20 Ekim 2016 Perşembe

“Kalkışma” mı, “Kalk” mı, “Kal” mı?


Lafı uzatmadan baştan söylemem gerekiyor. 15 Temmuz, asla bildiğimiz, tanıdığımız, en azından kısa dönemde çözümleyebileceğimiz anlamda bir “kalkışma” (ya da darbe girişimi) filan değildir.

Bu cümleyi olayın ertesi günü söyleyebilirdim, nitekim söyledim de. Ama yazmadım. Zaten ayın 17’sinde Mine Kırıkkanat ve bir iki gün sonra da sendika.org’ta Kemal Erdem bu konuda son derece akıllıca yazılar yazdılar.

O günlerde taşınma, yazlık macerası, seyahatler derken (biraz da etrafı daha iyi görebilmek için, acaba tırsmış da olabilir miyim?) yazı bugüne kadar kaldı.

Benim Takıldığım Bazı Noktalar


Bazı arkadaşlarımız, yaşananların neden bir “kalkışma” ya da “kalk” bile olmayıp ancak “kal” olabildiğine ilişkin onlarca teknik madde sıraladılar, ama böyle bir adlandırma yapmadılar. Bunun patenti bana ait. Bu maddelerin üzerinde gelecek yazılarda ben de duracağım, ama önce pek görülmemiş ya da üzerinde durulmamış bir iki ufak noktaya dikkat çekmek istiyorum.

1. Neredeyse resmi devlet törenlerinde bile kravat takmayı sevmeyen Sn.Cumhurbaşkanı’nın, tatildeyken, şahsı ve tüm ailesinin darbe ve hatta ölüm tehdidi altında oldukları bir anda, saat 00.26’da cep telefonuyla bağlandığı CNN Türk ekranında kravatlı olmaya özen göstermiş olması dikkat çeken bir nokta. Olayın doğallığı ise, Hande Fırat'ın makyajsız olmasında. (Olsun, çok meşhur oldu böylece).

Bu görüntü aslında Kal'ın sonu

2. Marmaris’ten helikopterle Dalaman’a geçen RTE, saat 00.11’de TC-ATA uçağıyla havalandı.  Saat 00.26’da cep telefonundan FaceTime yardımıyla CNN Türk’e bağlandı. O saatten İstanbul’a ineceği 03.20’ye kadarki sürenin büyük bölümünü Biga üzerinde daireler çizerek geçirdi. Bu sırada “Kal”cı F-16’lardan korunmak için bir THY yolcu uçağına ait TK-8456 işaretini kullandı. Fakat herkesin kullanımına açık bir uygulama olan Flightradar 24, uçağı, rotasını, kimliğini (TC-ATA olarak) tespit etti ve hatta ekranının solunda uçağın fotoğrafını ve teknik özelliklerini bile koydu. Hele şu şansa bakın ki, üzerinde daireler çizilmekte olan Biga’nın hemen yakınında ülkenin en büyük hava üslerinden biri olan Balıkesir var ve oradaki dev radarların başında kimse “yahu, bu THY uçağının pilotunun kafası mı iyi, İstanbul üzeri yerine burada dönüp duruyor” demedi.

Tabii bir başka büyük şans, Balıkesir’de gece gündüz sürekli uçan pilotlardan hiçbirinin FETÖ’cü olmaması. Her dakika uçarlar, askerliğimi orada yaptım, yakinen biliyorum.

Abdülkadir Selvi, Hürriyet Gazetesi’ndeki köşesinde 15-16 Temmuz gecesinin herhalde birilerine göre en zayıf taraflarından birini makul bir biçimde açıklayabilmek, aksayan yanları düzeltebilmek için adeta yırtındı. Bir dolu yazı yazdı. Nedenini anlayamadım. Uzun uzun buraya aktarmak istemiyorum, ama 15-16 Temmuz havacılık mucizelerini öğrenmek istiyorsanız, 5 Ekim tarihli Hürriyet Gazetesi’nden köşe yazısını okuyun.

3. 15-16 Temmuz’un ardından birkaç gün içinde “Daily Sabah for Policy” adlı bir kuruluş tarafından (kâr amacı gütmeyen bir enstitü imiş ve İngilizce yayınlanan Daily-Sabah gazetesinin think-tank kuruluşuymuş ) farklı dillerde yüz binlerce broşür basıldı ve öncelikle THY uçaklarında dağıtılması hayranlık uyandırdı.

4. Sn.Cumhurbaşkanı’nın çeşitli yabancı TV kuruluşlarına verdiği röportajların yanısıra, çok önemli bir etkinlik daha gerçekleştirildi. Ne alakadır bilinmez,

THY, toplantıyı yurtdışındaki olumsuz izlenimleri
engellemek için düzenlemiş

Türk Hava Yolları yöneticilerinden biri, çeşitli ülkelerden 120 (yazıyla yüz yirmi) gazeteciyi Türkiye’ye getirdi ve 15 Temmuz “FETÖ Darbesi” (konunun özünden uzaklaşmamak için biz ona gene “Kal” diyelim) üzerine broşürlerle desteklenen bir brifing verdi.

5. 15-16 Temmuz’un renkli enstantaneleri, Sn. Cumhurbaşkanı’nın farklı yabancı TV kuruluşlarına verdiği röportajlar, iktidarın muhalefetle birlikte davranışları (Yenikapı ruhu vb.), FETÖ yapılanması, muhtemel “Kal” suçluları, ABD ve diğer ülkelerdeki FETÖ faaliyet ve yapılanmalarını içeren ve Anadolu

Baskı mükemmel, hiç bir masraftan kaçınılmamış

Ajansı tarafından hazırlanmış olan seksen sekiz sayfalık İngilizce bir kitapçığın (artık broşürü aştı), uçaklarda dağıtılmasına başlandı.


Kim Osurdu, Bit Osurdu?

Şimdi bu beş maddenin özellikle son üçü, beni çocukluğuma götürüyor ve o yaşlarda başvurmak durumunda kalabildiğimiz bir tekerlemeyi hatırlatıyor: 

Kalabalık bir ortamda aramızdan biri osurduğunda (kibar versiyonu olan “yellenmek” fiilini tabii ki ben de biliyorum, ama kafiyesi uymuyor), olayı toplumsallaştırmak ve asıl suçluyu gölgeleyebilmek için, “kim osurdu, bit osurdu?” diye bir tekerlemeyi devreye sokardık. Nereden aklıma geldiyse?

Yok, yok, hatırladım, sanki biraz da anladım. İki ihtimal söz konusu: Bu üç farklı kuruluş (Daily Sabah, Anadolu Ajansı ve THY) ya kendi inisiyatifleriyle (bu “Kal”a inanmadıkları ya da arka planını yakından iyi görebildikleri için) tedbir olarak acil bir “kim os....., bit os....? ” operasyonuna giriştiler ya da bu yönde emir aldılar.

Cui Bono? Kime Yaradı?

Sıra numarasıyla gariplikler buraya kadar buraya kadar. Şimdi hiç bir sıraya sığmayacak bir evrensel gerçek geliyor. Altı okka t.ş.klı (vallahi cinsellik anlamında değil, argo anlamında) Mine Kırıkkanat’ın 17 Temmuz 2016 (“Kal”den sadece bir gün sonra) tarihli yazısındaki tarihi soru. Hani Cicero sormuş ya: “Cui bono?”, “Kime yaradı?”

15 Temmuz’dan bu yana geçen sürede bu tarihi sorunun cevabı herhalde netleşmiştir. Adamcağız, Bilal’in bile anlayabilmesi için daha ilk günde özellikle vurguladı: “Bu bize Allah’ın bir lütfudur”.,

Militarist, postalcı filan demeyin, çok kırılırım. Ama askerlikte çok hoşuma giden bir komut esprisi vardır, tam yeri geldi.

Bu, nedense yerleşmiş  bir komut silsilesidir: “Bölüüük dur! Kandıralı sen de dur!”

Bunu bir iki farklı şekilde günümüz koşullarına uygulayabiliriz.

Belki bir kullanım: “Hey, sol liberal (ya da liberal demokrat), osuruğun kaynağını sen de bul!”

Farklı bir ifade: “Heeey, kullanışlı aptal. Aptallığı bırak, osuruğun kaynağını sen de bul!”

“Kal”ın detayları, hataları, sonuçları üzerine bir dolu yazı okuduk. Yandaşlar bir yandan, karşıtlar karşı yandan (şaka, şaka, buna çok az kişi cesaret edebildi) kapsamlı sayılabilecek inceleme ve yorumlarda bulundular.

Kimisi alt alta onlarca madde bile sıraladı (benim baştaki aykırı beş maddem gibi). Ben şimdilik o kadar detaya girmek istemiyorum. Bu yazıyı bazı ana hatlara ilişkin yorumlar ve son söylemem gerekeni, henüz konu tam manasıyla irdelenmemişken söylemiş olmak için, yazıp kapatacağım.

Son Söylenecekler

15 Temmuz “Kal” girişimi, kendi amaç ve ölçüleri içinde (!) son derece başarılıdır. Durun! Kızmayın hemen! Ünlem işaretine dikkat edin. Kısmi planlaması, gerçekten son derece ekonomik ve teknik olarak hazırlanmıştır.

Üç uçak oraya, beş uçak buraya, dört helikopter şuraya, üç tank ve elli asker bu köprüye, iki zırhlı araç ve otuz asker bu köprüye, iki cemse asker

Üç, beş evlat. Habersizler

Taksim’e, küçücük çocuklar ellerinde otomatik silahlarla g.t içi kadar Çengelköy Meydanı’na.  Bunların çoğu da ne yapacağını bilmiyor. Fotoğraflardan belli. Anlamadığım tek güçlü ayrıntı, İncirlik Üssü’nden kalktığı iddia edilen iki tanker uçak. Onlar da pek işe yaramamış, dakikalar yetmemiş, Abdülkadir Selvi öyle söylüyor.

Bu yazıyı yazabilmek teknik ve siyasi açıdan çok zor. Okuyacak olanlar tarafından minicik nüanslar gibi algılanacak olguların, çıkış noktaları, bakış açıları neredeyse birbirine ters olmasına rağmen, sonuçta aynı ya da çok yakın yere çıkıyormuş gibi algılanmaktan korunması lazım.

“Cümleye bak, süngüye davran”.

Neyse açıklayabilirim sanıyorum. Bir farklı deneme daha:

Olayı analiz etmeye çalışan bir dolu görüş var. Ben burada “sol liberal” ya da “liberal demokrat” gibi adlarla anılan gruptan birkaç örnek verecek, ardından da onlardan çok farklı, hatta zıt olarak nitelenebilecek kendi görüşümü anlatmaya çalışacağım.

Ama bu görüşler, bazı argümanları gözardı edildiğinde, aynı sonuca varmış ve birbirinden farklı değilmiş gibi görülebiliyorlar. Aslında burada belirleyici olan, o gözardı edilenler. Onlar dahil edildiğinde ise, varılan nokta aynıymış gibi görünmesine rağmen, aslında çok farklı olduğu anlaşılıyor, bu da çok normal.

Çıkış noktasındaki zıt görüşlerin sahipleri, dünyayı, olayları, geçmişi ve geleceği otomatikman farklı (hatta bazen zıt) yönlerden görebiliyorlar, farklı çizgileri takip ediyorlar. Bunları sembolik olarak adlandıralım: Bir taraf sol liberal ya da liberal demokrat filan olsun (YAE’ci de diyorlar onlara), diğer taraf da sosyalist.

Şimdi Örnekler

Önce görüşlerden birincisine (diyelim ki liberal olanına) birkaç örnek vereceğim. Örnekler birden çok, çünkü bu özgün ve önemli şahısların yalnızca birine ya da ikisine yer verip, diğerlerinin hakkını yemek ve bu görüşün kapsamını eksik bırakmak istemiyorum.

İkinci görüşe ise tek örnek vereceğim. Çünkü o görüşü, şimdiye kadar okuduklarım ve gözlemlediklerim ışığında yalnız ben savunuyor olacağım, şimdilik. Yok, kimsenin hakkını yemek istemem. Aynı ya da yakın çizgide fikir açıklayanlar tabii ki oldu.

Bu görüşün yukarıdaki sembolik adlandırmalar bağlamında “sosyalist” olarak belirlenmesi ısrarında değilim. Tek dayanağı şu: Hani ben kendimi hala bir miktar sosyalist kabul ediyorum ya, eh bu görüş de benim olduğuna göre? Haksız mıyım?

Sol Liberallerin Örneklerine Altyapı

Liberal örnekler damdan düşmüş gibi gelmesin, ufak bir altyapı hazırlamakta fayda var. Aşağıda sıralanacak örneklerden ilkinin sahibi, bakalım yıllar önce 2009 yılı Ocak ayında Can Dündar’ın NTV’de yayınlanan “Neden?” adlı programında neler savunmuş?  (Bold'lar benim. Z)

Sol-Lib 1 (Bu kişiyi “Sol-Lib 1 olarak adlandıralım. İsim listesi daha sonra gelecek.):

"işte poliste çok etkili oldukları, maliye bürokrasisinde etkili olmaya başladıkları falan söyleniyor, ama bu, herhangi bir siyasi hareket zaten bir iktidar mücadelesi veriyorsa yaptığı iştir.

............................

siz eğitim çalışması yapıyor, insanları eğitiyor, okullar açıyor diye hiç kimseyi suçlayamazsınız. Bu yasal araçtır. Bununla yetişmiş olan insanların ayrıca işte böyle bir proje dahilinde devlette işte etkin hale gelmeleri, ticarette etkin hale gelmeleri falan, bunlarla uğraşıyorlarsa, bunun karşısına ancak benzer bir çabayla karşı çıkarsınız, buna bir şekilde karşı çıkıyorsanız, siz yine bunlar gibi meşru araçları kullanarak karşı çıkarsınız. Bunların hiçbiri gayri meşru sayılmaz.

....................................

Şimdi bu Ergenekon operasyonunda Fethullah Gülen cemaatinin isminin çok sık geçmesinin, bu Ergenekon'da tutuklanan, suçüstü yakalanan, bize bütün bir topluma çok büyük bedeller ödetmiş olan birilerinin, yani kendilerinin yaptıklarına projektörler çevriliyken, işin bu tarafını hafifletebilmek, gözden kaçırabilmek ya da kenara attırabilmek için bir başka grupla bir mücadele içindeymişler gibi göstermelerinin sonucu olduğunu düşünüyorum. Poliste Fethullah Gülen'den birileri olabilir, o cemaate yakın, soruşturmayı da yapıyor olabilirler, soruşturma da onlara emanet edilmiş olabilir, bilemiyorum, bunlar mümkündür yani yapılabiliyor. Bizim bunları yani Fethullahçı diye falan filan yerde işte siciline yazı yazılmış o adamların, ne yaptığına, bu polislik görevlerini, kendilerine verilmiş görevi nasıl yaptıklarına bakmak zorundayız.”

Peki, bu Sol-Lib 1, 15 Temmuz’un hemen ardından neler diyor?

“Bu kalkışmanın 2016 Ağustos’ta YAŞ tarafından tasfiye edileceklerini öğrenen Ordu’daki “Fethullahçı” unsurlarca planlanıp yapıldığı yolundaki AKP iddiası inandırıcılıktan çok büyük ölçüde yoksundur. AKP iktidarının ve onun tarafından Ordu’nun en üst makamlarına atanan kadronun Ordu’da büyük çapta bir “temizliğe” kararlı olduğuna dair haberler Temmuz başından beri yayımlanmakta idi. Bu “temizlenecekler” arasında “Cemaat”e mensup olduğu iddia edilebilecek birileri olabilir. Ama bunların miktarının şimdi darbeci diye tutuklanan, aralarında 40’a yakın generalin de olduğu 2000’i aşkın muvazzaf subay-astsubay düzeyinde olması mümkün değildir. Ordu’nun 1980’li yıllardan beri “irticai faaliyette bulunmak”tan dolayı bünyesinden tasfiye ettiklerinin pek çoğunun “Cemaatçi” addedildiği, bu tasfiye işlemlerini AKP iktidarının ilk beş yılında Erdoğan’ın karşı çıkışlarına –koyduğu “şerh”lere– rağmen sürdürdüğü; son üç yıldır AKP iktidarının da bu “temizliği” bilhassa teşvik ettiği düşünüldüğünde, Silahlı Kuvvetler bünyesinde bu kadar çok sayıda, bu kadar üst seviyede ve bu kadar kritik aktif görevlerde “Cemaatçi”nin var olduğu iddiası kesinlikle mantık dışıdır.

………………………………………

O nedenle 15 Temmuz’da gayet ciddi bir “her şeye rağmen demokrasi” sınavından vakarla ve başarıyla geçmiş olan AKP muhalifi demokrasi ve uygarlık değerlerine bağlı kesimin telaşa, Erdoğan’ın bu vesileyle gücünü arttırması endişesine kapılıp gitmesine kesinlikle gerek yoktur. AKP’nin ve Erdoğan’ın eline şimdilik bazı fırsatların geçtiği doğrudur. Ama hiç de uzak olmayan orta vadede bu fırsatlardan umduğu sonuçları alamadıklarını da görebileceğiz.”



Sol-Lib 2 geliyor:

“Başta Tayyip Erdoğan, kâbus gecesinde olayın ne olduğunu açıklayan herkes, “ordu içinde küçük bir grup” türünden açıklamalarla ya da daha net bir biçimde Fethullah Hoca cemaatini işaret ettiler. Ben bunun gerçek açıklamada çok “politik açıklama” olduğu kanısındayım. Yani, Erdoğan’ın ve dolayısıyla AKP’nin bugünkü somut siyasî durum karşısında takınmak gereğini duyduğu tutumların dikte ettiği bir açıklama.

2002’de AKP’nin iktidarı elde etmesinden itibaren başlayan, “darbe geliyor” atmosferini yaratanlar, orduyu göreve çağıranlar, kimi çağırıyordu? Hele o aşamada, herhalde Fethullahçıları değil. O günlerde çağıranlar (ya da onların bir kısmı) ancak şimdi buna cevap verebildiler.

İşte, bir ekip TRT’yi zorlamış, girmiş, bir de bildiri okutmuş. Nasıl olduğu şimdi anlatılıyor. O bildirinin içeriğinde ya da üslûbundan Fethullah Hoca’yı hatırlatan bir şeyi göremedim. Bildirinin sahibi, imza sahibi de “Yurtta Sulh Grubu” idi. Bunun da, “Fethullahçılar”ın kendilerine yakıştıracakları bir kimlik olduğunu düşünmüyorum. 

“Fethullahçılık” bu toplumda yıllardan beri varolan bir olay ve ayrıntılarını bilmesek de hepimiz genel gidişini biliyoruz - biliyorduk. Silâhlı Kuvvetler kendini “Fethullahçı sızma”ya karşı en büyük titizlikle korumaya çalışan kurumdu. Bütün bu dikkate rağmen şu geceki olayı yaratacak çapta bir “Fethullahçı sızma ve örgütlenme” olduğunu akla yakın bulmuyorum.

Ancak siyasî iktidar şu ara Türkiye’nin egemen ideolojisini paylaşanların bir kısmıyla (önemli bir kısmıyla) ittifak kurmuş ya da bir “ateşkes” yapmış durumda olduğu için onların adını bu olaya karıştırmak “politik” olmayacak.

Bir geleneğin muhtemelen son perdesi kapanırken, daha önce sahneye hiç çıkmamış birileri sahneye çıktılar ve sahneye hâkim oldular.”

Şimdi gelsin Sol-Lib 3:

“Edindiğim izlenimi, tahminimi aktarmaya çalışıyorum. Yani şunu: Orduda darbe girişimine katılanlar, Gülenci teşkilattan ibaret değil. Şüpheli konumdakilerin hepsi Gülenci değil. Mağdur gözüken kimileri mağdur değil. Şüpheli gözükmeyenler şüpheli. Birkaç değişik saikle birkaç değişik grup, üst komuta heyetinden kimileri dahil, bu işin içinde. Kalkışıldı, daha ilk aşamada birileri üzerlerine düşenleri yapmadı, belki sattı, belki başka şekilde ayartıldı, ortaya çıkan berbat manzara birilerini daha caydırdı, başarısızlık ihtimali erken bir evrede kesinleşince öfke nöbetleri ve intiharî eylemler ortaya çıktı. Muhtemelen bir aşamadan sonra birilerinin başlıca kaygısı ve uğraşı, başlangıçtaki konumlarını farklı göstermek ve başlangıçtaki tavırlarının izlerini silmek oldu.”

Ve Sol-Lib 4 (1, 2 ve 3’den özür dilerim, ama 4 ile yanyana duranlar, farklılıklarını ortaya koymayanlar onlardı, onları korumak için elimden bir şey gelmez. Zaten bu görüşü de büyük ölçüde paylaştıklarından eminim.)

“(…) Ben bu darbenin basitçe bir Fethullahçı marifeti olduğuna inanmıyorum. Evet, belli ki Fethullahçı subaylar da girişimin içindeymiş, fakat meselenin onlardan ibaret olmadığı çok açık. Rütbelilerin %40’ı, %50’si gibi oranlar telaffuz ediliyor. Fethullahçıların orduya bu kadar sirayet etmiş olması mümkün değildir. Demek ki; darbecilerin ana gövdesi 1960’tan beri iyi tanıdığımız klasik Kemalist, “laik”, halk düşmanı subaylardı. Hükümetin sadece FETÖ’ye odaklanması beni kaygılandırıyor. Kemalistler, Ergenekoncular, hakiki darbeciler aklanmış oluyor çünkü.”

Hadi, Kendinizle Yarışın

Agatha Christie başta olmak üzere dünyaca ünlü bir dolu yazarın polisiye romanlarını yayınlamış olan Akba Yayınevi’nin bir uygulaması vardı. Çoğu romanın belirli bir yerine gelindiğinde açtığınız sayfada farklı bir yazıyla karşılaşırdınız. Külliyatın neredeyse tümünü okudum, ama herhalde mazur görürsünüz, üst yazıyı aynen hatırlamam imkansız. Mealen şöyleydi: “Buraya kadar katilin kim olduğuna ilişkin tüm ipuçları verilmiştir. Bunların ışığında katili bulunuz. Bulamıyorsanız okumaya devam ediniz.”

Benim de sizden ricam, “Mahşerin bu dörtlüsü”nü doğru sırayla tespit etmeniz. Kısa bir aradan sonra yazıya devam edebilirsiniz ve listeye erişebilirsiniz.

Neyse, yazıyı çok kesintiye uğratmayalım.

İşte liste:

Sol-Lib 1 : Ömer Laçiner, 2009 yılı Ocak ayında Can Dündar’ın NTV’de yayınlanan “Neden?” adlı programı

Sol-Lib 1 : Ömer Laçiner, 15 Temmuz’un ardından, “15 Temmuz’dan Sonra”, birikimdergisi.com, haftalık yazılar, 18 Temmuz 2016

Sol-Lib 2 : Murat Belge, 17 Temmuz 2016 tarihli T-24 internet dergisi

Sol-Lib 3 : Ümit Kıvanç, 29 Temmuz 2016 tarihli T-24 internet dergisi

Sol-Lib 4: Roni Marguiles, Albayrak Medya Grubu Cins Dergisi Eylül sayısı

Burada vurgulamam gereken bir durum var: Ömer Laçiner’in 18 Temmuz tarihli yazısı, aslında alıntı yapmaya çok müsait değil. Yani alıntıyla anlam kaymasına neden olunabilir. Töhmet altında kalmak istemem, hele böyle insanlar karşısında. Bu nedenle ricam, imkan bulursanız dört yazıyı da bulup okumanız. Ömer Laçiner’in TV konuşmasını bulup izlemeniz çok gerekli değil. Hele “yetmez ama evet”çilere karşıysanız, çok sinirlenebilirsiniz, boş verin.

Peki, ben ne diyorum?

15 Temmuz “Kal”ı, çok büyük bir olasılıkla, hatta tek bir özel eylem haricinde tümüyle ve münhasıran FETÖ’ye bağlı güçlerce gerçekleştirilmiştir. O tek özel eylemi yazının sonunda belirteceğim.⃰

Benim fikrime göre, “Kal”ın hazırlıkları, planları ve zamanlaması hakkındaki bilgiler, uzunca bir süredir Cumhurbaşkanlığı, MİT, Genelkurmay Başkanlığı ve Başbakanlık tarafından bilinmekte ve büyük ihtimalle içinden takip edilmekteydi.

Buradaki kadronun büyük başarısı, dışarıya (FETÖ’ye) bilgi sızdırmamayı ya da istediği planlı bilgileri sızdırmayı sağlamış olmasıdır. Zaten Cumhurbaşkanı’nın biri YAŞ üyesi diğeri 2.Ordu Komutanı olan iki orgenerali örgüt üyesi olma şüphesiyle bir an tereddüt etmeksizin görevden almasının, ama “Kal”ı kendisine haber vermediği iddia edilen Genelkurmay Başkanı’nı ve MİT Müsteşarı’nı görevde tutmasının tek bir nedeni olabilir, o da hepsinin “Kal”ın muhtemel günü, saati, katılacak personel vb. konularda önceden muhtemelen birlikte etüt edilmiş ortak bilgilere sahip olmalarıdır.

Peki, birileri darbe yapmaya çalışırken diğerlerinin mevcut iktidara kol kanat germesinin sebebi nedir?

Bunun cevabı kısa bir TSK ve darbeler tarihinde yatmaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri, 1960 yılından bu yana tüm darbeleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurtuluş Savaşı’nı yapmış kurucu ordusu olarak değil, NATO’nun ordusu olarak yapmıştır. Tek tek bunları burada uzun uzun anlatmak niyetinde değilim. Ama bu orduyu yıllardır Kemalizm’in kalesi olarak görmekte olan, bu yanlış (saplantısal ve sapık) görüş nedeniyle Ergenekon, Balyoz vb. davaları destekleyen ve 12 Eylül 2010 referandumunda ¨yetmez ama evet¨ için yırtınan embesiller için bir o konuda da dizi yazı hazırlamaya karar verdim.

NATO, bir nevi organı olduğu ABD emperyalizmi (ve hadi kalbiniz kırılmasın, üst akıl) yönetiminde, tüm üye ülkelerin orduları üzerinde mutlak denebilecek bir denetime sahiptir. TC Ordusu da, binlerce subayını yıllarca ABD başta olmak üzere tüm üye ülkelere eğitim (?) amacıyla gönderdi. Yani demem odur ki, NATO, TC Ordusu içindeki gücü bakımından FETÖ’den katbekat üstündür. Ya da şöyle ifade edelim: NATO isteseydi, FETÖ kazanırdı.

Hemen burada şiddetle vurgulamam gereken hayati önemdeki nokta şudur:

“TC Ordusu, bir NATO ordusudur (nokta).”

Bugünkü (son altmış küsur yıllık) TC Ordusu’nun TC’nin kurucu iradesiyle, hadi sizin istediğiniz gibi söyleyelim, Kemalizm’le uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.

Tarihimizdeki en Kemalist (!) darbeyi yapan Kenan Evren, kürsülerden ayetler okumuş, Türk-İslam Sentezi’nin egemen kılınması için yırtınmıştır. Soru: Kemalizm gereği mi, üst akıl talimatları gereği mi? Tabii, o bu talimatları aslında anlayabilecek kapasitede değildi, ama emir demiri kesti.

İlk resmi darbesini 27 Mayıs 1960 tarihinde yapan TC Ordusu, darbeci Milli Birlik Komitesi’nin güçlü (ABD’de, Panama’da kontrgerilla eğitimi almış olan) albayı Alparslan Türkeş’in ağzından o sabahki bildirisinde “NATO’ya bağlıyız, CENTO’ya bağlıyız” hönkürmeleriyle asıl patronuna seslenmiştir. Darbenin ardından emekliye sevkedilen ve EMİNSU (Emekli İnkılap Subayları) olarak adlandırılan binlerce subayın tümü, Demokrat Parti yanlısı oldukları için mi ordudan çıkarılmıştır? (İnkılap kelimesine dikkat).

Kemalizm Düşmanlığı

İnsanların Kemalizm’e ya da Atatürkçülüğe karşı, hatta düşman olmalarını anlayabiliyorum. Ama bu düşmanlığın, FETÖ ya da RTE’nin kucağına oturmaya neden olacak kadar güçlü olmasını anlamıyorum. Vurgulamak istediğim, bunun bir tavırdan ziyade, bir bakış açısı, bir manzara meselesi olduğu. O kucaklardan bakıldığında, altmış yıldır NATO ordusu olan TC Ordusu’nu Kemalist gibi, davadaki haliyle “Ergenekon”, “Balyoz”, “Askeri Casusluk” vb. olayları da gerçekmiş gibi görmek herhalde mümkün olabiliyor.

Dikkatinizi çekerim, bu bakış açısı hatası ile ilgili olarak son derece halisane ve mutedil bir tavır sergiliyorum. Bu hatanın muhtemel asıl nedenleri çok farklı olabilir, belki ileriki yazılarda o nedenleri de irdeleme fırsatı bulabilirim.

Gelelim 15 Temmuz “Kal”ına ve Doğal Teşhis Yanlışlarına

Önce bir kaç soru:

TSK tarafından, “Kal”a katılan personel, uçak, helikopter, tank, zırhlı araç vb. sayısı açıklandı. Görülüyor ki, TSK’nın ezici bir çoğunluğu buna katılmadığı gibi, bir sürü muharip garnizonda da engelleme faaliyetlerinde bulunulmuş. Şimdi ilk açmaz burada, dolayısıyla cevaplandırılması geren bazı sorular var:

“Kal”a katılmayan, hatta engellemek için kimi yerde canını tehlikeye atan, hatta kaybeden TSK personeli, Kemalist orduya mı, NATO ordusuna mı bağlıdır?

Emirleri Kemalist üstlerinden mi, NATO’cu üstlerinden mi almışlardır?

RTE ve AKP ile ittifak yapan, kurtaran ve FETÖ’yü yenen, Kemalist TSK mı yoksa NATO TSK’sı mıdır?

Şimdi embesillere sorunun dibi:

Sizin bildiğiniz ve ölümüne düşman olduğunuz Kemalizm ya da Atatürkçülük nasıl bir şeydir? Hangi amaç ya da nedenle olursa olsun, FETÖ, RTE ya da AKP ile ittifak yapar mı?

Buraya kadar bile zorlanacaklar. Bu tür soruları keselim.

“Kal” Ne Peki?

Bu kerameti kendinden menkul “Üst akıl” var ya, aslında çok da hata yapar. Yakın tarihte buna en iyi örneklerden biri İran’dır. Cami ve molla faktörünü hesap edemedi ve kaybetti. Aynı “üst akıl” bizimki gibi ülkelerde, daha doğrusu İslam ülkelerinde kişisel (mezhepsel, tarikatsal) hırsların, ihtirasların bazen ilmek ilmek dokunmuş sistemleri riske atabilecek güçte olabileceğini öngöremedi. Aynı “üst akıl”, “7 Şubat”, “17-25 Aralık” gibi, bir dolu ülkede mevcut hükümeti alaşağı edebilecek saldırıların, burada vız gelip tırıs gidebileceğini asla tahmin edemedi.

Bu öngörüsüzlüğün en büyük nedenlerinden biri, aynı “üst akıl”ın, “Ergenekon”, “Balyoz”, “Askeri Casusluk” vb. davalarda elde etmiş olduğu başarıydı.

Hesap hatası neredeydi?

Bu davalar sırasında iktidarı oluşturan bir ittifak bloğu (AKP ve FETÖ) söz konusuydu. Avam bir anlatımla, karı-koca ilişkisi geçerliydi. Bu ilişkinin çok önemli bir faktörü ise, sol entelektüel kesimde yer alan, adeta “kıyakçı” görevi yapan ve nedense “sol liberaller”, “liberal solcular”, karşıtları tarafından da “kullanışlı aptallar”, “YAE’ciler” vb. olarak adlandırılan kesimin varlığıydı.

Halbuki 7 Şubat, 17-25 Aralık dönemlerinde evlilik sona erdi, yatak darmadağın oldu, zavallı YAE’ciler çoktan “kullanışlı aptallar” rütbesiyle kıyakçılık görevinin dışında kaldılar ve tarihteki yerlerini aldılar.

Aslında haklarını yememek lazım. Bazıları, bu yeni duruma adapte olmak, yazdıkları AKP karşıtı yazılar nedeniyle yargılanabilmek, dolayısıyla ellerinin kirinden (!) kurtulabilmek için ellerinden geleni yaptılar, ama onları ne AKP adamdan saydı, ne de bir zamanlar çok etkili oldukları dış odaklar. Eh, boşuna dememiş atalarımız, “kıyakçılığın sonu ayakçılıktır” diye (bak.ekşi sözlük).

Ne Yapsın Bu Durumda “Üst Akıl”?

Ne yapabilir? İki militan yetiştirmiş. Rakipleri (ya da düşmanları) karşısında çok daha güçlü olabilsinler diye bunları müttefik (ortak) yapmış, işleri içeride, dışarıda daha kolay olsun diye kıyakçılar (YAE’ciler filan) bile ayarlamış.

Bu nabekarlar onun sözünü dinlememişler, gözlerini hırs bürümüş, zavallı “üst akıl” bir süre birine destek olmuş (7 Şubat, 17-25 Aralık), o başaramayınca öbürüne razı olmuş. Nasıl olsa elinde Rıza’sı, Berat’ı filan varmış. Her istediğini ona da yaptırabileceğine güveniyormuş.

Planlar tabii ki derhal bu yeni duruma göre revize edildi. İki militanından birinin, köşeye sıkışmış olması nedeniyle mecburi bir atak yapması kaçınılmazdı (belki de vezir yerine fil vermek olabilir bu). Diğer yandan NATO eğitimli (!) ve emirleri NATO’dan almaya alışmış ordu kesimlerinin öncelikle buna katılmaması, daha sonra da karşı çıkması organize edildi.

Bir yandan da farklı plan ve zamanlamaların bilinçli sızdırılmasıyla, “Kal”ın zoraki olarak öne alınması ve başarısızlığa değil (!) ama akamete mahkûm bir hareket olmasına yol açıldı. Yani “Kal” dendi.

Şu “Üst Akıl” Üzerine Birkaç Söz

Bu üst aklın belki bileşenleri arasında değil ama, büyük etkisi ve hatta hakimiyeti altındaki güçlere verilebilecek en iyi örnek NATO’dur. Kolayca tahmin edilebileceği gibi, güçlü bir silahlı örgütlenmesi olmayan bir “üst akıl”a, akıl filan denemez.

Bu “üst akıl”a takmış durumdayım. Bu kavram canımı sıkıyor. Kullanım açısından belki bir kolaylık sağlıyor, ama sanki bir şeylerin anlamını kaydırıyor, bir şeyleri kamufle ediyor. Sanıyorum, bu küreselleşme olayından sonra, kimi çevrelerde Amerikan emperyalizmi ya da anti-emperyalizm kavramları eski anlamlarını kaybettiler.

Galiba “üst akıl” da kavram olarak aynı dönemde devreye girdi. Daha küresel, daha mistik bir hava kattı. İşin komik tarafı, bizde birileri “üst akıl” kavramını kullandığında, duyulmasından endişe ediliyormuş gibi bir yüz ifadesiyle, aslında hala ABD’yi işaret ediyor. Olayı daha kapsamlı görenler de mutlaka vardır.

Şimdi bir başka soru, cevabı da çok basit aslında. Türkiye’de yıllardır beraber yürümüş, aynı yağmurda ıslanmış bu iki gücün de patronu, bu “üst akıl” değil miydi?

Cevap geliyor: Evet. Ama bazen böyle iki yerel güç arasında kontrol dışı sürtüşmeler olabilir. Bu sürtüşme öyle bir hal alabilir ki, tarafların ikisi de yerlere serilebilir. Bu ihtimalin varlığında “üst akıl”ın yapması gereken, işler bu noktaya gelmeden durumu analiz ederek, tarafların birini feda etmektir (tabii tümüyle değil).

Üst akıldan bu kadar çok bahsederken, unutulmaması ve bilhassa vurgulanması gereken bir özelliği söz konusu. Birçok bileşeni olduğunu varsaydığımız bu ucube, bu çok parçalı halinden ötürü, kendisine gelecek zararları asgariye indirmeye programlıdır. Nihai menfaat ortaklığı bilincine çok yıllar önce varılmış olduğundan, hiç bir bileşen bir diğerini ortadan kaldıracak ya da hiçe sayacak tavırlara girişemez, girişmez.

Hayali bir örnek:

Hayali bir ülkede gerçekleştirilecek bir darbe için, bunun alt bileşenlerinden biri (diyelim ki CIA) darbeci tarafı, diğeri (diyelim ki Pentagon) varolan iktidarı destekliyor olsun, sonuçta taraflardan birinin tamamen imha olması bile ancak bu iki bileşenin (ya da diğer bileşenlerin de) bir konsensüse varmalarıyla olur. Bu, menfaat ortaklığı bilincinin zorunlu bir sonucudur. Üst Akıl’ın menfaatleri daima her bileşeninin menfaatinin üzerindedir.

Türkiye’de gelinmiş olan nokta, bir tarafın tümüyle imhası değildir. FETÖ henüz her şeyi kaybetmiş değildir. Tek başına “FETÖ’nün siyasi ayağı” konusu bile, tam bir mağlubiyetten ya da tam bir galibiyetten söz edebilmeyi imkansız kılmaktadır. Ayrıca üst akıl açısından FETÖ’nün uluslararası gücü de yokmuş ya da yenilmiş gibi değerlendirilemez.

Bu teorik varsayımı ülkemize ve “Kal”ımıza uygulamanın aslında biraz problemli olduğunu söyleyebiliriz. Neden mi? Çok basit.

Bir yanda her an ne yapacağı belli olmayan, önceden kestirilemeyen bir cumhurbaşkanı söz konusu (belki de gücünün büyük kısmı bu özelliğinden geliyor). Diğer yanda ise, ne yaparsan yap, “şuralarıma da vur” diyen bir halk.

Her ikisi de, Üst Akıl’ın planlamaya ve oynamaya alışmış olduğu Dünya ortalama standardının çok dışında.

Bu nedenle yazı boyunca “Üst Akıl” ile “Kal” bağlantısı hakkında yazılanları okurken toleranslı olmanızı öneriyorum.

Peki, Burada Oynanan Satranç mı?

Bu mücadeleyi satranç oyunu üzerinden anlatabilmeyi isterdim, çok da kolay olabilirdi, ama yanlış olurdu.

Bizim oyundaki en önemli fark şu: Satranç, zıt menfaatlere sahip iki oyuncu arasında oynanır. Bizimkinde ise “üst akıl” (ABD, AB, Nato, Bilderberg, 12 Aile, FED, 7 Kızkardeş, İlluminati, vb., bunların bir kısmı ya da tümü, her neyse), satranç tahtasının tamamına hükmeder ve kuralları kendine göre değiştirerek uygular. Ne mi yapar?

Bir defa normal bir oyunda başvurulabilen hamleleri o da uygular. Vezirini kaybetmemek için filini ya da kalesini, şahını yani oyunu kaybetmemek için vezirini feda etmekten çekinmez. Ama yenilmiş olan taşları, tahtanın dışına almaz. Zamanı gelince yeniden kullanabilmek için tahtanın bir kenarında bekletir, gücünü ve işlevini değiştirebilir.

Hele hele karşılaşmanın taraflardan birinin mutlak galibiyetiyle bitmesine asla imkan tanımaz. Tahta her zaman onun mutlak kontrolü altında olmalı ve başka bir muhtemel “üst akıl”a (henüz ortada böyle bir şey yok) kaptırılmamalıdır.

Nereden başladık, nerelere geldik?

*Yukarıda yazının sonunda belirteceğimi beyan ettiğim eylem ise şu:

“Kal”ın sabahında bazı ayrıntılar belli olmaya başladı ve nedense aklıma çok tanınan tarihi bir fotoğraf geldi. Yanında gene çok tanınan bir kelime. Resmi görüyorsunuz, kelime ise “Reichstag” (İmparatorluk Parlamentosu).

Olay bir meczubun ve komünitlerinüzerine atıldı.
Ertesi gün Hitler'in OHAL ilan etmesine yaradı


Her şey bitmiş, yenilgi kesin. “Yurtta Sulh” bildirisi yayınlamış, parlamenter sisteme bağlı kalacağını beyan etmiş bir darbeci hareket, aleyhine en çok kullanılabilecek bir TBMM bombardımanına girişiyor. Uymuyor.

Bu 15 Temmuz “Kal”ının çok önemli iki noktası var. Birincisi Tuğg. Semih Terzi’nin Özel Kuvvetler Karargahı’nın kapısında P. Asb. Kd. Başç. Ömer Halisdemir tarafından öldürülmesi, ikincisi ise TBMM’nin bir F-16 tarafından bombalanması.

Bu iki noktanın da ortak ilginç noktası, zamanlamaları, açıklanmaları çok zor.

Başlangıçtaki dört, beş saatlik karanlık sürenin yanısıra bu iki noktanın şüpheye mahal vermeyecek şekilde aydınlatılması, “Kal”ın tümüyle çözülmesine büyük katkı sağlayacaktır.

Neyi Beceremedim? Neleri Bulmalı?

Bu yazıda yapmak istediğim, “Kal” ve onunla bağlantılı konuları kısa parçalar halinde verip, sonra gelecek yazılarda detaylara girmekti. Yapamadım. Bir, iki konuya burada da biraz derin girmek durumunda kaldım. Çok uzadı.

Dış basını takip edebilenler, yabancı ülkelerde bu darbe girişimi (?) hakkında oldukça yoğun şüphelerin hala sürmekte olduğunu, bazı soruların tekrar tekrar sorulduğunu gözlemlemektedirler sanırım.

Gelecek yazılarımda bu sorular konusunda yazmaya çalışacağım. Örnek mi? Yukarıda üzerinde durduğum üç önemli noktanın dışında, “Saray bombardımanı” (?), “yollara, meydanlara çıkanlar kimlerdi, ne zaman çıktılar?”, “hiç bir uçak sonsuza kadar havada kalamayacağına göre, ‘darbeci uçaklar’ nereye indiler ya da nereye düştüler? Pilotlar ne oldu?” vb.

Tabii ihmal edilmemesi ve cevap aranması gereken bir dizi soru daha var:

Sol liberaller (kullanışlı aptallar) olayı neden hatalı gördüler? Bu tür hataları neden hep yapıyorlar? Bu alışkanlığın (ya da hastalığın) tedavisi olabilir mi? Nasıl?

Burada bize düşen bir görev olabilir mi? Yoksa, rahvan gitmelerine seyirci mi kalmalıyız?



“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”

“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder