4 Şubat 2016 Perşembe

Herkes diyor ki: Cızzz! Ben diyorum ki: Vazife bu, kaçamayız!


Efendim, konumuz mahut Akademisyenler Bildirisi.

İçeriğine çok fazla girmeyeceğim. Biraz zamanlaması üzerinde duracağım. Daha çok da içerik savunucuları ve zamanlama planlamacılarının üzerinde durmak istiyorum.

Bildiri sağanağı


Son altı ayda artarda ortaya çıkan bildiriler ve heyetlerle karşılaştık. Temmuz 2015’te Suriye ile savaş ihtimaline karşı kurulan Barış Bloku’na 31 Ağustos’ta ¨Barış İstiyorum, Barış Bloku’nu Destekliyorum¨ sloganıyla 200’ü aşkın aydından destek bildirisi geldi. Hemen ardından 2 Eylül’de kendini ¨Bağımsız Sanatçı İnisiyatifi¨ olarak adlandıran bir sanatçı grubu kampanyaya imzalarıyla katıldılar.

16 Ekim’de 100 akademisyenden oluşan bir grup, Türkiye’yi ziyaret edecek olan Alman Şansölyesi Merkel’e bir açık mektup yazdı. Mektupta ziyarete karşı çıkarak, ziyaretin kampanya ikliminde siyasi bir destek olarak görüleceğinden endişe ettiklerini belirttiler.

Ardından Güneydoğu il ve ilçelerinde yaşanan olaylarla ilgili olarak 30 Aralık’ta 106 kişilik bir sanatçı, siyasetçi, akademisyen ve aktivist grubu ¨barış savunucuları¨ adı altında Diyarbakır’a gitti.

Ve Bildirilerin Anası

Ve son olarak, 10 Ocak 2016’da birden fazla noktada eşzamanlı okunan ve başlangıçta altında 1084 imza bulunan ¨Akademisyenler Bildirisi¨ ortaya çıktı. İmza sayısı takip eden günlerde arttı ve belli bir günde de bildiri yeni imzalara kapandı. İmzalayanlar arasında bazı önemli yabancı ünlü aydınlar da vardı.

Bildirinin içeriğini burada yeniden yazacak değilim. Çok yer kaplar. İmzalayanların bazıları dahil olmak üzere, çoğu kişinin de içeriğini kısmen ya da tamamen okuduğu inancında da değilim. İçerik hakkında ileride belki birkaç cümle yazabilirim, ama ne yazarsam yazayım, bildiriciler tarafından doğru algılanacağı ve anlaşılacağı kanısında da değilim. Bu nedenle amacım sadece diğer insanları ileride bu tür bildiri, deklarasyon, toplantı, miting vb. konulara katılımlarında dikkatli olmaya çağırmak.

Bu bildiri yalnız kalmadı. Özellikle aydın çevrelerinden de kaynaklanan içerik eleştirileri çoğalınca, 15 Ocak’ta yeni bir bildiri açıklandı. Aslında Baskın Oran tarafından açıklanan bu bildirinin kimler tarafından desteklendiğine dair bir işaret yoktu. Ama bildiriye 12 Eylül benzetmesi ve PKK’nın kör terör yapmaması (?) konusunda uyarılması eklenmişti. Bildirinin bu yeni şekli hakkında, ¨şahtı, şahbaz oldu¨ ya da ¨bubdu, mahbub oldu¨ deyişleri kullanılabilir. Burada ufak (!) bir ahlaki sorundan da söz edilmesi gerekir. İlk bildiriyi imzalayanların hepsi acaba bu şahbazı da otomatikman imzalamış mı sayıldılar, itiraz edebileceklerin hakları ne oldu?  

Kim Hazırladı?


Bu konuda tabii ki somut bir bilgiye sahip değilim. Yapmak istediğim, bildirinin içeriğinden yola çıkarak, yazan ya da yazanların kimliği değil, ama nitelikleri hakkında bazı tespitler öne sürmek.

Birinci tespit:

Bildiriyi yazanlar arasında Kürt siyasi hareketinde yer alan, hatta etnik olarak Kürt olan kimse yok. Öyle biri olsaydı, en azından bir satır arasında, aleyhine olacak bile olsa Kürt hareketinden söz ederdi. Bunu yazanlar (etnik olarak) Beyaz Türk.

İkinci tespit:

Bildiriyi hazırlayanlarda bir miktar naiflik sezmek mümkün. Bunu belki bölgenin, hatta biraz ileri götürerek Türkiye’nin, gerçeklerini tam olarak bilemiyor olmalarına bağlayabiliriz. Yani bildiri biraz fazla Avrupai kokuyor. Bence yazan kişiler ya çok genç ya da bu ülkenin silahlı külahlı mücadele geçmişini içinde yaşamamış veya öğrenememiş olacak kadar Avrupalı ya da Amerikalı.

Üçüncü tespit:

Daha imzaların sahiplerini tek tek taramaya bile fırsat bulamadan, önce RTE ardından Davutoğlu bu akademisyenlere saldırdılar. Saldırıların ortak ana fikri, TC’nin diğer ülkelere şikayet ediliyor olması ve içeriğinde PKK hakkında hiç bir eleştiri olmamasıydı.

Bu saldırılara cevap, adeta tek bir merkezde üretilmişçesine ve bence içerik bakımından da hatalı geldi. Bu merkezde yer alan çeşitli elemanlar da akademisyen olmamalarına rağmen farklı medya organlarında aynı hatalı cevabı kullandılar.

Cevap, mealen şöyleydi: ¨Biz TC vatandaşları olarak vergimizi TC devletine veriyoruz. Dolayısıyla muhatabımız TC devletidir. PKK’ya bir şey söylememiz gerekmez.¨

Burada yine böyle durumlarda kullanılan bir halk deyişine başvurmam gerekiyor: ¨Hoydatta, ata binesim geldi!¨

Şimdi önce bu parlak cevabı bazı sorularla cevaplayalım, sonra üçüncü tesbiti tamamlarız. (Sorularla cevaplamak garip gelebilir, ama bir de o sorulara cevap beklersek, insanları çok eziyor olabiliriz. İyisi mi biz sorup geçelim).

IRA eylemlerine karşı Belfast ya da Dublin gibi kentlerin caddelerinde yürüyüş ve protesto yapan yüz binler, vergilerini IRA’ya mı veriyorlardı ki, onu muhatap aldılar?

BASK eylemlerine karşı Barcelona ya da Madrid kentlerinin caddelerinde yürüyüş ve protesto yapan yüz binler, vergilerini BASK’a mı veriyorlardı ki, onu muhatap aldılar?

Bu iki sorunun cevaplarını beklemeye gerçekten gerek yok, bu soruların kendileri, bildiricilerin cevabının hatalı bir bakış açısından kaynaklandığını gösteriyor.

Son on beş, yirmi yılı bu noktadan hareketle taradığımızda, buna benzer çok etkili tek bir siyasi hataya rastlıyoruz. Öyle ki, o hatanın yol verdiği sonuçlar her gün ülkenin geleceğini biraz daha karartmakta. Herhalde o hatayı tahmin etmişsinizdir: Yetmez, ama evet.

Durun, hemen kızmayın! Vallahi takıntıdan filan değil. Son derece nesnel bir tespit. Bu bildiricilerin cevaplarını bu tespit ışığında yeniden gözden geçirince, 1084 kişilik ilk listeyi daha dikkatli bir şekilde taramam gerektiğini gördüm. Ve baaaam! YAE’ciler arasından akademik titri olanların alayı orada. Bunu son günlerdeki gazetelerden takip etmek mümkün. (bak. Google).

Bu üç tespitin dışında çok önemli ve hatalı bir konu daha var: Zamanlama.

RTE, her sıkıştığında ya da sıkışacağını tahmin ettiğinde başarılı bir şekilde gündem değiştiren ya da belirleyen bir siyasetçi. Bildirinin yayınlandığı günlerde ise gündem fakiriydi. Putin vurmuş, Irak posta koymuş, AB sert çatmış, AKP içinde huzursuzluk var. Elinde başkanlıktan başka konu kalmamış. Bu bildiri, özellikle zamanlama bakımından RTE'ye bir ikramiye oldu.

Sen sevgili akademisyen kardeşim


Sen sevgili akademisyen kardeşim, (referandum öncesinden bu yana) yakın geçmişte büyük sayılabilecek bir siyasi hata yapmamış olduğu bugün kanıtlanmış çevrelere, karşı çıkacaklarını bildiğin için (ve sönmeyen nefretin nedeniyle) danışmadan hem içerik hem de zamanlama açısından hatalı bir bildiri hazırlarsan;

Sen sevgili akademisyen kardeşim, önüne gelen bildiriyi ya yüzeysel olarak gözden geçirip ya da hiç okumadan imzalarsan;

Sen sevgili akademisyen kardeşim, bu bildiriye imzanı tereddütsüz koyman için, Baskın Oran, Ahmet İnsel, Gencay Gürsoy, Nuray Mert gibi YAE sabıkalılarının imzalarını görmen yeterli olmuşsa;

Sen sevgili akademisyen kardeşim, bu devrime (!) yol açabilecek devasa eylemi eleştirenlere karşı, elinde yalnızca ¨ben TC vatandaşıyım, vergi veriyorum, PKK benim muhatabım değil, bla, bla, bla...¨ argümanı varsa,

Sakın kusura bakma, seni bu hatadan ancak büyük bir şans kurtarır diyordum ki;

Çok hatalı, ama çok şanslısın akademisyen kardeşim


Bildiriyi okuduğum anda hem üzüldüm hem de sinirlendim. Artık tam aynı saflarda olmasak bile, dışarıdan bizi öyle görenler vardı ve dolayısıyla ¨biz¨ bir darbe daha yiyecektik. Fakat kadim dostunuz RTE yardıma yetişti, ne de olsa 12 Eylül referandumundan kalma bir borcu vardı. Deliler gibi saldırdı. Tehditler, hakaretler savurdu. YÖK’ü, savcıları göreve çağırdı.

Bunun neresi yardım demeyin.

Normalde bildirinin içeriğini, zamanlamasını, imzacılarını parça pinçik edebilecek sol muhalif kişiler, önceliği RTE’ye karşı ifade özgürlüğünü savunmaya vermek durumunda kaldılar ve bildiriciler yırttı.

Bir de bu konuda yurt dışı destek çığ gibi yığılınca, içerik de, zamanlama da, imzacıların kimliği de önemini kaybetti.

Bu bildiriyi hazırlayanlar, ¨biz şöyle bir bildiri hazırlayalım, nasıl olsa RTE saldırır, herkes ifade özgürlüğü filan diye bizi desteklemek zorunda kalır, biz de hem istediğimizi söylemiş hem de yırtmış oluruz¨ diye planlamış olabilseler, yemin ederim her şeye rağmen saygı duyabilirdim. Ama imzacıların çoğunu olmasa bile, özellikle muhtemel hazırlayıcıların büyük kısmını tanıyorum. Orada bu çapta siyasi öngörüye sahip kimse yok. (Aralarından biri bu öngörüyü rüyasında görse, ¨aman Allahım, ben ne yaptım? Niyet okuma günahını işledim¨ diye perişan olurdu.) Zaten birlikte planlamaya kalkışmış olsalar da, (şişik egoları nedeniyle) birbirlerini yemiş olurlar ve bu bildiri ortaya çıkamazdı.

Yani bu son gelişmeler tamamen onların şansından kaynaklanıyordu. Yoksa önünü, ardını düşünmeden, bu sorumsuzca davranış kalıbı, 12 Eylül referandumundakinin (anladınız siz onu) aynısı. 

Ceterum censeo Carthaginem esse delendam. 

(Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder