Herkes diyor ki: Cızzz! Ben diyorum ki: Vazife bu, kaçamayız!
Efendim, konumuz
mahut Akademisyenler Bildirisi.
İçeriğine çok fazla
girmeyeceğim. Biraz zamanlaması üzerinde duracağım. Daha çok da içerik
savunucuları ve zamanlama planlamacılarının üzerinde durmak istiyorum.
Bildiri sağanağı
Son altı ayda
artarda ortaya çıkan bildiriler ve heyetlerle karşılaştık. Temmuz 2015’te
Suriye ile savaş ihtimaline karşı kurulan Barış Bloku’na 31 Ağustos’ta ¨Barış
İstiyorum, Barış Bloku’nu Destekliyorum¨ sloganıyla 200’ü aşkın aydından destek
bildirisi geldi. Hemen ardından 2 Eylül’de kendini ¨Bağımsız Sanatçı
İnisiyatifi¨ olarak adlandıran bir sanatçı grubu kampanyaya imzalarıyla
katıldılar.
16 Ekim’de 100 akademisyenden oluşan bir grup, Türkiye’yi
ziyaret edecek olan Alman Şansölyesi Merkel’e bir açık mektup yazdı. Mektupta
ziyarete karşı çıkarak, ziyaretin kampanya ikliminde
siyasi bir destek olarak görüleceğinden endişe ettiklerini belirttiler.
Ardından Güneydoğu
il ve ilçelerinde yaşanan olaylarla ilgili olarak 30 Aralık’ta 106 kişilik bir
sanatçı, siyasetçi, akademisyen ve aktivist grubu ¨barış savunucuları¨ adı
altında Diyarbakır’a gitti.
Ve Bildirilerin Anası
Ve son olarak, 10
Ocak 2016’da birden fazla noktada eşzamanlı okunan ve başlangıçta altında 1084
imza bulunan ¨Akademisyenler Bildirisi¨ ortaya çıktı. İmza sayısı takip eden günlerde
arttı ve belli bir günde de bildiri yeni imzalara kapandı. İmzalayanlar
arasında bazı önemli yabancı ünlü aydınlar da vardı.
Bildirinin içeriğini
burada yeniden yazacak değilim. Çok yer kaplar. İmzalayanların bazıları dahil
olmak üzere, çoğu kişinin de içeriğini kısmen ya da tamamen okuduğu inancında da
değilim. İçerik hakkında ileride belki birkaç cümle yazabilirim, ama ne
yazarsam yazayım, bildiriciler tarafından doğru algılanacağı ve anlaşılacağı
kanısında da değilim. Bu nedenle amacım sadece diğer insanları ileride bu tür
bildiri, deklarasyon, toplantı, miting vb. konulara katılımlarında dikkatli
olmaya çağırmak.
Bu bildiri yalnız
kalmadı. Özellikle aydın çevrelerinden de kaynaklanan içerik eleştirileri
çoğalınca, 15 Ocak’ta yeni bir bildiri açıklandı. Aslında Baskın Oran
tarafından açıklanan bu bildirinin kimler tarafından desteklendiğine dair bir
işaret yoktu. Ama bildiriye 12 Eylül benzetmesi ve PKK’nın kör terör yapmaması
(?) konusunda uyarılması eklenmişti. Bildirinin bu yeni şekli hakkında, ¨şahtı,
şahbaz oldu¨ ya da ¨bubdu, mahbub oldu¨ deyişleri kullanılabilir. Burada ufak (!) bir ahlaki sorundan da söz edilmesi gerekir. İlk bildiriyi imzalayanların hepsi acaba bu şahbazı da otomatikman imzalamış mı sayıldılar, itiraz edebileceklerin hakları ne oldu?
Kim Hazırladı?
Bu konuda tabii ki
somut bir bilgiye sahip değilim. Yapmak istediğim, bildirinin içeriğinden yola
çıkarak, yazan ya da yazanların kimliği değil, ama nitelikleri hakkında bazı tespitler
öne sürmek.
Birinci tespit:
Bildiriyi yazanlar
arasında Kürt siyasi hareketinde yer alan, hatta etnik olarak Kürt olan kimse
yok. Öyle biri olsaydı, en azından bir satır arasında, aleyhine olacak bile olsa
Kürt hareketinden söz ederdi. Bunu yazanlar (etnik olarak) Beyaz Türk.
İkinci tespit:
Bildiriyi
hazırlayanlarda bir miktar naiflik sezmek mümkün. Bunu belki bölgenin, hatta
biraz ileri götürerek Türkiye’nin, gerçeklerini tam olarak bilemiyor olmalarına
bağlayabiliriz. Yani bildiri biraz fazla Avrupai kokuyor. Bence yazan kişiler
ya çok genç ya da bu ülkenin silahlı külahlı mücadele geçmişini içinde yaşamamış
veya öğrenememiş olacak kadar Avrupalı ya da Amerikalı.
Üçüncü tespit:
Daha imzaların
sahiplerini tek tek taramaya bile fırsat bulamadan, önce RTE ardından Davutoğlu
bu akademisyenlere saldırdılar. Saldırıların ortak ana fikri, TC’nin diğer
ülkelere şikayet ediliyor olması ve içeriğinde PKK hakkında hiç bir eleştiri
olmamasıydı.
Bu saldırılara
cevap, adeta tek bir merkezde üretilmişçesine ve bence içerik bakımından da hatalı
geldi. Bu merkezde yer alan çeşitli elemanlar da akademisyen olmamalarına
rağmen farklı medya organlarında aynı hatalı cevabı kullandılar.
Cevap, mealen
şöyleydi: ¨Biz TC vatandaşları olarak vergimizi TC devletine veriyoruz.
Dolayısıyla muhatabımız TC devletidir. PKK’ya bir şey söylememiz gerekmez.¨
Burada yine böyle
durumlarda kullanılan bir halk deyişine başvurmam gerekiyor: ¨Hoydatta, ata
binesim geldi!¨
Şimdi önce bu parlak
cevabı bazı sorularla cevaplayalım, sonra üçüncü tesbiti tamamlarız. (Sorularla
cevaplamak garip gelebilir, ama bir de o sorulara cevap beklersek, insanları
çok eziyor olabiliriz. İyisi mi biz sorup geçelim).
IRA eylemlerine
karşı Belfast ya da Dublin gibi kentlerin caddelerinde yürüyüş ve protesto
yapan yüz binler, vergilerini IRA’ya mı veriyorlardı ki, onu muhatap aldılar?
BASK eylemlerine
karşı Barcelona ya da Madrid kentlerinin caddelerinde yürüyüş ve protesto yapan
yüz binler, vergilerini BASK’a mı veriyorlardı ki, onu muhatap aldılar?
Bu iki sorunun
cevaplarını beklemeye gerçekten gerek yok, bu soruların kendileri,
bildiricilerin cevabının hatalı bir bakış açısından kaynaklandığını gösteriyor.
Son on beş, yirmi
yılı bu noktadan hareketle taradığımızda, buna benzer çok etkili tek bir siyasi
hataya rastlıyoruz. Öyle ki, o hatanın yol verdiği sonuçlar her gün ülkenin
geleceğini biraz daha karartmakta. Herhalde o hatayı tahmin etmişsinizdir:
Yetmez, ama evet.
Durun, hemen
kızmayın! Vallahi takıntıdan filan değil. Son derece nesnel bir tespit. Bu
bildiricilerin cevaplarını bu tespit ışığında yeniden gözden geçirince, 1084
kişilik ilk listeyi daha dikkatli bir şekilde taramam gerektiğini gördüm. Ve
baaaam! YAE’ciler arasından akademik titri olanların alayı orada. Bunu son
günlerdeki gazetelerden takip etmek mümkün. (bak. Google).
Bu üç tespitin
dışında çok önemli ve hatalı bir konu daha var: Zamanlama.
RTE, her
sıkıştığında ya da sıkışacağını tahmin ettiğinde başarılı bir şekilde gündem
değiştiren ya da belirleyen bir siyasetçi. Bildirinin yayınlandığı günlerde ise
gündem fakiriydi. Putin vurmuş, Irak posta koymuş, AB sert çatmış, AKP içinde
huzursuzluk var. Elinde başkanlıktan başka konu kalmamış. Bu bildiri, özellikle zamanlama bakımından RTE'ye bir ikramiye oldu.
Sen sevgili akademisyen kardeşim
Sen sevgili
akademisyen kardeşim, (referandum öncesinden bu yana) yakın geçmişte büyük
sayılabilecek bir siyasi hata yapmamış olduğu bugün kanıtlanmış çevrelere, karşı
çıkacaklarını bildiğin için (ve sönmeyen nefretin nedeniyle) danışmadan hem
içerik hem de zamanlama açısından hatalı bir bildiri hazırlarsan;
Sen sevgili
akademisyen kardeşim, önüne gelen bildiriyi ya yüzeysel olarak gözden geçirip
ya da hiç okumadan imzalarsan;
Sen sevgili
akademisyen kardeşim, bu bildiriye imzanı tereddütsüz koyman için, Baskın Oran,
Ahmet İnsel, Gencay Gürsoy, Nuray Mert gibi YAE sabıkalılarının imzalarını
görmen yeterli olmuşsa;
Sen sevgili
akademisyen kardeşim, bu devrime (!) yol açabilecek devasa eylemi eleştirenlere
karşı, elinde yalnızca ¨ben TC vatandaşıyım, vergi veriyorum, PKK benim
muhatabım değil, bla, bla, bla...¨ argümanı varsa,
Sakın kusura bakma,
seni bu hatadan ancak büyük bir şans kurtarır diyordum ki;
Çok hatalı, ama çok şanslısın akademisyen kardeşim
Bildiriyi okuduğum
anda hem üzüldüm hem de sinirlendim. Artık tam aynı saflarda olmasak bile,
dışarıdan bizi öyle görenler vardı ve dolayısıyla ¨biz¨ bir darbe daha
yiyecektik. Fakat kadim dostunuz RTE yardıma yetişti, ne de olsa 12 Eylül
referandumundan kalma bir borcu vardı. Deliler gibi saldırdı. Tehditler,
hakaretler savurdu. YÖK’ü, savcıları göreve çağırdı.
Bunun neresi yardım
demeyin.
Normalde bildirinin
içeriğini, zamanlamasını, imzacılarını parça pinçik edebilecek sol muhalif
kişiler, önceliği RTE’ye karşı ifade özgürlüğünü savunmaya vermek durumunda
kaldılar ve bildiriciler yırttı.
Bir de bu konuda
yurt dışı destek çığ gibi yığılınca, içerik de, zamanlama da, imzacıların
kimliği de önemini kaybetti.
Bu bildiriyi
hazırlayanlar, ¨biz şöyle bir bildiri hazırlayalım, nasıl olsa RTE saldırır,
herkes ifade özgürlüğü filan diye bizi desteklemek zorunda kalır, biz de hem
istediğimizi söylemiş hem de yırtmış oluruz¨ diye planlamış olabilseler, yemin
ederim her şeye rağmen saygı duyabilirdim. Ama imzacıların çoğunu olmasa bile,
özellikle muhtemel hazırlayıcıların büyük kısmını tanıyorum. Orada bu çapta
siyasi öngörüye sahip kimse yok. (Aralarından biri bu öngörüyü rüyasında görse,
¨aman Allahım, ben ne yaptım? Niyet okuma günahını işledim¨ diye perişan
olurdu.) Zaten birlikte planlamaya kalkışmış olsalar da, (şişik egoları
nedeniyle) birbirlerini yemiş olurlar ve bu bildiri ortaya çıkamazdı.
Yani bu son
gelişmeler tamamen onların şansından kaynaklanıyordu. Yoksa önünü, ardını
düşünmeden, bu sorumsuzca davranış kalıbı, 12 Eylül referandumundakinin (anladınız siz
onu) aynısı.
Ceterum
censeo Carthaginem esse delendam.
(Bana
soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder