19 Mayıs 2017 Cuma

Baykal ve Üst Akıl (2)


Ne diyerek bitirmiştim bir önceki yazıyı?

“İtirazı duyar gibiyim.......

Farklı bir görüş pek yakında.”

Önceki yazının tümüne sıraladığım liderler arasında Gazi Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve Celal Bayar dışında herkes eğitimleri sırasında ya Amerikan ya da İngiliz rahle-i tedrisatından geçmiş durumda.

İngiliz eğitimi konusunda en önemli örnek, Abdullah Gül. İçerisinde bir Kürt Araştırmaları Enstitüsü, bir İslam ve Arap Araştırmaları Enstitüsü bulunduran tek İngiliz üniversitesi olan Exeter, aynı zamanda MI6 gibi İngiliz istihbarat servislerine ajan yetiştiren okul olarak tanınıyor.

Gül, 1976-1978 yılları arasında bu üniversitede eğitim gördü. Dönem arkadaşları arasında Merkez Bankası eski başkanı Durmuş Yılmaz, Fehmi Koru, Şükrü Karatepe gibi ilginç isimler de vardı. Cumhurbaşkanlığı çatı adayı olarak hatırladığımız Ekmeleddin İslamoğlu da o üniversitede doktora sonrası çalışmalar yapmıştı.

Başlık da söylüyor: İngilizlerin gözdesi


Bir de Dizbağı Nişanı olayı var. Bu nişan Osmanlı padişahları Abdülmecit ve Abdülaziz’den sonra ilk kez bir devlet büyüğü olarak Abdullah Gül’e verildi. Bu nişanın kendisi ve anlamı İngilizler açısından çok önemli.

Buradan sanki İngilizlerin Gül’e ABD’den daha çok önem verdikleri ya da anlam atfettikleri çıkar mı? “Çıksa ne yazar” dendiğini duyar gibiyim. Bu soru çok yanlış. Büyük Britanya İmparatorluğu, Orta-Doğu, İslam ve Arap dünyası gibi konularda daima ABD’nin hocası olageldi.

Atatürk ve Madalya Konusu


Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 1.Dünya Savaşı’nda çeşitli cephelerde göstermiş olduğu yararlılıklar nedeniyle gerek Osmanlı İmparatorluğu, gerekse müttefiki olan yabancı devletlerden çok sayıda madalya ve nişan aldı. Bir yabancı devletten aldığı en son nişan ise Mart 1923’de Afgan Kralı Emanullah Han tarafından verilen Aliyülüala Nişanı idi.

Cumhuriyetin ilanından sonra yabancı devletler tarafından takdim edilmek istenen madalya ve nişanları geri çevirdi. Nihayet 26 Kasım 1934 tarih ve 2590 sayılı devrim kanunun 2.maddesi gereğince Türklerin (!) yabancı devletlerden aldıkları madalya, nişan gibi hediyeleri taşımaları yasaklandı. Bu yasak bugün de geçerli.

Farklı Bir Lider


Asıl konuya dönelim. 1950 yılından bu yana devlet ve hükümet başkanlarımızın ortak özellikleri, hayatlarının bir döneminde Amerikan eğitimiyle tanışmış olmalarıydı. İki istisnanın biri, Alman eğitiminden gelen Mesut Yılmaz, diğeri ise Abdullah Gül’dü.

Ama bir lider var ki, bu konuda tümüyle istisna. Siyasi kariyer açısından Mart 1997’de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı, Mart 2003’de Başbakanlık ve nihayet Ağustos 2014’de Cumhurbaşkanlığı makamına erişmiş olan Recep Tayyip Erdoğan.

Van minüts! Van minüts!


Burada garip sayılabilecek bir durum var. 1950’den 2003’e kadar neredeyse istisnasız uygulanan bir kural (!), uygulayıcısı tarafından bir yana bırakılıyor. Daha sonra İngilizce bilgisi “van minüts” vecizesiyle kendini gösterecek, ABD hakkındaki bilgisi ve görgüsü küçükken seyrettiği bazı kovboy filmleriyle kısıtlı olan bir kişi, sorunsuz ve aralıksız sayılabilecek bir siyasi seyirle bu noktalara gelebiliyordu.

Olağandışı İltimas


Liderliğini Necmettin Erbakan’ın yaptığı ve siyasi yelpazenin bir bölümünü kaplayan “Milli Görüş”, adı üzerinde milli yönü olan bir görüştü. Erbakan bu konuda ABD gözünde oldukça sabıkalıydı. Amerikan eğitimine ihanet etmiş olan ortağı Ecevit ile birlikte haşhaş ekimi yasağını kaldırmışlar, Kıbrıs Barış Harekatı’nı yapmışlar ve TC tarihinin en ağır ABD  ambargosuna mahkum edilmişlerdi.

12 Eylül rejimiyle birlikte oluşturulmaya başlanan “sola karşı ılımlı İslam” tezgahı, Özal ile güçlendirildi, ama o da ordunun, yani hala milli özellikleri hâlâ var olan ordunun takozuna takılarak Irak meselesinde kankası Bush’un umutlarını boşa çıkarmıştı.

Bu hatalara bir daha düşmeyecek, İslamcı, milliyetçiliğinden arınabilecek, hatta milli ordunun imhasına gözü kapalı destek olabilecek birine ihtiyaç vardı. Aranan kişi bulundu.

Eğitimi çok zayıftı, ama büyük bir hırsı ve ilginç bir karizması vardı. Kısa süre içinde o hırsa ve karizmaya sahip, aynı zamanda eğitimli birini bulmak zordu. Zaten yapması gerekecek olan görevler bakımından bir miktar cahil

Hoca onu hain olarak damgaladı

cesaretine de ihtiyaç vardı.

Eğitim eksiği bir şekilde telafi edilebilirdi, hırsları okşanır, gerektiğinde biraz ürkütülür, yanına bazı destekler verilebilirdi. ABD’nin elinde bu işte kullanabileceği bazı kişilerin yanında, yıllardan beri iğne oyası gibi işlediği, eğitilmiş, yetişmiş, bir yerlere sızmaya başlamış güçlü bir destek daha vardı: Fethullahçılar.

Herhalde ABD’nin yalnızca Türkiye ile de kısıtlı olmayan uzun vadeli planlarının asıl başrol oyuncusu, Fethullahçılar idi. Ama o yolda kendi kadrolarına sahip olamayan güçlü bir taşıyıcı gerekiyordu. O da Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP olacaktı.

Ülke prototipinin, yani İstanbul’un yönetiminde başarılıydı. Aslında o mevkiyi ele geçirebilme başarısını özellikle sosyal demokratların hatalı ittifak ve seçim stratejilerine borçluydu.

Garip ilişkiler o dönemde başladı. Bugün Cumhurbaşkanı olarak 20 dakikalık bir görüşme randevusu alabilmek için dört ay beklemek zorunda kalan RTE, o günlerde bazı arabulucular sayesinde Beyaz Saray’ı ziyaret edebiliyordu. Resmen değil, ön kapıdan değil, ama olsun. Eğitim ve gazlama başlamıştı. Bu arada, henüz milletvekili bile değildi.

Eğitimciler: Zapsu ve Bağış


Yerinde (ABD’de) eğitimin yanı sıra, ABD eğitimli bazı yerli eğitimciler de görevlendirildi. Örnek olarak iki isim verebilirim.

Kim kırdı seni, Zapsu?

Birincisi ABD bağlantıları güçlü bir işadamı olan Cüneyd Zapsu idi. Tarihe, ABD yetkililerine söylediği “onu deliğe süpürmeyin, kullanın” özlü sözüyle geçti. Eğitimci olarak görev süresi çok uzun olmadı, tabii en azından bizim bildiğimiz kadarıyla.

İkinci eğitimci ise, (bunlar sadece eğitimci değil, aynı zamanda diktafon, yani sahibinin sesi, talimatları aktaranlar) tarihteki yerini “bakara, makara” ile alacak olan Egemen Bağış idi.

Bir anekdot: New York seyahatlerimden birinde tesadüfen seçtiğim bir otelin alt katında bir Türk’ün işlettiği bir kafe vardı. Sabahları da otele kahvaltı salonu olarak hizmet veriyordu. Patronla hemen ahbap olduk. Genç yaşında kafasına esip New York’a gelmiş, Bronx gibi beter semtlerde yetişmiş, sonra da 5.Cadde yakınında o dükkanı açmıştı. Egemen Bağış’ı New York’a ilk geldiği günlerden tanıyor ve hakkında çok komik, çok enteresan şeyler anlatıyordu. 

Bakara Makaracı Bağış


Ona göre Bağış, New York’ta yaşamış ve okumuş bir kişi olarak, Birleşmiş Milletler’e gelen Türk delegasyonlarının ağırlanma, çeviri, rehberlik vb. (!) ihtiyaçlarını karşılama konusunda yardımcı oluyordu.

İşte bilemediğimiz, tanımadığımız kişilerin yanı sıra eğitim görevini sürdürenler bunlardı.

Bu arada belirtmek gerekiyor, yerinde eğitim faaliyetine de son zamanlara pek aralık verilmedi. RTE, on beş yıllık iktidarı döneminde yirmiden fazla kez ABD’ye giderek, Türk liderleri arasında kırılması zor bir rekora da imza attı.

Çok Ağırıma Giden Bir Süreç


Bu süreci yönlendiren her kim ya da kimler ise, inanılamayacak bir yola başvurmuşlardı. Belki bu zamanında uyanamayan, inanamayan salakların bahanesi bu olabilir. Devreye sokulan, Dünya tarihinde yetmiş küsur sene önce uygulanmış ve felaketle neticelenene kadar belli başarıya ulaşmış bir senaryo idi.

William Shirer’in “Nazi İmparatorluğu’nun Doğuşu, Yükselişi, Çöküşü” adlı üç ciltlik kitabını, aynı yazarın “Kabus Yılları

Okuyanlar uyandı

1930-1940” adlı kitabını, Ian Kershaw’ın iki dev ciltten oluşan “Hitler (Hubris)” ve “Hitler (Nemesis)” kitaplarını, hadi bunlardan vazgeçtim, Adolf Hitler’in “Kavgam”ını okumuş biri, ilk günden itibaren senaryoya uyanırdı.

Buna uyanamayan ya da uyanmamış ayağına yatan entelektüel liberaller ya kötü niyetli (Ali Kemal) ya da satılıktılar.

Psikoloji ve psikiyatri dallarında Dünya’nın en gelişmiş ülkesi olarak bilinen ABD de aslında bu konuda hata yaptı. Sanki Hubris’i bilmiyorlardı. Sanki narsizm hakkında bir fikirleri yoktu.

Süreç gelişip kendine güveni arttıkça eğitim ihtiyacı otomatikman azaldı. Önce Zapsu, ardından Bağış uzaklaşmak zorunda kaldılar. “Eeeey”ler başladı, “Eeeey Obama”ya kadar geldi.

Obama uyandı, ama geç kalmıştı. Son çare olarak büyük

Bu da uyandı, ama geç uyandı

devlet adamı ve şair (adaşım) Ziya Paşa’nın o çok tanınan beytine başvurdu, eline beyzbol sopasını alarak, “nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” dedi, ama başkanlık ömrü köteğe yetmedi.

Şimdi Ne Olacak?


Şimdi artık yeni bir dönemdeyiz. Çok radikal bir değişiklik olmadıkça, gelinen bu noktadan daha iyi bir noktaya yönelme ihtimali göremiyorum. Her bakımdan yokuş aşağı iniş devam edecek gibi görünüyor. İşin acıklı tarafı şu ki, ekonomide de siyasette de, daha önce de belirtmiş olduğum gibi, bir dip yoktur. Hele o değişikliğin yapılabileceği tarih olarak 2019 Cumhurbaşkanlığı seçimlerini öngörenlere söyleyebilecek hiç sözüm yok. O tam bir ham hayaldir. Bunun için mutlaka bir takım çıkış yolları bulmak zorundayız. Enseyi gene de karartmayalım, çıkmadık candan ümit kesilmez.
  
“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”

“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”



1 yorum:

  1. cesur ve düzgün bir yazı. realize olma olasılığı mevcut. yazıların artık sadece içerik değil stil olarak da ali-ül âlâ. başarılarının devamı temennimle

    YanıtlaSil