24 Şubat 2018 Cumartesi

Bay Belge ve Sosyalizm Eğitimi (!?)


Sıra Bay Belge’ye geldi. Siz bakmayın “Bay” hitabına, ben ona yıllarca “Murat Ağabey” diye hitap ettim. Böyle hitap edebiliyor olmaktan da mutluydum. Aynısı, hatta biraz fazlası Bay Laçiner ile ilişkim için de geçerliydi. Neyse, “geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer” deyip geçelim.

Murat Ağabeyim


Bu blogta Bay Belge üzerine daha önce de yazılar yazdım. Hepsi zor yazılardı, ama bu yazı alayına rahmet okutacak, okudukça anlayacaksınız.

Bu arada Oxford olayı patlak verdi. Ben bu yazıyı daha önce yazmıştım, o nedenle bunun içinde Oxford olmayacak. Yalnız o meselenin ileride şöyle bir etkisi mutlaka olacak. Olay açıklanınca bir dolu farklı düzeylerde eleştiri hatta saldırı geldi. Tabii Bay Belge taraftarları da boş durmadılar. Çarşı tam karıştı. Bu yazıda onlara da girmiyorum. Ama sırası gelince elbette iki üç kelam da benden gelecek bu eleştiri ve cevaplara ilişkin.

Şimdi Oxford öncesi yazılmış ve mahut dizimizin üçüncü kısmını oluşturan yazıya gelelim: “Bay Belge ve Sosyalizm Eğitimi (!?)”.

“Şairaneden Şiirselliğe”


Özür dileyerek, sosyalizm eğitimine geçmeden önce kısaca değinmek istediğim bir sorun daha var. Duymuş ya da görmüşsünüzdür, Bay Belge’nin yeni bir kitabı yayınlandı:

Olaylı kitap

“Şairaneden Şiirselliğe”. Belki bir edebiyat eleştirmeni olarak edinmiş olduğu şöhret belki de hâlâ bazı çevrelerin fevkalade kıyağına mazhar bir kişi olması nedeniyle, geniş bir basın yelpazesi tarafından söyleşiler, tanıtımlar gırla gitti. Fakat kısa bir süre, yani kitabın ilk okunma ve incelenme süresi geçince, alışılmadık ölçüde ağır olumsuz eleştirilere rastlanır oldu. Başta Enis Batur olmak üzere bir dizi eleştirmen oldukça sert eleştiriler yayınladılar.

Onların düzeyiyle tabii ki yarışamam, zaten benim eleştiri kulvarım da farklı. Ama tamamen tesadüf eseri olarak benim bu yazım da o sert eleştirilerle aynı zamana denk geldi. Hani, biraz vurun abalıya gibi oldu, ama elden ne gelir. Yazdık bir kere.

Bay Belge'nin Eğitim Yazıları


Bay Belge, Birikim Dergisi’nin internet sitesinde ilki 25.12.2017 tarihli “Siyaset Yapmak’ Üstüne”, ikincisi 9.1.2018 tarihli “Sosyalist Siyaset”, üçüncüsü de 22 Ocak 2018 tarihli “Sosyalist Siyaset (II) başlıklı üç yazı yayınladı.

Ben, ilkine bir cevap yazmaya niyetlendim, ama o yazının son paragrafında “Devam edeceğim tabii” ifadesini görünce, devamını beklemeyi tercih ettim. Yani bu yazıyı Bay Belge’nin bu üç yazısı üzerine yazıyorum.

Alıntı Ahlâkı Fobim


Baştan belirtmekte yarar var, her üç yazı da benim “alıntı ahlâkı fobim”i azdıracak nitelikte. Biraz açayım. Kişinin yazısından iyi niyetle de olsa öyle bir alıntı yaparsınız ki, yazının genel anlam ve hedefinin dışına düşersiniz. Hele kötü niyetle yapılan cımbızlama alıntıları hiç saymıyorum.

Bu fobi, beni yazarken çok zorluyor. Ya kişinin yazısının çok büyük bir bölümünü alıntılar halinde yazıma katıyorum, ki bu sefer benim yazım şişiyor. Ya hiç alıntı yapmadan, ilgili konuda genel kapsamda bir yazı yazıyorum. Bunda da hedef aldığım yazar yırtabiliyor. Birçok kişinin aleyhime olarak değerlendirebileceği bir yöntem seçtim. Bu da bir yandan okura yük yüklerken, bir yandan da rakip yazar ve yazılarının reklamı olabiliyor. Burada kendi görüşlerimin gücüne güvenmekten başka çarem yok.

İyisi mi, siz de bu yöntem gereğince önce Bay Belge’nin bu üç yazısını birikimdergisi.com adresinden bulup okuyun, benim yazımı sonra okursunuz.


İlk Yazı: “Siyaset Yapmak” Üstüne


Bu yazının ilk paragrafı, benim sonra başka kişiler üzerine yazacağım yazılarda da kullanılacak.

“Siyasî görüş’ dediğimiz şey, öncelikle entelektüel tercihlerin bileşimi olarak ortaya çıkar. Şu konuda şöyle düşündüğünüz, bu konuda böyle özlemleriniz olduğu için, A ya da B ya da C görüşünü benimsersiniz. Ama olay yalnızca “entelektüel” bir olay değildir. O düzeyde başlıyor olabilir ama o düzeyde bitmez. Siyasî görüş, büyük bir ihtimalle, görüş sahibinin mizacıyla da (“karakter” de denebilir) uyum halindedir.”

Bay Belge, bu paragraftan sonra bazı teorilerin de yardımıyla, hangi tiplerden “solcu” çıkabileceği üzerine genellemeler yapıyor.

Sonraki paragrafı yine tümüyle almak zorundayım. Bana ters gelen bazı temel ve bazı çok ince noktalar var çünkü.

“Entelektüel düzeyde baktığımızda “solcu” dediğimiz kişi önce, dediğim gibi, kurulu düzenin empoze ettiği “dünya gerçekliği” ile sorunu olan biri; ama bununla aynı zamanda, henüz “zihinde” olan daha iyi bir düzenin kurulması için de çalışan kişidir. Pratik hayat içinde bu “X’e karşı” ile “Z’den yana” tavırları bir arada bulundurmak mümkündür ama zor da olabilir. Özellikle şu dönemde bir “solcu”nun neye karşı olduğunu anlatması kolay ama neden yana olduğunu anlatması Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra zorlaştı.”

Bay Belge, uzun sol siyasal yaşamının büyük bölümünde “X’e karşı” ile “Z’den yana” tavırları bir arada bulundurmayı zor olsa becerebilen bir çizgide yer aldı. Aslında bu ifade tabii ki “X” ve “Z”ye tanımlanan kavramlarla çok yakından ilişkili. Bay Belge burayı belki biraz daha açabilirdi. Ben, kendi anladığım şekline açıklama getirmeye çalışayım.

Türkiye sol hareketinin daha dinamik ve önemli bir kesiminin, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra neden yana olduğunu anlatma sorunu pek olmadı denebilir. Bu kesimi, “Cephe geleneğini sürdürenler” ya da “ortayolcular” olarak da adlandırabiliriz.

Dolayısıyla Bay Belge’nin, ilk siyasi yılları hariç, kendisinin de içinden geldiği bu solcu gelenek, ne sağlığında ne de ölümünde Sovyetler’e pek takılmadı.

Her Şeyin Başı: Kemalizm


Bence Bay Belge’nin bu yazı dizisinin kaynağında yine “Kemalizm” nefreti var. Son yıllarda Mustafa Kemal’in yeniden keşfedilmeye başlaması, soldaki geniş bir yelpazenin de bu Anti-Kemalizm takıntısının enerji kaybından başka bir şey olmadığını, hatta bu kaybı özellikle amaçlayan bir çizgi olduğunu fark etmesine yol açtı. O kadar ki, kendisini “sol Kemalist” ya da “Kemalist solcu” olarak adlandıran insanlar da çıktı. Ulusal bayramlarda olumlu bildiriler yayınlayan sol siyasi hareketler de görüldü.

Bu gelişme, Bay Belge ve arkadaşlarının her türlü kabul sınırlarının dışındaydı tabii. Fetö’nün Abant  toplantılarına, iftarlarına, RTE’nin Akil Adamlar çağrısına koşarak giden Bay Belge’nin bu tür bir solu adamdan sayması tabii ki mümkün değildi. Aslında gene Kemalizm’i kullanarak saldırabilirdi, ama herhalde o bile bu teraneden sıkıldı. Malum, son zamanlarında neredeyse şiddetli yağmuru bile Kemalizm’e bağlar hale gelmişti.

Yeni Sihirli Kavram: Reddiyecilik


Aslında onu belki anlayışla karşılamak gerekebilir. Düşünün, koskoca Bay Belge, toplumu, özellikle de solcuları Anti-Kemalizm konusunda eğitmekle görevli Bay Belge, bu mücadelesini kaybetmekte olduğunu görüyor. Önderlerinden olduğu “yetmez ama evet” teranesine karşı çıkmış olanların acımasız eleştirileri de onu yıpratıyor. Pişmanlar ayrıldıkça giderek yalnız kalıyor (bir avuç yoldaşıyla birlikte tabii).

Artık otel toplantılarına, iftarlara çağıran can dostlar da kalmamış. Ama bu kadar zamandır arsıza, yüzsüze bağlamış olarak bir özeleştiri verememiş olmanın da verdiği adeta köşeye sıkışmış olma haliyle son bir çıkış, bir huruç hareketi yapıyor.

Yeni bir kavram yaratıyor, olumsuz tınısı olan bir kavram: Reddiyecilik. Kendi çevresi dışında kalan bütün solu, bu kavramla damgalıyor.

Bir alıntı daha:

“Çok şematize ederek anlattığım bu “negatif” koşullar Türkiye’de sıradan bir solcunun “hayır” demek zorunda kaldığı şeylerin listesini habire kalabalıklaştırırken “evet” diyebileceği şeyleri de azalttıkça azaldı. Bu da, bir solcunun “eylemli”liğini birtakım “reddiyeler yapmak”la sınırladı.”

Şimdi mecburen yazının biraz dışına çıkıyorum. Çok büyük bir sabıkası nedeniyle Bay Belge’nin yazılarında üslubuna, kelime seçimlerine çok dikkat etme alışkanlığı edindim. 

Dilerim siz de bu son alıntıdaki “sıradan bir solcunun” ifadesinden, başka bir yazısında Hopa’da biber gazı

Başbakan da öyle demiş, tesadüf!

nedeniyle hayatını kaybeden emekli öğretmen Metin Lokumcu’ya ilişkin kullandığı “zavallı” kelimesini anımsatacak bir elit hava sezmemişsinizdir.

Bay Belge’nin bu üç yazısını benimsemediğim ya da tümüyle ve kısmen reddettiğim ifadelerini tek tek açarak yanıtlamama gerek yok. Belki ileride bir vakit bulursam bu işi kısa pasajlar halinde yaparım.

Terane


Şimdi yazıların geneline ilişkin bir eleştiriye girişebilmek için, Bay Belge’nin birinci yazısının son paragrafını buraya almam gerekiyor:

“Bunları, birilerinin diline doladıkları “yetmez ama evet” teranesi dolayısıyla yasmak gereğini duydum. Yalnız teranenin kendisine gelmeden önce “siyaset yapmak” konusunda bunları söylemekten başlamanın yararlı olacağını düşündüm. Çünkü “reddiyecilik” dediğim bu tavrı “sol siyaset yapmak” sananlar var ve koşullar böyle sananların sayısını artırıyor. Devam edeceğim tabii”.

Dikkatinizi çekeyim. Benim de yukarıda kullandığım terane kelimesi Bay Belge'den alınma. Aslında belki aşağılamak için tantana kelimesini de kullanabilirdi, ama sağolsun nezaket göstermiş.

Bu kadar senedir ağırlıklı olarak “yetmez ama evet” konusunda oldukça sert de olabilen eleştiriler yazmış biriyim. Tahmin edersiniz ki, bugüne kadar tüm eleştirileri yüzsüzce cevapsız bırakmış, bırakın özeleştiriyi ya da özür dilemeyi, bu konuyu muhatap bile almamış bir ekibin önde gelen liderlerinden biri YAE hakkında “terane” kavramını kullanarak topa giriyorsa, heyecanlanmam normaldir. Üçüncü yazıyı da “ne olacak bizim teranenin hali, ne olacak halimiz” diyerek bekledim. Eh, ne de olsa yazacak olan da Bay Belge.

Bekledim de ne oldu?


Ne mi oldu? Fos çıktı. Daha da fenası, büyük bir ayıpla karşılaştım ve çok şaşırdım. Çok uzatmam gereksiz. Bay Belge sonraki iki yazısında bu reddiyecilere feci saldırıyor, alay ediyor, aşağılıyor. O kadar ki, devrimi savunanlarla bile eğleniyor.

Yazıları birkaç kere okudum. İlk aklıma gelenlerden biri Bay Belge’nin yaşı ve yaşadıkları nedeniyle belli bir mental hasara uğramış olabileceğiydi. Cidden. Hepimiz yaşlandık, saçmalama hakkımız giderek artıyor. Sonra yazıların kendi içlerindeki insicama bakınca, acımasız bir yargıda bulunduğumu farkettim. Buradaki sorun mental değil ahlâki olmalıydı.

Bu ihtimalin geçerliliğini ölçebilmek için, biraz geriye gitmek gerekiyor. Bay Belge’nin konu ettiği süreci tam olarak hangi tarihsel noktadan başlattığını belirlemek zor. Ama ne kadar zorlarsak zorlayalım, yirmi yılı aşmamız zor görünüyor. Aslında 1989-1991 gibi bir tarih veriyor, ama herhalde orası Milat. “Reddiyecilik” olarak adlandırdığı melanetin tüm solu kaplaması ve egemen tavır haline gelmesi de herhalde bir zaman almıştır.

Boykotçular (Reddiyeciler) Kimlerdi?


Tamam yaşlandık, her noktayı hatırlamıyor olabiliriz. Ama benim bildiğim, son yirmi (aslında on demek daha doğru, ama haydi yirmi olsun) yılda siyasi bir seçenek olarak boykot (reddiyeci tavır) sadece bir kez gündeme geldi. 12 Eylül 20190 referandumunda. O da epey karışık bir durum. Bir defa boykot tavrı alanlar solcu bile değil, etnik ağırlıklı siyaset yapan bir yapı: HDP (isteyen PKK’yı da katar, ne olsa kitlesel propagandada rolü büyük).

HDP haricinde sol olarak nitelenebilecek siyasi grupların hiç biri boykot tavrı almadı. Ya kendi başlarına, ya da ittifaklar oluşturarak “hayır” tavrı aldılar ve bunun için çalıştılar.

Peki YAE'ciler?


Bunun dışında bir de o üzerine teraneler yapılan “yetmez ama evet” tavrı vardı. Sol (?) çizgilerden yalnızca ikisi, DSİP (Devrimci Sosyalist İşçi Partisi, ki referandum akşamı balkon konuşmasında RTE’nin fevkalade teşekkürüne mazhar oldu.

Büyük mali yatırımdı

Ufak bir hatayla: RTE, Devrimci Sol İşçi Partisi dedi.) ve Birikim. Tavırda asıl etkili olan bu ikincisiydi, ama ondan ufacık bir teşekkürü bile esirgediler (belki daha sonraki akil adamlık daveti bir telafi gayretidir, kimbilir?).

Bay Belge’nin yazıları açısından büyük komedi ise şu: Her iki tavır, yani YAE ve boykot, o referandumda siyasal pratikte aynı amaca hizmet etmiş oldular. Bir grubun derdi kendisine istikbale ilişkin sunulmuş havuç (çözüm vb.), diğerinin derdi ise her ne pahasına olursa olsun (bu paha bugün görülüyor)

Örtük teşekkür Bay Belge'ye herhalde

Kemalist (artık reddiyeci) olarak damgaladığı tarafın kazanmamasıydı.

Referandum sayesinde yargıda yapılan değişiklikler bu iki siyasi görüşün umurunda bile değildi. Neden mi, ikisinin de umurunda olmayan başka bazı şeylerden ötürü: Türkiye Cumhuriyeti, Kürtler haricindeki Türkiye halkları, emekçi sınıflar, kadınlar, çocuklar, gelecek vb. Gayrısı önemsizdi.

Yazıyı bitirmeden önce bu görüntüyü güçlendirecek bir tavrı anlatmak istiyorum. Bu işe kafa yoran neredeyse herkesin, Balyoz, Ergenekon vb. davaların FETÖ’nün  kumpası olduğunu anlamalarından sonra bile, etkili ve yetkili bir YAE önderinden şu ifadeyi duydum: “Eğer biz YAE demeseydik, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı çıkmayacak, bu Ergenekoncuların, Balyozcuların alayı içeride çürüyeceklerdi. Özgürlüklerini bize borçlular”.

Ne acı değil mi, o adımın AİHM ve AB’nin ısrarı sonucunda değil, kendi çabalarıyla AKP’nin ileri demokrasi hamlelerinden biri olarak referanduma konduğunu zannediyordu hâlâ.

Ben hiç itiraz etmedim, ağırbaşlı bir tavırla karşıladım bu ifadeyi. Arzu ettiği her yemeği yiyebilirdi artık. Herhalde çok şanslı olmalı ki, Anayasa Mahkemesi’nin Şahin Alpay ve Mehmet Altan kararından sonra hiç karşılaşmadık.

Bu Yazının Sonsözü


Bu aslında bir seri yazının üçüncüsü. İlki Ömer Laçiner, ikincisi Hasan Cemal üzerine olan yazılardı. Aynı ya da  başka isimlere ilişkin yazılarla bu seri sürecek. Dikkat çekmeye çalıştığım ve serinin sonunda tereddüde mahal kalmayacak şekilde kanıtlamayı amaçladığım olgu, aynen Bay Belge’nin ilk yazısının ilk paragrafında söylediği gibi, siyaset yapma tarzının kişinin mizacına (ya da karakterine) bağlı olduğu.

Siyasal bile olmayan İslam’ın neler yapabildiğini (kumaş ribası) çok iyi bildiği halde, Siyasal İslam pazarlaması yapmış bir Bay Laçiner ile gerçekte tavırlarının öyle olmadığını bildiği halde koca yığınları kendi uydurduğu bir kavramla damgalamaya çalışan ve eleştiren Bay Belge’nin siyaset yapma tarzlarında bir benzerlikten söz edilebilir. Hasan Cemal ayrı bir vaka.


Tahmin edebileceğiniz gibi, serinin sonraki yazıları da Siyasal Ahlâk üzerine olacak.  


“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”

“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”

“Si vis pacem, para bellum”

“Barışı istiyorsan, savaşa hazır ol”

23 Şubat 2018 Cuma

Mecburi Bir Ara


Bir dizi yazı planlayıp, blogta yazmaya başlamıştım. Safça iyi niyete bak, adamı hiç planlı bir şey yapmaya bırakırlar mı? Ömer Laçiner ve Hasan Cemal ile ilgili yazıları yayınladım, Murat Belge hakkındaki yazıyı bitirdim. Tam bloğa koymak üzereyken, adamın kıfı kalktı, Oxford’a gidesi tuttu.

Ortalık birbirine girdi. Her kafadan bir ses çıktı. Kimisi “kaçıyor” dedi, kimisi “ayıptır , bu yaptığınız linçtir” dedi. Murat Belge söylenenleri pek muhatap almadı, “ben oralara çok gittim, bu gidişim de sadece akademik” demekle yetindi.

Fakat onu önder bellemiş bir kitleyi zaptedebilmek pek mümkün olmadı. Kimisi yıllardan beri taş altında kurbağa gibi sesini çıkartmadan oturan, kimisi gene de kendini unutturmamak için bu konulara girmeksizin başka uzmanlıklara yelken açmış olan, kimisini de sadece yüzsüz zevzekler olarak niteleyebileceğimiz bir dolu insan, erişebilecekleri her yerde YAE karşıtlarına saldırdılar.

Facebook yıkıldı, Twitter az daha patlıyordu. Dergi köşelerinde yerleri olanlar uzun, sert yazılar döşendiler. Konuyla ilgili olduğum halde, çoğunu gözden kaçırdım. Ama eldekiler zaten tümü hakkında bir fikir veriyor.

Sakın yanlış anlamayın! Bu tavrı insani açıdan anlayışla karşılamaya çalışıyorum. Düşünsenize, bilmediğiniz birilerine uyup büyük bir hata yapmışsınız, sizi bu konuda uyaranlara sarf etmediğiniz hakaret kalmamış, çok kısa süre sonra, soldaki arkadaşlarınıza tercih ettiğiniz ve bu yolları birlikte yürüdüğünüz insanlar size “isterseniz kusura da bakabilirsiniz, buraya kadar” demiş. Hatta onlardan biri, “bugün ne yapabiliyorsak, referandumdaki evet sayesinde yapabiliyoruz” demiş. Burada yedi yılda neler yapabildiklerini sayabilmek zor ve gereksiz, hepsini beraber yaşadınız. Bir de bu yedi yıl boyunca (bence haklı olarak) ensenizde boza pişiren YAE karşıtlarından çektiklerinizi sayarsak, bu akademik geziyi, daha doğrusu bu konudaki eleştirileri, bir çığlık fırsatı olarak görmeniz normaldi artık.

Peki, bu durumun bana etkisi ne oldu? Çok komik. Dizinin üçüncü yazısı adeta elimde kaldı. Onun yerine bu Oxford gelişmesi üzerine bir yazı koymak zorunda kaldım. Murat Belge yazısı zaten hazır, hemen ardından o gelecek. O yazının hedefi başka. Oxford meselesi o yazıda yok.

Ama hemen o yazının ardından yine bu konuya girmek, yani diziye bir kez daha ara vermek zorundayım. Çünkü okuduğum yazılardan anladığım, bu kendinden geçmiş YAE’ci kitlenin çok zor zaptedilebileceği. Yazı dizisinin sıradaki YAE’ci kahramanları biraz daha beklemek zorunda kalacaklar.

Bir üzüntümü ifade etmeden bu kısa yazıyı bitirmek istemiyorum. Yavaş yavaş başka konulara yönelmekteydim, ama büyük yanılgı içindeymişim. Bu YAE’ci patlama ve yazılarının içeriği, bu akımın bir tür irtica gibi, biraz başıboş bırakıldığında yeniden canlandığını, başkaldırdığını kanıtladı.

Demek ki, bu konuda daima uyanık olmak gerekiyor. Ne de olsa önümüzde dandik de olsa seçimler var. Ne olur, ne olmaz.


“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”

“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”

“Si vis pacem, para bellum”

“Barışı istiyorsan, savaşa hazır ol”