8 Eylül 2017 Cuma

Doğan Ağabey’i Kaybettik


Onu ağabey olarak anıyorum. Aslında onunla hiç karşılaşmadım, tanışmadım. Kitaplarından, yazılarından ve mücadelesinden tanıyorum onu.


Köşesindeki resmi

Haa, benim açımdan bir sabıkası var. Uzun süre Aydınlıkçı olmuş. Ne bileyim, benim açımdan biraz sakıncalı. Aramızda mavra konusuydu. Eski Aydınlıkçıların sonu çift sayıyla biten yıllarda, eski doktorcuların da sonu tek sayıyla biten yıllarda eski siyasetlerine döndüklerine ilişkin gırgır geçerdik. Ama utanan biz olduk, bizim doktorcular hiç dönmedi, Aydınlıkçımız yoktu zaten. Doğan Ağabey de dönmedi.

Şimdi yazmadan edemeyeceğim. Aydınlık’tan başlayıp bugünkü doğru çizgiye gelmiş birini, başlangıçta THKP-C’den başlayıp, Kızılcahamamcı (yahu hâlâ Pensilvanyacı diyemiyorum) bir çizgiye gelmiş olandan daha çok takdir edeceğim kesindir. Doğan Yurdakul eskiden ağabeyim değildi, ağabeylerim başkaydı. Şimdi geldiğimiz noktaya bak. Artık onlara ağabey diyemiyorum.

Doğan Ağabey'e İzinsiz Katkı


Doğan Yurdakul, iİerlemiş yaşlarında çok üzücü, çok yıpratıcı günler yaşadı. Bugünden bakınca hepsinin de pisi pisine yaşandığı bile söylenebilir.

Şimdi benim yapmak istediğim, farklı. Onun yaşamı boyunca verdiği mücadelenin, yaptığı katkıların yanına, onun kaybından sonra (onun maalesef haberi olmaksızın) ufak bir şeyler daha katmak istiyorum. Sanırım, okusa bana kızmazdı.

Alper Görmüş’ten başlayalım


Çünkü her şey sanki onunla başladı gibi. İsmi aklıma gelince “nerede yahu bu adam” dedim kendime. Google’dan baktım, “Serbestiyet” adlı bir internet gazetesinde yazıyormuş. Künyeye baktım, “Hakkımızda” başlıklı tanıtım yazısına baktım. Tanıdığım çok kişi var. Adeta bir “yetmez ama evet”ci ve Anti-Kemalist koalisyonu. Fetöcüsü bile var. Şimdi ne özeleştiri ne de özür babında bir ifadesine rastlamadığımızı belirtip, onu bir kenara koyalım (zaten bu modeller böyle).
 

Hemen kapatıldı

Alper Görmüş (ne görmüş?)



Alper Görmüş’ün Nokta dergisindeki “Darbe Günlükleri” bombasının ardından Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk, OdaTV vb. bombalar geldi.

Davalar başladı, ardı ardına gelen dalgalarla sürdü. Bir dolu asker, sivil, aydın, gazeteci, yazar, iş adamı, mafia bozuntusu (ara sıcak niyetine) gözaltına alındı ve çoğu tutuklandı. (İtiraf ediyorum, bazı tutuklular beni eğlendirmedi değil. Örneğin madalyonlu (madalyalı değil) tontoş bir emekli albay vardı. “Jitem’i ben kurdum, herkeşleri öldürdüm, kuyuları doldurdum” diye bağırdıkça, bizimkiler “yaa, gördünüz mü” diye başlarını öne arkaya sallıyorlardı.

Bir İki Örnek Olay


Bu planlı ve yaygın operasyonlar sırasında önemli hukuk usul ve kuralları çiğnendi. Yoğun bir sahte delil propagandası sürdürüldü. Gözaltı ve sorguların başlı başına işkenceye dönüştürülebilmesi, her türlü eza ve cefanın çektirilebilmesi için azami gayret gösterildi.

Planlı ve sistematik olarak sürdürülen bu muameleler neticesinde, sağlığını, hayatını kaybedenler oldu. Ben burada sadece iki örnek vereceğim, Doğan Ağabey’in çektikleri gölgelenmesin diye.


Emniyete götürülürken


Cumhuriyet Gazetesi’nin başyazarı İlhan Selçuk 83 (yazıyla seksen üç) yaşında iken sabahın ilk saatlerinde gözaltına alındı, 40 (yazıyla kırk) saat bekletildikten sonra 14 (yazıyla 14) saat sorgulandı ve sonunda serbest bırakıldı. Ağır kalp hastasıydı. Bir süre sonra ameliyat olmak zorunda kaldı ve yine bir süre sonra hayatını kaybetti. Bükemediler, ama sonunda kırıldı.

İkinci örnek:

Hayatını bu ülkeye vakfetmiş, FETÖ tehlikesi konusunda yıllar önce sesinin yettiğince uyarılarda bulunmuş Prof.Dr.Türkan Saylan’ın evi de 13 Nisan 2009’da sabahın

Bir ay ömrü kalmıştı

köründe basıldı. Vücudunu sarmış kanser dördüncü evresindeydi. Buna rağmen dostlarının desteğiyle çiçekli penceresinden sokaktaki protestocuları yatıştırmaya çalıştı. Evi yedi saat boyunca altüst edildi. Unutmayalım, hastalığının bu evresinde insanlarla ancak maske takarak ilişkide bulunması, her türlü toz vb. etkiden olabildiğince korunması gerekiyordu. Bükülmedi, ama bir ay sonra kırıldı, 18 Mayıs’ta hayatını kaybetti.

Bu iki örneğe yer vermiş olmamın nedenini yazının ileriki kısımlarında açıklayacağım. Verebileceğim daha bir dolu örnek var. Sağlığını, ailesini, malını, kariyerini, hayatının bir bölümünü ya da tamamını bu aşağılık tezgah sonucunda kaybetmiş bir dolu insan var.

Olası İtirazlar


Belki diyenler olabilir ki, “canım, artık ezberledik bunları. Tekrarlamanın ne alemi var?”. Var efendim, var. Bunlar her fırsatta vurgulanması, adeta kafalara kakılması gerekli gerçekler. Çünkü bu eleştirilerin hedefleri en ufak bir pişmanlık göstermiyorlar. Bunu bu yazının sonunda size Doğan Ağabey de söyleyecek.

Bir de zamane koşullarının getirdiği şöyle bir ifade var: “Şu günleri hele bir geçelim, geçmişin hesaplaşmasını sonra yaparız”. Çok yakın zamanda ünlü YAE’cilerden birinin bu mealde bir tweetine de rastladım.

“Şu günlere” gelmemek için biz tüm gücümüzle, canlarımızı, özgürlüklerimizi, sevdiklerimizi kaybederken, siz “ileri demokrasi”ye AKP ve FETÖ’yle gidebilmek için bizimle cansiperane savaşıyordunuz. Bugün “bu hale siz getirdiniz, şimdi de siz düzeltin” desek, kim bizi kınayabilir?

Hadi, hadi, korkmayın. Biz bu mücadelenin boylu boyunca içinde olacağız. Ama sizinle birlikte mi? Kusura bakmayın. Bu karikatürü daha önce de kullanmıştım, hiç eskimiyor.
 

Bu artık bir klasik


Doğan Ağabey Silivri Zindanında


Doğan Ağabey’i Nedim Şener ve Ahmet Şık’la eşzamanlı olarak 3 Mart 2011’de içeri aldılar ve 6 Mart 2011’de tutukladılar. Kalp hastasıydı, pil taşıyordu. Daha da önemlisi, içeri alındığında eşi kanser hastasıydı. Hastalığı, yapılan tedaviye cevap vermiyordu. Yani Doğan Ağabey, zindana girerken, sevgili eşini bir daha sağ olarak görüp göremeyeceğini bilmiyordu.
 

Eşiyle mutlu günlerinde

Aslında kendisi de o kadar hastaydı ki, aynı koğuşu paylaşan Ahmet Şık ve Nedim Şener, arada bir o uyurken yatağına gelip nefesini dinliyorlardı.

Bu yazıyı uzatmamak için, Soner Yalçın’ın bu zindan günlerine ilişkin yazısını dün Facebook’ta duvarımda paylaştım. Yazıyı
7/9/2017 tarihli Sözcü gazetesinde de bulabilirsiniz (Bu zulüm unutulmaz).

Doğan Ağabey, eşinin 15 Eylül 2011’deki cenazesine mavi cezaevi mahkûm nakil arabasıyla, sıkı koruma altında getirildi. Kelepçeli değildi, ama iki yanında ızbandut gibi sivil polisler vardı.
 

Sıkı tutsaydınız, kaçabilir

Doğan Ağabey, beş ay sonra 22 Şubat 2012’de sağlık nedenleriyle taburcu edildi. Ama bundan önce yaşamak zorunda kaldığı bir işkenceyi daha yazmak zorundayım.

Kızı Reyhan, babasını Silivri’de ziyaret etmek istediğinde, daha önceden deneyimli olan Doğan Ağabey tarafından metal detektörü konusunda uyarılmış. Detektör bir şekilde ötüp, görevli memur kontrol etmek isteyince, babasının kızı Reyhan, tişörtünü sıvayıp, o gün bilerek sütyen takmadığını göstermiş.
 

Oğlu ve kızıyla

Bu bizim YAE’ciler filan o dönemde bu zulümden bahseden yayınlara pek iltifat etmediklerinden, bu ve benzeri uygulamalardan haberleri olamadı. Belki de onlar açısından daha iyi oldu. Bugün daha çok utanıyor olacaklardı (gizlice utanıyor olanlardan bahsediyorum, yüzsüzlerden değil). Bir vurucu örnek daha anlatmakta üzülerek ve utanarak fayda umuyorum.


Nedim Şener’in Kızının Başına Gelenler


Davalardaki tavırları ve sonraki yazıları nedeniyle Nedim Şener’e kırgın ve kızgınım. Ama bu, kızının başına gelenler konusunu görmezden gelmeme neden değil.
 

Kuşkulu şahıs babasıyla okula gidiyor

Nedim’in kızı, anne ve babasının kararıyla ve yaşadığı delice özlemin coşkusuyla, Silivri zindanına, babasını görmeye koşuyor. Daha önce görüp karşılaşmış ve hiç sevmemiş olduğu beton grisinin elli de değil, biri iki tonunun tümüyle hakim olduğu mekanda, kız çocuğu aklıyla (sakın küçümsemeyin, çok zengindir, torunumdan biliyorum) babasına biraz renk zenginliği gösterebilmek için, çok renkli ve metal düğmeli bir etek giyiyor. Detektörden geçemiyor, eteğini çıkarttırıyorlar (henüz 8, yazıyla sekiz yaşında). Eteğin kontrol edilmesini beklemeden, hırkasını beline sarıyor ve babasına koşuyor. Nedim Şener, bu sahneyi ve Reyhan’ın olayını Medya Mahallesi programında ağlayarak anlatmıştı. YouTube’da var.

Doğan Ağabey tabii ki ardından bundan çok daha iyi yazılar yazılmasını hak ediyor. Ama itiraf ediyorum, onun bu zamansız ve ani gidişini başka bir konuda, son yazısına güvenerek, ondan izin almışçasına kullanacağım.

Solda Sükut-u Ahlâk


Sosyal medyanın çeşitli unsurlarını (Twitter, Instagram, Facebook vb.) vaktim elverdiğince takip ediyorum. Daha önce basın ve fikir suçlarından içeriye atıldıklarından şüphe duyulamayacak gazeteciler için, bu sosyal medya unsurlarında tek bir protesto paylaşımında bile bulunmamış bazı kişiler, günlük ya da haftalık internet sitelerine, Ahmet ve Mehmet Altan kardeşler, Nazlı Ilıcak, Şahin Alpay, FETÖ’cülük bağlantılı suçlamalarla içeri alındıkları andan beri, “dünden beri içerde”, “üç gündür içerde”, “şu kadar gündür içerde”, “bu kadar gündür içerde” diye resimli tweetler gönderip duruyorlar.
 

Ahmet Kardeşim, Altanlara dua et

Onlara acıdığım nokta şu: Ahmet ya da Mehmet Altan yüzünden mecburen Kadri Gürsel’i, Ahmet Şık'ı ve diğer Cumhuriyet tutuklularını da bu kampanyaya katmak zorunda kaldılar. Ama eski aşkları, masör Ali Bulaç’tan bahsettiklerine pek rastlamıyorum. Bence gene eksik ileri demokrasi.

Yüksek ahlâklarıyla temayüz etmiş bu kişilerin, Ergenekon, Balyoz vb. dönemlerde Barış Yarkadaş, Tuncay Özkan vb. gazeteciler için böylesi feryatlarda bulunduklarına rastlamadık. Nedeni gayet açık: Taraf gazetesi, onlar hakkında “gazetecilikten tutuklanmadılar” manşetini atmış ve bu çocuklara “sakın protesto filan etmeyin” komutunu, kim bilir nereden, vermişti.

Farkındasınızdır, yazının başından beri bu çocuklar konusunda Doğan Ağabey’le benzer görüşlerde olduğumdan pek emindim. Bunu da yarım kalmış olan son yazısını buraya koyarak göstermek istiyorum. Tabii ki o bana göre daha olgun ve daha kibar.


---------------------------------------------------------------------------------

Nereye, daha karpuz kesecektik!

17.08.2017 12:00
Susayım diyorum susamıyorum, şu uzun dilini her yere sokma diyorum ama dilime dert anlatamıyorum. Karpuz mevsimi neredeyse geldi geçiyor ama benim aklımdan çıkmayan bir karpuz hikayesi var.
Yakında askerlerin görev ve terfileri belirlenecek de oradan aklıma geldi.
İlker Başbuğ’un ardından Genelkurmay Başkanlığına geçecek olan, Türk ordusunun son zamanlardaki en saygıdeğer komutanlarından biri olan General Işık Koşaner çok soylu bir davranış göstermiş, üstlerinin hapiste olmasını hazmedemeğinden çalışma arkadaşlarıyla birlikte görevden istifa ettğini bildirmişti.  29 Temmuz 2011’de Işık Koşaner o haysiyetli davranışı gösterdiğinde, Taraf gazetesinde “Daha Karpuz kesecektik” gibi iğrenç bir manşet atılmıştı.
AKP’nin sonradan ordunun başına kimleri getirdiğini hepiniz benden daha iyi biliyorsunuz!
Aslında lafım oraya değil, her zaman özgürlük mücadelesine yapışmış birer kene gibi olan bazı akıl fukaralarına. Elbette hapiste olmalarına gönlüm elvermiyor, keşke özgür olsalar da kafa kafaya tartışabilsek. Ama onlar yaptıkları hataları fark etmekten daha hâla çok uzaktalar.
Ne diyelim, bakarsınız bir gün bizimle birlikte karpuz kesmeyi isteyebilirler. 

Son yazısı böyle yarım kalmıştı


Devamı gelecek...

--------------------------------------------------------------------------------

“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”

“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”

“Si vis pacem, para bellum”

Barışı istiyorsan, savaşa hazır ol


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder