Baykal ve Üst Akıl (2)
Ne
diyerek bitirmiştim bir önceki yazıyı?
“İtirazı
duyar gibiyim.......
Farklı
bir görüş pek yakında.”
Önceki
yazının tümüne sıraladığım liderler arasında Gazi Mustafa Kemal Atatürk, İsmet
İnönü ve Celal Bayar dışında herkes eğitimleri sırasında ya Amerikan ya da
İngiliz rahle-i tedrisatından geçmiş durumda.
İngiliz
eğitimi konusunda en önemli örnek, Abdullah Gül. İçerisinde bir Kürt
Araştırmaları Enstitüsü, bir İslam ve Arap Araştırmaları Enstitüsü bulunduran
tek İngiliz üniversitesi olan Exeter, aynı zamanda MI6 gibi İngiliz istihbarat
servislerine ajan yetiştiren okul olarak tanınıyor.
Gül,
1976-1978 yılları arasında bu üniversitede eğitim gördü. Dönem arkadaşları
arasında Merkez Bankası eski başkanı Durmuş Yılmaz, Fehmi Koru, Şükrü Karatepe
gibi ilginç isimler de vardı. Cumhurbaşkanlığı çatı adayı olarak hatırladığımız
Ekmeleddin İslamoğlu da o üniversitede doktora sonrası çalışmalar yapmıştı.
Başlık da söylüyor: İngilizlerin gözdesi |
Bir
de Dizbağı Nişanı olayı var. Bu nişan Osmanlı padişahları Abdülmecit ve Abdülaziz’den
sonra ilk kez bir devlet büyüğü olarak Abdullah Gül’e verildi. Bu nişanın
kendisi ve anlamı İngilizler açısından çok önemli.
Buradan
sanki İngilizlerin Gül’e ABD’den daha çok önem verdikleri ya da anlam
atfettikleri çıkar mı? “Çıksa ne yazar” dendiğini duyar gibiyim. Bu soru çok
yanlış. Büyük Britanya İmparatorluğu, Orta-Doğu, İslam ve Arap dünyası gibi
konularda daima ABD’nin hocası olageldi.
Atatürk ve Madalya Konusu
Gazi
Mustafa Kemal Atatürk, 1.Dünya Savaşı’nda çeşitli cephelerde göstermiş olduğu
yararlılıklar nedeniyle gerek Osmanlı İmparatorluğu, gerekse müttefiki olan
yabancı devletlerden çok sayıda madalya ve nişan aldı. Bir yabancı devletten
aldığı en son nişan ise Mart 1923’de Afgan Kralı Emanullah Han tarafından
verilen Aliyülüala Nişanı idi.
Cumhuriyetin
ilanından sonra yabancı devletler tarafından takdim edilmek istenen madalya ve
nişanları geri çevirdi. Nihayet 26 Kasım 1934 tarih ve 2590 sayılı devrim
kanunun 2.maddesi gereğince Türklerin (!) yabancı devletlerden aldıkları madalya,
nişan gibi hediyeleri taşımaları yasaklandı. Bu yasak bugün de geçerli.
Farklı Bir Lider
Asıl
konuya dönelim. 1950 yılından bu yana devlet ve hükümet başkanlarımızın ortak
özellikleri, hayatlarının bir döneminde Amerikan eğitimiyle tanışmış
olmalarıydı. İki istisnanın biri, Alman eğitiminden gelen Mesut Yılmaz, diğeri
ise Abdullah Gül’dü.
Ama
bir lider var ki, bu konuda tümüyle istisna. Siyasi kariyer açısından Mart
1997’de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı, Mart 2003’de Başbakanlık ve
nihayet Ağustos 2014’de Cumhurbaşkanlığı makamına erişmiş olan Recep Tayyip
Erdoğan.
Van minüts! Van minüts! |
Burada
garip sayılabilecek bir durum var. 1950’den 2003’e kadar neredeyse istisnasız
uygulanan bir kural (!), uygulayıcısı tarafından bir yana bırakılıyor. Daha
sonra İngilizce bilgisi “van minüts” vecizesiyle kendini gösterecek, ABD
hakkındaki bilgisi ve görgüsü küçükken seyrettiği bazı kovboy filmleriyle
kısıtlı olan bir kişi, sorunsuz ve aralıksız sayılabilecek bir siyasi seyirle
bu noktalara gelebiliyordu.
Olağandışı İltimas
Liderliğini
Necmettin Erbakan’ın yaptığı ve siyasi yelpazenin bir bölümünü kaplayan “Milli
Görüş”, adı üzerinde milli yönü olan bir görüştü. Erbakan bu konuda ABD gözünde
oldukça sabıkalıydı. Amerikan eğitimine ihanet etmiş olan ortağı Ecevit ile
birlikte haşhaş ekimi yasağını kaldırmışlar, Kıbrıs Barış Harekatı’nı yapmışlar
ve TC tarihinin en ağır ABD ambargosuna
mahkum edilmişlerdi.
12
Eylül rejimiyle birlikte oluşturulmaya başlanan “sola karşı ılımlı İslam”
tezgahı, Özal ile güçlendirildi, ama o da ordunun, yani hala milli özellikleri
hâlâ var olan ordunun takozuna takılarak Irak meselesinde kankası Bush’un
umutlarını boşa çıkarmıştı.
Bu
hatalara bir daha düşmeyecek, İslamcı, milliyetçiliğinden arınabilecek, hatta
milli ordunun imhasına gözü kapalı destek olabilecek birine ihtiyaç vardı.
Aranan kişi bulundu.
Eğitimi
çok zayıftı, ama büyük bir hırsı ve ilginç bir karizması vardı. Kısa süre
içinde o hırsa ve karizmaya sahip, aynı zamanda eğitimli birini bulmak zordu.
Zaten yapması gerekecek olan görevler bakımından bir miktar cahil
cesaretine de
ihtiyaç vardı.
Hoca onu hain olarak damgaladı |
Eğitim
eksiği bir şekilde telafi edilebilirdi, hırsları okşanır, gerektiğinde biraz
ürkütülür, yanına bazı destekler verilebilirdi. ABD’nin elinde bu işte
kullanabileceği bazı kişilerin yanında, yıllardan beri iğne oyası gibi
işlediği, eğitilmiş, yetişmiş, bir yerlere sızmaya başlamış güçlü bir destek
daha vardı: Fethullahçılar.
Herhalde
ABD’nin yalnızca Türkiye ile de kısıtlı olmayan uzun vadeli planlarının asıl
başrol oyuncusu, Fethullahçılar idi. Ama o yolda kendi kadrolarına sahip
olamayan güçlü bir taşıyıcı gerekiyordu. O da Recep Tayyip Erdoğan
liderliğindeki AKP olacaktı.
Ülke
prototipinin, yani İstanbul’un yönetiminde başarılıydı. Aslında o mevkiyi ele
geçirebilme başarısını özellikle sosyal demokratların hatalı ittifak ve seçim
stratejilerine borçluydu.
Garip
ilişkiler o dönemde başladı. Bugün Cumhurbaşkanı olarak 20 dakikalık bir
görüşme randevusu alabilmek için dört ay beklemek zorunda kalan RTE, o günlerde
bazı arabulucular sayesinde Beyaz Saray’ı ziyaret edebiliyordu. Resmen değil,
ön kapıdan değil, ama olsun. Eğitim ve gazlama başlamıştı. Bu arada, henüz
milletvekili bile değildi.
Eğitimciler: Zapsu ve Bağış
Yerinde
(ABD’de) eğitimin yanı sıra, ABD eğitimli bazı yerli eğitimciler de görevlendirildi.
Örnek olarak iki isim verebilirim.
Birincisi ABD bağlantıları güçlü bir işadamı
olan Cüneyd Zapsu idi. Tarihe, ABD yetkililerine söylediği “onu deliğe
süpürmeyin, kullanın” özlü sözüyle geçti. Eğitimci olarak görev süresi çok uzun
olmadı, tabii en azından bizim bildiğimiz kadarıyla.
Kim kırdı seni, Zapsu? |
İkinci
eğitimci ise, (bunlar sadece eğitimci değil, aynı zamanda diktafon, yani
sahibinin sesi, talimatları aktaranlar) tarihteki yerini “bakara, makara” ile
alacak olan Egemen Bağış idi.
Bir
anekdot: New York seyahatlerimden birinde tesadüfen seçtiğim bir otelin alt
katında bir Türk’ün işlettiği bir kafe vardı. Sabahları da otele kahvaltı
salonu olarak hizmet veriyordu. Patronla hemen ahbap olduk. Genç yaşında
kafasına esip New York’a gelmiş, Bronx gibi beter semtlerde yetişmiş, sonra da
5.Cadde yakınında o dükkanı açmıştı. Egemen Bağış’ı New York’a ilk geldiği
günlerden tanıyor ve hakkında çok komik, çok enteresan şeyler anlatıyordu.
Bakara Makaracı Bağış |
Ona
göre Bağış, New York’ta yaşamış ve okumuş bir kişi olarak, Birleşmiş Milletler’e
gelen Türk delegasyonlarının ağırlanma, çeviri, rehberlik vb. (!) ihtiyaçlarını
karşılama konusunda yardımcı oluyordu.
İşte
bilemediğimiz, tanımadığımız kişilerin yanı sıra eğitim görevini sürdürenler
bunlardı.
Bu
arada belirtmek gerekiyor, yerinde eğitim faaliyetine de son zamanlara pek
aralık verilmedi. RTE, on beş yıllık iktidarı döneminde yirmiden fazla kez
ABD’ye giderek, Türk liderleri arasında kırılması zor bir rekora da imza attı.
Çok Ağırıma Giden Bir Süreç
Bu
süreci yönlendiren her kim ya da kimler ise, inanılamayacak bir yola
başvurmuşlardı. Belki bu zamanında uyanamayan, inanamayan salakların bahanesi
bu olabilir. Devreye sokulan, Dünya tarihinde yetmiş küsur sene önce uygulanmış
ve felaketle neticelenene kadar belli başarıya ulaşmış bir senaryo idi.
William
Shirer’in “Nazi İmparatorluğu’nun Doğuşu, Yükselişi, Çöküşü” adlı üç ciltlik
kitabını, aynı yazarın “Kabus Yılları
1930-1940” adlı kitabını, Ian Kershaw’ın
iki dev ciltten oluşan “Hitler (Hubris)” ve “Hitler (Nemesis)” kitaplarını,
hadi bunlardan vazgeçtim, Adolf Hitler’in “Kavgam”ını okumuş biri, ilk günden
itibaren senaryoya uyanırdı.
Okuyanlar uyandı |
Buna
uyanamayan ya da uyanmamış ayağına yatan entelektüel liberaller ya kötü niyetli
(Ali Kemal) ya da satılıktılar.
Psikoloji
ve psikiyatri dallarında Dünya’nın en gelişmiş ülkesi olarak bilinen ABD de
aslında bu konuda hata yaptı. Sanki Hubris’i bilmiyorlardı. Sanki narsizm
hakkında bir fikirleri yoktu.
Süreç
gelişip kendine güveni arttıkça eğitim ihtiyacı otomatikman azaldı. Önce Zapsu,
ardından Bağış uzaklaşmak zorunda kaldılar. “Eeeey”ler başladı, “Eeeey Obama”ya
kadar geldi.
Obama
uyandı, ama geç kalmıştı. Son çare olarak büyük
devlet adamı ve şair (adaşım)
Ziya Paşa’nın o çok tanınan beytine başvurdu, eline beyzbol sopasını alarak,
“nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir”
dedi, ama başkanlık ömrü köteğe yetmedi.
Bu da uyandı, ama geç uyandı |
Şimdi Ne Olacak?
Şimdi
artık yeni bir dönemdeyiz. Çok radikal bir değişiklik olmadıkça, gelinen bu
noktadan daha iyi bir noktaya yönelme ihtimali göremiyorum. Her bakımdan yokuş
aşağı iniş devam edecek gibi görünüyor. İşin acıklı tarafı şu ki, ekonomide de
siyasette de, daha önce de belirtmiş olduğum gibi, bir dip yoktur. Hele o
değişikliğin yapılabileceği tarih olarak 2019 Cumhurbaşkanlığı seçimlerini
öngörenlere söyleyebilecek hiç sözüm yok. O tam bir ham hayaldir. Bunun için
mutlaka bir takım çıkış yolları bulmak zorundayız. Enseyi gene de
karartmayalım, çıkmadık candan ümit kesilmez.
“Ceterum censeo Carthaginem esse
delendam...”
“Bana soracak olursanız, Kartaca
mutlaka yıkılmalıdır.”
cesur ve düzgün bir yazı. realize olma olasılığı mevcut. yazıların artık sadece içerik değil stil olarak da ali-ül âlâ. başarılarının devamı temennimle
YanıtlaSil