Doğan Ağabey’i Kaybettik
Onu
ağabey olarak anıyorum. Aslında onunla hiç karşılaşmadım, tanışmadım. Kitaplarından,
yazılarından ve mücadelesinden tanıyorum onu.
Köşesindeki resmi |
Haa,
benim açımdan bir sabıkası var. Uzun süre Aydınlıkçı olmuş. Ne bileyim, benim
açımdan biraz sakıncalı. Aramızda mavra konusuydu. Eski Aydınlıkçıların sonu
çift sayıyla biten yıllarda, eski doktorcuların da sonu tek sayıyla biten
yıllarda eski siyasetlerine döndüklerine ilişkin gırgır geçerdik. Ama utanan
biz olduk, bizim doktorcular hiç dönmedi, Aydınlıkçımız yoktu zaten. Doğan
Ağabey de dönmedi.
Şimdi
yazmadan edemeyeceğim. Aydınlık’tan başlayıp bugünkü doğru çizgiye gelmiş
birini, başlangıçta THKP-C’den başlayıp, Kızılcahamamcı (yahu hâlâ
Pensilvanyacı diyemiyorum) bir çizgiye gelmiş olandan daha çok takdir edeceğim
kesindir. Doğan Yurdakul eskiden ağabeyim değildi, ağabeylerim başkaydı. Şimdi
geldiğimiz noktaya bak. Artık onlara ağabey diyemiyorum.
Doğan Ağabey'e İzinsiz Katkı
Doğan
Yurdakul, iİerlemiş yaşlarında çok üzücü, çok yıpratıcı günler yaşadı. Bugünden
bakınca hepsinin de pisi pisine yaşandığı bile söylenebilir.
Şimdi
benim yapmak istediğim, farklı. Onun yaşamı boyunca verdiği mücadelenin,
yaptığı katkıların yanına, onun kaybından sonra (onun maalesef haberi
olmaksızın) ufak bir şeyler daha katmak istiyorum. Sanırım, okusa bana
kızmazdı.
Alper Görmüş’ten başlayalım
Çünkü
her şey sanki onunla başladı gibi. İsmi aklıma gelince “nerede yahu bu adam” dedim
kendime. Google’dan baktım, “Serbestiyet” adlı bir internet gazetesinde
yazıyormuş. Künyeye baktım, “Hakkımızda” başlıklı tanıtım yazısına baktım.
Tanıdığım çok kişi var. Adeta bir “yetmez ama evet”ci ve Anti-Kemalist
koalisyonu. Fetöcüsü bile var. Şimdi ne özeleştiri ne de özür babında bir
ifadesine rastlamadığımızı belirtip, onu bir kenara koyalım (zaten bu modeller
böyle).
Alper
Görmüş’ün Nokta dergisindeki “Darbe Günlükleri” bombasının ardından Ergenekon,
Balyoz, Askeri Casusluk, OdaTV vb. bombalar geldi.
Davalar
başladı, ardı ardına gelen dalgalarla sürdü. Bir dolu asker, sivil, aydın,
gazeteci, yazar, iş adamı, mafia bozuntusu (ara sıcak niyetine) gözaltına
alındı ve çoğu tutuklandı. (İtiraf ediyorum, bazı tutuklular beni eğlendirmedi
değil. Örneğin madalyonlu (madalyalı değil) tontoş bir emekli albay vardı.
“Jitem’i ben kurdum, herkeşleri öldürdüm, kuyuları doldurdum” diye bağırdıkça,
bizimkiler “yaa, gördünüz mü” diye başlarını öne arkaya sallıyorlardı.
Bir İki Örnek Olay
Bu
planlı ve yaygın operasyonlar sırasında önemli hukuk usul ve kuralları
çiğnendi. Yoğun bir sahte delil propagandası sürdürüldü. Gözaltı ve sorguların
başlı başına işkenceye dönüştürülebilmesi, her türlü eza ve cefanın
çektirilebilmesi için azami gayret gösterildi.
Planlı
ve sistematik olarak sürdürülen bu muameleler neticesinde, sağlığını, hayatını
kaybedenler oldu. Ben burada sadece iki örnek vereceğim, Doğan Ağabey’in
çektikleri gölgelenmesin diye.
Emniyete götürülürken |
Cumhuriyet
Gazetesi’nin başyazarı İlhan Selçuk 83 (yazıyla seksen üç) yaşında iken sabahın
ilk saatlerinde gözaltına alındı, 40 (yazıyla kırk) saat bekletildikten sonra
14 (yazıyla 14) saat sorgulandı ve sonunda serbest bırakıldı. Ağır kalp
hastasıydı. Bir süre sonra ameliyat olmak zorunda kaldı ve yine bir süre sonra
hayatını kaybetti. Bükemediler, ama sonunda kırıldı.
İkinci
örnek:
Hayatını
bu ülkeye vakfetmiş, FETÖ tehlikesi konusunda yıllar önce sesinin yettiğince
uyarılarda bulunmuş Prof.Dr.Türkan Saylan’ın evi de 13 Nisan 2009’da sabahın
köründe basıldı. Vücudunu sarmış kanser dördüncü evresindeydi. Buna rağmen
dostlarının desteğiyle çiçekli penceresinden sokaktaki protestocuları
yatıştırmaya çalıştı. Evi yedi saat boyunca altüst edildi. Unutmayalım,
hastalığının bu evresinde insanlarla ancak maske takarak ilişkide bulunması,
her türlü toz vb. etkiden olabildiğince korunması gerekiyordu. Bükülmedi, ama
bir ay sonra kırıldı, 18 Mayıs’ta hayatını kaybetti.
Bir ay ömrü kalmıştı |
Bu iki
örneğe yer vermiş olmamın nedenini yazının ileriki kısımlarında açıklayacağım.
Verebileceğim daha bir dolu örnek var. Sağlığını, ailesini, malını, kariyerini,
hayatının bir bölümünü ya da tamamını bu aşağılık tezgah sonucunda kaybetmiş
bir dolu insan var.
Olası İtirazlar
Belki
diyenler olabilir ki, “canım, artık ezberledik bunları. Tekrarlamanın ne alemi
var?”. Var efendim, var. Bunlar her fırsatta vurgulanması, adeta kafalara
kakılması gerekli gerçekler. Çünkü bu eleştirilerin hedefleri en ufak bir
pişmanlık göstermiyorlar. Bunu bu yazının sonunda size Doğan Ağabey de
söyleyecek.
Bir de zamane
koşullarının getirdiği şöyle bir ifade var: “Şu günleri hele bir geçelim,
geçmişin hesaplaşmasını sonra yaparız”. Çok yakın zamanda ünlü YAE’cilerden
birinin bu mealde bir tweetine de rastladım.
“Şu
günlere” gelmemek için biz tüm gücümüzle, canlarımızı, özgürlüklerimizi,
sevdiklerimizi kaybederken, siz “ileri demokrasi”ye AKP ve FETÖ’yle gidebilmek
için bizimle cansiperane savaşıyordunuz. Bugün “bu hale siz getirdiniz, şimdi
de siz düzeltin” desek, kim bizi kınayabilir?
Hadi,
hadi, korkmayın. Biz bu mücadelenin boylu boyunca içinde olacağız. Ama sizinle
birlikte mi? Kusura bakmayın. Bu karikatürü daha önce de kullanmıştım, hiç
eskimiyor.
Doğan Ağabey Silivri Zindanında
Doğan
Ağabey’i Nedim Şener ve Ahmet Şık’la eşzamanlı olarak 3 Mart 2011’de içeri
aldılar ve 6 Mart 2011’de tutukladılar. Kalp hastasıydı, pil taşıyordu. Daha da
önemlisi, içeri alındığında eşi kanser hastasıydı. Hastalığı, yapılan tedaviye
cevap vermiyordu. Yani Doğan Ağabey, zindana girerken, sevgili eşini bir daha
sağ olarak görüp göremeyeceğini bilmiyordu.
Aslında
kendisi de o kadar hastaydı ki, aynı koğuşu paylaşan Ahmet Şık ve Nedim Şener,
arada bir o uyurken yatağına gelip nefesini dinliyorlardı.
Bu
yazıyı uzatmamak için, Soner Yalçın’ın bu zindan günlerine ilişkin yazısını dün
Facebook’ta duvarımda paylaştım. Yazıyı
7/9/2017
tarihli Sözcü gazetesinde de bulabilirsiniz (Bu zulüm unutulmaz).
Doğan
Ağabey, eşinin 15 Eylül 2011’deki cenazesine mavi cezaevi mahkûm nakil arabasıyla, sıkı koruma altında
getirildi. Kelepçeli değildi, ama iki yanında ızbandut gibi sivil polisler
vardı.
Doğan
Ağabey, beş ay sonra 22 Şubat 2012’de sağlık nedenleriyle taburcu edildi. Ama
bundan önce yaşamak zorunda kaldığı bir işkenceyi daha yazmak zorundayım.
Kızı
Reyhan, babasını Silivri’de ziyaret etmek istediğinde, daha önceden deneyimli
olan Doğan Ağabey tarafından metal detektörü konusunda uyarılmış. Detektör bir
şekilde ötüp, görevli memur kontrol etmek isteyince, babasının kızı Reyhan,
tişörtünü sıvayıp, o gün bilerek sütyen takmadığını göstermiş.
Bu bizim
YAE’ciler filan o dönemde bu zulümden bahseden yayınlara pek iltifat
etmediklerinden, bu ve benzeri uygulamalardan haberleri olamadı. Belki de onlar
açısından daha iyi oldu. Bugün daha çok utanıyor olacaklardı (gizlice utanıyor
olanlardan bahsediyorum, yüzsüzlerden değil). Bir vurucu örnek daha anlatmakta
üzülerek ve utanarak fayda umuyorum.
Nedim Şener’in Kızının Başına Gelenler
Davalardaki
tavırları ve sonraki yazıları nedeniyle Nedim Şener’e kırgın ve kızgınım. Ama
bu, kızının başına gelenler konusunu görmezden gelmeme neden değil.
Nedim’in
kızı, anne ve babasının kararıyla ve yaşadığı delice özlemin coşkusuyla,
Silivri zindanına, babasını görmeye koşuyor. Daha önce görüp karşılaşmış ve hiç
sevmemiş olduğu beton grisinin elli de değil, biri iki tonunun tümüyle hakim
olduğu mekanda, kız çocuğu aklıyla (sakın küçümsemeyin, çok zengindir,
torunumdan biliyorum) babasına biraz renk zenginliği gösterebilmek için, çok
renkli ve metal düğmeli bir etek giyiyor. Detektörden geçemiyor, eteğini
çıkarttırıyorlar (henüz 8, yazıyla sekiz yaşında). Eteğin kontrol edilmesini
beklemeden, hırkasını beline sarıyor ve babasına koşuyor. Nedim Şener, bu
sahneyi ve Reyhan’ın olayını Medya Mahallesi programında ağlayarak anlatmıştı.
YouTube’da var.
Doğan
Ağabey tabii ki ardından bundan çok daha iyi yazılar yazılmasını hak ediyor.
Ama itiraf ediyorum, onun bu zamansız ve ani gidişini başka bir konuda, son
yazısına güvenerek, ondan izin almışçasına kullanacağım.
Solda
Sükut-u Ahlâk
Sosyal
medyanın çeşitli unsurlarını (Twitter, Instagram, Facebook vb.) vaktim
elverdiğince takip ediyorum. Daha önce basın ve fikir suçlarından içeriye
atıldıklarından şüphe duyulamayacak gazeteciler için, bu sosyal medya
unsurlarında tek bir protesto paylaşımında bile bulunmamış bazı kişiler, günlük
ya da haftalık internet sitelerine, Ahmet ve Mehmet Altan kardeşler, Nazlı
Ilıcak, Şahin Alpay, FETÖ’cülük bağlantılı suçlamalarla içeri alındıkları andan
beri, “dünden beri içerde”, “üç gündür içerde”, “şu kadar gündür içerde”, “bu
kadar gündür içerde” diye resimli tweetler gönderip duruyorlar.
Onlara
acıdığım nokta şu: Ahmet ya da Mehmet Altan yüzünden mecburen Kadri Gürsel’i, Ahmet Şık'ı ve
diğer Cumhuriyet tutuklularını da bu kampanyaya katmak zorunda kaldılar. Ama
eski aşkları, masör Ali Bulaç’tan bahsettiklerine pek rastlamıyorum. Bence gene
eksik ileri demokrasi.
Yüksek
ahlâklarıyla temayüz etmiş bu kişilerin, Ergenekon,
Balyoz vb. dönemlerde Barış Yarkadaş, Tuncay Özkan vb. gazeteciler için böylesi
feryatlarda bulunduklarına rastlamadık. Nedeni gayet açık: Taraf gazetesi,
onlar hakkında “gazetecilikten tutuklanmadılar” manşetini atmış ve bu çocuklara
“sakın protesto filan etmeyin” komutunu, kim bilir nereden, vermişti.
Farkındasınızdır,
yazının başından beri bu çocuklar konusunda Doğan Ağabey’le benzer görüşlerde
olduğumdan pek emindim. Bunu da yarım kalmış olan son yazısını buraya koyarak
göstermek istiyorum. Tabii ki o bana göre daha olgun ve daha kibar.
Nereye,
daha karpuz kesecektik!
17.08.2017 12:00
Susayım diyorum susamıyorum, şu uzun
dilini her yere sokma diyorum ama dilime dert anlatamıyorum. Karpuz mevsimi
neredeyse geldi geçiyor ama benim aklımdan çıkmayan bir karpuz hikayesi var.
Yakında askerlerin görev ve terfileri
belirlenecek de oradan aklıma geldi.
İlker Başbuğ’un ardından Genelkurmay
Başkanlığına geçecek olan, Türk ordusunun son zamanlardaki en saygıdeğer
komutanlarından biri olan General Işık Koşaner çok soylu bir davranış
göstermiş, üstlerinin hapiste olmasını hazmedemeğinden çalışma
arkadaşlarıyla birlikte görevden istifa ettğini bildirmişti. 29 Temmuz
2011’de Işık Koşaner o haysiyetli davranışı gösterdiğinde, Taraf
gazetesinde “Daha Karpuz kesecektik” gibi iğrenç bir manşet atılmıştı.
AKP’nin sonradan ordunun başına
kimleri getirdiğini hepiniz benden daha iyi biliyorsunuz!
Aslında lafım oraya değil, her zaman
özgürlük mücadelesine yapışmış birer kene gibi olan bazı akıl fukaralarına.
Elbette hapiste olmalarına gönlüm elvermiyor, keşke özgür olsalar da kafa
kafaya tartışabilsek. Ama onlar yaptıkları hataları fark etmekten daha hâla çok
uzaktalar.
Ne diyelim, bakarsınız bir gün
bizimle birlikte karpuz kesmeyi isteyebilirler.
Son yazısı böyle yarım kalmıştı |
Devamı gelecek...
--------------------------------------------------------------------------------
“Ceterum censeo Carthaginem esse
delendam...”
“Bana soracak olursanız, Kartaca
mutlaka yıkılmalıdır.”
“Si vis pacem, para bellum”
“Barışı istiyorsan, savaşa hazır ol”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder