Baykal ve Üst Akıl (?)
Herhalde altı, yedi yıl kadar önceydi. 2009 yerel
seçimlerinden az sonra. Bir toplantıya çağırdılar. Çağıran yakın bir
arkadaşımdı, ama asıl davet sahibini tanımıyordum. Hakkında duyduklarıma göre,
bizim yaşlarda emlak zengini bir solcu idi. Sol ağırlıklı, güçlü muhalefet
yapabilecek bir partinin kuruluşuna yardım etmek istiyor, bu amaçla
temaslarda
bulunuyordu. Aslında bu yoldaki ilk kazığı (ne kadar sol ise) Osman Pamukoğlu
Paşa’dan yemiş, o uğurda milyonlarca Dolar harcamış, paşanın bu işe uygun
olmadığına karar verince yeni kişiler bulmak üzere işe koyulmuştu. Bu arada,
paraları harcadığı demografik, siyasal, ekonomik araştırmalar da elindeydi.
Olası bir yeni oluşumun kullanımına sunacaktı.
TBMM Başkanı olamadı |
Toplantıya gittik. Beyoğlu’nda, adı tanınan ilginç
bir mekandı. Masalarda zengin bir ikram menüsü hazırlanmıştı.
Katılanları ya da konuşanları tek tek saymayacağım.
Anlattıkları bu yazının konusuyla bağlantılı olduğu için, sadece üç kişiden söz
edeceğim. İlk ikisi, 2099 Beyoğlu Belediye Başkanlığı seçiminde, İlçe Seçim
Kurulu’nda oy sayımı yapılmaktayken elektriklerin kesilivermesiyle (kedidir
kedi) üç bin beş yüz oy ilerideyken seçimi kaybediveren CHP adayı ve onun eşi.
Eşini buraya katmamın nedeni, bu konuda daha hınçlı, daha kinli ve yapılanı hiç
hazmetmemiş olmasıydı. Konuşmaları ve kullandığı kavramlar kocasınınkilere göre
çok daha sertti.
Bu iki mağdurun anlattıklarını ya bu yazının ileriki
kısımlarında başka bir konuya bağlayacağım ya da bununla bağlantılı başka bir
yazı yazacağım, bu yazının uzunluğuna bağlı.
Kırmızı Alarm: Baykal Devrede
Birinci ağızdan, yani kendi ağzından bir anekdotunu
aktaracağım üçüncü kişiyi tanıyorsunuzdur: 1922 doğumlu, yani bugün doksan beş
yaşındaki Hayrettin Karaca. TEMA Vakfı’nın kurucusu Toprak Dede. Yüz yaşını
aşmış yoldaşı ve şakacıktan flörtü Muazzez İlmiye Çığ ile birlikte, kar kış
demeden eylemler yapan büyük insan.
O toplantının başrollerinden biri onundu. Alkışlar
arasında söz aldı. Yaşından beklenmeyecek bir enerjik ses ve sert ifadelerle
konuşmaya başladı.
Ankara’ya bir proje hakkında CHP’nin bazı
yöneticileriyle görüşmeye gitmiş. Görüşmeler bittikten sonra, hazır merkez
binadayken, eğer vakti ve programı müsaitse Sn.Deniz Baykal ile görüşmek
istediğini söylemiş. (Baykal o sırada düşmez kalkmaz CHP Genel Başkanı).
Yukarıya sormuşlar, huzura çıkabileceği bilgisi
gelmiş. Toprak Dede’yi almışlar, Baykal’ın huzuruna götürmüşler. Baykal, Toprak
Dede’yi gayet iyi karşılamış, bir koltuğa oturtmuş. Hal hatır sohbeti ve içecek
seçiminden sonra, Toprak Dede kendi ifadesine göre büyük hatasını yapmış. Sözü
alarak, partinin ve dolayısıyla Baykal’ın bazı eylem ve tavırlarını
desteklemediğini, bunları orada Baykal’ın yüzüne karşı eleştirmek istediğini
söylemiş.
Inın, ın, ının, ın! Ne oldu? Sakin, sakin
anlatıyorduk değil mi?
Burada öncelikle vurgulamam gereken, bu olayı
anlatırken bu noktadan sonra Toprak Dede’nin sesinin çatallaştığı ve titrediği.
Görünen de gözlerinin yaşarmasına engel olamadığı.
Sn.(!) Baykal, saklayamadığı asabi bir tavırla
yerinden adeta fırlamış, Toprak Dede’yi kolundan sıkıca tutarak koltuğundan
kaldırmış ve kapıya yöneltmiş. Bir yandan da, onu görmüş olmaktan memnun
olduğunu, yine beklediğini filan söylemekteymiş. İşin ilginç ve hicranlı bir
diğer yanı ise, söylenmiş olan çayların bile henüz gelmemiş olmasıymış.
Sn. Hayrettin Karaca, Türkiye’nin Toprak Babası, gözleri
yaşlarla dolu olarak sözlerini şöyle bitirdi: “Ben çok yaşlı bir adamım, eskisi
gibi güçlü ve dayanıklı değilim. O adamın beni sürüklerken kolumu tuttuğu yer
çürüdü. Çok canım yandı. Benim size tavsiyem, eğer hele solda bir şeyler
yapacaksanız, o adamdan kurtulmanın bir yolunu bulmak zorundasınız. O varken,
olumlu bir şey yapabilmek çok zor hatta imkânsızdır.”
Bu
olağanüstü konuşma, zaman zaman aklıma gelmişti. Beylerbeyi görüşmesini
öğrendiğimde, TBMM Başkanlığı ile ilgili olarak Dışişleri konutunda
Erdoğan-Baykal görüşmesini haberlerde izlediğimde. Ama itiraf etmeliyim ki, en
net darbeyi referandum sonrasında CNN’deki programda Baykal’ı gördüğümde yedim.
Gözümde canlanan, Toprak Dede’nin yaşlı boncuk gözleriydi ve bir kez daha lanet
okudum.
79 yaşında. Hırs mı, görev mi? |
Bu
yazıyı münhasıran Baykal’a ayırmayı planlamıştım. Sonra onun Türk siyasal
hayatında sık rastlanan bir özelliğe sahip olduğunu keşfettim. Biraz daha araştırma
yaptım. Yazı amacından saptı. Buradan sonra başka bir raydayız. Baykal’ı başka
zaman düşünürüz.
Şahsi Hırslar mı? Eğitimler mi? Görevler mi?
Yazının
bu bölümüne geçerken vurgulanması gereken bir husus var. Uzun yıllardan beri
birileri, bu ülkenin, yönetimini Türklere bırakamayacakları kadar önemli olduğu
konusunda fikir birliğine varmış durumdadırlar. Kimler mi? Örn. Sudanlılar ya
da Yeni Zelandalılar. Sizce kimler?
Bu
sorunun kısmi cevabını bulabilmek için geçmişe başvurmak gerekiyor. Cumhuriyetin
geçmişine.
Demokrat Parti
Çok
partili rejimin on yıl boyunca başbakanlığını yapan Adnan Menderes, eğitiminin
bir bölümünü Kızılçullu
Amerikan Koleji’nde tamamlamıştı. O dönemde Anadolu’nun
birçok yerinde Amerikalı misyonerlerin kurduğu okullar vardı.
Eisenhower, Bayar, MenderesAralık 1959 (!) |
Aynı
on yıl boyunca Cumhurbaşkanlığı yapan Celal Bayar College Francais de
l’Assomption’da, yani bir Fransız okulunda eğitim gördü. Cumhurbaşkanı olduktan
bir süre sonra, 1954 yılının başında resmi bir gezi yapmak amacıyla Amerika
Birleşik Devletleri’ne gitti. Önemli bir geziydi.
Gemiyle
vardığı New York’tan, ABD Başkanı Dwight Eisenhower’in kendisine tahsis ettiği
başkanlık uçağıyla Washington’a geldi. Bu uçak tüm gezi boyunca Bayar’ın
hizmetine verilmişti. Başkentte olağanüstü bir törenle karşılandı. Gösterilerin
kaydedildiği filmdeki spiker şöyle diyordu: “Ortadoğu’da komünizme karşı
mücadelede en yakın dostumuz olan Bayar....”.
33 günlük özel eğitim gezisi. Karşılayan Başk. Yard.Richard Nixon |
İlginç bir gezi, daha doğru bir ifadeyle bir eğitimdi. Bir ay sürdü, bir ay. Petrol tesislerinden, otomobil fabrikalarına, büyük çiftliklerden Hollywood’a gezdirilmedik yer, verilmedik eğitim kalmadı. Nitekim bu geziden sonra siyasi literatüre “küçük Amerika olacağız” ve “her sokağa bir milyoner” ifadeleri girdi.
27 Mayıs 1960 İhtilali
27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra
ilginç bir gelişme yaşandı. Kasım ayında ihtilali yapan 38 kişilik komitenin 14
üyesi tasfiye edildi ve çeşitli yurtdışı görevlere gönderildi. 14’ler olarak
anılan bu üyeler, ülkenin köklü yapısal sorunları
çözülmeden kısa süre içinde
yapılacak seçimlerle iktidarın sivillere bırakılmasını reddediyorlar, yani
demokrasiye geçişe karşı çıkıyorlardı.
Türkeş, MBK bildirisini okuyor |
Bunlar arasında Alparslan Türkeş de
vardı. Türkeş, maceralı bir subaylık dönemini takiben, 1955 yılında ABD’ye gönderilmiş,
Amerikan Harp Akademisi’ni ve Piyade Okulu’nu bitirdikten sonra Washington’da
NATO Daimi Komitesi’nde Türk Genelkurmayı Temsil Heyeti’nde görev yapmıştı.
Burada bir parantez açmak istiyorum.
Bu darbe (!) demek ki bize hep anlatılan faşist darbelerden değil. Faşistler
tasfiye ediliyor, çok kısa zamanda serbest seçimler yapılıyor. Zaten ardından
hazırlanan 1961 Anayasası da bir garip. Döneminin en ileri demokratik
anayasalarından biri. Neyse hem bu garipliğe, hem de bize bu konuda yalan
söylemiş liberallere başka bir yazıda değinelim.
Morrison Süleyman
Geldik Morrison Süleyman’a. Yeni
kurulan Adalet Partisi’nde henüz milletvekili bile seçilmemişken iki sene
içinde başkan olan Süleyman Demirel’in de ilginç bir eğitim hayatı var. İTÜ
İnşaat Fakültesi’nden mezun olduktan kısa süre sonra
ABD’ye gitti. Sulama ve
elektrik konularında eğitim aldı. Ülkeye dönüşünde DSİ Genel Müdürü oldu. Bir
süre sonra Eisenhower bursuyla yeniden ABD’ye gitti.
Demirel ve ABD Başkanı Johnson |
1960 yılında genel müdürlükten
ayrıldı, askere gitti. Ardından serbest iş hayatına atıldı. Boğaz Köprüsü’nün
ilk projelerini yapan Amerikalı Morrison Knudsen Inc. firmasının Türkiye
temsilciliğini yaptı. Bu nedenle bir dönem Morrison Süleyman olarak anıldı.
CHP Kanadı Farklı mı?
O eğitimlere ihanet etti |
İkinci parlak genç ise Deniz Baykal.
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. SBF’de asistan olarak görev
yaptı. Doktorasını bitirdikten sonra, 1963’te Rockefeller Bursu’yla ABD’ye
gitti. İki yıl boyunca Columbia ve Berkeley üniversitelerinde çalışmalar yaptı.
Eeeeee, yeter!
Demeyin aslında. Daha sırada Turgut Özal,
Tansu Çiller gibi önemli figürler var. Birer, ikişer cümle, tamam.
Özal, İTÜ’yü bitirdikten sonra,
mühendislik ekonomisi öğrenimi için ABD’ye gönderildi. Daha sonraki bir dönemde
de iki yıl Dünya Bankası’nda görev yaptı.
Tansu Çiller’in okuduğu ve çalıştığı
okulları saymak konumuz açısından yeterli. Amerikan Kız Koleji, Robert College
Ekonomi (sonradan BÜ oldu), yüksek lisans New Hampshire Üniversitesi, doktora
Connecticut Üniversitesi, ardından çalışma hayatı Yale Üniversitesi.
Ne yani? Şimdi bütün yazıyı tarayıp,
kişilerde en çok karşılaşılan ortak özelliği mi bulmamız gerekiyor? Ben buldum
bile: Amerika Birleşik Devletleri.
İtirazı duyar gibiyim. Recep Tayyip
Erdoğan bu kalıba
uymuyor, değil mi? Çocukluk ve eğitim hayatı boyunca ABD’yi
ancak semt sinemasında kovboy filmlerinde görmüş olabilir, diyeceksiniz.
Doğrudur. Bazılarımız, hatta belki çoğumuz böyle düşünmeye devam edelim.
Hep söyler: Neredeeen nereye |
Farklı bir görüş pek yakında.
“Ceterum censeo Carthaginem esse
delendam...”
“Bana soracak olursanız, Kartaca
mutlaka yıkılmalıdır.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder