12 Mayıs 2017 Cuma


Baykal ve Üst Akıl (?)

                                                                                        
Herhalde altı, yedi yıl kadar önceydi. 2009 yerel seçimlerinden az sonra. Bir toplantıya çağırdılar. Çağıran yakın bir arkadaşımdı, ama asıl davet sahibini tanımıyordum. Hakkında duyduklarıma göre, bizim yaşlarda emlak zengini bir solcu idi. Sol ağırlıklı, güçlü muhalefet yapabilecek bir partinin kuruluşuna yardım etmek istiyor, bu amaçla

TBMM Başkanı olamadı

temaslarda bulunuyordu. Aslında bu yoldaki ilk kazığı (ne kadar sol ise) Osman Pamukoğlu Paşa’dan yemiş, o uğurda milyonlarca Dolar harcamış, paşanın bu işe uygun olmadığına karar verince yeni kişiler bulmak üzere işe koyulmuştu. Bu arada, paraları harcadığı demografik, siyasal, ekonomik araştırmalar da elindeydi. Olası bir yeni oluşumun kullanımına sunacaktı.

Toplantıya gittik. Beyoğlu’nda, adı tanınan ilginç bir mekandı. Masalarda zengin bir ikram menüsü hazırlanmıştı.

Katılanları ya da konuşanları tek tek saymayacağım. Anlattıkları bu yazının konusuyla bağlantılı olduğu için, sadece üç kişiden söz edeceğim. İlk ikisi, 2099 Beyoğlu Belediye Başkanlığı seçiminde, İlçe Seçim Kurulu’nda oy sayımı yapılmaktayken elektriklerin kesilivermesiyle (kedidir kedi) üç bin beş yüz oy ilerideyken seçimi kaybediveren CHP adayı ve onun eşi. Eşini buraya katmamın nedeni, bu konuda daha hınçlı, daha kinli ve yapılanı hiç hazmetmemiş olmasıydı. Konuşmaları ve kullandığı kavramlar kocasınınkilere göre çok daha sertti.

Bu iki mağdurun anlattıklarını ya bu yazının ileriki kısımlarında başka bir konuya bağlayacağım ya da bununla bağlantılı başka bir yazı yazacağım, bu yazının uzunluğuna bağlı.

Kırmızı Alarm: Baykal Devrede


Birinci ağızdan, yani kendi ağzından bir anekdotunu aktaracağım üçüncü kişiyi tanıyorsunuzdur: 1922 doğumlu, yani bugün doksan beş yaşındaki Hayrettin Karaca. TEMA Vakfı’nın kurucusu Toprak Dede. Yüz yaşını aşmış yoldaşı ve şakacıktan flörtü Muazzez İlmiye Çığ ile birlikte, kar kış demeden eylemler yapan büyük insan.
 

İki şirin militan

O toplantının başrollerinden biri onundu. Alkışlar arasında söz aldı. Yaşından beklenmeyecek bir enerjik ses ve sert ifadelerle konuşmaya başladı.

Ankara’ya bir proje hakkında CHP’nin bazı yöneticileriyle görüşmeye gitmiş. Görüşmeler bittikten sonra, hazır merkez binadayken, eğer vakti ve programı müsaitse Sn.Deniz Baykal ile görüşmek istediğini söylemiş. (Baykal o sırada düşmez kalkmaz CHP Genel Başkanı).

Yukarıya sormuşlar, huzura çıkabileceği bilgisi gelmiş. Toprak Dede’yi almışlar, Baykal’ın huzuruna götürmüşler. Baykal, Toprak Dede’yi gayet iyi karşılamış, bir koltuğa oturtmuş. Hal hatır sohbeti ve içecek seçiminden sonra, Toprak Dede kendi ifadesine göre büyük hatasını yapmış. Sözü alarak, partinin ve dolayısıyla Baykal’ın bazı eylem ve tavırlarını desteklemediğini, bunları orada Baykal’ın yüzüne karşı eleştirmek istediğini söylemiş.

Inın, ın, ının, ın! Ne oldu? Sakin, sakin anlatıyorduk değil mi?

Burada öncelikle vurgulamam gereken, bu olayı anlatırken bu noktadan sonra Toprak Dede’nin sesinin çatallaştığı ve titrediği. Görünen de gözlerinin yaşarmasına engel olamadığı.

Sn.(!) Baykal, saklayamadığı asabi bir tavırla yerinden adeta fırlamış, Toprak Dede’yi kolundan sıkıca tutarak koltuğundan kaldırmış ve kapıya yöneltmiş. Bir yandan da, onu görmüş olmaktan memnun olduğunu, yine beklediğini filan söylemekteymiş. İşin ilginç ve hicranlı bir diğer yanı ise, söylenmiş olan çayların bile henüz gelmemiş olmasıymış.    

Sn. Hayrettin Karaca, Türkiye’nin Toprak Babası, gözleri yaşlarla dolu olarak sözlerini şöyle bitirdi: “Ben çok yaşlı bir adamım, eskisi gibi güçlü ve dayanıklı değilim. O adamın beni sürüklerken kolumu tuttuğu yer çürüdü. Çok canım yandı. Benim size tavsiyem, eğer hele solda bir şeyler yapacaksanız, o adamdan kurtulmanın bir yolunu bulmak zorundasınız. O varken, olumlu bir şey yapabilmek çok zor hatta imkânsızdır.”

Bu olağanüstü konuşma, zaman zaman aklıma gelmişti. Beylerbeyi görüşmesini öğrendiğimde, TBMM Başkanlığı ile ilgili olarak Dışişleri konutunda Erdoğan-Baykal görüşmesini haberlerde izlediğimde. Ama itiraf etmeliyim ki, en net darbeyi referandum sonrasında CNN’deki programda Baykal’ı gördüğümde yedim. Gözümde canlanan, Toprak Dede’nin yaşlı boncuk gözleriydi ve bir kez daha lanet okudum.

79 yaşında. Hırs mı, görev mi?

Bu yazıyı münhasıran Baykal’a ayırmayı planlamıştım. Sonra onun Türk siyasal hayatında sık rastlanan bir özelliğe sahip olduğunu keşfettim. Biraz daha araştırma yaptım. Yazı amacından saptı. Buradan sonra başka bir raydayız. Baykal’ı başka zaman düşünürüz.

Şahsi Hırslar mı? Eğitimler mi? Görevler mi?


Yazının bu bölümüne geçerken vurgulanması gereken bir husus var. Uzun yıllardan beri birileri, bu ülkenin, yönetimini Türklere bırakamayacakları kadar önemli olduğu konusunda fikir birliğine varmış durumdadırlar. Kimler mi? Örn. Sudanlılar ya da Yeni Zelandalılar. Sizce kimler?

Bu sorunun kısmi cevabını bulabilmek için geçmişe başvurmak gerekiyor. Cumhuriyetin geçmişine.

Atatürk, çok kısa süreli yolculuklar hariç, yurtdışına gitmedi. Hele Cumhurbaşkanı olduktan sonra hiç gitmedi. İnönü de Lozan, Kahire konferansları dışında, ileri yaşlarında iken belki bazı yurtdışı seyahatler yaptı, ben ABD seyahatini hatırlıyorum. Her ikisi de askeri okul mezunuydular.

Demokrat Parti


Çok partili rejimin on yıl boyunca başbakanlığını yapan Adnan Menderes, eğitiminin bir bölümünü Kızılçullu

Eisenhower, Bayar, MenderesAralık 1959 (!)

Amerikan Koleji’nde tamamlamıştı. O dönemde Anadolu’nun birçok yerinde Amerikalı misyonerlerin kurduğu okullar vardı.


Aynı on yıl boyunca Cumhurbaşkanlığı yapan Celal Bayar College Francais de l’Assomption’da, yani bir Fransız okulunda eğitim gördü. Cumhurbaşkanı olduktan bir süre sonra, 1954 yılının başında resmi bir gezi yapmak amacıyla Amerika Birleşik Devletleri’ne gitti. Önemli bir geziydi.

Gemiyle vardığı New York’tan, ABD Başkanı Dwight Eisenhower’in kendisine tahsis ettiği başkanlık uçağıyla Washington’a geldi. Bu uçak tüm gezi boyunca Bayar’ın hizmetine verilmişti. Başkentte olağanüstü bir törenle karşılandı. Gösterilerin kaydedildiği filmdeki spiker şöyle diyordu: “Ortadoğu’da komünizme karşı mücadelede en yakın dostumuz olan Bayar....”. 


33 günlük özel eğitim gezisi. Karşılayan Başk. Yard.Richard Nixon 



İlginç bir gezi, daha doğru bir ifadeyle bir eğitimdi. Bir ay sürdü, bir ay. Petrol tesislerinden, otomobil fabrikalarına, büyük çiftliklerden Hollywood’a gezdirilmedik yer, verilmedik eğitim kalmadı. Nitekim bu geziden sonra siyasi literatüre “küçük Amerika olacağız” ve “her sokağa bir milyoner” ifadeleri girdi.

27 Mayıs 1960 İhtilali 


27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra ilginç bir gelişme yaşandı. Kasım ayında ihtilali yapan 38 kişilik komitenin 14 üyesi tasfiye edildi ve çeşitli yurtdışı görevlere gönderildi. 14’ler olarak anılan bu üyeler, ülkenin köklü yapısal sorunları

Türkeş, MBK bildirisini okuyor

çözülmeden kısa süre içinde yapılacak seçimlerle iktidarın sivillere bırakılmasını reddediyorlar, yani demokrasiye geçişe karşı çıkıyorlardı.

Bunlar arasında Alparslan Türkeş de vardı. Türkeş, maceralı bir subaylık dönemini takiben, 1955 yılında ABD’ye gönderilmiş, Amerikan Harp Akademisi’ni ve Piyade Okulu’nu bitirdikten sonra Washington’da NATO Daimi Komitesi’nde Türk Genelkurmayı Temsil Heyeti’nde görev yapmıştı.

Burada bir parantez açmak istiyorum. Bu darbe (!) demek ki bize hep anlatılan faşist darbelerden değil. Faşistler tasfiye ediliyor, çok kısa zamanda serbest seçimler yapılıyor. Zaten ardından hazırlanan 1961 Anayasası da bir garip. Döneminin en ileri demokratik anayasalarından biri. Neyse hem bu garipliğe, hem de bize bu konuda yalan söylemiş liberallere başka bir yazıda değinelim.

Morrison Süleyman


Geldik Morrison Süleyman’a. Yeni kurulan Adalet Partisi’nde henüz milletvekili bile seçilmemişken iki sene içinde başkan olan Süleyman Demirel’in de ilginç bir eğitim hayatı var. İTÜ İnşaat Fakültesi’nden mezun olduktan kısa süre sonra

Demirel ve ABD Başkanı Johnson

ABD’ye gitti. Sulama ve elektrik konularında eğitim aldı. Ülkeye dönüşünde DSİ Genel Müdürü oldu. Bir süre sonra Eisenhower bursuyla yeniden ABD’ye gitti.

1960 yılında genel müdürlükten ayrıldı, askere gitti. Ardından serbest iş hayatına atıldı. Boğaz Köprüsü’nün ilk projelerini yapan Amerikalı Morrison Knudsen Inc. firmasının Türkiye temsilciliğini yaptı. Bu nedenle bir dönem Morrison Süleyman olarak anıldı.


CHP Kanadı Farklı mı?


O eğitimlere ihanet etti

O dönemde Cumhuriyet Halk Partisi’nde parlayan iki genç siyasetçiyi de sıraya alalım. Birincisi Bülent Ecevit. Robert Kolej’den mezun oldu. Dört yıl Londra’da Türkiye Büyükelçiliği’nde görev yaptı. 1955’te ABD’ye gitti ve orada bir gazetede çalıştı. 1957’de Rocfkefeller Bursu’yla yeniden gittiği ABD’de sekiz ay boyunca Harward Üniversitesi’nde sosyal psikoloji ve Ortadoğu tarihi konularında araştırmalar yaptı. 27 Mayıs sonrasında koalisyon hükümetlerinde üç kez çalışma bakanlığı, daha sonraki yıllarda beş kez başbakanlık yaptı.

İkinci parlak genç ise Deniz Baykal. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. SBF’de asistan olarak görev yaptı. Doktorasını bitirdikten sonra, 1963’te Rockefeller Bursu’yla ABD’ye gitti. İki yıl boyunca Columbia ve Berkeley üniversitelerinde çalışmalar yaptı.

Eeeeee, yeter!


Demeyin aslında. Daha sırada Turgut Özal, Tansu Çiller gibi önemli figürler var. Birer, ikişer cümle, tamam.

Özal, İTÜ’yü bitirdikten sonra, mühendislik ekonomisi öğrenimi için ABD’ye gönderildi. Daha sonraki bir dönemde de iki yıl Dünya Bankası’nda görev yaptı.

Tansu Çiller’in okuduğu ve çalıştığı okulları saymak konumuz açısından yeterli. Amerikan Kız Koleji, Robert College Ekonomi (sonradan BÜ oldu), yüksek lisans New Hampshire Üniversitesi, doktora Connecticut Üniversitesi, ardından çalışma hayatı Yale Üniversitesi.

Ne yani? Şimdi bütün yazıyı tarayıp, kişilerde en çok karşılaşılan ortak özelliği mi bulmamız gerekiyor? Ben buldum bile: Amerika Birleşik Devletleri.

İtirazı duyar gibiyim. Recep Tayyip Erdoğan bu kalıba

Hep söyler: Neredeeen nereye



uymuyor, değil mi? Çocukluk ve eğitim hayatı boyunca ABD’yi ancak semt sinemasında kovboy filmlerinde görmüş olabilir, diyeceksiniz. Doğrudur. Bazılarımız, hatta belki çoğumuz böyle düşünmeye devam edelim.

Farklı bir görüş pek yakında.


“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”

“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder