YAE'nin Eleştirisi
ve Sanırım Haklı Bir Talep
Çok sevilen bir
hikaye ya da roman başlangıç cümlesi vardır: “Bir kitap okudum, hayatım
değişti” diye. Benim başıma da benzeri bir durum geldi. Bir kitap okuyordum.
Orada alıntı bir cümleye rastladım. Hayatım değişti. Bu cümleyi yazımın ilerki
bölümünde yazacağım. Yani onu öğrenmek isteyenler, önce balına erişilmeye
çalışılan keçiboynuzu misali, bu yaveleri okumak zorunda kalacaklar.
Kolayca tahmin
edebileceğiniz gibi, konu yine “yetmez, ama evet”. Geçenlerde bu konuda
Facebook’ta iki satır bir şey yazayım dedim. Çok sevdiğim
eski bir arkadaşımdan yediğim fırça hala içimde duruyor. Yaşı
tutmayacağı halde bana hastalıklı ruh bile dedi. Çok çok üzüldüm, genç
yaşlarında üzerlerinde şu ya da bu ölçüde olumlu ya da olumsuz etkilerimiz
olmuştur illaki. Acaba bu insanları bu hale biz mi getirdik diye bir süre
vicdan bile yaptım. Kısa sürdü. Ne de olsa bu gençlerin üzerinde kalıcı
etkileri yaratanlar, beni daha önce uzaklara itelemişti. (Tasfiyeyi de bu kadar
güzel anlatmak bir sanat vallahi.) Benim çok etkim olamamıştı bu gençler
üzerinde. Bir suç olacaksa, benden sonrakilerde olmalıydı.
Neyse konuya
dönelim. Kampanyanın ilk gününden itibaren “yetmez, ama evet” olayına karşı
çıktım. Tabii bu ilk günden itibaren de “postal yalayıcı, ergenekoncu,
ulusalcı, faşist, daha sonra balyozcu” vb. etiketlere maruz kaldım.
Aslında bu sıfatlar
bana son derece yoğun biçimde referandumdan yaklaşık sekiz ay önce yapıştırılmıştı.
Sevgili Raife Ana’mın cenazesinde (20.01.2010) Ergenekonun dandik, gizli
reçeteli bir operasyon olduğunu söylediğimde, bu iltifatlara mazhar olmuş,
hatta şakacıktan “kafana sıkarız” diye tehdit bile edilmiştim.
Ergenekon ve daha
sonraları Balyoz (daha sonraları “askeri casusluk”) vb. davaların niteliğinin farkına
varılmasında, hedeflerinin öngörülmesinde, geleneğinden geldiği dergi gibi,
“adeta falcılık mucizeleri yaratan” Ziya, bu dergi çevresinin, “yetmez, ama
evet” gibi bir garabete boylu boyunca fanatik bir biçimde duçar olacağını öngöremedi.
Hayal bile edemedi. (Yukarıda öngörmekten bahsediyorum, ‘‘niyet okumak’’ tan
değil. Bu da ayrı bir yazı konusu.)
Bu ‘‘yetmez, ama
evet’’ sloganı da, öyle bir slogandı ki, tam o derginin teorisine ve genel
tavrına uyuyordu. Bir sorunsal tespit ediliyor (yapısı gereği iki yönlü) : Evet
– Hayır. Alimane bir tavırla bunun bir düzey üzerine çıkılıyordu: Yetmez, ama
evet.
Böylece hem
ayrıcalıklı olmanın manevi ezikliği doya doya yaşanıyor, tabii ki bundan büyük
bir keyif alınıyor, hem de çaktırmadan sorunsalın bir tarafındakilerin ekmeğine
yağ ve bal sürülüyordu.
Her ne kadar Hayko
Bağdat, o sloganı (yetmez, ama evet) ben buldum diyorsa da, ben şiddetle Ahmet
İnsel’den şüpheleniyorum. Çünkü sloganda hem Birikimcilik, hem de Avrupailik
çok yoğun kokuyor.
Ben bu eleştirileri
yaparken, bazı ahmaklar şunu söyleyebilir; “Bunları bugün AKP’nin ya da
Erdoğan’ın geldiği noktayı görüp söylemek kolay.” Abdiaciziniz bu noktayı
yıllar önce görmüş, hatta bir zaman sonra Anayasa’nın belli maddelerinin askıya
alınacağını ya da görmezden gelineceğini (bu günlere de kavuştuk
elhamdülillah), yakın gelecekte artık
adil ve şaibesiz bir seçim filan da yapılmayacağını iddia etmiştir (20.01.2010
Suna Abla’da). O gün orada bulunan tüm eski
arkadaşlarım hatırlayacaklardır.
Gelelim şu hayatımı
değiştiren, daha çok da YAE’cilerin hayatını değiştirmesi gereken cümleye. Önce
değişikliği açıklamalıyım. Bu cümlenin bir kez okunmasından sonra, YAE’cilerin
etkileri ya da bugüne ilişkin sorumlulukları üzerine söylenen olumsuz kişisel
yorumlar, yorumluktan çıkıyor, mutlak gerçekliğe dönüşüyor. YAE’cilerin bu
kelebek etkisi üzerine yapabilecekleri tek bir itiraz bile kalmıyor.
Cümleyi sarfeden
kişi, Erdoğan hükümetinin 2.adamı ve hükümet sözcüsü Başb. Yard. Bülent Arınç.
14 Ağustos 2013 tarihli Zaman Gazetesi’nde Gülen Cemaati üzerine bir söyleşide
sarfediyor bu cümleyi. Cümle o kadar net ki, kimse “efendim, oradan
cımbızlanmış” gibi kıvırtmalara sapamaz.
“Biz bugün ne yapıyorsak, 12 Eylül referandumundan
aldığımız güçle yapıyoruz.”
12 Eylül referandumu
öncesini bir kenara bırakalım. (Tabii daha sonra tartışmak ve YAE’cilere bir
önceki referandumdaki tavırlarını sormak üzere.)
12 Eylül 2010 ile 14
Ağustos 2013 tarihleri arasında gerçekleşen tüm hükümet eylemlerini açıkça
sahiplenen ve bu eylemlerdeki gücünü açıkça 12 Eylül referandumuna bağlayan bir
hükümet, “verdimse ben emir verdim, polisimiz destan yazdı” diyen bir başbakan,
yine açıkça ifade edeyim, YAE’cilere çok şey borçludur.
Eğer YAE’ciler bugün
“bizim etimiz ne, budumuz ne, kaç kişiydik ki?” derlerse, kendilerine 12 Eylül 2010
referandumu akşamındaki balkon konuşmasını hatırlatmak isterim. Dönemin mağrur
başbakanı, içlerinden en örgütlü görünen kesime (DSİP) balkondan isim vererek teşekkür
etmişti. O partinin yöneticisi (ışıklar içinde yatsın), referandum öncesinde diğer YAE’cilerle birlikte
neredeyse tüm TV açık oturumlarında rol almış, YAE tavrını hatalı bulanlara hep
birlikte kin ve nefret kusmuşlar, onları aşağılamışlar ve tek doğru devrimci
tavrın kendilerininki olduğunu iddia etmişlerdi.
Ayrıca kuşe kağıda
basılı binlerce bildiri dağıtmışlar, yüzlerce bir örnek bayrağın dalgalandığı
yürüyüşler tertip etmişler, erişebildikleri her kaynakta (TV’ler, gazeteler,
köşe yazıları vb.) yoğun bir propaganda çalışması yürütmüşlerdi. Bu yoğun
faaliyetin mali kaynaklarını ve organizasyonunu çok merak ettim, ama
öğrenemedim. (Tabii, bir fikrim var ama.) Bildiğim, bu hareketin göründüğünden
çok daha büyük ve etkili olduğudur.
Dolayısıyla bu
hareketin önderleri ve katılımcıları, hükümetin açık sözlülükle (bir yerde
delikanlıca) üstlendiği sorumluluğu paylaşmak durumundadırlar. Tarih aralığı
gözönünde bulundurulduğunda (12 Eylül 2010 – 14 Ağustos 2013), görüveriyoruz
ki, Gezi Direnişi bu dönemin içinde kalıyor.
Artık açık konuşmak
gereksiz. Anlayan anlasın. Akan kanların, verilen canların, kör olan gözlerin,
sakat kalan bedenlerin, yaralananların, hapse düşenlerin tek sorumlusu hükümet
midir?
Eh, artık özeleştiri
konusuna sıra geldi. Batı demokrasilerinde sol siyaset içinde böylesi bariz bir
hata (YAE) yapan kişi ve gruplar itin g.tüne, Sovyet ya da Çin devrimleri
sırasında ise kara toprağa girerlerdi. Bizde ise sağ partiler kaç milim (ya da
kaç santim) kalınlığında teflonla kaplı ise bu solcu arkadaşlarımız da aynı
ölçüde teflonla kaplı.
Gelinen noktada
büyük çoğunluğu herhelde pişman ama yiğitliğe b.k sürmek istemiyor. Bir kısmı
(bana göre aşağılık bir demagoji olan) “bugün o günkü koşullar olsaydı, yine
YAE derdim” sayhasında. Tabii bu demagoji üzerine sağlıklı bir tartışma inşa
etmenin imkanı yok. İstenirse binlerce koşuldan bahsetmek mümkün. Böylece üstte
kalabilmek de mümkün. Ama acıklı bir durum sözkonusu. Bunlardan birine “hangi
koşullar kardeşim?” denildiğinde, apışıp kalıyorlar.
Bir diğer grup, hiç
renk vermeden, tabii özeleştiri filan da vermeden, rüzgarın yönüne göre yön
değiştirip AKP ve Tayyip’e saydırmaya başladı. İşlerini, köşelerini,
avantalarını vb. kaybettikçe bunların sayısı artacak.
Bir de kendisini
solda tanımlayan, ama “Ergenekon gerçek bir gizli örgüttür”, “Balyoz gerçek bir
darbe planıdır” filan deyip, “YAE doğruydu, hatta ben YAE değil evet dedim”
diyebilen Seyfettin Gürsel (Ona da çok geçmiş olsun) gibi muhteremler. Diğer YAE’ciler için
kullanabileceğimiz “faydalı aptallar” kavramını bunlar için “evrensel aptallar”
olarak değiştirmek mümkün.
Sayabileceğimiz bir
diğer grup, çok özel insanlardan oluşuyor. Bunlar, kendilerinin bireyler olarak
AKP tarafından kandırıldığını, bu nedenle AKP’nin kendilerine özür borçlu
olduğunu ileri süren elit eski solcular. Bunlara en iyi örnek Oya Baydar.
Bu gruplara daha
başka versiyonlar da eklenebilir, ama gereksiz. Onlar kendilerini artık
biliyorlar zaten.
Sıkıntı, bu grupları
temsil edebilecek örnek “faydalı aptallar”ın bugün internet haber sitelerinde,
kendi hazırladıkları bloglarında, çıkabildikleri TV programlarında, bu
geçmişlerini hiç yaşamamışcasına, bugüne ilişkin yeni fikirler serdedebiliyor
olmalarında. Bu fikirler de genellikle zamanında koltuk değnekliği yaptıkları
iktidara eleştiri bazında oluyor. Duydukları kırgınlık nedeniyle tabii.
Bu kişilerin herbiri
yaşamlarının belli bir döneminde diyalektik ve tarihi materyalizmle haşır neşir
olmuş insanlar. Ucundan, kulbundan ya da göbeğinden ufaklı büyüklü örgütlere,
STK’lara bulaşmış kişiler. Eleştiri nedir bilirler, özeleştiri nedir bilirler. Belli
bir öğreti ışığında tesbit ettikleri hareket tarzı, tavır ve sloganlar, tarih
açısından çok kısa sayılabilecek bir süre içinde kepaze olursa, yapmaları
gereken şey, daha önce kullandıkları kanallar ve köşelerde özür dilemek,
özeleştiri vermektir. O noktaların çoğunu kaybetmiş olabilirler, o zaman yeni
yerleştikleri noktalarda bunu yaparak zararlarını hiç olmazsa biraz telafi
etmeye çalışıyor olduklarını göstermelidirler.
O öğretiden
algıladıkları, onların böylesi bir hataya sürüklenmelerini sağlayan dersler,
kafalarında düzelmiş midir ki, bugün yine bilirkişi rollerine soyunabilmektedirler?
Belki bugün söyledikleri ve yazdıkları da, onları ileride çeyrek, yarım hatta
belki tam “faydalı aptallar” haline getirebilecektir.
İşte bunu
önleyebilecek yegane yol, özeleştiri mekanizmasının kullanılmasıdır. Sağlıklı
bir özeleştiri, kişiye edinmiş olduğu bilgiler ışığında yapmış olduğu
analizlerin doğru olup olmadığını, hatalı analizlerinde at gözlüğüyle ısrar
edip etmediğini, kendisine bu süreçte yönelen eleştirileri kişisel saldırı
olarak görmeden yeterince dikkate alıp almadığını, bu hatalı analiz ve tavırla
çevresine ve tarihsel akışa ne kadar zarar verebilmiş olduğunu en sonda
gelinmiş olan somut durum ve koşullar ışığında gösterecektir.
Bunu diğer
insanlarla paylaşması ise (zaten paylaşılmayan bir özeleştiri olamaz),
zamanında ayrı düştüğü kişi ve topluluklarla yeniden sağlıklı bir ilişki
kurabilmesine, daha da önemlisi o dönemde olumsuz etkilemiş ve yanlış yöne
yönlendirmiş olduğu kişilerin de tavırlarını gözden geçirmelerine ve görece
daha doğru bir çizgiye ulaşmalarına yardımcı olacaktır.
Haydi koçum YAE
tayfası, özeleştirinizi görelim!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder