ böyle yazılar yazmayın, beğenmeyin, paylaşmayın, retweet etmeyin. Artık gerçekten ayıp oluyor.


“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”

“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”

“Si vis pacem, para bellum”

“Barışı istiyorsan, savaşa hazır ol”




26 Ekim 2017 Perşembe

Osman Kavala, Birikim ve İletişim


Ayın on sekizinde Osman Kavala’yı gözaltına aldılar. Yöntem de ilginçti, uçaktan inmesini bile beklemediler. Haberi okur okumaz “eyvah” dedim kendi kendime. Bu kesinlikle bir algı operasyonuydu ve hazırlanmış bir senaryoya göre yürütüldüğü belliydi.


Ne Kızıl Milyarder, Ne Robin Hood. Sadece İNSAN!


Havuz medyasının anında benzer manşetlerle olayın üzerine atlaması, bu tezi destekliyordu. Ama ağzımdan asıl “eyvah” feryadı, AKP Genel Başkanı’nın bu konuda söylediklerinden sonra fışkırdı. Gezi’nin finansörlüğünden Büyükada Komplosu’na kadar her saçmalık, Osman Kavala’nın üzerine yıkılmaya çalışılıyordu.

Osman Kavala'ya İlişkin Bir Anım


Şimdi Osman Kavala’yı nereden tanıdığımı anlatayım. Osman ile aramızda aslında annesinin ailesi üzerinden bir hısımlık bağı da var. Ama tanışmamızdan bu yana o konu hiç açılmadı. Ben Kavala Grubu’na şu ya da bu şekilde bağlı bir iki firmada çalıştım. Oralardaki konumum gereği de karşılaşmalarımız oldu. Daha sonra ben olaylı bir şekilde gruptan ayrıldım ve İletişim Yayınları’nın 30.Yılı için Tütün Deposu’nda yapılan davet haricinde pek az karşılaştık. 

Ama gerek karşılaşmalarımda izlediğim tavırları gerekse sağdan soldan duyduklarım, arkadaş çevrelerinde anlatılanlar, nasıl bir insan olduğu hakkında bir fikir edinmemi sağladı. Kendi gördüğüm anlık bir olayı anlatayım mesela:

Kavala Grubu, kurucusu rahmetli Mehmet Kavala’nın koymuş olduğu oldukça otokratik, hizmetli personelin kendi içinde akrabalık ya da hemşehrilik esasına göre istihdam edildiği bir kurumdu. Bu hizmetlilerin en önde geleni babasının vefatından sonra Osman Kavala’yı adeta bir miras gibi devraldı ve sahiplendi.

İlk günlerden birinde bir işim için uğradığım yönetim katında otururken Osman Kavala odasından hızla çıktı, asansöre yönelmişken bizi gördü, selam verdi. Dönüp asansörün kapısına el attığı anda kapının bahsettiğim hizmetli tarafından açılmış olduğunu gördü. Bir şey demedi, ama kızdığı belli oldu. Çünkü ne böyle bir şeye alışıktı, ne de böyle bir talebi vardı.

Olay büyüdü, çünkü böyle bir kızgınlığın nedenini anlayamayan ilgili personel (adını vermiyorum, bir dolu akrabasıyla hala görüşüyorum) inanılmaz üzülmüş, olayı şahsına bir kızgınlık olarak almış ve adeta çökmüştü. Yakından şahit olduğumuz bu durumu daha sonra resmen bir heyet halinde Osman Kavala’ya anlatmaya çalıştık. Anladığından, en azından özümsediğinden emin değilim ama, o da personelin üzülmüş olmasına çok üzüldüğünden oturup bir anlaşma yaptıklarını hatırlıyorum. Eğer Osman Kavala asansöre giderken kimse yoksa, kapıyı kendisi açabilecekti. Ama eğer ilgili personel oralardaysa, kapıyı onun açmasına izin verecekti. Bildiğim kadarıyla, Osman Kavala asansörün kapısını bizzat açıp binmeye pek muvaffak olamadı.

Tabii, denebilir ki, adam kapıda dikilir, görevi odur, işi o kadardı. Bu durum da normaldi. Sizi şaşırtayım, o personel şirketin muhasebesinde koltuk kasasında her an kaç para olduğunu bilirdi, gereken masraflar için oradan gereken kadar para çekmeye ve hesabını sadece Osman Kavala ve annesine vermeye yetkiliydi. Ama eğer iş icabı bina dışındaysa yeğenlerinden biri mutlaka tesadüfen asansör yakınlarında olurdu.

Peki, Osman Kavala’yı Aldılar. Kim Ne Dedi?


Önce şunu bir kez vurgulamalıyım: Osman Kavala, uluslararası mahkûm pazarlıklarında kullanılmak üzere rehin alınmıştır.

Bugün itibarıyla savcı tarafından Büyükada gözaltısındaki rehin ve rehinelerin tahliyeleri gerçekleştiğinden (ya da bu durum daha önceden belirlenmiş olduğundan), yeni ve uluslararası tanınırlığı bakımından daha büyük bir balığın ağa alınmasında yarar görülmüş olmalıdır.

Benim üzüldüğüm husus, AKP Genel Başkanı’nın parti grup toplantısında yaptığı konuşmada, Kavala’yı olmayacak konularda suçlaması nedeniyle, bu rehin ve kurban durumunun uzun sürmesi ihtimalidir.

Şimdi siz okuyucularımdan bazı ricalarım olacak.

Lütfen Ayşenur Arslan’ın 21.10.2017 tarihli Birgün Gazetesi’indeki “Osman Kavala vs Doğu Perinçek!” başlıklı yazısını okuyun. Doğru aydın tavrı bakımından ilk örnek. Ayın 19’unda haber oldu, yazı ya hemen ya da ertesi gün yazıldı ki, ayın 21’inde yayınlandı.

Ardından, Osman Kavala ile hiç tanışmamış olduğunu söyleyen Ayça Atikoğlu’nun T24 internet gazetesinde yazdığı yazıyı, kısa olduğu için buraya koyuyorum. Bunu da okuyun. Yine aydın tavrı bakışıyla tabii.

"Hiç tanışmadık. Efsanesi 1980'lerde başlamıştı, solculara bütün kapılar kapanırken o evinin kapısını da iş yerinin kapısını da sonuna kadar açmıştı.
Herkes korkmuştu, o değil. Çok zengindi, bir bankacı arkadaşımın iddiasına göre gayrimenkullerinin sayısını bilmiyordu. Yani, korkması için daha fazla sebebi vardı aslında. Ama o, işin o tarafında değildi besbelli(...)
Memlekette sıkıntı çeken, zor durumda olan hemen herkese koşuyordu sanki... Sokak çocukları için sahip olduğu binalardan birini tahsis etmişti. Atık kağıtları yeniden üreten kadınların ve çocukların zanaat sahibi olması için yıllarca uğraştı, o alanda uğraş veren arkadaşlarım en önemli destekçilerinin O olduğunu söylüyorlardı. İstiklal Caddesi'nde yürürken bacağına, beline sarılan "Pis kokulu" çocukları içten kucaklayışı bilmeyenleri şaşırtır, bilenleri gülümsetirdi ama her şartta yürek ısıtırdı.
Ucuz havayollarının ekonomi sınıfında uçar, lükse tenezzül etmezdi. Millet giderken o dönüyordu...
Yeşilleri de destekliyordu, liberalleri de. Öyle sözle değil, bizzat omuz vererek, maddi-manevi bir duruş ile...
İstanbul'daki gayrimenkullerinin bir kısmını onarıp kültür merkezi haline getirdi. Oralarda nice filmler izledik, sergiler gezdik... Yemek enstalasyonu vesilesi ile aş evi gibi yemek yediğimiz de oldu.
Hrant Dink öldürüldüğünde, yüz binler cenazesinin ardından yürürken, Tophane'deki binasında ünlü bir yemek yazarımıza rica edip helva kavurttu. Hrant'ın helvasını da unutmadı yani.
Sanki "Devlet Baba"nın yapması gerekenleri o yapıyordu, hep veriyordu...
Vermek deyince ülke İstanbul'dan ibaret değil tabii Anadolu'da kültür evleri açmaya başladı, Anadolu Sanatları... 
Ben gitmedim ama sayısız gazeteci arkadaşım Kars'a ve birçok başka yere davet edildi etkinlikler için. (...)
Anadolu Hisarı'ndaki çıkmaz sokağa taşındığımızda yanımızdaki mescidin tuvaleti çok pisti. Bir gün imama "Camiye pis tuvalet hiç yakışıyor mu?" diyecek oldum . "Haklısınız. Bir kere Osman Kavala'dan rica ettik. Ekip gönderdi, temizletti. Ama çalışan yok, yetişemiyoruz. Yine pislendi." dedi. Caminin temizliği için bile akla gelebiliyordu, imamın da ricasını geri çevirmiyordu...
Hiç tanışmadığımız halde hakkında hatırladıklarımdan sadece birkaçı bunlar. Bu topraklarda zor durumda bildiği herkese koşan bir adam. Robin Hood gibi diyeceğim ama o da değil. Zenginden alıp fakire vermiyor çünkü. Doğrudan elini cebine atıyor.
Para ve güce kilitlenmiş olan memleketimizde, "Almadan veren" bir tek O'nu biliyorum. (Netice itibariyle, iş adamı ticari faaliyet ve kazançları nelerdir bilmiyorum. Benim bildiklerim, STK ve kültür dünyasına katkıları)
Bu kadar sevaba ne günah işledi de gözaltına alındı bilemeyeceğim ama bu sessizlik kabul edilir gibi değil!"

Kısa bir alıntı daha koyacağım. Facebook’ta görmüyor olabilirsiniz. Yıllardır Birikim Yayınları’nın eli ayağı olan Abdullah Onay yazmış.

“Osman Kavala'nın gözaltına alınması belki yarın öbür gün tutuklanacak olması üzerine söylenecek şeyler söylendi, (beyin yakan derin siyasi analizleri kastetmiyorum) Birikim'in açıklaması da var. Kişisel olarak da söyleceğim pek bir şey yok. Ama meselenin bir başka yönüne ilişkin iki çift laf etmek isterim. 
Yıllarca üç-beş yolunu bulmak için kapısını aşındırıp, (evinin iç mimarisini yaptırıp parasını Osman'a ödetenleri bile hatırlıyorum) şimdi iktidar sofrasına kepçeyle oturanların bir kelime etmemesi utanç verici, o ithamların doğru olmadığını herhalde en iyi onlar bilir. Korkularından elbet; can korkularından değil, tıksırıp çatlamadan o sofradan kalkmaktan korktukları için. 
Şu da bir ironi, yıllarca sivil toplum için çalışan biri için sivil toplumdan bir tepki gelmemesini de, "memleketimizde sivil toplum" bahsinde yeniden düşünmek lazım. Ya da alışmadık götte don durmaz...”

Son olarak kadim dostum Ümit Kıvanç’ın T24’de başka bir konudaki yazısının sonuna eklediği bölümü koyuyorum:

“Bir arkadaşımı daha, Osman’ı (Kavala) gözaltına aldılar ve muhtemelen uzun sürecek bir eziyetin mağduru haline getirecekler. Onun hayatını ne iyilikler için çırpınarak geçirdiğini, kimlere ne iyiliklerinin dokunduğunu, ne kadar çok hayırlı işe vesile olduğunu, üstelik ne kadar alçakgönüllü bir insan olduğunu anlatmak üzere yazı yazmak istiyor, fakat beceremiyorum. Çünkü bu konu o kadar açık, bulutsuz bir gökyüzü gibi öylesine berrak ki, anlatacak pek ayrıntısı yok. Tanıyan tanır, bilen bilir. İşin acayip tarafı, bugün ona iç kaldırıcı bir ihtirasla saldıranların bir kısmı da tanır, bilir.

Osman hakkında yazayım dediğimde, onun hakkında olmadık hakaretleri şehvetle ortaya saçanlar, yalanlar iftiralar uydurarak hem onun hem temsil ettiğini düşündükleri başkalarının hayatını karartmaya çalışanlar, dikkatimi çeliyor, görüş alanıma giriyor, güzelim deniz kenarına park edilmiş çirkin arabalar gibi. Onlardan bahsetmeye kalkıştığımdaysa midem kalkıyor. Ayrıca, ne denir, bilemiyorum. Ben de Weinstein’ın asistanlarına çevirdim rotayı. Bir psikiyatr veya sosyal psikologun dosyalarında hepsinin biraraya gelebileceğini sanıyorum.”

Eeeee, artık yeri geldi. Osman Kavala’nın göz altına alınmasından epey bir süre sonra, haberlerin çoğunda şahsıyla iltisaklı olarak adı geçen Birikim Dergisi’nin ve İletişim Yayınları’nın konuya ilişkin yaptıkları açıklamalara (tabii yine aydın tavrı bağlamında okunacak):





Bir dolu editörün, ömrünü yazı yazarak geçirmiş teorisyen, yazar, ahkâmcı, her şeyi bilenin olduğu bu iki yayınevinde, bu olay için hem ifade, hem gramer hem de özellikle içerik bakımından bu iki kepaze bildiri yazılabiliyorsa...

Biri Türkiye’nin en büyük ve en “misyonlu” yayınevi olma iddiasında, diğeri varolan sosyalizm teorilerine tükürüp Dünya Sosyalizmi’ne yepyeni bir intizam verme iddiasında olan iki yayınevi, bugün gelinmiş olan koşullarda hâlâ böylesi eyyamcı tavırlar içindeyse, yuh olsun onların ervahına!!!


“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”

“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”

“Si vis pacem, para bellum”

“Barışı istiyorsan, savaşa hazır ol”




                            

28 Eylül 2017 Perşembe

 Usta: “Yaz!” Dedi. Belki Utanan Olur

 

Resim yazısı resmin içinde


Birkaç gün önce “Utanmazların Utancı” başlıklı bir yazıya başlamıştım. Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesinde olanlara ilişkin yorumları irdeleyen bir yazı olacaktı. Olanları değil, olanlara ilişkin bazı yorumları! Yazdıkça hırslandım, alıntı örnekleri arttıkça daha çok hırslandım ve sonunda yazmayı bıraktım. Evvelsi güne kadar...

Evvelsi gün bozkırın tezenesi, büyük usta Neşet Ertaş’ın ölüm yıldönümüydü. Bir arkadaşım, Instagram’da Usta’nın bir resmini paylaşmış. Resmin üzerinde de Usta’dan alınma bir özlü söz var. Şöyle diyor büyük sanatçı, büyük insan: “Kendi kendisinden utanmayan, yeryüzünde kimseden utanmaz”.

Dedim ki kendime, senin daha dün vazgeçtiğin yazın, ‘utanmak, utananlar, utanmazlar, utanma numarası yapanlar, mahcup olanlar’ vb. üzerine değil miydi? Sanki Usta burada sana “haydi, vazgeçme, yaz” diyor. Burası biraz latife, biraz gerçek. Zaten gönlüm yazmaktaydı.

Ve yazıya geri döndüm.

Utanmazların Utancı (!)


Bu ülkede bir cenaze ayıbı yaşandı. Neler olduğunu takip etmişsinizdir. En son aşamada İçişleri Bakanı’yla tutuklananlardan birinin birlikte poz verdikleri fotoğraf, kazuratın üzerine dikilen bir tüydü. Bu ahlaksızca eylem ve üzerine bu fotoğraf, toplumun geniş kesiminde oldukça ciddi bir eleştiri dalgasına yol açtı. O kadar ki, gözünü milliyetçi bir kin bürümüş olduğuna çeşitli vesilelerle şahit olduğumuz bir Kürt milletvekili olan Aysel Tuğluk, bu güçlü tepkiye şaşırdı ve annemin cenazesine yapılan saldırı büyük bir vahşet. Ancak bu saldırıya karşı toplumdan tek ses halinde gelen lanetleme, kınama beni umutlandırdı. Annemin cenazesi umut ederim ki bazı şeyleri sorgulamamıza gözden geçirmemize sebebiyet versin. Barışa karşı umudumuzu kaybetmememiz gerektiğini bir kez daha anladım. Çözüm süreci bitmemiş olsaydı bunu yaşamamış olabilirdik. Nasıl bu hale geldik. Biz de tabii ki barış sürecinin sekteye uğramasında büyük hatalar yaptık. İki tarafın da hataları oldu. Umarım annemin cenazesinde yaşanan bu hadise başka umutların kapısını açsın. Çünkü toplumsal uzlaşmadan başka, barıştan başka çıkış yolumuz yok" demek zorunda hissetti kendini.

Bunları söylediği için parti yoldaşları daha sonra ona ne yaparlar bilemem, ama genelde ne yapmadıklarını net olarak biliyorum. Şimdilik bu ifadeyi, Aysel Tuğluk’un annesini kaybetmiş olmasının acısına verdiler ve bu yönde tek bir kelime söylememeye dikkat ettiler.

Çünkü onların kafalarında “Kürt” dışında bu ülkede yaşayan herkesin o cenazeye yapacağı şey, yapılmış olanla aynıdır ve mesela ben, Türk (?) Ziya olarak, aslında zamanında oraya erişemediğim için o eyleme katılamamışımdır. 

Kusura bakılmasın, ben HDP’de Ertuğrul Kürkçü ya da Mithat Sancar gibi unsurların bile böyle düşündüklerine inanıyorum. Hatta Trakya kökenli olup eş durumundan kendini Kürt zanneden bazı eski arkadaşlarımızın bile böyle hissettiklerini izleyebiliyorum.

Peki, neden böylesi acımasızca sayılabilecek bir hükme sahibim? Bu arada belirtmemde fayda var, hayatımda hiçbir konuda sabit fikirli olmadım, ama bu hükmüm ancak çok somut, bilimsel bazı karşı tezlerle çürütülebilirdi (zaten o nedenle hüküm diyorum), bu da henüz başarılamadı.

Tahminim odur ki, acısının biraz küllendiğine kanaat getirdiklerinde, parti arkadaşları herhalde Aysel Tuğluk’a gerekli uyarıları yapacaklardır.

Utanma, Mahcubiyet Alıntıları


Bu alıntıların tamamını vermeyeceğim, çok yer kaplar. Belki bir de tanıdık gelip sahibini meydana çıkarır. Böyle dokundurma gibi ifadeleri sevmem, doğrudan hedef alırım genelde. Ama burada ufak örneklerle, bir iki alıntıyla yetinmek istiyorum. Açıkçası her yazıyı da takip etmedim, ama istatistiksel bir çoğunluğa ulaştım.

“Ne olduğunda mahcubiyet duyacak bu toplum?”, “İnsan olan güne utanarak başlar, yüzünü yerden kaldıramaz bu ülkede”...

Twitter’da buna benzer onlarca tweet’e, onların da yüzlerce retweet’ine rastladım. Demek ki, utanan, mahcup olan ve diğerlerini (kimleri ?) bu nedenle garipseyen, onlardan da aynı tavrı bekleyen, hatta o tavrı takınmadıkları için onları kınayan bir dolu insan var. Ay, pek sevindim, ne hassasiyet, ne hassasiyet.

Konunun ve bu konunun canlanmasına yol açan özdeyişin içerdiği yüksek hassasiyetin bilincindeyim. O nedenle bu yazıyı okuyanlardan biraz edepsizce sayılabilecek bir ricam var. Kızmayın, tecrübe konuşuyor. Lütfen bu yazıyı salt gözünüzle ya da g.tünüzle değil, beyninizi de devreye katarak okuyun. Yanlış anlaşılmaya çok müsait bir konu.

İşte İtiraf: “Asla Utanmıyorum!”


Tabii ki aslında itiraf filan söz konusu değil, dobra dobra söylüyorum: “Asla utanmıyorum!”. Şaşırmayın, nedenleri hepinizin anlayabileceği kadar basit.

Dikkat ettiyseniz, ‘nedeni’ değil ‘nedenleri’ dedim. Çünkü esas olarak çok farklı iki düzeyde, iki farklı nedeni var bu tavrın. Daha fazla da sayılabilir, ama temel nedenler bu ikisi.

Önce Kimlik Tespiti


İsterseniz önce bu zaten utananların, mahcup olanların, utanma  veya mahcubiyet bekleyenlerin kim olduklarına biraz bakalım. Yapılan derme çatma bir istatistik bile, bunların çoğunluğunun, bundan yedi sene önce “yetmez ama evet” sayhalarıyla (bu kelimeyi seviyorum) sokaklara, gazetelere, dergilere, radyolara, televizyonlara çıkan ya da onları gönülden destekleyenlerden olduğunu kanıtlayacaktır. Peki, bunların o tavırlarından utandıklarına ilişkin tek bir ifadeye rastlandı mı? Bunu bir kenara koyalım. Onlara bu yazıda söyleyeceğimiz daha çok söz var.

Ben Neden Utanmıyorum?


Affınıza sığınarak söylüyorum, ben salak bir ütopyacı sosyalist değilim. Daha farklı bir ifadeyle, kendini sosyalist sanan liberal bir salak hiç değilim. Bugünü, bugünden yarını görebilmek için, dünü iyi bilmenin zorunlu olduğuna inanırım. Bulunduğum ortamı, değiştirmek, dönüştürmek istediğim ortamı iyi tanımaya gayret ederim. Solcuyu, dinciyi, Kürd’ü, Laz’ı, Alevi’yi, Sünni’yi, varsa Türk’ü, hadi yakında yine iş başına düşecek olan Balkanlı’yı tanımak, bilmek, ne zaman ne yapmış, ne yapar sorularına cevap bulmak zorundayım.

O dün şunu yapmış, bu bugün şunu yapıyor, diğeri yarın şunu yapacak ya da yapabilir diye utanmak ya da onların utanmasını bekleme lüksüm yok. Burada benim açımdan devreye girecek olan (tarihi şahıs ya da) semt, Kasım Paşa’dır.

Haydi Biraz Tarih


Bu şimdi utanan ya da utanç bekleyen zevat, örneğin Menemen Olayı’nın yıldönümünde dinci kişilerin bir yedek subayın kafasını kesmelerini ve sırığa takıp dolaştırmalarını, o ilçe halkının da buna karşı çıkmadıklarını hatırladıklarında, bir utanç duyuyor mudur ya da toplumdan bir mahcubiyet bekliyor mudur?

Bir de benim birinci ağızdan dinlediğim bir olayı katalım buraya. Bakalım utanç, mahcubiyet düzeyi ne olacak?

Dedem, annemin babası Mehmet Duyuldu, Balkanlardan göç ettirilip yerleştirildiği İnegöl’de bir yandan ufak atölyesinde takunya üretirken bir yandan da (Balkan eğitimli biri olarak okuma yazma ve Kuran bildiğinden) geçimini sağlamak için çevresindekilere hafızlık öğretiyordu. Bugün İnegöl’de belli bir yaşın üzerindeki kişilerce hâlâ ‘takunyacı Hafız’ adıyla hatırlanır. İstiklâl Madalyası vardı. Bir gün ona Kurtuluş Savaşı’nı sordum. “Yazıcıydım” dedi. “İyimiş” anlamına gelen bir şeyler söyledim. Çok kızdı. Yakasız mintanını sıyırdı ve üç kurşun yarasının izini gösterdi. Meğer İnegöl yakınında bugün de ‘Kanlıbayır’ adıyla bilinen yer Yunan ordusuyla en kanlı çatışmaların olduğu yerlerden biriymiş. Orada vurulmuş.

Buraya kadar sadece onu tanıtmaya çalıştım. Yani dindar, hafız, hoca. Önemli dinsel takıntısı ise futbol oynanmasına karşı olmasıydı.

Daha sonra bana bir şeyler daha anlattı. Yunan Ordusu İnegöl’ü ele geçirdikten sonra, orada yaşayan yobazlar Yunan subaylarına tek tek (onun tabiriyle) Kuvvacı evlerini göstermişler. Daha önce kaçabilen kaçmış, kaçamayanlar çok zulme uğramışlar, hükümet meydanında kuruna dizilenler, asılanlar ve tabii ki evlerde de ırzına geçilenler olmuş. Ve dedem bana dedi ki (sene 1966, ben on iki yaşındayım): “Uyanık olun, Yunan düşmandı, gitti. Asıl düşman içeride. Müslüman komşusunu ihbar eden Müslüman, her kötülüğü yapar.”

Annemle bir gün arayla biri İnegöl’de biri İstanbul’da hakka yürüdüler. Birbirlerinin ölümünden haberleri olmadı. Neden böyle dinsel bir ifade kullandım? Bunun da nedeni var.

Etnik Katliamcı Başka, Dinci Katliamcı Başka


Din faktörü, dikkat çekecek ölçüde dillere yerleşmeye başladı. Bu yukarıda bahsettiğim utananlar, mahcuplar, bunu toplumdan isteyenler, tweetlerinde son zamanda Tanrı’ya da sığındılar. Ateist olduğunu iddia edenler bile “eğer varsa, onları affetmez”, “Allah belalarını versin”, “Allah onları kahretsin” gibi ifadelere sıkça başvurur oldular.

Ben, bu tarihi bilen biri olarak (Menemen, İnegöl yetmedi mi, eksik mi kaldı? Daha var: Çorum, Maraş, Sivas ..., son yıllarda Ankara, Diyarbakır, Suruç ve bir sürü...) Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesine saldıranların sloganlarında çok net bir ifade algılıyorum: “Ermeni, Alevi” ifade ediliyor, Kürt yok. Din var, etnisite yok, Ermeni gavur anlamında, etnisite hâlâ yok. Ya da dinsel faktör sanki daha önde. Zaten Türk mezarlığı da yok, Müslüman mezarlığı var.

Menemen’de kafa kesenden, Sivas’ta insan yakana, Suruç’ta oyuncak götüren gençleri parçalayandan, Ankara’da cenazeye saldırana kadar bu oldukça geniş yelpazedekileri tanıyorum. Menemen’de görmezden gelenden, Sivas’ta tezahürat yapana kadar hepsini tanıyorum. Elinde bayrakla poz veren Samast’ın yanındakileri, Ankara’da karakolda çekilen fotoğraftakileri tanıyorum. Onlardan neden utanayım, hepsini tanıyorum, ne olduklarını, ne olabileceklerini, neler yapabileceklerini biliyorum. Ne yaptıklarını okudum, gördüm. “Acaba gene yaparlar mı? Yok canım, herhalde artık bu devirde de yapmazlar” deme lüksüm yok.

Bak, şimdi aklıma geldi, araya katıvereyim. Yıllar önce bu utangaçlardan biri, “bu ülkede kendine komünist diyenler iktidara gelseydi, en az beş milyon insanı katlederlerdi” mealinde laflar etmişti bir röportajında. Aynı yıl yapılan referandumda neyi savunmuştu peki? Yetmez ama evet’i tabii ki. Peki, o zaman kendisine “hata yapıyorsunuz, bu adamların niyeti kötü” dediğimizde bize ne demişti o utangaç: “Faşistler!”   

Daha önce dedemin örneğini verdim. Tarihten bir örnek daha vereyim mi? Ne garip rastlantıdır ki, (Prof.Dr.Celal Şengör’den) Sakarya Meydan Muharebesi’nden kaçan asker oranı da yaklaşık % 46’dır. Tanıdık geldi mi?

Ensar’dan bahsetmem de gerekiyor mu? Karısını vurmak için bile ancak pusu kurup arkasından ateş edebilenlerden? Acaba benden mi diye şüphelenip, çocuğunu öldürenlerden? Yetmiş yaşında ak sakallıyken on üç yaşında kızla evlenenlerden? Bu işin aslında dokuz, hatta altı yaşında da olabileceğini söyleyenlerden?

Gene dinsel takılayım, Allah korusun, mutlak iktidara sahip olduklarında, Abant’taki masum masörün daha önce ovduğu hangi boyunlara vinçlerdeki iplerin geçirilmesine onay vereceği hakkında bir fikrim var. Yıllar önce İletişim Han’ın merdivenlerinde rastladığım mütedeyyin aydınların (lafa bak), hangi postlarda oturup nasıl hükümler vereceklerine dair de çeşitli fikirlerim var.

Haydi diyelim bunlar faraziye. Öylemesine sallıyorum. Kontrollü ya da değil, 15 Temmuz’da harekete geçenlerin arasında o emirleri aldıkları sümüklü vaizin sümüklü mendilini yiyenler vardı. Adamlar inkar etmiyor, bu da mı faraziye.

Peki, Bu Utangaçlar Kim?


Yazmadan duramayacağım. Bu “utangaçlar” ya da “utananlar” kelimelerini gördüğümde, aklıma bu ifadenin yetersiz kaldığı fikri saplanıyor. Eski bir paralelliği de devreye sokarak “kullanışlı utangaçlar” ifadesini kullanmak sanki hem daha hoş hem de daha bilimsel gibi geliyor bana. Peki, kim bunlar?

Bunlar gerçek hayatı, tarihi, insanları, insansıları velhasıl hiç bir moku doğru dürüst tanımayan, yaşanmışlıklardan ders almayıp salakça aynı konuda yeniden denemeler yapan, gene tanımak için zahmete girmediği ama kendisine hedef olarak gösterilen düşmanlarına kin duyan, dünyaya o kinin penceresinden bakan insanlar. Örnek: Gazi Mustafa Kemal Atatürk adını duyduğunda ya da onun resmini gördüğünde aklına gelen ilk şeylerin İstiklâl Mahkemeleri (ki o yukarıda bahsettiğim % 46 vb. durumlar için kurulmuştur, savaş görmüş her ülkenin tarihinde de vardır), Prof.Dr.Afet İnan (6, 9 ya da 12 yaşında değil, koskoca Prof.), Sabiha Gökçen (Ermeni veya değil, bana ne, sana ne) olduğu insanlar.

Biraz zorlama gibi algılanabilir, ama sanki yeri geldi. Son bir örnek vermek istiyorum, olabildiğince objektif değerlendirmeniz ricasıyla:

Geçtiğimiz yıllarda bazı yazarlar, yazılarında kullandıkları “bidon kafalılar”, “göbeğini kaşıyan adamlar” gibi ifadeler nedeniyle, bu kullanışlı utangaçların çoğu tarafından “faşist“ olmakla suçlandılar. Hâlâ da öyle tanımlanıyorlar. Dikkat edin, daha hafif bir tanımlama değil: “FAŞİST”. Şimdi, kendisinden utanılacak nitelikte büyük bir kitle adına utanan, kendisini o pozisyonda gören, kendinde o hakkı bulan birileri size de sanki biraz faşizan gelmiyor mu? En azından daha üst, elit bir noktada değiller mi?

İşte tartışmanın çıkacağı nokta tam da burası. Ben de elit değil miyim? Elbette öyleyim. İçine doğmuş olduğum koşullar beni elit olarak nitelenebileceğim bir noktaya getirmiş (tabii sonra benim de biraz katkım var, çok okudum) . O ufacık (belki de büyük) fark burada devreye giriyor. Ben, benim gibi elit olmayanların yaptıkları ya da yapmadıkları şeyler için utanmam. Buna hakkım yoktur. Eğer ben elitsem, bir misyonum olmalıdır ve bunun içinde onlar adına utanma değil, onlara bir şeyler verebilme olmalıdır. Kalkıp da birisi bana “ulan, sen kim oluyorsun da benim adıma utanıyorsun” derse, son derece haklıdır ve söyleyecek sözüm yoktur. Bu ayrı bir sürü yazının konusu.

Peki, ben utanmaz mıyım? Utanma duygum mu yok? Vardı da aşındı mı? Hiç mi kalmadı?

Tümüyle duruyor. Ama ben bu duygumu benimle eşit, benim gibi elit insanlar için kullanıyorum, daha doğrusu ben kullanmıyorum, kendisi devreye giriyor. Birkaç örnek: “Sen şucuydun, değil mi?”, “yahu, ne yaptı bu sizinkiler?”, “filanla hâlâ görüşüyor musun?”, “o referandumda sen de mi şey demiştin?”, “yahu, senin o abi(ler) neler saçmalıyor Allah aşkına?”

İşte dan, dun utanç bombardımanı. Denebilir ki, burada da sana o elitlerden birisi çıkıp, “ulan, sen kim oluyorsun da benim adıma utanıyorsun” diyemez mi? Diyemez. Yıllardır bu konuda yazıyorum, kitap yazan bile oldu. Daha bu kullanışlı apt, pardon utangaçlardan hiçbiri tek kelime söylemedi. Burada yukarıdan faşizan tavır yok, eşitler, elitler arasında mücadele. Tam er meydanı.

Son Söz


Son söz dediğime bakmayın. Dilim ya da elim hareket ettikçe, bir sözüm hep olacak.


Bu utanma, mahcubiyet, ahlâka uygun ya da uygun olmayan tavırlar, riya, elitizm vb. konular beni hem sinirlendiriyor hem de bu konularda yazmak hoşuma gidiyor. Yani demem o ki...(arkası gelecek)



“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”

“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”

“Si vis pacem, para bellum”

“Barışı istiyorsan, savaşa hazır ol”