17 Ocak 2017 Salı

Belki Affedebilirim, Ama Asla Unutmam (1)


Mine Kırıkkanat-Ahmet İnsel Olayı


7 Ocak günü Twitter’e normalde kanlı geçmesi beklenebilecek bir çatışmanın işaretleri düştü:


OdaTV o gün bu twitleri haber yaptı. Fakat olay çatışmaya dönüşmedi, “çat” olarak kaldı. Yani taraflardan biri olaya dahil olmadı. Mine Kırıkkanat kendi postunda sert bir çat daha yaptı, fakat karşıdan yine ses alamadı.

Entellektüel diye kendisinden önce konuyu işleyeni kaynak gösterene denir! Entellektüel olmak zor, ama Ahmet İnsel gibi entellektüel müsveddesi bol!

Aldoğan ve Kırıkkanat'ın hedef aldığı, olayın müsebbibi olarak görünen kişiydi: Ahmet İnsel. Aslında bu sessizlik normal karşılanabilirdi. Çünkü Ahmet İnsel’in de önde gelenleri arasında olduğu o taraf, son yıllarda kendilerine yöneltilen eleştirileri büyük bir vakar ve olgunlukla (yok, yazmadan duramayacağım, yüzsüzlükle) geçiştirmeyi marifet sayanlardan oluşuyor. Adeta bu tavrı sürdürebilmek için bir teflonla kaplanmış durumdalar.

Teflon temsilcisi: Ahmet İnsel


İlk ve en güçlü YAE’ci önderlerden biri olarak Ahmet İnsel’in bu tanrı vergisi (?) teflonu Mine Kırıkkanat karşısında da kullanması normaldir.

Okuyanlar hatırlayacaktır. Ahmet İnsel, Nuray Mert, Aydın Engin vb. YAE’cilerin Cumhuriyet Gazetesi’ne gelişlerinde en sert ve açıktan karşı tavır Mine Kırıkkanat’tan gelmişti. Bu kişilerin önce ciddi birer özeleştiri yapmaları gerektiğinde ısrarcı olmuştu. Yani, o zamandan beri bu kişilerin Kırıkkanat’la bir hesapları var. Herhalde Kırıkkanat’ı hâlâ cuntacı, darbeci, ulusalcı vb. olarak görüyor ya da bu örnekteki gibi görmezden geliyorlardır. Bu tavra ilişkin sabıkaları zaten oldukça çok. Bu yazı dizisine de biraz bu sabıkaları anlatabilmek için başladım. Ahmet İnsel ilk sırayı almış oldu.

İntihal mi? Ayıp mı?


Önce şu intihal konusunu bir sonuca bağlamak gerekiyor. Aslında olayın benim özellikle ilgilendiğim yanında sonuç belli. Aradan epey zaman geçti, ben hiçbir yerde Ahmet İnsel’in bu konuda olumlu, olumsuz bir cevabına, bir açıklamasına rastlamadım (teflon!).

Aslında bu tavır siyasette taktik olarak kullanılabilir, ama olmazsa olmaz önkoşulları vardır. Birincisi, en ufak bir tereddüde mahal bırakmayacak şekilde haklı olmaktır. İkincisi (biraz daha sübjektif olanı), karşınızdaki kişinin herhangi bir temas durumunda yakanızı asla bırakmayacağından emin olduğunuz sülüksü bir kişi olmasıdır (örn. Doğu Perinçek).

Aksi durumda bu taktiğin kullanılması çok çok ayıptır ve kişinin kendisini ya da grubunu uzun vadede çok kötü duruma düşürür.

Mart 2016'da çıktı, PKK'nın aforozuna uğradı


Ben o cinayetleri başından beri çok yakından takip etmeye çalıştım. Mine Kırıkkanat’ın Mart 2016’da piyasaya çıkan “Hiç Kimse” adlı romanını hemen alıp okudum. Kısmen hayâli mekanlar ve kişilerle örülmüş bu romanın, katil zanlısının ilginç ölümünden sonra, gerçekliğe ne kadar yaklaşmış olduğunu bir kez daha farkettim. Yine Kırıkkanat’ın 25 Aralık 2016 tarihli Cumhuriyet’te yazdığı ”Katil mi? Hiç Kimse!” başlıklı yazısını da okudum.

İki hafta sonra, 7 Ocak 2017 tarihinde yine Cumhuriyet’te Ahmet İnsel’in “Paris’te üç Kürt kadın öldürülmüştü…” başlıklı yazısı yayınlandı. İnsel yazısında Fransız gazeteci Laure

Marchand'ın torpili ortada

Marchand’ın yazdığı “La Fayette Sokağı 147 No.da Üçlü Cinayet” başlıklı kitabı tanıtıyor. İnsel’e göre gazeteci bu kitapta sorgu tutanakları, tanık ifadeleri vb. somut kaynaklardan faydalanmış.

Ahmet İnsel’in yazısından anladığım kadarıyla bu yazarın sonunda gelebildiği nokta, Mine Kırıkkanat’ın bu somut kaynaklara erişemeden yazdığı kitabında gelmiş olduğu nokta.

Şimdi geldiğimiz nokta ise, zurnanın zırt dediği nokta. Ahmet İnsel, Kırıkkanat’ın yazısından iki hafta sonra aynı gazetenin farklı bir köşesindeki yazısında ne Kırıkkanat’tan, ne kitabından ne de köşe yazısından tek bir kelimeyle bile bahsetmiyor.

Neden Ben?


Evet, neden ben bu konunun bu kadar içindeyim? Neden uğraşıp bu yazıyı yazıyorum? Bu konunun yazının başlığıyla alakası ne?

Bu soruların cevabına geçmeden önce bahse konu çatışma (aslında çat) hakkındaki görüşümü belirtmem gerekecek. Çünkü bu soruların cevabının bir kısmı da o görüşte saklı.

İlk olarak “intihal” konusu:

Bu konu bence yoruma açık. Tartışma, “intihal nedir”, “ne durumda intihal yapılmış sayılır” sorularına kadar gider.
Burada konu, sınırları son derece belirgin, spesifik ve aynı. İnsel, Kırıkkanat’ın yazısındaki cümleleri birebir kopyalayarak kullanmış olsa buna zaten tereddütsüz intihal denir. Burada o durum yok. Aksi takdirde zaten yazıyı okumuş olduğu ortaya çıkar, ki o başka bir konu.

Biz değerlendirmemizde biraz taraf tutalım ve intihal yok burada diyelim. Ama hiç kötü bir şey de yok diyemeyeceğiz. Son derece mide bulandırıcı, çok pis kokulu bir başka durum söz konusu. Yine uzun uzun irdelemek gereksiz. Özetle: Bir yazar bir gazetedeki köşe yazısında kendi yazmış olduğu bir kitaptan alıntılar yapıyor. Kitap, güncel bir konuda. Bir hafta sonra aynı gazetenin bir başka köşe yazarı kendi köşesinde aynı konuda bir diğer kitaptan bahsediyor ve önceki kitaba ve ona ilişkin yazıya hiç değinmiyor. Sanki öyle bir kitap ve öyle bir köşe yazısı, hatta öyle bir yazar hiç var olmamış gibi.

Halbuki kitap, yayımlandığında öyle büyük ilgi uyandırmış ki, sayfalarında ona ilişkin yer ayırmamış bir yayın bulmak zor. Gazetelerin kitap sayfaları ve eklerinden Ekşi Sözlük’e kadar bir sürü yerde kitap hakkında yazılar, Mine Kırıkkanat ile söyleşiler vb. var.

Ahmet İnsel, Fransız kültürüyle yetişmiş, eğitiminin ve çalışma hayatının bir bölümünü Fransa’da geçirmiş birisi. Anlatıldığına göre Fransa, tarihinde mertçe, centilmence yapılan düellolarla meşhurdur. Ne diyebilirim?

Bir diğer sonuç ise benim hassasiyetle üzerinde durduğum konuyla ilgili: Teflon.

Ahmet İnsel, bu kitaplar ve köşe yazıları konusunda önce sevgili Yazgülü Aldoğan’ın ardından da Mine Kırıkkanat’ın sert eleştirilerine maruz kaldı. Bu sert eleştiriler Twitter sınırlarında kalmadı, OdaTV’de ve başka yerlerde kendine yer buldu. Yani çok sayıda insana erişti. Bunun karşısında İnsel’in tavrı çok net: Teflon.

Bulunduğu çevre ve konumdan ötürü kendine vehmettiği o elit, o dokunulamaz, o eleştirilemez, o hatasız kimlikten biraz kurtulabilse, ama doğru ama yanlış, ama yalan bir dolu cevap bulabilirdi. Meşrebine kalmış. “Kitaptan haberim yoktu”, “kitaptan haberim vardı, ama okumamıştım”, “yazıyı da kitabı da görmedim” dersin. “Okumuşum, okumamışım, size ne” dersin. “Siz kimsiniz, ister okurum, ister okumam, sizi de muhatap bile almam” dersin. Ama dersin. Referandum döneminde “YAE” programlarındaki gibi mertçe (?), Gezi ayaklanmasında merdivenlerin altında (malum yukarı çıkamıyorlardı) sol yumruğunu sallayarak konuştuğun gibi dersin, söyleyebildiğini söylersin. Ama sadece istediğini söyleyip, istediğini yazıp, cevabını alınca da susup bir köşeye çekilmezsin.

Bu işine gelmediğinde susma tavrının, bu görmezden, duymazdan gelme tavrının, hele hele başkalarının görüp te gözüne soktuğu, duyup da kulağına bağırdığını görmezden, duymazdan gelme tavrının bedeli bu ülkede çok pahalı oldu son yıllarda. Ve keyfen takınılan bu tavrın bedelini takınanlar değil, herkes ödedi, ödemekte ve daha da ödeyecek.

Ben bu ödemeye teflonluların da hisselerine düşen payın fazlasıyla katılmaları taraftarıyım. Belki teflonları çok dirençlidir ve bir seferde delemem. Ama en azından vuracağım darbelerin onları sarsacağını, çatlatacağını ümit edebilirim.


“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”


 “Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder