15 Şubat 2018 Perşembe


Gene O Mahut Mesele: Siyasal Ahlâk


Bu blogta bir seri yazı yayınlamaya karar vermiştim. Amacım, bazı yazı ve tavırları eleştirerek, siyasetteki ahlâki düzeye dikkat çekmekti. Tabii burada bahsettiğim genel ülke siyaseti değil, sol siyaset.

İlk iki yazı Ömer Laçiner ve Hasan Cemal ile ilgiliydi. Onları yayınladım. Üçüncü yazıyı Bay Belge hakkında hazırlamaktaydım ki, Oxford meselesi patlak verdi. Bu konuda sosyal medyayı çok çeşitli ve çok ağır eleştiriler kapladı.

Kimseye hakaret etmek gibi bir niyetim yok, ama bu YAE’cilere söz söylemekten vazgeçmeye de niyetim yok. Onlar belki okumuyorlar, okusalar da aldırmıyorlar, önemli değil. Mutlaka okuyan birileri var. Olmasa da bunları geleceğe bir not olarak yazmakta yarar görüyorum. Herkesin de yazmasından yanayım.

Yolun açık olsun! Bizi unutma sakın. (YAE karşıtları)



Bay Belge hakkında sert eleştiriler yayılınca yine sosyal medyada, onu korumak amaçlı gibi, aslında kendini korumaya çalışan bir takım bünyeler fışkırdı. Ana tema şu: Yok, “efendim, Afrin’de savaş var, savaşta şehitler var. Sırası mı YAE teranelerinin?” (terane, Bay Belge’den alınma). Yok, “bugün hâlâ bunları mı konuşacağız?” Yok, “ne kadar belirleyici etkisi oldu ki referandumda ‘yetmez ama evet’in?” Yok, “zaten bizimki linç kültürü”. Yok, “Kemalistler de şöyle yapmıştı” vb. Belki inanmayacaksınız, hayvanlar dünyasından, La Fontaine’den masallar bile yazan oldu.

Ama bu karşı çıkanlar arasından, “yahu, bu işi biz de yapmıştık” diyen çıkmadı. Hanımlar, beyler! Yazılar, röportajlar, açık oturum görüntüleri vb. saldırı kayıtları internette bulunabiliyor.

Genel Tespit


Bundan sonraki blog yazılarımı da kapsayacak şekilde, genel bir ifadede bulunmak istiyorum: “Bu memleketin ve insanlarının başına son yıllarda olumsuz olarak ne geldiyse, bunların miladı 12 Eylül 2010 referandumu ve ana sorumluları da yetmez ama evetçi “sol liberaller”dir. Bunu, en azından milat kısmını, dönemin Başbakan Yardımcısı Arınç, gayet net ifade etmişti. Dönemin başbakanı da kendilerine balkon konuşmasında hasseten teşekkürlerini sunmuştu.

Aslında itiraf etmeliyim ki, Oxford meselesinde alınması gereken tavır konusunda oldukça ikircikliyim. Daha net söyleyeyim. Bay Belge’nin şahsına karşı yürütülmekte olan şiddetli linçe karşıyım. Bence gereksiz. Bir sürü adam benzer şekilde gitti, onlara bu kadar sert davranılmadı.

Diğer yandan bu YAE’ciler şimdiye kadar yapageldiğimiz eleştiriler karşısında öyle bir tavırla suskun kaldılar ki, insanın cinleri ister istemez kabarıyor. Bugün "linç var, linç var! Linç yapılıyor!" diye feryat edenlerin, Ergenekon, Balyoz vb. davalar sürerken ya da 12 Eylül 2010 referandumu öncesinde karşı tavır alanlara neler söylediklerini hatırlamalarında yarar var. Birkaç örnek: "Cuntacılar, postal yalayıcılar, faşistler vb". Bunlar linç ya da hakaret sayılmıyor mu?

Farklı Bir İtiraz


Farklı bir itiraz biçimine daha rastladım. Bir arkadaşım Twitter’da "linç var" diye bağırmak yerine, kendince şık bir yöntem seçmiş ve Bay Belge'nin bugüne kadar yapmış olduğu işleri gösteren (tabii ki) upuzun bir liste yayınlamış. Herhalde diyor ki, "şu listeye bir bakın, bunca işi yapmış bir insan linç edilir mi?"

Bu arkadaşım, bu itiraz biçimini daha önce kendisi ile ilgili olarak da kullanmıştı. “Mutlaka birtakım insanların istediği gibi dizüstü çökmek mi lazım, insan yaptıklarıyla da bir özeleştiri veriyor olabilir, mesela ben bla, bla, bla” (Hızlı ve saldırgan bir YAE militanıydı, daha sonra blog yazıları, kitap vb. yollarla kendince özeleştirimtrak şeyler yaptı).

Bak canım olmuyor, öyle olmuyor. O hata (!) var ya, insanın boynuna asılıyor, ölene kadar eşlik ediyor. Haaa, derseniz ki, özeleştiri onu silip yok ediyor mu, aslında o da tam manasıyla olmuyor. Ama hiç olmazsa yeni bir başlangıç noktası sunabiliyor.

Buraya eklemek istediğim bir nokta daha var. Devrimci mücadeleye şu ya da bu düzeyde katılmış binlerce insanın emek ve fedakârlıkları, kitap, dergi, yazı, şiir vb. yollarıyla görünür hale gelmediği için yok mu sayılacak ya da değerlendirilmesi nasıl olacak? Bunun biraz zor anlaşılacağını tahmin ediyorum.

Bir Senaryo, Bir Soru


Bir senaryo yaratalım. Diyelim ki, ülkede sert bir mücadele sürüyor. Bir miktar devrimci gencin yaşadığı bir mekanda, onlarla birlikte eylemlere katılmayan, ama onlara varolan tüm imkânlarını sunan, gece gündüz onların işlerini yapan bir genç, daha az mı devrimcidir, gibi?

Sorusunu da soralım. Diyelim ki, bu genç günün birinde büyük bir suç işledi (ya da hata yaptı). Kendisinden özeleştiri isteyen arkadaşlarına, “ama ben de o kadar yemek yaptım, bulaşık, çamaşır yıkadım” mı diyecek?

Görüldüğü gibi yapılan olumlu işler (yazı, çizi, kitap, film vb.) ayrı, hatalar, suçlar ayrı. Bazı hatalar ya da suçlar vardır ki, mesela ben onu yapmış olan kişiyle artık aynı evde oturmak, onun yaptığı yemekleri yemek istemem. Bunu düzeltmenin başka yolları olmalıdır ve de vardır.

Birkaç Farklı Hata Örneği


Belki biraz zorlama olacak ama birkaç farklı tarihi örnekle, yapılan bazı hataların geriye dönüşünün ne kadar zor olabildiğini anlatabilmek istiyorum.

İlki aslında yanlış olan ya da yanlış kullanılan bir örnek:
Sevgili anti-Kemalistlerimiz (özellikle de çömezler, ki alayı YAE’cidir), “Atatürk ne yaptı da böyle kızgınsınız” sorusuna pek sağlıklı cevaplar veremezler. Ustalarından en yoğun olarak duydukları “vesayet, darbe vb” kelimeleri tekrar ederler, o kadar. Ustalarından da çok farklı ve detaylı cevaplar gelmez aslında: “İzmir Suikasti davaları, İstiklal Mahkemeleri, Kürt isyanları, özellikle de Dersim, tüm askeri darbeler, Bonapartizm vb.” Bunlar başka yazıların konusu aslında.

Peki, Atatürk’ün yaptığı olumlu şeyler nedir diye sorduğunuzda, pek cevap almazsınız. Yani YAE’ciler, kendileri için şikayetçi oldukları tavrı bu konuda aynen gösterirler. Bay Belge’nin ya da diğer arkadaşımın yazdıkları yazılar, kitaplar nasıl havaya gidiyorsa, TC’nin kuruluşu ve bağlı devrimler de havaya gider. Ayrıca bunlara yöneltilen 27 Mayıs 1960 ve 1961 Anayasası konuları zor sorular oluşturur. Ben bu konuda en yetkili antikemalistlerden birinin kıvrak göbek dansını izlemiştim. Çok acıklıydı.

İnsanın hayatında yaptığı bir büyük hatanın izi, yalnızca diğer insanlarca değil, kendisince de takip edilir ömür boyu. Biri bizden biri Dünyadan iki örnek vereceğim.

Bizimki, ismi lazım değil, (isteyen Bay Belge’ye sorsun, o yazdı son kitabında şairlerle ilgili olarak bu tür dedikoduları) bir tarihte polis tarafından yapılan bir operasyonda topluca içeri alınan onlarca komünistten biridir. O zamanın meşhur polis merkezi Sansaryan Han’da işkenceye tabi tutulurlar. Bizimki nedense henüz bir fiske bile yemeden konuşur. Aslında daha önce de polisten ölümüne dayaklar yemiş, daha sonra da hapse düşmüş, bilinçli bir kişidir. Ama nedense o gün, orada çözülüverdiği anlatılır (ben birlikte tutuklanan birinden canlı dinledim, o dönem solcularının birbirleri hakkında söyledikleri her zaman pek sağlıklı olmaz, ama bana anlatılan bu).

Bu tevkifat ve hapis döneminden sonra uzun süren derin bir sessizliğe gömülür. Sol şiirin hepsi birbirinden kıymetli, hepsi birbirinden güzel örnekleri yıllar sonra tek bir kitapta toplanır. Kitap birçok baskı yapar. İlginç olan nokta, bu şiirlerin tamamının tevkifattan önceki döneme ait olmalarıdır. Daha sonraki tek şiir kitabı ise pek ilgi görmez. Denir ki, bir daha hiç bir şiirinde aynı lezzeti yakalayamamıştır.

Yani demem o ki kardeşler, yapılan bir siyasi hatanın insanın kendi üzerindeki etkisinin de yıkıcı ya da en azından yıpratıcı olma durumu var. Tabii bu herkes için geçerli olmuyor. “Kandırıldım”, birkaç gün sonra “yok yahu, kandırılmamışım“ diyeni var. Tüm suçu asrın liderinin şahsına yükleyip “ondan alacaklıyım” diyeni var. Hiç bir ses çıkartmayanı var (ama yazmaya devam ediyor). Varoğlu var da, “arkadaşlar, ben bir halt ettim” diyeni yok. Ne yapalım, bizim “solcu aydın” malzememiz de bu.

Gelelim dünyadan örneğe.

1920 Nobel Edebiyat Ödülü’nü Norveçli yazar Knut Hamsun aldı. Dilimize de çevrilmiş en meşhur eserleri,  “Açlık”, “Pan”, “Göçebe”dir. 2.Dünya Savaşı öncesinde Nazi yanlısı bir tavır sergiledi. Savaşta Norveç’in Hitler tarafından işgaline karşı çıkmadı. Hatta almış olduğu Nobel Ödülü’nü 1943 yılında Göbbels’e hediye etti.

Hani demiş ya: ¨Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, 

müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler¨ diye.


“Savaş bitip işgal sona erdiğinde son derece kırgındır Norveçliler en büyük yazarlarına. Devlet tarafından yargılanır ve cezalandırılır. Fakat Norveçliler ne hakaret ederler, ne bağırıp çağırırlar ne de intikam hissiyle saldırıya geçerler.

Peki, ne mi yaparlar?

Bir sabah, genç bir Norveçli, elindeki Hamsun kitabını yazarın evinin önüne bırakıp sessizce uzaklaşır. Bir süre sonra biri daha kitap bırakır aynı yere. Sonra biri daha, biri daha, biri daha... Oslolular ellerindeki Hamsun kitaplarını yığarlar yazarın kapısının önüne. Ne bir arbede yaşanır, ne de kötü bir laf edilir. Kırgın Norveçliler kitapları sessizce bırakıp dağılırlar. Adeta kendi kitaplarından bir dağ oluşur Hamsun'un bahçesinde. Bu zarif tepki, doksan küsur yaşındaki yazara ömrünün en acı dersini verir. Pişman, mutsuz ve utanç içinde yumar hayata gözlerini…” (Tırnak içindeki paragraflar artfullliving.com.tr sitesinden).

Demem o ki, biraz zeka, biraz da zarafet ve medeniyet, taşla sopayla yaratılan tahribattan çok daha asil ve etkili sonuçlara yol açabilir…Ve böyle açılmış yaraların sağaltılması da bazen çok daha zordur.

Tam bunu yazmıştım ki, Bay Belge’nin bu konudaki açıklamasına rastladım.

K24'ten Murat Şevki Çoban'a konuşan Belge, “Benim İngiltere’deki akademik çevrelerle ilişkim her zaman olmuştur. Daha önce de gittim, çalıştım, geldim. Şimdi olursa, gene gider, çalışır, gelirim. Mesele budur. Mesele sadece akademik" demiş.

İşte bu dizinin amacına ve yazının ilk paragrafındaki soruna geri döndük.

Bay Belge, anladığım kadarıyla kimse size Oxford’a neden gittiğinizi sormuyor. Sizden cevabı beklenen soru şu:

“Bu işi yaparken neden yüzlerce KHK mağduru vb. kişinin yardımına ihtiyaç duyduğu ‘Risk Altındaki Akademisyenler Konseyi’nin imkânlarını kullanıyorsunuz?”


“Ceterum censeo Carthaginem esse delendam...”

“Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.”

“Si vis pacem, para bellum”

“Barışı istiyorsan, savaşa hazır ol”






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder