13 Kasım 2014 Perşembe

Merdan Kardeşim, bunu bana yapmayacaktın!

Tam yıllardan beri bir yana bıraktığım yazı yazma olayına başlamışım, çevremdekilerin uzun süredir beni itelediği blog olayına girişmişim. Elimde daha önceden karalamış olduğum bir dolu "yetmez, ama evet" yazısı var ve tam da ben bunları boşa gitmesinler diye, teker teker yayınlamaya başlamışım. 

Sen kalk, bir kitapta bu işi hallet. (Liberal İhanet, Merdan Yanardağ, Kırmızıkedi Yayınları)

Normal koşullarda olsa ben bunu şahsıma bir saldırı, hatta bir ihanet olarak bile nitelerdim (paranoya icabı). Fakat o kadar güzel yazmışsın ki, ellerine ve yüreğine sağlık demekten başka bir şey gelmiyor elimden. Ne yapayım, ben de biraz farklı bir kulvardan yazılarıma devam edeyim bari. 

Ama belirtmeden geçemeyeceğim bir şey var: Meraktan ölüyorum. Hadi benimki kısıtlı sayıda takipçisi olan bir blog. Görmezden gelebilirler (YAE'ciler). Fakat senin bir haftada iki baskı yapmış kitabını da görmezden mi gelecekler acaba? Eğer böyle yapmazlarsa da ne diyecekler?

Bu arada, kitabı bir solukta okudum ve çok beğendim. Bazı eski arkadaşlarıma çok sert vurmuşsun, ama hep söylerim: Kabahat öyle yazanda değil, ilham verende.

Bu kadar sunumdan sonra bir de benden bir yazı geliyor. "Niyet Okuma mı? Hadi Oradan". Yine YAE üzerine, ama senin kitapta bulunmayan bazı noktalar da var yani.




Niyet Okuma mı? Hadi Oradan!


AKP’nin iktidara gelmesinden itibaren, bu iktidarın çeşitli uygulamalarına (tabii MSP ve Refah Partisi’nin iktidarda olduğu dönemlerin de ışığında) karşı çıkanların başına neler geldiği ortada. Bunların bir kısmı gizli tanık ifadeleri, çakma deliller, kurgulanmış CD’ler vb. uygulamalarla kendilerini içeride buldular. Dışarıda kalan muhaliflerin bir kısmı, özellikle sol gelenekten gelenler de, bir lince maruz bırakıldılar. İşlerini, hayatlarının bir bölümünü kaybettiler.

Gerek binbir hileyle içeri atılanlar gerekse dışarıda lince maruz bırakılanlar ve onlar dışında da birileri bu duruma haklı olarak karşı çıktıklarında, muhalefet ettiklerinde, AKP’lilerin yanısıra yine sol gelenekten gelen, çeşitli yayınlarda “sol liberaller”, “liberal solcular”, benim benimsediğim tanımla da “kullanışlı aptallar” (daha önce ben de “faydalı aptallar” diyordum, ama böylesi herhalde bizdeki anlamına daha uygun) olarak adlandırılan bir grup insan tarafından kınandılar ve aşağılandılar. Sovyetler Birliği’nde sol kesimden bazı entelektüeller de 1950-60’larda Sovyet rejimine destek olduklarında “faydalı aptallar” (idiots utiles) olarak adlandırılmışlardı.
Fransız gazeteci Ariane Bonzon, bu kişilerin bazılarıyla gerçekleştirdiği ropörtajın girişinde (bu ropörtajın tamamı, bu blogta daha önce yayınlandı) “dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı. Kültürel ve toplumsal olarak her şey, agnostik hatta ateist, Batılılaşmış, AB taraftarı ‘liberal’ Türk aydınlarıyla (sağ veya soldakileri), muhafazakâr İslamcıları karşı karşıya getiriyordu. Oysa, iki tarafı yaklaşık on seneliğine birleştiren gayriresmi ittifak, 2003’ten beri iktidardaki Recep Tayyip Erdoğan ve AKP için hayati ve belirleyici olduğunu kanıtladı.
Bu liberal entelektüeller, az sayıları ve seçimlerde sahip olabilecekleri ağırlığın düşündüreceğinden çok daha büyük bir rol oynadılar. AKP’nin post-İslamcı, liberal, demokrat ve reformcu bir imge inşa etmesini sağladılar. Batılılaşmış orta ve üst sınıfların yanı sıra, Avrupa ve Amerikalı işadamlarını, siyasetçileri, diplomatları ve gazetecileri teskin ederek muhafazakâr Müslümanları meşrulaştırdılar” diyordu.

Bonzon’un da belirttiği gibi, bunların sayıları belki çok fazla değildi. Ama cürümlerinden katbekat fazla yer yakabildiler. Birçok gazetede ve dergide köşeleri vardı, televizyonda hemen her kanalda bir sürü açık oturuma katılıyorlardı. Yurtiçinde ve yurtdışında panellerde ve konferanslarda boy gösteriyorlardı. AKP’den daha sert bir CHP muhalafeti sürdürüyorlar, AKP ve özellikle Erdoğan aleyhine neredeyse tek kelime söylemezken, CHP’yi neredeyse soykırımcılığa varan geçmiş suçlamalarıyla yerden yere vuruyorlardı. AKP’nin artık yalan olduğunu sıradan vatandaşın bile görebildiği AB ataklarını adeta kendilerinden geçerek alkışlıyorlar, yaptığı her türlü usülsüz uygulamayı ise görmezden geliyorlardı.

Onları bu tavırlarının hatalı olduğu konusunda uyaran soldan eski arkadaşlarını ise “postal yalayıcı”, “Ergenekoncu”, daha sonraları “darbe meraklısı”, “Balyozcu”, “ulusalcı” (ne demekse) hatta “faşist” kavramlarıyla damgalıyorlardı (Ben bu damgalılardanım). Bu tartışmalar ve giderek kavgalar o noktalara erişti ki, 40 (yazıyla kırk) yıllık dava arkadaşları birbirinin yüzüne bakamaz hale geldi. Kırk yıl derken abartmıyorum, bizim kuşak bu kavgaya 1973-74 yıllarında girişti. (Kasılmak gibi olmasın, ben biraz erken gelişenlerdenim, benim başlangıcım 1971’e gidiyor, Dev-Lis, TMGT filan).

Tartışmalara dönecek olursak, “kullanışlı aptallar”ın yukarıda bir kısmını sayabildiğim hakaret nitelemeleri dışında en yaygın kullandıkları suçlama ise “niyet okuma” idi. “AKP birtakım ufak tefek uygunsuz denebilecek uygulamalar yapsa bile, bu ‘ulusalcı faşist solcular’ ona bir takım gizli ajandalar, kötü niyetler atfediyorlardı. Bu niyetlerin de aslı esası yoktu, AKP cansiperane bir mücadeleyle ‘ileri demokrasi’ye erişebilmek için askeri vesayete bir son vermeye çalışıyordu, bu da herşeyden önemliydi” filan.

Canı gönülden yapılan bir diğer AKP savunusu ise “bunların sadece sermaye yapısını değiştirip, kendi yandaşlarını zengin etmeye çalışan uyanıklar olduğu, iddia edildiği gibi dini esaslar ya da şeriat getirme fikriyle uzaktan yakından alakaları olmadığı” yolunda idi. “Kendi yandaşlarını da zengin edecekler, ama varolan düzene dokunmayacaklardı.”

“Ulusalcı faşistler niyet okuyor, adamların davranışları hakkında olmadık vehimlere kapılıyorlardı. AKP’nin bir gizli ajandası ya da niyeti yoktu. Amaçları sadece askeri ve CHP vesayetini ortadan kaldırıp, ülkeyi daha demokratik bir yapıya kavuşturmaktı.”

Zaten her seçim ya da referandumdan sonra da YAE ya da AKP karşıtlarına “bakın şeriat gelecek dediniz, gelmedi işte” diyerek kendilerince dalga geçiyorlardı. Sanki bu şeriatın gelmesi iki ya da dört yıllık periyodlara bağlıydı. RTE’nin defalarca ifade ettiği gibi, onlar son derece sabırlı ve programlıydılar. Dokuz yaşında kız çocuğuna türban takılabilmesine gelmeleri bile on iki yıl sürdü. Onlar açısından bu uzun soluklu ve sabıra dayalı bir mücadele. İktidarda kalmaya devam ederlerse (ki bunun için gereken yasal ve yasadışı herşeyi yapacaklar, merak etmeyin) bu süreç giderek hızlanacak. Şeriat mı? Siz de sabırla bekleyin, merak etmeyin, geliir, geliir.

Bu fanatikçe savunuları ve acımasızca sürdürülen “ulusalcı faşist”, “niyet okumacılar” gibi saldırıları ben kendi payıma büyük bir acı ve üzüntüyle izledim. Edinmiş olduğu mevkiyi, postu, gazete ya da dergi köşesini kaybetmek istemeyen, önceleri otuz-kırk bilemedin yüz kişiye konuşurken TV programlarına çıkıp binlerce, belki de yüzbinlerce kişiye konuşmanın şehvetine kapılarak medya maymununa dönüşmüş olan, beş yıldızlı otellerde, parlak ışıklı salonlardaki panel, açık oturum vb. etkinliklerde ağırlanan, çalışma hayatında ya da ticari hayatta başarılı, dolayısıyla zengin olmuş, ama kendini hala solcu kabul eden ve alacağı tavırda kendisine benzeyen solcuların varlığını bir avantaj olarak kullananlar gibi insanlardı bu saldırganlar. Bu kişileri biraz olsun anlayabildiğimi söyleyeyim (çok kırılmasınlar diye, ne de olsa bir kısmı eski yoldaşlarımız).

Benim canımı daha çok acıtanlar ise, “aman dikkat edeyim, babam söylemişti, sürüden ayrılanı kurt kaparmış”, “yahu, bu takımda iyi kötü bir kırk yılımız geçti, kız aldık, kız verdik, etle tırnak gibi olduk, şimdi burada tavır alsak bizi dışlarlar, bu saatten sonra yeni dostlar, arkadaşlar bulmak da zor” diyenler. Üstüne üstlük bunların çoğu, belki bunları kendilerine bile yüksek sesle söyleyemeden, sessizce sütre gerisine yatmış olmalarına rağmen, nedense CHP ya da Atatürk kelimelerini duyduklarında AKP'li yobazlardan bile büyük bir enerjiyle yerlerinden zıplayanlar.

Belirtmeden geçmemeli. Bu kategoriye girenlerin çoğunun, Milli Mücadele, Cumhuriyet tarihi, Atatürk gibi konularda Ayşe Hür ya da Cemil Koçak gibi yazarlar dışında hiçbir kitap okumadıklarından oldukça eminim (haydaa, işte ulusalcı faşist damarım açığa çıktı). Ama istisnasız hepsi, yayın hayatına başladığı ilk günden itibaren Taraf gazetesinin müdavimi oldular ve (çok şeker) sol üzerinde büyük baskılar olduğu dönemlerde logosu görünecek biçimde Cumhuriyet gazetesi taşıyan solcular gibi, Taraf’ı her yerde büyük bir övünçle taşıdılar. Ona harfiyen inandılar, yazarlarını (Mehmet Baransu’yu bile) baştacı ettiler, Taraf aleyhine konuşanları ise yine “ulusalcı faşist” vb. yaftalarla damgaladılar. Bu Taraf taraftarlığı öyle bir noktaya geldi ki, kendisi de bir dönem iki tescilli polisle (bunların birisi aynı dönemde Emniyet’ten de maaş alıyordu) bu gazetenin köşelerini paylaşmış bir dostumuz, “Türkiye’de Taraf solcudur. Türkiye için solcu bir gazetedir………..Sol liberal bir gazete diyebiliriz aslında” diyebildi.

"Tabii Taraf aleyhine konuşanlar bu konuda da 'niyet okuma' ihaneti içindeydiler. Gazetenin amacı, vizyonu neydi? Kime hizmet ediyordu? Maddi kaynakları neydi? Özellikle de haber kaynakları neydi?" Bu soruları soranlar derhal niyet okumacılıkla suçlanıveriyorlardı.

Artık şu niyet okuma meselesinin kendisine gelelim. Çekinmeden itiraf edebilirim ki, bu yoğun tartışmaların ilk dönemlerinde “ulusalcı faşist” gibi yaftalamalara, eşdeğer sayılamayacak küfürlerle karşılık vermeye çalıştım. Ama “niyet okuma” suçlamasıyla karşılaştığımda, elimden inkar etmekten başka bir şey gelmedi. Eh, kadim alışkanlıklarımıza göre, iddia edenin iddiasını isbat zorunluluğu olmayıp, iddianın muhatabının suçsuzluğunu isbat etmesi zorunluluğu olduğundan, hep altta kalmışım gibi hissettim kendimi. "Acaba" dedim kendime, "gerçekten niyet okuma mı yapıyorum?" 

Derken bir gün parlak bir ışıkla uyandım. Bu “niyet okuma” suçlaması kullanılarak bize karşı “organize” bir algı yönetimi operasyonu sürdürülüyordu. (Bu da son zamanların favori kavramlarından biri.) Bu operasyonun asıl kaynağı ise, dönem dönem sözcülerinin yaptıkları açıklamalarla, gizli ajanda vb. konuları reddeden AKP idi. Bizim gariban “kullanışlılar”, kendi eski yoldaşlarının uyarılarını değil, AKP’nin bu ifadelerini ciddiye alıyor ve bize karşı savunuyorlardı. Ne de olsa onlara göre AKP demokrat, biz ise ulusalcı faşist idik. AKP’nin bu operasyonuna ilişkin bir kanıtı bu yazının sonuna koydum. Ama lütfen sabredin, Siz de bir yerlerde bu “niyet okuma” suçlamasıyla karşılaşabilirsiniz, benim uyanışımı izlemeniz belki yararlı olabilir.

Bu olayların tarafları günlük hayatlarının büyük bölümünde siyasi bir yaşantının içindedirler. Yani başka bir ifade ile gündelik duruşları bile siyasidir. Hatta o kadar ki, siyaset yapmadıkları zaman bile siyasi bir tavır almış olurlar. 

9.Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’in ifadesiyle siyaset kelimesi Arapça’dan gelir ve at terbiyesi demektir. Bir yarış tayının eğitimine başlandığında, anatomik özelliklerinin de yardımıyla hangi mesafelerde koşacağı, hangi pistte (kum, toprak, çim gibi) en yüksek verimi sağlayabileceği belirlenir ve gıda rejiminden, antreman planlamasına kadar her konu uzun vadeli bir programa bağlanır. Yani o hayvan daha üç aylık bir tayken üç yaşında neler yapacağı, ne yiyeceği bellidir.

Toplumsal siyasette de olması gereken budur. Her siyasi parti, her siyasi örgütlenme, bütün geleceğini, vizyonunu planlamış olmak durumundadır. Kısa vadede yapılan tüm etkinlikler bu geleceğe, bu vizyona uygun olmak zorundadır. Siyaset, günü kurtarmak amacıyla gündelik yapıldığında, bir süre sonra beraberinde başarısızlığı getireceği mutlaktır.

Yani diyebiliriz ki, kendi öncüllerinden ve de belki bu öncüllerin dayandığı tabanın büyük kesiminden kopmayı, onlar tarafından ihanetle suçlanmayı göze alarak kurulmuş ve siyasete atılmış olan AKP’nin de uzun vadeli bir programının bulunması zorunludur. Zaten tüm partiler ve bu arada AKP de bu programlarını kitapçıklar halinde topluma sunarlar. Ama gündelik siyasette AKP (ya da herhangi bir başka parti, iktidarda ya da muhalefette olması farketmez) bu ilan edilmiş programdan belirgin ve anlamlı sapmalar yaptığında, hele de iktidardaysa, diğer siyasi odak ve kişilerin irkilmeleri, programda açıkça ifade edilmemiş bazı gizli niyet ve ajandaların varlığını araştırmaları gerekir.

Bu irkilme ve araştırma davranışı, aşağılayıcı bir tavırla ve bir suçlama olarak ifade edilen “niyet okuma”  değildir. Siyasi öngörü sahibi olmaktır. Einstein’ın, yaklaşık ifadesiyle “aynı koşullarda aynı deneyi kaç kez yinelerseniz yineleyin, aynı sonucu elde edersiniz”. Yani gereken, önceki deneylerden ders çıkarmaktır. Bir de soldan bir vecizeyi mealen vereyim. Mao Zedung ustanın ifadesiyle, “öndeki arabanın devrilmesinden ders alınmalı, arkadaki arabanın sürücüsü arabayı ona göre kullanmalıdır”.

Sonuç olarak bugünden geriye bakarak ileri sürebiliriz ki, AKP yönetici kadrosunun, ta kuruluştan beri kitapçıktakinin dışında bir gizli programı, bir gizli ajandasının olduğu artık iyice açığa çıkmıştır.

Biz (yanlış anlaşılmasın, sadece beni ifade etmek için biz demiyorum, ben ve benim gibi düşünen arkadaşlar), ilk günden beri AKP’nin bugününe ve yarınına ilişkin çeşitli laflar ediyorduk. Bugüne kadar söylediklerimizin hemen hepsi doğru çıktı.

Binaenaleyh (bu kelimeyi çok severim) tarafımızdan yıllarca yapılmış olan faaliyet “kullanışlı aptallar”ın ileri sürdükleri gibi “niyet okuma” değil, taş gibi “öngörü, siyasi öngörü”dür. Bizi fanatikçe “niyet okuma” ile suçlamış olanlar ise mevki, ikbal, şan, şöhret için ya da terkedilme ve yalnız kalma korkusu nedeniyle gözlerini gerçeklere kapatmış olan ya da yalnızca görmek istediğini gören siyasi körlerdir. Ve maalesef tarih önünde suçludurlar.

Artık sıra bu "niyet okuma" tezgahının varlığına kanıt oluşturan alıntıya geldi. Herhalde herkes türbanda dokuz yaş meselesinin farkındadır. En azından görebilmişlerdir diye umuyorum.

AKP’nin Anayasa Mahkemesi’ndeki kapatma davasındaki savunmasından:

“İddia makamının başörtüsü serbestisinin ilköğretim, orta öğretim (o sırada 4+4+4 henüz oluşturulmamıştı, o da ajandanın bir önceki sayfasında yazılıydı) ve diğer kamu kurumlarına da taşınacağını iddia etmesi, ancak ‘niyet okuyucu’lukla izah edilebilir”.

(Özgür Mumcu’nun 05 Ekim 2014 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazısından).

Bir kez daha:

Dixi et salvavi animam meam. (Söyledim ve ruhumu kurtardım).


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder