5 Haziran 2015 Cuma

Seçim yazıları (son)


Yazı değil, Sırat köprüsü vallahi


Hayatım boyunca bir sürü dergi, bülten, ansiklopedi yazısının ardı sıra bu blogta da kırkın üzerinde yazı yazdım. Sizi temin ederim, bu yazmakta olduğum yazı kadar tereddüt ettiğim, çekindiğim bir yazı olmadı. Bunu sağ salim bitirebilirsem, herhalde seçim sonrası keyfi ya da kahrı ile birlikte, yazılara biraz ara veririm diye düşünüyorum.

Aslında bu çekinmemin (hatta korkumun) nedenlerini yazıyı okudukça farkedeceksiniz, ama ben baştan da biraz ön açıklama yapmaya çalışacağım.

Biraz geçmişe bakalım


Çok az okunmuş olmalarına rağmen, bir konuda gönlüm rahat. Çünkü “Niyete bakma, doğru anla” (1) ve (2) başlıklı yazılarımda aslında bunun altyapısını yapmaya çalışmıştım.

Çok uzun süredir geçmişi sola dayanan birçok kişi arasında amansız mücadeleler oldu. En şiddetli ayrışma 12 Eylül 2012 referandumunda kendini gösterdi. Esas olarak üç ana grup ortaya çıktı. 1)”Yetmez, ama evet” formülünü kullanan evetçiler, 2) Hayırcılar, 3) Boykotçular.

Fazla derine gitmenin yeri ve zamanı değil. Ama bu grupların birincisi ve maalesef en güçlüsü, diğer iki gruba amansızca saldırdı. “Gizli faşist” ya da “açık faşist” diyenler bile oldu aralarından. Birinci gruba dahil olanların etkili kısmı, “sol liberaller” ya da “liberal solcular” gibi adlarla tanımlandılar. 2.Grup, sayıca azdı ve güçsüzdü. Çok lezzetli bir sürü referandum maddesinin arasından, yargıya yönelik hain maddeyi yakalamış ve adeta bugünü o günden bütün çıplaklığıyla görmüş olanlardı. Ayrıca bunların ezici çoğunluğu, Ergenekon, Balyoz, OdaTV gibi tiyatroların da farkına varmış ve diğerlerini bu konuda uyarmaya çalışan kişilerdi. 3.Grup ise sol olarak en doğru tavrın boykot olduğuna inanmışlar, ama maalesef bu tavırlarıyla “evetçi”lerin, dolayısıyla AKP’nin ekmeğine yağ sürmüş olanlardı. Onların da sayısı azdı.

İdeolojik (!) mücadele


Birinci grubun esas gücü sayılarından kaynaklanmıyordu aslında. Ama çok sayıda “aydın”ları vardı. Bunlar gazetelerdeki köşe yazılarıyla, TV’lerdeki programlarıyla, katıldıkları yurtiçi ve yurtdışı açık oturum, panel vb. etkinliklerle çok etkili oluyor ve mücadelelerinin ideolojik boyutunu, diğer iki gruba yönelttikleri suçlama, aşağılama ve hakaretlerle süslüyorlardı.

Bir önceki milletvekili seçimleri de benzer ideolojik (!) tartışmalarla geçti, ama ilginç bir süreç başladı. Bizim “sol liberaller” bazen birer birer bazen üçer beşer bulundukları yerleri kaybetmeye başladılar. Hatta AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu, adeta kendilerine teşekkür ederek bundan sonraki süreçte beraber davranmalarının imkânsız olduğunu açıkça söyledi.

Uyanış


Zaten “uyanık”tılar, ama neyse bu konuda da uyandılar. Kalpleri kırılmıştı. Bir kısmı RTE’nin değiştiğini iddia ettiler, kandırıldık dediler (kandık demediler), hatta Oya abla (abla ifadesi bana ait değil, kopya çektim) “beni kandırdılar, şahsen AKP’den alacaklıyım” bile dedi (hem vallahi, hem billahi).

Uyanmalarına rağmen, nefisleri elvermedi, bir, ikisi hariç
özeleştiri yapamadılar. Kimisi sessizce durmayı yeğledi, kimi sanki hiç YAE’ci olmamış gibi, edinebildiği yeni köşelerden RTE’ye saydırmaya başladı. Ama belirtmekte de yarar var, bir daha asla eski şaşaalarına ulaşamadılar. Ne zamana kadar? Az sonra!

Gelelim bugüne


HDP’nin seçime bağımsız adaylar ile değil, parti olarak gireceğini açıklamasından bu yana, köşe yazıları, bloglar ve genel olarak da dijital ortam adeta çıldırdı. “Neden vermeli”, “neden vermemeli”, vermenin on nedeni”, vermemenin on beş nedeni”, “veren hain”, vermeyen alçak”; yüzlerce yazı.

Bıkmadan usanmadan, inanılmaz bir sabırla bu yazılardan tüm rastladıklarımı okudum (bu delicesine çabam sırasında bana desteğini esirgemeyen sakinleştirici ilacıma teşekkürü bir borç biliyorum. İsteyenler FB’deki hesabımdan özel mesajla adını sorabilirler). O kadar çok yazı okudum ki, artık istatistiksel bazı tespitlerde bulunabilirim.

“Vermem” diyenlerin yazıları genellikle, hatta tümüyle ciddi havada yazılar. “Ben vereceğim, sen de ver” diyenlerde ise genellikle alaycı, pejoratif ifadeler yer alıyor. Yine bunların çoğunda, satır aralarından fışkıran bir sol düşmanlığı (hatta nefreti) sezilebiliyor. Bazı yazarlar, bunu doğrudan yapmaya cesaret edemedikleri için, başına parantez içinde ya da dışında bir “ulusalcı” ibaresi ekliyorlar. Bu ibarenin herkesce malum olan, bariz bir anlamı yok ama, hakarete sanki farklı bir boyut, bir derinlik katıyor.

Benim asıl üzüldüğüm konu, bu sol düşmanlığını kendilerince kabul edilebilir kılmak için, adeta çıktığı deliğe işer gibi, solun büyük bölümünü gizli ya da açık faşistlikle suçlamaları. Bunu aslında 12 Eylül referandumunda da yapmışlardı, ama bu tavrı bugün de sürdürebiliyor olmaları, gerçekten beni benden alıyor. Tarih, daha ne yapsın? Sopası yok ki, kafalarına ekleştirsin kardeşim.

Kürt solu mu, Kürt sorunu mu?


Ben sol siyasete 1974’te girdim. Daha önce 1971’de TMGT, Dev-Lis gibi kısa süreli ilişkiler oldu, o sayılmaz. Çocuktum.

Aradaki 12 Eylül kesintisi dışında her zaman bulunduğumuz siyasi hareketlerin içinde Kürt yoldaşlarımız vardı. Ayrıca tümü ya da büyük çoğunluğu Kürtlerden oluşan, ama öncelikle sosyalist, siyasi hareketler de vardı. Yanlış hatırlamıyorsam o dönemde (vay be kırk yıl olmuş) DDKD, DDKO gibi derneklerle başlayan Kürt solu, daha sonra TİKKO, Rızgari, Alarizgari, Tekoşin, Burkaycılar vb. bir dolu hareket doğurdu. Bunlar ağırlıkla Kürt olmalarına rağmen önce solcu, sosyalisttiler. Entelektüel düzey ve teorik üretim olarak da çok iyiydiler.

PKK ise, kurulduğu günden itibaren bir yanda yanına çekebilmek için Kürt halkı üzerinde, diğer yanda ise muhtemel rekabeti ortadan kaldırabilmek için Kürt sol hareketleri üzerinde, cinayetlere varan amansız bir baskı uyguladı.

Sonuçta Kürt solu darmadağın oldu. Bir kısmı PKK’ya biat etti. Bu konuda Evren’in Diyarbakır Cezaevi de uygun ortam sağladı. Bir kısmı yurtdışına kaçtı, arazi oldu. Kaçanların bazıları da PKK tarafından orada yakalanıp infaz edildiler.

Nihai durum şudur: 1984’e kadar adından bahsedilebilen Kürt solu (Tunceli bölgesindeki TİKKO dışında) artık yoktur, onun yerine Kürt sorunu, Kürt etnik hareketi vardır. Solun da bir etnik hareketin destekçisi olması zorunluluğu yoktur, ilişki ancak solun etnik hareketi bir sol harekete dönüştürebilmesi durumunda söz konusudur. Şu anda böylesi bir sol hareketten söz edilemez.

Eeee, n’olacak şimdi


Geldik bu yazının tehlikeli noktasına. Yukarıda bahsedilen üç gruptan birincisi, bugün “ben verecem, sen de ver, vermeyen ne olsun”cular. Bunu stratejik değil, siyasi bir tavır olarak savunuyorlar. İkinci grupta ağırlık, “hadi bu seferlik vereyim, ama stratejik haa, ayrıca vermeyebilirim de, ne olacak mışım ki”ciler. Üçüncü grup en sağlamı, “vermem arkadaş, benim kendi gerçek sol partim var” diyenler.

Kendimi ikinci grubun çok emektar bir üyesi sayıyorum. Bu mücadeleye referandumdan filan çok önce başladım çünkü. Ama buradaki esas derdim, yaşadıkları kısa “YAE” huzurundan sonra, “Heyoo, dayanacak yeni bir yer bulduk, öbürlerine gene faşist, ulusalcı filan diyebileceğiz” diyen, birinci grup.

Garip bir kıyaslama


Birinci grubu oluşturan yazar, çizer, düşünür, konuşurlar (bazıları gerçekten çok konuştu), uzun yıllar boyunca AKP aleyhine tek bir laf etmezken, CHP’ye ana avrat gittiler (AKP karşıtı söz söyleme yasağı, son MV seçimine, tasfiyelerine kadar sürdü). CHP aleyhine söz söyleme aşkı ise bugün bile devam ediyor.

Şimdi ise ileri demokrasi getirecek olan AKP’nin yerini HDP (PKK, Apo, Kandil) aldı.

Gerilla dersi


Biz, gerilla hakkında ilk bilgileri, Regis Debray’ın kitaplarından öğrendik. Oradaki gerillalar, işkence yaptığı belirlenen, halka karşı suç işlediği kanıtlanan polis, asker, özel timci gibi adamları vurur, cesetlerinin üzerine idam ilamını bırakırdı. Mesela, bugünkü gençler bilmez, Arjantin'in ERP gerillaları, Nikaragua diktatörü Anastasia Somoza’yı sığındığı Paraguay'da arabasında infaz etmiş, bu infazı Nikaragua'nın FSLN gerillalarına hediye etmişti.

Gerilla asla silahsız halka ateş etmemiş, sadece ihbarcı olduğu belirlenenleri, o da suçun şahsiliği prensibini göz önünde tutarak, yargılamış ve idam etmişti.

Bizde böyle olamadı. Kültür farkı mıydı, genetik miydi, neydi bilemiyorum. Ama bir şeyi gözlemleyebiliyorum, PKK ve HDP sözcüleri dışında kimse, dağdakiler hakkında “gerilla” kavramını kolayca kullanamıyor. Çünkü dünyada hiç bir gerilla hareketi, jandarma ya da özel tim elemanı olmadığı için, “gerilla” ile savaşmamış, tezkeresini almış ve evine dönmekte olan 33 askeri, sadece diğer etnik kökenden gördüğü için kurşuna dizmedi.

Bu örnek yeterli değilse, Google’da “Neşe Alten” adını yazın ve gelenleri okuyun.

Özeti: PKK bir etnik harekettir. HDP ise onunla organik bağını inkar etmeyen bir partidir. Arada on defa kapatılmış, farklı kadrolarla yeniden açılmış CHP’yi 77 yıl önceki Dersim katliamı ile suçlayabilen bir zihniyet, 1984’teki, yani 31 yıl önceki bir katliamı görmezden gelebilmekte.

Ne olursunuz, Ziya CHP’liymiş demeyin. Hayatımın hiç bir anında CHP’li olmadım. Benim buradaki derdim, ideolojik bakışın, insanı nasıl yanıltabildiğini göstermek.

Bu seçimdeki tavır


HDP’ye oy vermek için, HDP’li olmak ya da Kürt olmak gerekmiyor, tamam. Bu stratejik bir oy olabilir, ama bu oyu verirken, diğer örneklerin yanısıra Neşe Alten öğretmeni ve yukarıda ustalardan edinilmiş gerilla derslerini unutmamak zorunda olduğunuzu bilin.

Sağlıcakla kalın.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder