“Kalkışma” mı, “Kalk” mı, “Kal” mı?
Lafı
uzatmadan baştan söylemem gerekiyor. 15 Temmuz, asla bildiğimiz, tanıdığımız,
en azından kısa dönemde çözümleyebileceğimiz anlamda bir “kalkışma” (ya da
darbe girişimi) filan değildir.
Bu
cümleyi olayın ertesi günü söyleyebilirdim, nitekim söyledim de. Ama yazmadım.
Zaten ayın 17’sinde Mine Kırıkkanat ve bir iki gün sonra da sendika.org’ta
Kemal Erdem bu konuda son derece akıllıca yazılar yazdılar.
O
günlerde taşınma, yazlık macerası, seyahatler derken (biraz da etrafı daha iyi
görebilmek için, acaba tırsmış da olabilir miyim?) yazı bugüne kadar kaldı.
Benim Takıldığım Bazı Noktalar
Bazı
arkadaşlarımız, yaşananların neden bir “kalkışma” ya da “kalk” bile olmayıp ancak
“kal” olabildiğine ilişkin onlarca teknik madde sıraladılar, ama böyle bir
adlandırma yapmadılar. Bunun patenti bana ait. Bu maddelerin üzerinde gelecek
yazılarda ben de duracağım, ama önce pek görülmemiş ya da üzerinde durulmamış
bir iki ufak noktaya dikkat çekmek istiyorum.
1.
Neredeyse resmi devlet törenlerinde bile kravat takmayı sevmeyen
Sn.Cumhurbaşkanı’nın, tatildeyken, şahsı ve tüm ailesinin darbe ve hatta ölüm
tehdidi altında oldukları bir anda, saat 00.26’da cep telefonuyla bağlandığı
CNN Türk ekranında kravatlı olmaya özen göstermiş olması dikkat çeken bir
nokta. Olayın doğallığı ise, Hande Fırat'ın makyajsız olmasında. (Olsun, çok meşhur oldu böylece).
Bu görüntü aslında Kal'ın sonu |
2.
Marmaris’ten helikopterle Dalaman’a geçen RTE, saat 00.11’de TC-ATA uçağıyla
havalandı. Saat 00.26’da cep
telefonundan FaceTime yardımıyla CNN Türk’e bağlandı. O saatten İstanbul’a
ineceği 03.20’ye kadarki sürenin büyük bölümünü Biga üzerinde daireler çizerek
geçirdi. Bu sırada “Kal”cı F-16’lardan korunmak için bir THY yolcu uçağına ait
TK-8456 işaretini kullandı. Fakat herkesin kullanımına açık bir uygulama olan
Flightradar 24, uçağı, rotasını, kimliğini (TC-ATA olarak) tespit etti ve hatta
ekranının solunda uçağın fotoğrafını ve teknik özelliklerini bile koydu. Hele
şu şansa bakın ki, üzerinde daireler çizilmekte olan Biga’nın hemen yakınında
ülkenin en büyük hava üslerinden biri olan Balıkesir var ve oradaki dev
radarların başında kimse “yahu, bu THY uçağının pilotunun kafası mı iyi,
İstanbul üzeri yerine burada dönüp duruyor” demedi.
Tabii
bir başka büyük şans, Balıkesir’de gece gündüz sürekli uçan pilotlardan
hiçbirinin FETÖ’cü olmaması. Her dakika uçarlar, askerliğimi orada yaptım, yakinen
biliyorum.
Abdülkadir
Selvi, Hürriyet Gazetesi’ndeki köşesinde 15-16 Temmuz gecesinin herhalde birilerine
göre en zayıf taraflarından birini makul bir biçimde açıklayabilmek, aksayan
yanları düzeltebilmek için adeta yırtındı. Bir dolu yazı yazdı. Nedenini anlayamadım.
Uzun uzun buraya aktarmak istemiyorum, ama 15-16 Temmuz havacılık mucizelerini
öğrenmek istiyorsanız, 5 Ekim tarihli Hürriyet Gazetesi’nden köşe yazısını
okuyun.
3. 15-16
Temmuz’un ardından birkaç gün içinde “Daily Sabah for Policy” adlı bir kuruluş
tarafından (kâr amacı gütmeyen bir enstitü imiş ve İngilizce yayınlanan
Daily-Sabah gazetesinin think-tank kuruluşuymuş ) farklı dillerde yüz binlerce
broşür basıldı ve öncelikle THY uçaklarında dağıtılması hayranlık uyandırdı.
4.
Sn.Cumhurbaşkanı’nın çeşitli yabancı TV kuruluşlarına verdiği röportajların
yanısıra, çok önemli bir etkinlik daha gerçekleştirildi. Ne alakadır bilinmez,
Türk Hava Yolları yöneticilerinden biri, çeşitli ülkelerden 120 (yazıyla yüz
yirmi) gazeteciyi Türkiye’ye getirdi ve 15 Temmuz “FETÖ Darbesi” (konunun
özünden uzaklaşmamak için biz ona gene “Kal” diyelim) üzerine broşürlerle
desteklenen bir brifing verdi.
THY, toplantıyı yurtdışındaki olumsuz izlenimleri
|
5.
15-16 Temmuz’un renkli enstantaneleri, Sn. Cumhurbaşkanı’nın farklı yabancı TV
kuruluşlarına verdiği röportajlar, iktidarın muhalefetle birlikte davranışları
(Yenikapı ruhu vb.), FETÖ yapılanması, muhtemel “Kal” suçluları, ABD ve diğer
ülkelerdeki FETÖ faaliyet ve yapılanmalarını içeren ve Anadolu
Baskı mükemmel, hiç bir masraftan kaçınılmamış |
Kim Osurdu, Bit Osurdu?
Şimdi
bu beş maddenin özellikle son üçü, beni çocukluğuma götürüyor ve o yaşlarda
başvurmak durumunda kalabildiğimiz bir tekerlemeyi hatırlatıyor:
Kalabalık
bir ortamda aramızdan biri osurduğunda (kibar versiyonu olan “yellenmek”
fiilini tabii ki ben de biliyorum, ama kafiyesi uymuyor), olayı
toplumsallaştırmak ve asıl suçluyu gölgeleyebilmek için, “kim osurdu, bit
osurdu?” diye bir tekerlemeyi devreye sokardık. Nereden aklıma geldiyse?
Yok,
yok, hatırladım, sanki biraz da anladım. İki ihtimal söz konusu: Bu üç farklı
kuruluş (Daily Sabah, Anadolu Ajansı ve THY) ya kendi inisiyatifleriyle (bu
“Kal”a inanmadıkları ya da arka planını yakından iyi görebildikleri için)
tedbir olarak acil bir “kim os....., bit os....? ” operasyonuna giriştiler ya
da bu yönde emir aldılar.
Cui Bono? Kime Yaradı?
Sıra
numarasıyla gariplikler buraya kadar buraya kadar. Şimdi hiç bir sıraya
sığmayacak bir evrensel gerçek geliyor. Altı okka t.ş.klı (vallahi cinsellik
anlamında değil, argo anlamında) Mine Kırıkkanat’ın 17 Temmuz 2016 (“Kal”den
sadece bir gün sonra) tarihli yazısındaki tarihi soru. Hani Cicero sormuş ya:
“Cui bono?”, “Kime yaradı?”
15
Temmuz’dan bu yana geçen sürede bu tarihi sorunun cevabı herhalde netleşmiştir.
Adamcağız, Bilal’in bile anlayabilmesi için daha ilk günde özellikle vurguladı:
“Bu bize Allah’ın bir lütfudur”.,
Militarist,
postalcı filan demeyin, çok kırılırım. Ama askerlikte çok hoşuma giden bir
komut esprisi vardır, tam yeri geldi.
Bu,
nedense yerleşmiş bir komut
silsilesidir: “Bölüüük dur! Kandıralı sen de dur!”
Bunu
bir iki farklı şekilde günümüz koşullarına uygulayabiliriz.
Belki
bir kullanım: “Hey, sol liberal (ya da liberal demokrat), osuruğun kaynağını
sen de bul!”
Farklı
bir ifade: “Heeey, kullanışlı aptal. Aptallığı bırak, osuruğun kaynağını sen de
bul!”
“Kal”ın
detayları, hataları, sonuçları üzerine bir dolu yazı okuduk. Yandaşlar bir
yandan, karşıtlar karşı yandan (şaka, şaka, buna çok az kişi cesaret edebildi)
kapsamlı sayılabilecek inceleme ve yorumlarda bulundular.
Kimisi
alt alta onlarca madde bile sıraladı (benim baştaki aykırı beş maddem gibi).
Ben şimdilik o kadar detaya girmek istemiyorum. Bu yazıyı bazı ana hatlara
ilişkin yorumlar ve son söylemem gerekeni, henüz konu tam manasıyla
irdelenmemişken söylemiş olmak için, yazıp kapatacağım.
Son Söylenecekler
15
Temmuz “Kal” girişimi, kendi amaç ve ölçüleri içinde (!) son derece
başarılıdır. Durun! Kızmayın hemen! Ünlem işaretine dikkat edin. Kısmi
planlaması, gerçekten son derece ekonomik ve teknik olarak hazırlanmıştır.
Üç
uçak oraya, beş uçak buraya, dört helikopter şuraya, üç tank ve elli asker bu
köprüye, iki zırhlı araç ve otuz asker bu köprüye, iki cemse asker
Taksim’e,
küçücük çocuklar ellerinde otomatik silahlarla g.t içi kadar Çengelköy
Meydanı’na. Bunların çoğu da ne
yapacağını bilmiyor. Fotoğraflardan belli. Anlamadığım tek güçlü ayrıntı,
İncirlik Üssü’nden kalktığı iddia edilen iki tanker uçak. Onlar da pek işe
yaramamış, dakikalar yetmemiş, Abdülkadir Selvi öyle söylüyor.
Üç, beş evlat. Habersizler |
Bu
yazıyı yazabilmek teknik ve siyasi açıdan çok zor. Okuyacak olanlar tarafından
minicik nüanslar gibi algılanacak olguların, çıkış noktaları, bakış açıları
neredeyse birbirine ters olmasına rağmen, sonuçta aynı ya da çok yakın yere
çıkıyormuş gibi algılanmaktan korunması lazım.
“Cümleye
bak, süngüye davran”.
Neyse
açıklayabilirim sanıyorum. Bir farklı deneme daha:
Olayı
analiz etmeye çalışan bir dolu görüş var. Ben burada “sol liberal” ya da “liberal
demokrat” gibi adlarla anılan gruptan birkaç örnek verecek, ardından da
onlardan çok farklı, hatta zıt olarak nitelenebilecek kendi görüşümü anlatmaya
çalışacağım.
Ama
bu görüşler, bazı argümanları gözardı edildiğinde, aynı sonuca varmış ve
birbirinden farklı değilmiş gibi görülebiliyorlar. Aslında burada belirleyici
olan, o gözardı edilenler. Onlar dahil edildiğinde ise, varılan nokta aynıymış
gibi görünmesine rağmen, aslında çok farklı olduğu anlaşılıyor, bu da çok
normal.
Çıkış
noktasındaki zıt görüşlerin sahipleri, dünyayı, olayları, geçmişi ve geleceği
otomatikman farklı (hatta bazen zıt) yönlerden görebiliyorlar, farklı çizgileri
takip ediyorlar. Bunları sembolik olarak adlandıralım: Bir taraf sol liberal ya
da liberal demokrat filan olsun (YAE’ci de diyorlar onlara), diğer taraf da
sosyalist.
Şimdi Örnekler
Önce
görüşlerden birincisine (diyelim ki liberal olanına) birkaç örnek vereceğim.
Örnekler birden çok, çünkü bu özgün ve önemli şahısların yalnızca birine ya da
ikisine yer verip, diğerlerinin hakkını yemek ve bu görüşün kapsamını eksik
bırakmak istemiyorum.
İkinci
görüşe ise tek örnek vereceğim. Çünkü o görüşü, şimdiye kadar okuduklarım ve
gözlemlediklerim ışığında yalnız ben savunuyor olacağım, şimdilik. Yok,
kimsenin hakkını yemek istemem. Aynı ya da yakın çizgide fikir açıklayanlar
tabii ki oldu.
Bu
görüşün yukarıdaki sembolik adlandırmalar bağlamında “sosyalist” olarak
belirlenmesi ısrarında değilim. Tek dayanağı şu: Hani ben kendimi hala bir
miktar sosyalist kabul ediyorum ya, eh bu görüş de benim olduğuna göre? Haksız
mıyım?
Sol Liberallerin Örneklerine Altyapı
Liberal
örnekler damdan düşmüş gibi gelmesin, ufak bir altyapı hazırlamakta fayda var.
Aşağıda sıralanacak örneklerden ilkinin sahibi, bakalım yıllar önce 2009 yılı
Ocak ayında Can Dündar’ın NTV’de yayınlanan “Neden?” adlı programında neler
savunmuş? (Bold'lar benim. Z)
Sol-Lib
1 (Bu kişiyi “Sol-Lib 1 olarak adlandıralım. İsim listesi daha sonra gelecek.):
"işte poliste çok etkili
oldukları, maliye bürokrasisinde etkili olmaya başladıkları falan söyleniyor,
ama bu, herhangi bir siyasi hareket zaten bir iktidar mücadelesi veriyorsa
yaptığı iştir.
............................
siz eğitim çalışması yapıyor,
insanları eğitiyor, okullar açıyor diye hiç kimseyi suçlayamazsınız. Bu yasal
araçtır. Bununla yetişmiş olan insanların ayrıca işte böyle bir proje dahilinde
devlette işte etkin hale gelmeleri, ticarette etkin hale gelmeleri falan,
bunlarla uğraşıyorlarsa, bunun karşısına ancak benzer bir çabayla karşı
çıkarsınız, buna bir şekilde karşı çıkıyorsanız, siz yine bunlar gibi meşru
araçları kullanarak karşı çıkarsınız. Bunların
hiçbiri gayri meşru sayılmaz.
....................................
Şimdi bu Ergenekon operasyonunda
Fethullah Gülen cemaatinin isminin çok sık geçmesinin, bu Ergenekon'da
tutuklanan, suçüstü yakalanan, bize bütün bir topluma çok büyük bedeller
ödetmiş olan birilerinin, yani kendilerinin yaptıklarına projektörler
çevriliyken, işin bu tarafını hafifletebilmek, gözden kaçırabilmek ya da kenara
attırabilmek için bir başka grupla bir mücadele içindeymişler gibi
göstermelerinin sonucu olduğunu düşünüyorum. Poliste Fethullah Gülen'den
birileri olabilir, o cemaate yakın, soruşturmayı da yapıyor olabilirler,
soruşturma da onlara emanet edilmiş olabilir, bilemiyorum, bunlar mümkündür
yani yapılabiliyor. Bizim bunları yani Fethullahçı diye falan filan yerde işte
siciline yazı yazılmış o adamların, ne yaptığına, bu polislik görevlerini,
kendilerine verilmiş görevi nasıl yaptıklarına bakmak zorundayız.”
Peki,
bu Sol-Lib 1, 15 Temmuz’un hemen ardından neler diyor?
“Bu kalkışmanın 2016 Ağustos’ta YAŞ
tarafından tasfiye edileceklerini öğrenen Ordu’daki “Fethullahçı” unsurlarca
planlanıp yapıldığı yolundaki AKP iddiası inandırıcılıktan çok büyük ölçüde
yoksundur. AKP iktidarının ve onun tarafından Ordu’nun en üst makamlarına
atanan kadronun Ordu’da büyük çapta bir “temizliğe” kararlı olduğuna dair
haberler Temmuz başından beri yayımlanmakta idi. Bu “temizlenecekler” arasında
“Cemaat”e mensup olduğu iddia edilebilecek birileri olabilir. Ama bunların
miktarının şimdi darbeci diye tutuklanan, aralarında 40’a yakın generalin de
olduğu 2000’i aşkın muvazzaf subay-astsubay düzeyinde olması mümkün değildir.
Ordu’nun 1980’li yıllardan beri “irticai faaliyette bulunmak”tan dolayı
bünyesinden tasfiye ettiklerinin pek çoğunun “Cemaatçi” addedildiği, bu tasfiye
işlemlerini AKP iktidarının ilk beş yılında Erdoğan’ın karşı çıkışlarına
–koyduğu “şerh”lere– rağmen sürdürdüğü; son üç yıldır AKP iktidarının da bu
“temizliği” bilhassa teşvik ettiği düşünüldüğünde, Silahlı Kuvvetler bünyesinde bu kadar çok sayıda, bu kadar üst seviyede
ve bu kadar kritik aktif görevlerde “Cemaatçi”nin var olduğu iddiası kesinlikle
mantık dışıdır.
………………………………………
O nedenle 15 Temmuz’da gayet ciddi
bir “her şeye rağmen demokrasi” sınavından vakarla ve başarıyla geçmiş olan AKP
muhalifi demokrasi ve uygarlık değerlerine bağlı kesimin telaşa, Erdoğan’ın bu
vesileyle gücünü arttırması endişesine kapılıp gitmesine kesinlikle gerek
yoktur. AKP’nin ve Erdoğan’ın eline şimdilik bazı fırsatların geçtiği doğrudur.
Ama hiç de uzak olmayan orta vadede bu fırsatlardan umduğu sonuçları
alamadıklarını da görebileceğiz.”
Sol-Lib 2 geliyor:
“Başta Tayyip Erdoğan,
kâbus gecesinde olayın ne olduğunu açıklayan herkes, “ordu içinde küçük bir
grup” türünden açıklamalarla ya da daha net bir biçimde Fethullah Hoca
cemaatini işaret ettiler. Ben bunun gerçek açıklamada çok “politik açıklama”
olduğu kanısındayım. Yani, Erdoğan’ın ve dolayısıyla AKP’nin bugünkü somut
siyasî durum karşısında takınmak gereğini duyduğu tutumların dikte ettiği bir
açıklama.
2002’de AKP’nin
iktidarı elde etmesinden itibaren başlayan, “darbe geliyor” atmosferini
yaratanlar, orduyu göreve çağıranlar, kimi çağırıyordu? Hele o
aşamada, herhalde Fethullahçıları değil. O günlerde çağıranlar (ya da onların
bir kısmı) ancak şimdi buna cevap verebildiler.
İşte, bir ekip TRT’yi
zorlamış, girmiş, bir de bildiri okutmuş. Nasıl olduğu şimdi anlatılıyor. O
bildirinin içeriğinde ya da üslûbundan Fethullah Hoca’yı hatırlatan bir şeyi
göremedim. Bildirinin sahibi, imza sahibi de “Yurtta Sulh Grubu” idi. Bunun da,
“Fethullahçılar”ın kendilerine yakıştıracakları bir kimlik olduğunu
düşünmüyorum.
“Fethullahçılık” bu
toplumda yıllardan beri varolan bir olay ve ayrıntılarını bilmesek de hepimiz
genel gidişini biliyoruz - biliyorduk. Silâhlı Kuvvetler kendini “Fethullahçı
sızma”ya karşı en büyük titizlikle korumaya çalışan kurumdu. Bütün bu dikkate rağmen şu geceki olayı
yaratacak çapta bir “Fethullahçı sızma ve örgütlenme” olduğunu akla yakın
bulmuyorum.
Ancak siyasî iktidar
şu ara Türkiye’nin egemen ideolojisini paylaşanların bir kısmıyla (önemli bir
kısmıyla) ittifak kurmuş ya da bir “ateşkes” yapmış durumda olduğu için onların
adını bu olaya karıştırmak “politik” olmayacak.
Bir geleneğin
muhtemelen son perdesi kapanırken, daha önce sahneye hiç çıkmamış birileri
sahneye çıktılar ve sahneye hâkim oldular.”
Şimdi gelsin Sol-Lib 3:
“Edindiğim izlenimi,
tahminimi aktarmaya çalışıyorum. Yani şunu: Orduda darbe girişimine katılanlar,
Gülenci teşkilattan ibaret değil. Şüpheli konumdakilerin hepsi Gülenci
değil. Mağdur gözüken kimileri mağdur değil. Şüpheli gözükmeyenler şüpheli.
Birkaç değişik saikle birkaç değişik grup, üst komuta heyetinden kimileri
dahil, bu işin içinde. Kalkışıldı, daha ilk aşamada birileri üzerlerine
düşenleri yapmadı, belki sattı, belki başka şekilde ayartıldı, ortaya çıkan
berbat manzara birilerini daha caydırdı, başarısızlık ihtimali erken bir evrede
kesinleşince öfke nöbetleri ve intiharî eylemler ortaya çıktı. Muhtemelen bir
aşamadan sonra birilerinin başlıca kaygısı ve uğraşı, başlangıçtaki konumlarını
farklı göstermek ve başlangıçtaki tavırlarının izlerini silmek oldu.”
Ve
Sol-Lib 4 (1, 2 ve 3’den özür dilerim, ama 4 ile yanyana duranlar,
farklılıklarını ortaya koymayanlar onlardı, onları korumak için elimden bir şey
gelmez. Zaten bu görüşü de büyük ölçüde paylaştıklarından eminim.)
“(…) Ben bu darbenin basitçe bir
Fethullahçı marifeti olduğuna inanmıyorum. Evet, belli ki Fethullahçı subaylar da girişimin içindeymiş, fakat
meselenin onlardan ibaret olmadığı çok açık. Rütbelilerin %40’ı, %50’si gibi
oranlar telaffuz ediliyor. Fethullahçıların orduya bu kadar sirayet etmiş
olması mümkün değildir. Demek ki; darbecilerin ana gövdesi 1960’tan beri iyi
tanıdığımız klasik Kemalist, “laik”, halk düşmanı subaylardı. Hükümetin
sadece FETÖ’ye odaklanması beni kaygılandırıyor. Kemalistler, Ergenekoncular,
hakiki darbeciler aklanmış oluyor çünkü.”
Hadi,
Kendinizle Yarışın
Agatha Christie başta olmak üzere dünyaca ünlü bir
dolu yazarın polisiye romanlarını yayınlamış olan Akba Yayınevi’nin bir
uygulaması vardı. Çoğu romanın belirli bir yerine gelindiğinde açtığınız
sayfada farklı bir yazıyla karşılaşırdınız. Külliyatın neredeyse tümünü okudum,
ama herhalde mazur görürsünüz, üst yazıyı aynen hatırlamam imkansız. Mealen
şöyleydi: “Buraya kadar katilin kim olduğuna ilişkin tüm ipuçları verilmiştir.
Bunların ışığında katili bulunuz. Bulamıyorsanız okumaya devam ediniz.”
Benim de sizden ricam, “Mahşerin bu dörtlüsü”nü
doğru sırayla tespit etmeniz. Kısa bir aradan sonra yazıya devam edebilirsiniz
ve listeye erişebilirsiniz.
Neyse, yazıyı çok kesintiye uğratmayalım.
İşte
liste:
Sol-Lib 1 : Ömer Laçiner, 2009 yılı Ocak ayında Can Dündar’ın
NTV’de yayınlanan “Neden?” adlı programı
Sol-Lib
1 : Ömer Laçiner, 15 Temmuz’un ardından, “15 Temmuz’dan Sonra”,
birikimdergisi.com, haftalık yazılar, 18 Temmuz 2016
Sol-Lib
2 : Murat Belge, 17 Temmuz 2016 tarihli T-24 internet dergisi
Sol-Lib
3 : Ümit Kıvanç, 29 Temmuz 2016 tarihli T-24 internet dergisi
Sol-Lib
4: Roni Marguiles, Albayrak Medya Grubu Cins Dergisi Eylül sayısı
Burada
vurgulamam gereken bir durum var: Ömer Laçiner’in 18 Temmuz tarihli yazısı,
aslında alıntı yapmaya çok müsait değil. Yani alıntıyla anlam kaymasına neden
olunabilir. Töhmet altında kalmak istemem, hele böyle insanlar karşısında. Bu
nedenle ricam, imkan bulursanız dört yazıyı da bulup okumanız. Ömer Laçiner’in
TV konuşmasını bulup izlemeniz çok gerekli değil. Hele “yetmez ama evet”çilere
karşıysanız, çok sinirlenebilirsiniz, boş verin.
Peki, ben ne diyorum?
15
Temmuz “Kal”ı, çok büyük bir olasılıkla, hatta tek bir özel eylem haricinde
tümüyle ve münhasıran FETÖ’ye bağlı güçlerce gerçekleştirilmiştir. O tek özel
eylemi yazının sonunda belirteceğim.⃰
Benim
fikrime göre, “Kal”ın hazırlıkları, planları ve zamanlaması hakkındaki
bilgiler, uzunca bir süredir Cumhurbaşkanlığı, MİT, Genelkurmay Başkanlığı ve
Başbakanlık tarafından bilinmekte ve büyük ihtimalle içinden takip edilmekteydi.
Buradaki
kadronun büyük başarısı, dışarıya (FETÖ’ye) bilgi sızdırmamayı ya da istediği
planlı bilgileri sızdırmayı sağlamış olmasıdır. Zaten Cumhurbaşkanı’nın biri
YAŞ üyesi diğeri 2.Ordu Komutanı olan iki orgenerali örgüt üyesi olma
şüphesiyle bir an tereddüt etmeksizin görevden almasının, ama “Kal”ı kendisine
haber vermediği iddia edilen Genelkurmay Başkanı’nı ve MİT Müsteşarı’nı görevde
tutmasının tek bir nedeni olabilir, o da hepsinin “Kal”ın muhtemel günü, saati,
katılacak personel vb. konularda önceden muhtemelen birlikte etüt edilmiş ortak
bilgilere sahip olmalarıdır.
Peki,
birileri darbe yapmaya çalışırken diğerlerinin mevcut iktidara kol kanat
germesinin sebebi nedir?
Bunun
cevabı kısa bir TSK ve darbeler tarihinde yatmaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri,
1960 yılından bu yana tüm darbeleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurtuluş Savaşı’nı
yapmış kurucu ordusu olarak değil, NATO’nun ordusu olarak yapmıştır. Tek tek
bunları burada uzun uzun anlatmak niyetinde değilim. Ama bu orduyu yıllardır
Kemalizm’in kalesi olarak görmekte olan, bu yanlış (saplantısal ve sapık) görüş
nedeniyle Ergenekon, Balyoz vb. davaları destekleyen ve 12 Eylül 2010
referandumunda ¨yetmez ama evet¨ için yırtınan embesiller için bir o konuda da dizi
yazı hazırlamaya karar verdim.
NATO, bir nevi organı olduğu ABD emperyalizmi (ve
hadi kalbiniz kırılmasın, üst akıl) yönetiminde, tüm üye ülkelerin orduları
üzerinde mutlak denebilecek bir denetime sahiptir. TC Ordusu da, binlerce
subayını yıllarca ABD başta olmak üzere tüm üye ülkelere eğitim (?) amacıyla
gönderdi. Yani demem odur ki, NATO, TC Ordusu içindeki gücü bakımından FETÖ’den
katbekat üstündür. Ya da şöyle ifade edelim: NATO isteseydi, FETÖ kazanırdı.
Hemen
burada şiddetle vurgulamam gereken hayati önemdeki nokta şudur:
“TC Ordusu, bir NATO ordusudur
(nokta).”
Bugünkü
(son altmış küsur yıllık) TC Ordusu’nun TC’nin kurucu iradesiyle, hadi sizin
istediğiniz gibi söyleyelim, Kemalizm’le uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.
Tarihimizdeki
en Kemalist (!) darbeyi yapan Kenan Evren, kürsülerden ayetler okumuş,
Türk-İslam Sentezi’nin egemen kılınması için yırtınmıştır. Soru: Kemalizm
gereği mi, üst akıl talimatları gereği mi? Tabii, o bu talimatları aslında
anlayabilecek kapasitede değildi, ama emir demiri kesti.
İlk
resmi darbesini 27 Mayıs 1960 tarihinde yapan TC Ordusu, darbeci Milli Birlik
Komitesi’nin güçlü (ABD’de, Panama’da kontrgerilla eğitimi almış olan) albayı
Alparslan Türkeş’in ağzından o sabahki bildirisinde “NATO’ya bağlıyız,
CENTO’ya bağlıyız” hönkürmeleriyle asıl patronuna seslenmiştir. Darbenin
ardından emekliye sevkedilen ve EMİNSU (Emekli İnkılap Subayları) olarak
adlandırılan binlerce subayın tümü, Demokrat Parti yanlısı oldukları için mi
ordudan çıkarılmıştır? (İnkılap kelimesine dikkat).
Kemalizm Düşmanlığı
İnsanların
Kemalizm’e ya da Atatürkçülüğe karşı, hatta düşman olmalarını anlayabiliyorum.
Ama bu düşmanlığın, FETÖ ya da RTE’nin kucağına oturmaya neden olacak kadar
güçlü olmasını anlamıyorum. Vurgulamak istediğim, bunun bir tavırdan ziyade,
bir bakış açısı, bir manzara meselesi olduğu. O kucaklardan bakıldığında,
altmış yıldır NATO ordusu olan TC Ordusu’nu Kemalist gibi, davadaki haliyle
“Ergenekon”, “Balyoz”, “Askeri Casusluk” vb. olayları da gerçekmiş gibi görmek
herhalde mümkün olabiliyor.
Dikkatinizi
çekerim, bu bakış açısı hatası ile ilgili olarak son derece halisane ve mutedil
bir tavır sergiliyorum. Bu hatanın muhtemel asıl nedenleri çok farklı olabilir,
belki ileriki yazılarda o nedenleri de irdeleme fırsatı bulabilirim.
Gelelim 15 Temmuz “Kal”ına ve Doğal
Teşhis Yanlışlarına
Önce
bir kaç soru:
TSK
tarafından, “Kal”a katılan personel, uçak, helikopter, tank, zırhlı araç vb.
sayısı açıklandı. Görülüyor ki, TSK’nın ezici bir çoğunluğu buna katılmadığı
gibi, bir sürü muharip garnizonda da engelleme faaliyetlerinde bulunulmuş.
Şimdi ilk açmaz burada, dolayısıyla cevaplandırılması geren bazı sorular var:
“Kal”a
katılmayan, hatta engellemek için kimi yerde canını tehlikeye atan, hatta
kaybeden TSK personeli, Kemalist orduya mı, NATO ordusuna mı bağlıdır?
Emirleri
Kemalist üstlerinden mi, NATO’cu üstlerinden mi almışlardır?
RTE
ve AKP ile ittifak yapan, kurtaran ve FETÖ’yü yenen, Kemalist TSK mı yoksa NATO
TSK’sı mıdır?
Şimdi
embesillere sorunun dibi:
Sizin
bildiğiniz ve ölümüne düşman olduğunuz Kemalizm ya da Atatürkçülük nasıl bir
şeydir? Hangi amaç ya da nedenle olursa olsun, FETÖ, RTE ya da AKP ile ittifak
yapar mı?
Buraya
kadar bile zorlanacaklar. Bu tür soruları keselim.
“Kal” Ne Peki?
Bu
kerameti kendinden menkul “Üst akıl” var ya, aslında çok da hata yapar. Yakın
tarihte buna en iyi örneklerden biri İran’dır. Cami ve molla faktörünü hesap
edemedi ve kaybetti. Aynı “üst akıl” bizimki gibi ülkelerde, daha doğrusu İslam
ülkelerinde kişisel (mezhepsel, tarikatsal) hırsların, ihtirasların bazen ilmek
ilmek dokunmuş sistemleri riske atabilecek güçte olabileceğini öngöremedi. Aynı
“üst akıl”, “7 Şubat”, “17-25 Aralık” gibi, bir dolu ülkede mevcut hükümeti
alaşağı edebilecek saldırıların, burada vız gelip tırıs gidebileceğini asla
tahmin edemedi.
Bu
öngörüsüzlüğün en büyük nedenlerinden biri, aynı “üst akıl”ın, “Ergenekon”,
“Balyoz”, “Askeri Casusluk” vb. davalarda elde etmiş olduğu başarıydı.
Hesap hatası neredeydi?
Bu
davalar sırasında iktidarı oluşturan bir ittifak bloğu (AKP ve FETÖ) söz
konusuydu. Avam bir anlatımla, karı-koca ilişkisi geçerliydi. Bu ilişkinin çok
önemli bir faktörü ise, sol entelektüel kesimde yer alan, adeta “kıyakçı”
görevi yapan ve nedense “sol liberaller”, “liberal solcular”, karşıtları
tarafından da “kullanışlı aptallar”, “YAE’ciler” vb. olarak adlandırılan
kesimin varlığıydı.
Halbuki
7 Şubat, 17-25 Aralık dönemlerinde evlilik sona erdi, yatak darmadağın oldu,
zavallı YAE’ciler çoktan “kullanışlı aptallar” rütbesiyle kıyakçılık görevinin
dışında kaldılar ve tarihteki yerlerini aldılar.
Aslında
haklarını yememek lazım. Bazıları, bu yeni duruma adapte olmak, yazdıkları AKP
karşıtı yazılar nedeniyle yargılanabilmek, dolayısıyla ellerinin kirinden (!)
kurtulabilmek için ellerinden geleni yaptılar, ama onları ne AKP adamdan saydı,
ne de bir zamanlar çok etkili oldukları dış odaklar. Eh, boşuna dememiş atalarımız,
“kıyakçılığın sonu ayakçılıktır” diye (bak.ekşi sözlük).
Ne Yapsın Bu Durumda “Üst Akıl”?
Ne
yapabilir? İki militan yetiştirmiş. Rakipleri (ya da düşmanları) karşısında çok
daha güçlü olabilsinler diye bunları müttefik (ortak) yapmış, işleri içeride,
dışarıda daha kolay olsun diye kıyakçılar (YAE’ciler filan) bile ayarlamış.
Bu
nabekarlar onun sözünü dinlememişler, gözlerini hırs bürümüş, zavallı “üst
akıl” bir süre birine destek olmuş (7 Şubat, 17-25 Aralık), o başaramayınca
öbürüne razı olmuş. Nasıl olsa elinde Rıza’sı, Berat’ı filan varmış. Her
istediğini ona da yaptırabileceğine güveniyormuş.
Planlar
tabii ki derhal bu yeni duruma göre revize edildi. İki militanından birinin,
köşeye sıkışmış olması nedeniyle mecburi bir atak yapması kaçınılmazdı (belki
de vezir yerine fil vermek olabilir bu). Diğer yandan NATO eğitimli (!) ve
emirleri NATO’dan almaya alışmış ordu kesimlerinin öncelikle buna katılmaması,
daha sonra da karşı çıkması organize edildi.
Bir
yandan da farklı plan ve zamanlamaların bilinçli sızdırılmasıyla, “Kal”ın
zoraki olarak öne alınması ve başarısızlığa değil (!) ama akamete mahkûm bir
hareket olmasına yol açıldı. Yani “Kal”
dendi.
Şu “Üst Akıl” Üzerine Birkaç Söz
Bu üst
aklın belki bileşenleri arasında değil ama, büyük etkisi ve hatta hakimiyeti
altındaki güçlere verilebilecek en iyi örnek NATO’dur. Kolayca tahmin
edilebileceği gibi, güçlü bir silahlı örgütlenmesi olmayan bir “üst akıl”a,
akıl filan denemez.
Bu
“üst akıl”a takmış durumdayım. Bu kavram canımı sıkıyor. Kullanım açısından
belki bir kolaylık sağlıyor, ama sanki bir şeylerin anlamını kaydırıyor, bir
şeyleri kamufle ediyor. Sanıyorum, bu küreselleşme olayından sonra, kimi
çevrelerde Amerikan emperyalizmi ya da anti-emperyalizm kavramları eski
anlamlarını kaybettiler.
Galiba
“üst akıl” da kavram olarak aynı dönemde devreye girdi. Daha küresel, daha
mistik bir hava kattı. İşin komik tarafı, bizde birileri “üst akıl” kavramını
kullandığında, duyulmasından endişe ediliyormuş gibi bir yüz ifadesiyle, aslında
hala ABD’yi işaret ediyor. Olayı daha kapsamlı görenler de mutlaka vardır.
Şimdi
bir başka soru, cevabı da çok basit aslında. Türkiye’de yıllardır beraber
yürümüş, aynı yağmurda ıslanmış bu iki gücün de patronu, bu “üst akıl” değil
miydi?
Cevap
geliyor: Evet. Ama bazen böyle iki yerel güç arasında kontrol dışı sürtüşmeler olabilir.
Bu sürtüşme öyle bir hal alabilir ki, tarafların ikisi de yerlere serilebilir.
Bu ihtimalin varlığında “üst akıl”ın yapması gereken, işler bu noktaya gelmeden
durumu analiz ederek, tarafların birini feda etmektir (tabii tümüyle değil).
Üst
akıldan bu kadar çok bahsederken, unutulmaması ve bilhassa vurgulanması gereken
bir özelliği söz konusu. Birçok bileşeni olduğunu varsaydığımız bu ucube, bu
çok parçalı halinden ötürü, kendisine gelecek zararları asgariye indirmeye
programlıdır. Nihai menfaat ortaklığı bilincine çok yıllar önce varılmış
olduğundan, hiç bir bileşen bir diğerini ortadan kaldıracak ya da hiçe sayacak
tavırlara girişemez, girişmez.
Hayali bir örnek:
Hayali
bir ülkede gerçekleştirilecek bir darbe için, bunun alt bileşenlerinden biri
(diyelim ki CIA) darbeci tarafı, diğeri (diyelim ki Pentagon) varolan iktidarı
destekliyor olsun, sonuçta taraflardan birinin tamamen imha olması bile ancak
bu iki bileşenin (ya da diğer bileşenlerin de) bir konsensüse varmalarıyla
olur. Bu, menfaat ortaklığı bilincinin zorunlu bir sonucudur. Üst Akıl’ın
menfaatleri daima her bileşeninin menfaatinin üzerindedir.
Türkiye’de
gelinmiş olan nokta, bir tarafın tümüyle imhası değildir. FETÖ henüz her şeyi
kaybetmiş değildir. Tek başına “FETÖ’nün siyasi ayağı” konusu bile, tam bir
mağlubiyetten ya da tam bir galibiyetten söz edebilmeyi imkansız kılmaktadır.
Ayrıca üst akıl açısından FETÖ’nün uluslararası gücü de yokmuş ya da yenilmiş
gibi değerlendirilemez.
Bu
teorik varsayımı ülkemize ve “Kal”ımıza uygulamanın aslında biraz problemli
olduğunu söyleyebiliriz. Neden mi? Çok basit.
Bir
yanda her an ne yapacağı belli olmayan, önceden kestirilemeyen bir
cumhurbaşkanı söz konusu (belki de gücünün büyük kısmı bu özelliğinden geliyor).
Diğer yanda ise, ne yaparsan yap, “şuralarıma da vur” diyen bir halk.
Her
ikisi de, Üst Akıl’ın planlamaya ve oynamaya alışmış olduğu Dünya ortalama
standardının çok dışında.
Bu
nedenle yazı boyunca “Üst Akıl” ile “Kal” bağlantısı hakkında yazılanları
okurken toleranslı olmanızı öneriyorum.
Peki, Burada Oynanan Satranç mı?
Bu
mücadeleyi satranç oyunu üzerinden anlatabilmeyi isterdim, çok da kolay
olabilirdi, ama yanlış olurdu.
Bizim
oyundaki en önemli fark şu: Satranç, zıt menfaatlere sahip iki oyuncu arasında
oynanır. Bizimkinde ise “üst akıl” (ABD, AB, Nato, Bilderberg, 12 Aile, FED, 7
Kızkardeş, İlluminati, vb., bunların bir kısmı ya da tümü, her neyse), satranç
tahtasının tamamına hükmeder ve kuralları kendine göre değiştirerek uygular. Ne
mi yapar?
Bir
defa normal bir oyunda başvurulabilen hamleleri o da uygular. Vezirini
kaybetmemek için filini ya da kalesini, şahını yani oyunu kaybetmemek için
vezirini feda etmekten çekinmez. Ama yenilmiş olan taşları, tahtanın dışına
almaz. Zamanı gelince yeniden kullanabilmek için tahtanın bir kenarında
bekletir, gücünü ve işlevini değiştirebilir.
Hele
hele karşılaşmanın taraflardan birinin mutlak galibiyetiyle bitmesine asla
imkan tanımaz. Tahta her zaman onun mutlak kontrolü altında olmalı ve başka bir
muhtemel “üst akıl”a (henüz ortada böyle bir şey yok) kaptırılmamalıdır.
Nereden başladık, nerelere geldik?
*Yukarıda
yazının sonunda belirteceğimi beyan ettiğim eylem ise şu:
“Kal”ın
sabahında bazı ayrıntılar belli olmaya başladı ve nedense aklıma çok tanınan
tarihi bir fotoğraf geldi. Yanında gene çok tanınan bir kelime. Resmi
görüyorsunuz, kelime ise “Reichstag” (İmparatorluk Parlamentosu).
Olay bir meczubun ve komünitlerinüzerine atıldı.
|
Her
şey bitmiş, yenilgi kesin. “Yurtta Sulh” bildirisi yayınlamış, parlamenter
sisteme bağlı kalacağını beyan etmiş bir darbeci hareket, aleyhine en çok
kullanılabilecek bir TBMM bombardımanına girişiyor. Uymuyor.
Bu
15 Temmuz “Kal”ının çok önemli iki noktası var. Birincisi Tuğg. Semih Terzi’nin
Özel Kuvvetler Karargahı’nın kapısında P. Asb. Kd. Başç. Ömer Halisdemir
tarafından öldürülmesi, ikincisi ise TBMM’nin bir F-16 tarafından bombalanması.
Bu
iki noktanın da ortak ilginç noktası, zamanlamaları, açıklanmaları çok zor.
Başlangıçtaki
dört, beş saatlik karanlık sürenin yanısıra bu iki noktanın şüpheye mahal
vermeyecek şekilde aydınlatılması, “Kal”ın tümüyle çözülmesine büyük katkı
sağlayacaktır.
Neyi Beceremedim? Neleri Bulmalı?
Bu
yazıda yapmak istediğim, “Kal” ve onunla bağlantılı konuları kısa parçalar
halinde verip, sonra gelecek yazılarda detaylara girmekti. Yapamadım. Bir, iki
konuya burada da biraz derin girmek durumunda kaldım. Çok uzadı.
Dış
basını takip edebilenler, yabancı ülkelerde bu darbe girişimi (?) hakkında
oldukça yoğun şüphelerin hala sürmekte olduğunu, bazı soruların tekrar tekrar
sorulduğunu gözlemlemektedirler sanırım.
Gelecek
yazılarımda bu sorular konusunda yazmaya çalışacağım. Örnek mi? Yukarıda
üzerinde durduğum üç önemli noktanın dışında, “Saray bombardımanı” (?),
“yollara, meydanlara çıkanlar kimlerdi, ne zaman çıktılar?”, “hiç bir uçak
sonsuza kadar havada kalamayacağına göre, ‘darbeci uçaklar’ nereye indiler ya
da nereye düştüler? Pilotlar ne oldu?” vb.
Tabii
ihmal edilmemesi ve cevap aranması gereken bir dizi soru daha var:
Sol
liberaller (kullanışlı aptallar) olayı neden hatalı gördüler? Bu tür hataları
neden hep yapıyorlar? Bu alışkanlığın (ya da hastalığın) tedavisi olabilir mi?
Nasıl?
Burada
bize düşen bir görev olabilir mi? Yoksa, rahvan gitmelerine seyirci mi
kalmalıyız?
“Ceterum censeo Carthaginem esse
delendam...”
“Bana soracak olursanız, Kartaca
mutlaka yıkılmalıdır.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder