Belki Affedebilirim, Ama Asla Unutmam (1)
Mine Kırıkkanat-Ahmet İnsel Olayı
7 Ocak günü Twitter’e normalde kanlı
geçmesi beklenebilecek bir çatışmanın işaretleri düştü:
OdaTV o gün bu twitleri haber yaptı.
Fakat olay çatışmaya dönüşmedi, “çat” olarak kaldı. Yani taraflardan biri olaya
dahil olmadı. Mine Kırıkkanat kendi postunda sert bir çat daha yaptı, fakat
karşıdan yine ses alamadı.
Entellektüel diye kendisinden önce konuyu işleyeni
kaynak gösterene denir! Entellektüel olmak zor, ama Ahmet İnsel gibi
entellektüel müsveddesi bol!
Aldoğan ve Kırıkkanat'ın hedef aldığı, olayın
müsebbibi olarak görünen kişiydi: Ahmet İnsel. Aslında bu sessizlik normal karşılanabilirdi.
Çünkü Ahmet İnsel’in de önde gelenleri arasında olduğu o taraf, son yıllarda
kendilerine yöneltilen eleştirileri büyük bir vakar ve olgunlukla (yok,
yazmadan duramayacağım, yüzsüzlükle) geçiştirmeyi marifet sayanlardan oluşuyor.
Adeta bu tavrı sürdürebilmek için bir teflonla kaplanmış durumdalar.
Teflon temsilcisi: Ahmet İnsel |
İlk ve en güçlü YAE’ci önderlerden
biri olarak Ahmet İnsel’in bu tanrı vergisi (?) teflonu Mine Kırıkkanat
karşısında da kullanması normaldir.
Okuyanlar hatırlayacaktır. Ahmet
İnsel, Nuray Mert, Aydın Engin vb. YAE’cilerin Cumhuriyet Gazetesi’ne
gelişlerinde en sert ve açıktan karşı tavır Mine Kırıkkanat’tan gelmişti. Bu
kişilerin önce ciddi birer özeleştiri yapmaları gerektiğinde ısrarcı olmuştu.
Yani, o zamandan beri bu kişilerin Kırıkkanat’la bir hesapları var. Herhalde
Kırıkkanat’ı hâlâ cuntacı, darbeci, ulusalcı vb. olarak görüyor ya da bu örnekteki
gibi görmezden geliyorlardır. Bu tavra ilişkin sabıkaları zaten oldukça çok. Bu
yazı dizisine de biraz bu sabıkaları anlatabilmek için başladım. Ahmet İnsel
ilk sırayı almış oldu.
İntihal mi? Ayıp mı?
Önce şu intihal konusunu bir sonuca
bağlamak gerekiyor. Aslında olayın benim özellikle ilgilendiğim yanında sonuç
belli. Aradan epey zaman geçti, ben hiçbir yerde Ahmet İnsel’in bu konuda
olumlu, olumsuz bir cevabına, bir açıklamasına rastlamadım (teflon!).
Aslında bu tavır siyasette taktik
olarak kullanılabilir, ama olmazsa olmaz önkoşulları vardır. Birincisi, en ufak
bir tereddüde mahal bırakmayacak şekilde haklı olmaktır. İkincisi (biraz daha
sübjektif olanı), karşınızdaki kişinin herhangi bir temas durumunda yakanızı
asla bırakmayacağından emin olduğunuz sülüksü bir kişi olmasıdır (örn. Doğu
Perinçek).
Aksi durumda bu taktiğin
kullanılması çok çok ayıptır ve kişinin kendisini ya da grubunu uzun vadede çok
kötü duruma düşürür.
Ben o cinayetleri başından beri çok
yakından takip etmeye çalıştım. Mine Kırıkkanat’ın Mart 2016’da piyasaya çıkan
“Hiç Kimse” adlı romanını hemen alıp okudum. Kısmen hayâli mekanlar ve
kişilerle örülmüş bu romanın, katil zanlısının ilginç ölümünden sonra,
gerçekliğe ne kadar yaklaşmış olduğunu bir kez daha farkettim. Yine
Kırıkkanat’ın 25 Aralık 2016 tarihli Cumhuriyet’te yazdığı ”Katil mi? Hiç Kimse!”
başlıklı yazısını da okudum.
İki hafta sonra, 7 Ocak 2017
tarihinde yine Cumhuriyet’te Ahmet İnsel’in “Paris’te üç Kürt kadın
öldürülmüştü…” başlıklı yazısı yayınlandı. İnsel yazısında Fransız gazeteci
Laure
Marchand’ın yazdığı “La Fayette Sokağı 147 No.da Üçlü Cinayet” başlıklı
kitabı tanıtıyor. İnsel’e göre gazeteci bu kitapta sorgu tutanakları, tanık
ifadeleri vb. somut kaynaklardan faydalanmış.
Marchand'ın torpili ortada |
Ahmet İnsel’in yazısından anladığım
kadarıyla bu yazarın sonunda gelebildiği nokta, Mine Kırıkkanat’ın bu somut kaynaklara
erişemeden yazdığı kitabında gelmiş olduğu nokta.
Şimdi geldiğimiz nokta ise, zurnanın
zırt dediği nokta. Ahmet İnsel, Kırıkkanat’ın yazısından iki hafta sonra aynı
gazetenin farklı bir köşesindeki yazısında ne Kırıkkanat’tan, ne kitabından ne
de köşe yazısından tek bir kelimeyle bile bahsetmiyor.
Neden Ben?
Evet, neden ben bu konunun bu kadar
içindeyim? Neden uğraşıp bu yazıyı yazıyorum? Bu konunun yazının başlığıyla
alakası ne?
Bu soruların cevabına geçmeden önce
bahse konu çatışma (aslında çat) hakkındaki görüşümü belirtmem gerekecek. Çünkü
bu soruların cevabının bir kısmı da o görüşte saklı.
İlk olarak “intihal” konusu:
Bu konu bence yoruma açık. Tartışma,
“intihal nedir”, “ne durumda intihal yapılmış sayılır” sorularına kadar gider.
Burada konu, sınırları son derece
belirgin, spesifik ve aynı. İnsel, Kırıkkanat’ın yazısındaki cümleleri birebir
kopyalayarak kullanmış olsa buna zaten tereddütsüz intihal denir. Burada o
durum yok. Aksi takdirde zaten yazıyı okumuş olduğu ortaya çıkar, ki o başka
bir konu.
Biz değerlendirmemizde biraz taraf
tutalım ve intihal yok burada diyelim. Ama hiç kötü bir şey de yok
diyemeyeceğiz. Son derece mide bulandırıcı, çok pis kokulu bir başka durum söz
konusu. Yine uzun uzun irdelemek gereksiz. Özetle: Bir yazar bir gazetedeki
köşe yazısında kendi yazmış olduğu bir kitaptan alıntılar yapıyor. Kitap,
güncel bir konuda. Bir hafta sonra aynı gazetenin bir başka köşe yazarı kendi
köşesinde aynı konuda bir diğer kitaptan bahsediyor ve önceki kitaba ve ona
ilişkin yazıya hiç değinmiyor. Sanki öyle bir kitap ve öyle bir köşe yazısı,
hatta öyle bir yazar hiç var olmamış gibi.
Halbuki kitap, yayımlandığında öyle
büyük ilgi uyandırmış ki, sayfalarında ona ilişkin yer ayırmamış bir yayın
bulmak zor. Gazetelerin kitap sayfaları ve eklerinden Ekşi Sözlük’e kadar bir
sürü yerde kitap hakkında yazılar, Mine Kırıkkanat ile söyleşiler vb. var.
Ahmet İnsel, Fransız kültürüyle
yetişmiş, eğitiminin ve çalışma hayatının bir bölümünü Fransa’da geçirmiş
birisi. Anlatıldığına göre Fransa, tarihinde mertçe, centilmence yapılan
düellolarla meşhurdur. Ne diyebilirim?
Bir diğer sonuç ise benim
hassasiyetle üzerinde durduğum konuyla ilgili: Teflon.
Ahmet İnsel, bu kitaplar ve köşe
yazıları konusunda önce sevgili Yazgülü Aldoğan’ın ardından da Mine
Kırıkkanat’ın sert eleştirilerine maruz kaldı. Bu sert eleştiriler Twitter
sınırlarında kalmadı, OdaTV’de ve başka yerlerde kendine yer buldu. Yani çok
sayıda insana erişti. Bunun karşısında İnsel’in tavrı çok net: Teflon.
Bulunduğu çevre ve konumdan ötürü
kendine vehmettiği o elit, o dokunulamaz, o eleştirilemez, o hatasız kimlikten
biraz kurtulabilse, ama doğru ama yanlış, ama yalan bir dolu cevap bulabilirdi.
Meşrebine kalmış. “Kitaptan haberim yoktu”, “kitaptan haberim vardı, ama
okumamıştım”, “yazıyı da kitabı da görmedim” dersin. “Okumuşum, okumamışım,
size ne” dersin. “Siz kimsiniz, ister okurum, ister okumam, sizi de muhatap
bile almam” dersin. Ama dersin. Referandum döneminde “YAE” programlarındaki
gibi mertçe (?), Gezi ayaklanmasında merdivenlerin altında (malum yukarı
çıkamıyorlardı) sol yumruğunu sallayarak konuştuğun gibi dersin,
söyleyebildiğini söylersin. Ama sadece istediğini söyleyip, istediğini yazıp,
cevabını alınca da susup bir köşeye çekilmezsin.
Bu işine gelmediğinde susma
tavrının, bu görmezden, duymazdan gelme tavrının, hele hele başkalarının görüp
te gözüne soktuğu, duyup da kulağına bağırdığını görmezden, duymazdan gelme
tavrının bedeli bu ülkede çok pahalı oldu son yıllarda. Ve keyfen takınılan bu
tavrın bedelini takınanlar değil, herkes ödedi, ödemekte ve daha da ödeyecek.
Ben bu ödemeye teflonluların da
hisselerine düşen payın fazlasıyla katılmaları taraftarıyım. Belki teflonları
çok dirençlidir ve bir seferde delemem. Ama en azından vuracağım darbelerin
onları sarsacağını, çatlatacağını ümit edebilirim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder