1 Kasım 2014 Cumartesi



YAE'nin Eleştirisi 

ve Sanırım Haklı Bir Talep


Çok sevilen bir hikaye ya da roman başlangıç cümlesi vardır: “Bir kitap okudum, hayatım değişti” diye. Benim başıma da benzeri bir durum geldi. Bir kitap okuyordum. Orada alıntı bir cümleye rastladım. Hayatım değişti. Bu cümleyi yazımın ilerki bölümünde yazacağım. Yani onu öğrenmek isteyenler, önce balına erişilmeye çalışılan keçiboynuzu misali, bu yaveleri okumak zorunda kalacaklar.

Kolayca tahmin edebileceğiniz gibi, konu yine “yetmez, ama evet”. Geçenlerde bu konuda Facebook’ta iki satır bir şey yazayım dedim. Çok sevdiğim eski bir arkadaşımdan yediğim fırça hala içimde duruyor. Yaşı tutmayacağı halde bana hastalıklı ruh bile dedi. Çok çok üzüldüm, genç yaşlarında üzerlerinde şu ya da bu ölçüde olumlu ya da olumsuz etkilerimiz olmuştur illaki. Acaba bu insanları bu hale biz mi getirdik diye bir süre vicdan bile yaptım. Kısa sürdü. Ne de olsa bu gençlerin üzerinde kalıcı etkileri yaratanlar, beni daha önce uzaklara itelemişti. (Tasfiyeyi de bu kadar güzel anlatmak bir sanat vallahi.) Benim çok etkim olamamıştı bu gençler üzerinde. Bir suç olacaksa, benden sonrakilerde olmalıydı.

Neyse konuya dönelim. Kampanyanın ilk gününden itibaren “yetmez, ama evet” olayına karşı çıktım. Tabii bu ilk günden itibaren de “postal yalayıcı, ergenekoncu, ulusalcı, faşist, daha sonra balyozcu” vb. etiketlere maruz kaldım.

Aslında bu sıfatlar bana son derece yoğun biçimde referandumdan yaklaşık sekiz ay önce yapıştırılmıştı. Sevgili Raife Ana’mın cenazesinde (20.01.2010) Ergenekonun dandik, gizli reçeteli bir operasyon olduğunu söylediğimde, bu iltifatlara mazhar olmuş, hatta şakacıktan “kafana sıkarız” diye tehdit bile edilmiştim.

Ergenekon ve daha sonraları Balyoz (daha sonraları “askeri casusluk”) vb. davaların niteliğinin farkına varılmasında, hedeflerinin öngörülmesinde, geleneğinden geldiği dergi gibi, “adeta falcılık mucizeleri yaratan” Ziya, bu dergi çevresinin, “yetmez, ama evet” gibi bir garabete boylu boyunca fanatik bir biçimde duçar olacağını öngöremedi. Hayal bile edemedi. (Yukarıda öngörmekten bahsediyorum, ‘‘niyet okumak’’ tan değil. Bu da ayrı bir yazı konusu.)

Bu ‘‘yetmez, ama evet’’ sloganı da, öyle bir slogandı ki, tam o derginin teorisine ve genel tavrına uyuyordu. Bir sorunsal tespit ediliyor (yapısı gereği iki yönlü) : Evet – Hayır. Alimane bir tavırla bunun bir düzey üzerine çıkılıyordu: Yetmez, ama evet.

Böylece hem ayrıcalıklı olmanın manevi ezikliği doya doya yaşanıyor, tabii ki bundan büyük bir keyif alınıyor, hem de çaktırmadan sorunsalın bir tarafındakilerin ekmeğine yağ ve bal sürülüyordu.

Her ne kadar Hayko Bağdat, o sloganı (yetmez, ama evet) ben buldum diyorsa da, ben şiddetle Ahmet İnsel’den şüpheleniyorum. Çünkü sloganda hem Birikimcilik, hem de Avrupailik çok yoğun kokuyor.

Ben bu eleştirileri yaparken, bazı ahmaklar şunu söyleyebilir; “Bunları bugün AKP’nin ya da Erdoğan’ın geldiği noktayı görüp söylemek kolay.” Abdiaciziniz bu noktayı yıllar önce görmüş, hatta bir zaman sonra Anayasa’nın belli maddelerinin askıya alınacağını ya da görmezden gelineceğini (bu günlere de kavuştuk elhamdülillah),  yakın gelecekte artık adil ve şaibesiz bir seçim filan da yapılmayacağını iddia etmiştir (20.01.2010 Suna Abla’da). O gün orada bulunan tüm eski arkadaşlarım hatırlayacaklardır.

Gelelim şu hayatımı değiştiren, daha çok da YAE’cilerin hayatını değiştirmesi gereken cümleye. Önce değişikliği açıklamalıyım. Bu cümlenin bir kez okunmasından sonra, YAE’cilerin etkileri ya da bugüne ilişkin sorumlulukları üzerine söylenen olumsuz kişisel yorumlar, yorumluktan çıkıyor, mutlak gerçekliğe dönüşüyor. YAE’cilerin bu kelebek etkisi üzerine yapabilecekleri tek bir itiraz bile kalmıyor.

Cümleyi sarfeden kişi, Erdoğan hükümetinin 2.adamı ve hükümet sözcüsü Başb. Yard. Bülent Arınç. 14 Ağustos 2013 tarihli Zaman Gazetesi’nde Gülen Cemaati üzerine bir söyleşide sarfediyor bu cümleyi. Cümle o kadar net ki, kimse “efendim, oradan cımbızlanmış” gibi kıvırtmalara sapamaz.

“Biz bugün ne yapıyorsak, 12 Eylül referandumundan aldığımız güçle yapıyoruz.”

12 Eylül referandumu öncesini bir kenara bırakalım. (Tabii daha sonra tartışmak ve YAE’cilere bir önceki referandumdaki tavırlarını sormak üzere.)

12 Eylül 2010 ile 14 Ağustos 2013 tarihleri arasında gerçekleşen tüm hükümet eylemlerini açıkça sahiplenen ve bu eylemlerdeki gücünü açıkça 12 Eylül referandumuna bağlayan bir hükümet, “verdimse ben emir verdim, polisimiz destan yazdı” diyen bir başbakan, yine açıkça ifade edeyim, YAE’cilere çok şey borçludur.

Eğer YAE’ciler bugün “bizim etimiz ne, budumuz ne, kaç kişiydik ki?” derlerse, kendilerine 12 Eylül 2010 referandumu akşamındaki balkon konuşmasını hatırlatmak isterim. Dönemin mağrur başbakanı, içlerinden en örgütlü görünen kesime (DSİP) balkondan isim vererek teşekkür etmişti. O partinin yöneticisi (ışıklar içinde yatsın), referandum öncesinde diğer YAE’cilerle birlikte neredeyse tüm TV açık oturumlarında rol almış, YAE tavrını hatalı bulanlara hep birlikte kin ve nefret kusmuşlar, onları aşağılamışlar ve tek doğru devrimci tavrın kendilerininki olduğunu iddia etmişlerdi.

Ayrıca kuşe kağıda basılı binlerce bildiri dağıtmışlar, yüzlerce bir örnek bayrağın dalgalandığı yürüyüşler tertip etmişler, erişebildikleri her kaynakta (TV’ler, gazeteler, köşe yazıları vb.) yoğun bir propaganda çalışması yürütmüşlerdi. Bu yoğun faaliyetin mali kaynaklarını ve organizasyonunu çok merak ettim, ama öğrenemedim. (Tabii, bir fikrim var ama.) Bildiğim, bu hareketin göründüğünden çok daha büyük ve etkili olduğudur.

Dolayısıyla bu hareketin önderleri ve katılımcıları, hükümetin açık sözlülükle (bir yerde delikanlıca) üstlendiği sorumluluğu paylaşmak durumundadırlar. Tarih aralığı gözönünde bulundurulduğunda (12 Eylül 2010 – 14 Ağustos 2013), görüveriyoruz ki, Gezi Direnişi bu dönemin içinde kalıyor.

Artık açık konuşmak gereksiz. Anlayan anlasın. Akan kanların, verilen canların, kör olan gözlerin, sakat kalan bedenlerin, yaralananların, hapse düşenlerin tek sorumlusu hükümet midir?

Eh, artık özeleştiri konusuna sıra geldi. Batı demokrasilerinde sol siyaset içinde böylesi bariz bir hata (YAE) yapan kişi ve gruplar itin g.tüne, Sovyet ya da Çin devrimleri sırasında ise kara toprağa girerlerdi. Bizde ise sağ partiler kaç milim (ya da kaç santim) kalınlığında teflonla kaplı ise bu solcu arkadaşlarımız da aynı ölçüde teflonla kaplı.

Gelinen noktada büyük çoğunluğu herhelde pişman ama yiğitliğe b.k sürmek istemiyor. Bir kısmı (bana göre aşağılık bir demagoji olan) “bugün o günkü koşullar olsaydı, yine YAE derdim” sayhasında. Tabii bu demagoji üzerine sağlıklı bir tartışma inşa etmenin imkanı yok. İstenirse binlerce koşuldan bahsetmek mümkün. Böylece üstte kalabilmek de mümkün. Ama acıklı bir durum sözkonusu. Bunlardan birine “hangi koşullar kardeşim?” denildiğinde, apışıp kalıyorlar.

Bir diğer grup, hiç renk vermeden, tabii özeleştiri filan da vermeden, rüzgarın yönüne göre yön değiştirip AKP ve Tayyip’e saydırmaya başladı. İşlerini, köşelerini, avantalarını vb. kaybettikçe bunların sayısı artacak.

Bir de kendisini solda tanımlayan, ama “Ergenekon gerçek bir gizli örgüttür”, “Balyoz gerçek bir darbe planıdır” filan deyip, “YAE doğruydu, hatta ben YAE değil evet dedim” diyebilen Seyfettin Gürsel (Ona da çok geçmiş olsun) gibi muhteremler. Diğer YAE’ciler için kullanabileceğimiz “faydalı aptallar” kavramını bunlar için “evrensel aptallar” olarak değiştirmek mümkün.

Sayabileceğimiz bir diğer grup, çok özel insanlardan oluşuyor. Bunlar, kendilerinin bireyler olarak AKP tarafından kandırıldığını, bu nedenle AKP’nin kendilerine özür borçlu olduğunu ileri süren elit eski solcular. Bunlara en iyi örnek Oya Baydar.

Bu gruplara daha başka versiyonlar da eklenebilir, ama gereksiz. Onlar kendilerini artık biliyorlar zaten.

Sıkıntı, bu grupları temsil edebilecek örnek “faydalı aptallar”ın bugün internet haber sitelerinde, kendi hazırladıkları bloglarında, çıkabildikleri TV programlarında, bu geçmişlerini hiç yaşamamışcasına, bugüne ilişkin yeni fikirler serdedebiliyor olmalarında. Bu fikirler de genellikle zamanında koltuk değnekliği yaptıkları iktidara eleştiri bazında oluyor. Duydukları kırgınlık nedeniyle tabii.

Bu kişilerin herbiri yaşamlarının belli bir döneminde diyalektik ve tarihi materyalizmle haşır neşir olmuş insanlar. Ucundan, kulbundan ya da göbeğinden ufaklı büyüklü örgütlere, STK’lara bulaşmış kişiler. Eleştiri nedir bilirler, özeleştiri nedir bilirler. Belli bir öğreti ışığında tesbit ettikleri hareket tarzı, tavır ve sloganlar, tarih açısından çok kısa sayılabilecek bir süre içinde kepaze olursa, yapmaları gereken şey, daha önce kullandıkları kanallar ve köşelerde özür dilemek, özeleştiri vermektir. O noktaların çoğunu kaybetmiş olabilirler, o zaman yeni yerleştikleri noktalarda bunu yaparak zararlarını hiç olmazsa biraz telafi etmeye çalışıyor olduklarını göstermelidirler.

O öğretiden algıladıkları, onların böylesi bir hataya sürüklenmelerini sağlayan dersler, kafalarında düzelmiş midir ki, bugün yine bilirkişi rollerine soyunabilmektedirler? Belki bugün söyledikleri ve yazdıkları da, onları ileride çeyrek, yarım hatta belki tam “faydalı aptallar” haline getirebilecektir.

İşte bunu önleyebilecek yegane yol, özeleştiri mekanizmasının kullanılmasıdır. Sağlıklı bir özeleştiri, kişiye edinmiş olduğu bilgiler ışığında yapmış olduğu analizlerin doğru olup olmadığını, hatalı analizlerinde at gözlüğüyle ısrar edip etmediğini, kendisine bu süreçte yönelen eleştirileri kişisel saldırı olarak görmeden yeterince dikkate alıp almadığını, bu hatalı analiz ve tavırla çevresine ve tarihsel akışa ne kadar zarar verebilmiş olduğunu en sonda gelinmiş olan somut durum ve koşullar ışığında gösterecektir.

Bunu diğer insanlarla paylaşması ise (zaten paylaşılmayan bir özeleştiri olamaz), zamanında ayrı düştüğü kişi ve topluluklarla yeniden sağlıklı bir ilişki kurabilmesine, daha da önemlisi o dönemde olumsuz etkilemiş ve yanlış yöne yönlendirmiş olduğu kişilerin de tavırlarını gözden geçirmelerine ve görece daha doğru bir çizgiye ulaşmalarına yardımcı olacaktır.


Haydi koçum YAE tayfası, özeleştirinizi görelim!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder