Bay Belge ve Sosyalizm Eğitimi (!?)
Sıra Bay
Belge’ye geldi. Siz bakmayın “Bay” hitabına, ben ona yıllarca “Murat Ağabey”
diye hitap ettim. Böyle hitap edebiliyor olmaktan da mutluydum. Aynısı, hatta
biraz fazlası Bay Laçiner ile ilişkim için de geçerliydi. Neyse, “geçmiş zaman
olur ki, hayali cihan değer” deyip geçelim.
Murat Ağabeyim |
Bu blogta
Bay Belge üzerine daha önce de yazılar yazdım. Hepsi zor yazılardı, ama bu yazı
alayına rahmet okutacak, okudukça anlayacaksınız.
Bu arada
Oxford olayı patlak verdi. Ben bu yazıyı daha önce yazmıştım, o nedenle bunun
içinde Oxford olmayacak. Yalnız o meselenin ileride şöyle bir etkisi mutlaka
olacak. Olay açıklanınca bir dolu farklı düzeylerde eleştiri hatta saldırı geldi.
Tabii Bay Belge taraftarları da boş durmadılar. Çarşı tam karıştı. Bu yazıda
onlara da girmiyorum. Ama sırası gelince elbette iki üç kelam da benden gelecek
bu eleştiri ve cevaplara ilişkin.
Şimdi
Oxford öncesi yazılmış ve mahut dizimizin üçüncü kısmını oluşturan yazıya
gelelim: “Bay Belge ve Sosyalizm Eğitimi (!?)”.
“Şairaneden Şiirselliğe”
Özür
dileyerek, sosyalizm eğitimine geçmeden önce kısaca değinmek istediğim bir
sorun daha var. Duymuş ya da görmüşsünüzdür, Bay Belge’nin yeni bir kitabı
yayınlandı:
“Şairaneden Şiirselliğe”. Belki bir edebiyat eleştirmeni olarak
edinmiş olduğu şöhret belki de hâlâ bazı çevrelerin fevkalade kıyağına mazhar
bir kişi olması nedeniyle, geniş bir basın yelpazesi tarafından söyleşiler,
tanıtımlar gırla gitti. Fakat kısa bir süre, yani kitabın ilk okunma ve
incelenme süresi geçince, alışılmadık ölçüde ağır olumsuz eleştirilere
rastlanır oldu. Başta Enis Batur olmak üzere bir dizi eleştirmen oldukça sert
eleştiriler yayınladılar.
Olaylı kitap |
Onların
düzeyiyle tabii ki yarışamam, zaten benim eleştiri kulvarım da farklı. Ama
tamamen tesadüf eseri olarak benim bu yazım da o sert eleştirilerle aynı zamana
denk geldi. Hani, biraz vurun abalıya gibi oldu, ama elden ne gelir. Yazdık bir
kere.
Bay Belge'nin Eğitim Yazıları
Bay
Belge, Birikim Dergisi’nin internet sitesinde ilki 25.12.2017 tarihli “Siyaset
Yapmak’ Üstüne”, ikincisi 9.1.2018 tarihli “Sosyalist Siyaset”, üçüncüsü de 22 Ocak 2018 tarihli “Sosyalist Siyaset (II) başlıklı üç
yazı yayınladı.
Ben,
ilkine bir cevap yazmaya niyetlendim, ama o yazının son paragrafında “Devam
edeceğim tabii” ifadesini görünce, devamını beklemeyi tercih ettim. Yani bu
yazıyı Bay Belge’nin bu üç yazısı üzerine yazıyorum.
Alıntı Ahlâkı Fobim
Baştan
belirtmekte yarar var, her üç yazı da benim “alıntı ahlâkı fobim”i azdıracak nitelikte.
Biraz açayım. Kişinin yazısından iyi niyetle de olsa öyle bir alıntı yaparsınız
ki, yazının genel anlam ve hedefinin dışına düşersiniz. Hele kötü niyetle
yapılan cımbızlama alıntıları hiç saymıyorum.
Bu fobi,
beni yazarken çok zorluyor. Ya kişinin yazısının çok büyük bir bölümünü
alıntılar halinde yazıma katıyorum, ki bu sefer benim yazım şişiyor. Ya hiç
alıntı yapmadan, ilgili konuda genel kapsamda bir yazı yazıyorum. Bunda da
hedef aldığım yazar yırtabiliyor. Birçok kişinin aleyhime olarak değerlendirebileceği
bir yöntem seçtim. Bu da bir yandan okura yük yüklerken, bir yandan da rakip
yazar ve yazılarının reklamı olabiliyor. Burada kendi görüşlerimin gücüne
güvenmekten başka çarem yok.
İyisi mi,
siz de bu yöntem gereğince önce Bay Belge’nin bu üç yazısını birikimdergisi.com
adresinden bulup okuyun, benim yazımı sonra okursunuz.
İlk Yazı:
“Siyaset Yapmak” Üstüne
Bu
yazının ilk paragrafı, benim sonra başka kişiler üzerine yazacağım yazılarda da
kullanılacak.
“Siyasî görüş’
dediğimiz şey, öncelikle entelektüel tercihlerin
bileşimi olarak ortaya çıkar. Şu konuda şöyle düşündüğünüz, bu konuda böyle
özlemleriniz olduğu için, A ya da B ya da C görüşünü benimsersiniz. Ama olay
yalnızca “entelektüel” bir olay değildir. O düzeyde başlıyor olabilir ama o
düzeyde bitmez. Siyasî görüş, büyük bir ihtimalle, görüş sahibinin mizacıyla da (“karakter” de
denebilir) uyum halindedir.”
Bay
Belge, bu paragraftan sonra bazı teorilerin de yardımıyla, hangi tiplerden
“solcu” çıkabileceği üzerine genellemeler yapıyor.
Sonraki
paragrafı yine tümüyle almak zorundayım. Bana ters gelen bazı temel ve bazı çok
ince noktalar var çünkü.
“Entelektüel
düzeyde baktığımızda “solcu” dediğimiz kişi önce, dediğim gibi, kurulu düzenin
empoze ettiği “dünya gerçekliği” ile sorunu olan biri; ama bununla aynı
zamanda, henüz “zihinde” olan daha iyi bir düzenin kurulması için de çalışan
kişidir. Pratik hayat içinde bu “X’e karşı” ile “Z’den yana” tavırları bir
arada bulundurmak mümkündür ama zor da olabilir. Özellikle şu dönemde bir “solcu”nun
neye karşı olduğunu anlatması kolay ama neden yana olduğunu anlatması Sovyetler
Birliği’nin çöküşünden sonra zorlaştı.”
Bay Belge,
uzun sol siyasal yaşamının büyük bölümünde “X’e karşı” ile “Z’den yana”
tavırları bir arada bulundurmayı zor olsa becerebilen bir çizgide yer aldı.
Aslında bu ifade tabii ki “X” ve “Z”ye tanımlanan kavramlarla çok yakından
ilişkili. Bay Belge burayı belki biraz daha açabilirdi. Ben, kendi anladığım
şekline açıklama getirmeye çalışayım.
Türkiye
sol hareketinin daha dinamik ve önemli bir kesiminin, Sovyetler Birliği’nin
çöküşünden sonra neden yana olduğunu anlatma sorunu pek olmadı denebilir. Bu
kesimi, “Cephe geleneğini sürdürenler” ya da “ortayolcular” olarak da adlandırabiliriz.
Dolayısıyla
Bay Belge’nin, ilk siyasi yılları hariç, kendisinin de içinden geldiği bu solcu
gelenek, ne sağlığında ne de ölümünde Sovyetler’e pek takılmadı.
Her Şeyin Başı: Kemalizm
Bence Bay
Belge’nin bu yazı dizisinin kaynağında yine “Kemalizm” nefreti var. Son
yıllarda Mustafa Kemal’in yeniden keşfedilmeye başlaması, soldaki geniş bir
yelpazenin de bu Anti-Kemalizm takıntısının enerji kaybından başka bir şey
olmadığını, hatta bu kaybı özellikle amaçlayan bir çizgi olduğunu fark etmesine
yol açtı. O kadar ki, kendisini “sol Kemalist” ya da “Kemalist solcu” olarak
adlandıran insanlar da çıktı. Ulusal bayramlarda olumlu bildiriler yayınlayan
sol siyasi hareketler de görüldü.
Bu
gelişme, Bay Belge ve arkadaşlarının her türlü kabul sınırlarının dışındaydı
tabii. Fetö’nün Abant toplantılarına,
iftarlarına, RTE’nin Akil Adamlar çağrısına koşarak giden Bay Belge’nin bu tür
bir solu adamdan sayması tabii ki mümkün değildi. Aslında gene Kemalizm’i
kullanarak saldırabilirdi, ama herhalde o bile bu teraneden sıkıldı. Malum, son
zamanlarında neredeyse şiddetli yağmuru bile Kemalizm’e bağlar hale gelmişti.
Yeni Sihirli Kavram: Reddiyecilik
Aslında
onu belki anlayışla karşılamak gerekebilir. Düşünün, koskoca Bay Belge,
toplumu, özellikle de solcuları Anti-Kemalizm konusunda eğitmekle görevli Bay
Belge, bu mücadelesini kaybetmekte olduğunu görüyor. Önderlerinden olduğu
“yetmez ama evet” teranesine karşı çıkmış olanların acımasız eleştirileri de
onu yıpratıyor. Pişmanlar ayrıldıkça giderek yalnız kalıyor (bir avuç yoldaşıyla
birlikte tabii).
Artık
otel toplantılarına, iftarlara çağıran can dostlar da kalmamış. Ama bu kadar
zamandır arsıza, yüzsüze bağlamış olarak bir özeleştiri verememiş olmanın da
verdiği adeta köşeye sıkışmış olma haliyle son bir çıkış, bir huruç hareketi
yapıyor.
Yeni bir
kavram yaratıyor, olumsuz tınısı olan bir kavram: Reddiyecilik. Kendi çevresi
dışında kalan bütün solu, bu kavramla damgalıyor.
Bir
alıntı daha:
“Çok şematize
ederek anlattığım bu “negatif” koşullar Türkiye’de sıradan bir solcunun “hayır”
demek zorunda kaldığı şeylerin listesini habire kalabalıklaştırırken “evet”
diyebileceği şeyleri de azalttıkça azaldı. Bu da, bir solcunun “eylemli”liğini
birtakım “reddiyeler yapmak”la sınırladı.”
Şimdi mecburen yazının biraz dışına
çıkıyorum. Çok büyük bir sabıkası nedeniyle Bay Belge’nin yazılarında üslubuna,
kelime seçimlerine çok dikkat etme alışkanlığı edindim.
Dilerim siz de bu son
alıntıdaki “sıradan bir solcunun” ifadesinden, başka bir yazısında Hopa’da
biber gazı
nedeniyle hayatını kaybeden emekli öğretmen Metin Lokumcu’ya ilişkin
kullandığı “zavallı” kelimesini anımsatacak bir elit hava sezmemişsinizdir.
Başbakan da öyle demiş, tesadüf! |
Bay Belge’nin bu üç yazısını
benimsemediğim ya da tümüyle ve kısmen reddettiğim ifadelerini tek tek açarak
yanıtlamama gerek yok. Belki ileride bir vakit bulursam bu işi kısa pasajlar
halinde yaparım.
Terane
Şimdi yazıların geneline ilişkin bir
eleştiriye girişebilmek için, Bay Belge’nin birinci yazısının son paragrafını
buraya almam gerekiyor:
“Bunları,
birilerinin diline doladıkları “yetmez ama evet” teranesi dolayısıyla yasmak
gereğini duydum. Yalnız teranenin kendisine gelmeden önce “siyaset yapmak”
konusunda bunları söylemekten başlamanın yararlı olacağını düşündüm. Çünkü
“reddiyecilik” dediğim bu tavrı “sol siyaset yapmak” sananlar var ve koşullar
böyle sananların sayısını artırıyor. Devam edeceğim tabii”.
Dikkatinizi çekeyim. Benim de yukarıda kullandığım terane kelimesi Bay Belge'den alınma. Aslında belki aşağılamak için tantana kelimesini de kullanabilirdi, ama sağolsun nezaket göstermiş.
Bu kadar senedir ağırlıklı olarak
“yetmez ama evet” konusunda oldukça sert de olabilen eleştiriler yazmış
biriyim. Tahmin edersiniz ki, bugüne kadar tüm eleştirileri yüzsüzce cevapsız
bırakmış, bırakın özeleştiriyi ya da özür dilemeyi, bu konuyu muhatap bile
almamış bir ekibin önde gelen liderlerinden biri YAE hakkında “terane”
kavramını kullanarak topa giriyorsa, heyecanlanmam normaldir. Üçüncü yazıyı da
“ne olacak bizim teranenin hali, ne olacak halimiz” diyerek bekledim. Eh, ne de
olsa yazacak olan da Bay Belge.
Bekledim de ne oldu?
Ne mi oldu? Fos çıktı. Daha da fenası,
büyük bir ayıpla karşılaştım ve çok şaşırdım. Çok uzatmam gereksiz. Bay Belge
sonraki iki yazısında bu reddiyecilere feci saldırıyor, alay ediyor, aşağılıyor.
O kadar ki, devrimi savunanlarla bile eğleniyor.
Yazıları birkaç kere okudum. İlk aklıma
gelenlerden biri Bay Belge’nin yaşı ve yaşadıkları nedeniyle belli bir mental
hasara uğramış olabileceğiydi. Cidden. Hepimiz yaşlandık, saçmalama hakkımız
giderek artıyor. Sonra yazıların kendi içlerindeki insicama bakınca, acımasız
bir yargıda bulunduğumu farkettim. Buradaki sorun mental değil ahlâki
olmalıydı.
Bu ihtimalin geçerliliğini ölçebilmek
için, biraz geriye gitmek gerekiyor. Bay Belge’nin konu ettiği süreci tam
olarak hangi tarihsel noktadan başlattığını belirlemek zor. Ama ne kadar
zorlarsak zorlayalım, yirmi yılı aşmamız zor görünüyor. Aslında 1989-1991 gibi
bir tarih veriyor, ama herhalde orası Milat. “Reddiyecilik” olarak adlandırdığı
melanetin tüm solu kaplaması ve egemen tavır haline gelmesi de herhalde bir
zaman almıştır.
Boykotçular (Reddiyeciler) Kimlerdi?
Tamam yaşlandık, her noktayı
hatırlamıyor olabiliriz. Ama benim bildiğim, son yirmi (aslında on demek daha
doğru, ama haydi yirmi olsun) yılda siyasi bir seçenek olarak boykot (reddiyeci
tavır) sadece bir kez gündeme geldi. 12 Eylül 20190 referandumunda. O da epey
karışık bir durum. Bir defa boykot tavrı alanlar solcu bile değil, etnik
ağırlıklı siyaset yapan bir yapı: HDP (isteyen PKK’yı da katar, ne olsa
kitlesel propagandada rolü büyük).
HDP haricinde sol olarak nitelenebilecek
siyasi grupların hiç biri boykot tavrı almadı. Ya kendi başlarına, ya da
ittifaklar oluşturarak “hayır” tavrı aldılar ve bunun için çalıştılar.
Peki YAE'ciler?
Bunun dışında bir de o üzerine teraneler
yapılan “yetmez ama evet” tavrı vardı. Sol (?) çizgilerden yalnızca ikisi, DSİP
(Devrimci Sosyalist İşçi Partisi, ki referandum akşamı balkon konuşmasında
RTE’nin fevkalade teşekkürüne mazhar oldu.
Ufak bir hatayla: RTE, Devrimci Sol
İşçi Partisi dedi.) ve Birikim. Tavırda asıl etkili olan bu ikincisiydi, ama
ondan ufacık bir teşekkürü bile esirgediler (belki daha sonraki akil adamlık
daveti bir telafi gayretidir, kimbilir?).
Büyük mali yatırımdı |
Bay Belge’nin yazıları açısından büyük
komedi ise şu: Her iki tavır, yani YAE ve boykot, o referandumda siyasal pratikte
aynı amaca hizmet etmiş oldular. Bir grubun derdi kendisine istikbale ilişkin
sunulmuş havuç (çözüm vb.), diğerinin derdi ise her ne pahasına olursa olsun
(bu paha bugün görülüyor)
Kemalist (artık reddiyeci) olarak damgaladığı tarafın kazanmamasıydı.
Örtük teşekkür Bay Belge'ye herhalde |
Referandum sayesinde yargıda yapılan değişiklikler
bu iki siyasi görüşün umurunda bile değildi. Neden mi, ikisinin de umurunda
olmayan başka bazı şeylerden ötürü: Türkiye Cumhuriyeti, Kürtler haricindeki
Türkiye halkları, emekçi sınıflar, kadınlar, çocuklar, gelecek vb. Gayrısı
önemsizdi.
Yazıyı bitirmeden önce bu görüntüyü güçlendirecek bir tavrı anlatmak
istiyorum. Bu işe kafa yoran neredeyse herkesin, Balyoz, Ergenekon vb.
davaların FETÖ’nün kumpası olduğunu
anlamalarından sonra bile, etkili ve yetkili bir YAE önderinden şu ifadeyi
duydum: “Eğer biz YAE demeseydik, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı
çıkmayacak, bu Ergenekoncuların, Balyozcuların alayı içeride çürüyeceklerdi.
Özgürlüklerini bize borçlular”.
Ne acı değil mi, o adımın AİHM ve AB’nin ısrarı sonucunda değil, kendi
çabalarıyla AKP’nin ileri demokrasi hamlelerinden biri olarak referanduma
konduğunu zannediyordu hâlâ.
Ben hiç itiraz etmedim, ağırbaşlı bir tavırla karşıladım bu ifadeyi.
Arzu ettiği her yemeği yiyebilirdi artık. Herhalde çok şanslı olmalı ki,
Anayasa Mahkemesi’nin Şahin Alpay ve Mehmet Altan kararından sonra hiç
karşılaşmadık.
Bu Yazının Sonsözü
Bu aslında
bir seri yazının üçüncüsü. İlki Ömer Laçiner, ikincisi Hasan Cemal üzerine olan
yazılardı. Aynı ya da başka isimlere
ilişkin yazılarla bu seri sürecek. Dikkat çekmeye çalıştığım ve serinin sonunda
tereddüde mahal kalmayacak şekilde kanıtlamayı amaçladığım olgu, aynen Bay
Belge’nin ilk yazısının ilk paragrafında söylediği gibi, siyaset yapma tarzının
kişinin mizacına (ya da karakterine) bağlı olduğu.
Siyasal
bile olmayan İslam’ın neler yapabildiğini (kumaş ribası) çok iyi bildiği halde,
Siyasal İslam pazarlaması yapmış bir Bay Laçiner ile gerçekte tavırlarının öyle
olmadığını bildiği halde koca yığınları kendi uydurduğu bir kavramla damgalamaya
çalışan ve eleştiren Bay Belge’nin siyaset yapma tarzlarında bir benzerlikten
söz edilebilir. Hasan Cemal ayrı bir vaka.
Tahmin
edebileceğiniz gibi, serinin sonraki yazıları da Siyasal Ahlâk üzerine olacak.
“Ceterum censeo Carthaginem esse
delendam...”
“Bana soracak olursanız, Kartaca
mutlaka yıkılmalıdır.”
“Si vis pacem, para bellum”
“Barışı istiyorsan, savaşa hazır ol”