Bu Yazıda YAE’ciler Yok
Vallahi
yok. Onları geçici (!) olarak tarihin şaşırtılamaz terazisinin kefelerinden
birine bıraktım. Öbür kefeye ne koyarsam koyayım olmadı. Terazi denge tutmuyor,
neyse bunun araştırılmasını sonraya bırakalım. Dediğim gibi bu yazıda onlar
yok.
Peki, Ne Var?
Son
günlerde eli klavye tutan herkes, AKP üzerine yazmaya başladı. Tabii Sur ve
Cizre üzerine yazılanlar haricinde. Naifliğimi mazur görün, benim elim bu iki
ilçe üzerine yazmaya gitmedi. Biz, Kamboçya’da, Vietnam’da, bir dolu Afrika
ülkesinde yapılan katliamları ta yüreğinde yaşamış, sokaklara dökülüp
gırtlağının izin verdiği şiddette haykırarak kınamış bir nesilden geliyoruz.
Kendi ülkemizde, kendi vatandaşlarımıza uygulanan katliam için ise birkaç
bildiri, cılız birkaç slogan haricinde yapabildiğimiz bir halt yok. Bunun utancı da bize yeter.
Bu
noktaya neden ve nasıl geldik sorusunun cevabı hem çok uzun, hem de bu yazıda
girilmemesi gereken sınırlara girmek gerekebilir. O nedenle takılmıyorum. Bu yazıdaki
derdim, AKP ve tabii RTE ve savaş.
Önce Faşizm Meselesi
Beni
tanıyanlar ya da eski yazılarımda sık sık verdiğim örnekleri hatırlayanlar,
sıkı bir faşizm, Nazi İmparatorluğu, 2.Dünya Savaşı ve Hitler meraklısı
olduğumu bilirler. (Faşist olduğumu değil, bu konulara meraklı olduğumu).
Faşizmin
en yaygın bilinen, bence vurgulu olsun diye yapılmış en primitif tanımı,
Dimitrov’a aittir. Hani şu, ¨ faşizm, tekelci sermayenin en kanlı, en.....,en
...... diktatörlüğüdür¨ şeklindeki.
Ömer Laçiner |
Tabii
ki, daha gelişkin faşizm tanımları da yapılmıştır yıllar boyunca. Mesela ben
kadim dostum Ömer Laçiner’in, Birikim Dergisi’nin Haziran ve Temmuz 1975 (4. ve
5. sayılar) sayılarında yer alan ¨Faşizm¨ yazılarından çok etkilenmiştim.
Okumak isteyenler, ¨birikimdergisi.com¨ adresinde ¨70’lerin Birikimi¨ sekmesini
tıklayarak erişebilirler.
Okuduğum kitapların, izlediğim filmlerin sayısı arttıkça, faşizm üzerine yazılmış yazılarda sanki pek üzerinde durulmayan, ya da sınıfsal analizlerin yanında, kavram tanımlarında kendine pek yer bulamayan bir olgu daha keşfettim. Ukalalık olmasın, tabii ki dünyada ilk keşfeden ben değilim. Keşfettim yerine belki farkına vardım demeliyim. (Az sonra)
Neleri Okumuş Olmak,
Hata Yapmamak İçin Gerekli Hatta Yeterliydi?
Bu
konularda okuduğum yüzü aşkın (gerçekten!) kitaptan sadece ikisini okumuş
olmak, bu ülkedeki gelişmelerin yönünü, olası varış noktalarını, karşı
mücadelenin ancak nerelerde yapılırsa başarılı olabileceğini (belki diyelim,
çünkü tarihte sonu hep başka türlü, başka yollardan geldi faşizmin) günbegün
görebilmek mümkündü. Bu konuda çok iddialıyım, bunun tanıkları da var. Her gün
kısa süre sonra doğrulanan analizlerimi çevremdekilere söyledim. O zaman daha
bloğum yoktu. Zaten bloğu başlatmamın nedenlerinden biri de bu: Söylemek
(yazmak) ve hiç olmazsa ruhumu kurtarmak.
Shirer'in üç ciltlik kitabının birinci cildi |
Bahsettiğim
iki kitabın ilki William L. Shirer’in üç ciltlik ¨Nazi İmparatorluğu¨ adlı
kitabı. İkincisi ise Ian Kershaw’ın iki ciltlik biyografi kitabı: ¨Hitler
(Hubris)¨, ¨Hitler (Nemesis)¨.Bu
ikisini okumuş olan bir kişinin, bu ülkedeki gelişmelere bakarak ileri
demokrasi, Avrupa Birliği gibi hayallere kapılması mümkün değildi. Tabii bu
kişinin asgari zeka ve tarih formasyonuna sahip olduğu, obsessif (takıntılı)
olmadığı varsayımıyla. Takıntıya örnek olarak, iflah olmaz bir asker düşmanlığı
sayılabilir. Tamam, tamam, sustum bu konuda.
Birinci cilt ¨Hubris¨ |
Bence bu
kitaplara bir de sahibinin sesini katmak gerekir: ¨Kavgam¨.
Hitler, bu
kitabında iktidarı ele geçirirse neler yapacağını büyük bir açıklıkla söylüyor.
(Bizdeki tramvay-demokrasi metaforu gibi).
Dünyada Bestseller |
Bir Diğer Önemli Kitap
O kadar
kitabı okuyup, kendimi bu alanda belli bir altyapıya ulaşmış hissettiğim
sırada, yeni bir kitap çıktı karşıma. Yine Hitler’i ve Nazi İmparatorluğu’nu,
Nazizm’i anlatıyordu, ama öbürlerinde olmayan yeni bir boyut katıyordu bunlara.
Zaten tüm dünyada büyük etki yaratmış olmasının nedeni de buydu.
Kitabın
yazarı önemli bir tarihçi Mark Mazower, kitabın adı ise ¨Hitler İmparatorluğu
(İşgal Avrupa'sında Nazi Yönetimi)¨.
Bu
kitabı dikkatlice okuduğunuz zaman, Nazizm’in bir süre sonra sadece sınıfsal
bir olgu olmaktan çıktığını, bir yandan bir kişi putlaştırmasına doğru hızla yol
alırken, diğer yandan da kolektif işlenen suçlardan kaynaklanan bir suç
ortaklığı, bir korunması zorunlu hatta yaşamsal menfaatler sistemine dönüştüğünü
görüyorsunuz.
Okumak gerek |
Belli
ki, bu gelişmenin bir aşamasında Nazizm, egemen sınıfın menfaatlerinden çok
yönetimdeki lider ve çetenin menfaatlerinin koruyucusu haline geliyor. Hatta
bir noktada bu menfaatler çatışacak noktalara gelebiliyor, ama çetenin elde
etmiş olduğu güç, bu çatışmayı imkansız kılıyor ve kendini hala egemen
zannetmekte olan esas sınıf, tam bir teslimiyetle puta tapar hale geliyor.
(Öğrenilmiş çaresizlik).
Düşünün,
Alman Ordusu gibi kurmay yetenekleri tartışılamayacak bir ordu, bir onbaşının
emrinde yenilgiden yenilgiye koşuyor ve bir avuç subayın bu duruma karşı ilk
direnişi, yakında filmini de seyrettiğimiz ¨Valkyrie Harekatı¨, 20 Temmuz
1944’te, yıkıma ancak bir yıldan az kalmışken olabiliyor.
Bu Kadar Alman Faşizmi Yeter
Gelelim
bizimkine. Biraz yukarıda bahsettiğim okumuşluk, biraz da halkın içinde yaşamış
olmanın verdiği deneyimlilik, bu iktidarın ilk günlerinden başlayarak bende
giderek gelişen bir hüzne, bir çaresizlik hissine, kızgınlığa yol açtı. Çünkü
belli bir yola giren böylesi bir siyasi gücün, ancak çok uyanık ve örgütlü bir
mücadeleyle belki engellenebileceğini biliyordum, o da yine belki, şans tanrısı
yardım ederse.
AKP,
başlangıçta inanılmaz bir ileri demokrasi atağına kalktı. AB yolunda büyük
adımlar atıyor gibi göründü. Öyle bir hava yaratıldı ki, bu yöndeki Anayasa
değişikliklerinin, AB müktesebatı uyarlamalarının ezici çoğunluğunun, bir
önceki koalisyon hükümeti zamanında zaten yapılmış olduğu unutuluverdi.
Diğer
yandan halkımızın, hatta aydınlarımızın büyük çoğunluğu, bu düzenlemelerin AB
yolunu açacağını, en kısa sürede AB üyesi olacağımızı zannettiler. Gündüz
saatlerinde havai fişek gösterileri, kutlamalar yapıldı. Kimse, müzakerelerin
devam etmesine yönelik imzanın nerede atıldığına bile bakmadı. Baktıysa da
görmedi.
17
Aralık 2004 tarihinde Recep Tayyip Erdoğan başbakan, Abdullah Gül dışişleri
bakanı olarak imza atarken, arkalarında Papa Innocent X’un dev heykeli vardı.
Sanki Avrupa’da imza töreni yapılacak başka yer yokmuş gibi, tarihteki en büyük
Türk ve Müslüman düşmanlarından birinin heykelinin önü seçilmişti. Yani AB
ülkelerinin TC’yi aralarına almayacağının işareti o gün bile açıkça verilmişti.
Çok
benzer ataklara Hitler iktidarının ilk dönemlerinde rastlanır. O kadar sempatik
ataklar yapar ki, koskoca İngiltere bile onunla dost olmaktan mutludur, aynen
bizim zenginlerimiz ve aydınlarımız gibi. Yabancı devlet adamları, onu ziyaret
etmek için sıraya girerler. Neyse yazı bu karşılaştırmalarla giderse çok
uzayabilir.
Bizim Faşizm Ne Olur?
Bu dededen diktatör olur mu? |
Genellikle
iddia edildiği gibi, bütün faşist diktatörlükler savaşla bitmemiştir. Örneğin
Portekiz diktatörü Salazar da, İspanya diktatörü Franco da yataklarında
öldüler. Her faşist diktatör savaş çıkaracak diye bir şey de yoktur. Nitekim
İspanya İç Savaşı’nı kazanıp iktidarı ele geçirdikten sonra ne Franco ne de
Salazar 2.Dünya Savaşı’na bile girmemişlerdir. Burada bazı ilginç benzerlikler
yok değildi (kiminle?). Franco, iflah olmaz bir laiklik karşıtı idi ve İspanyol
kadınlarının çok çocuk doğurmaları konusunda ısrarcıydı. Gibi, gibi, gibi.
(Bunu konuşurken çok seviyorum).
Bizim
örneğimizde ise durum biraz daha ileri. Laiklik karşıtlığı, çok çocuk ısrarı
tamam, ama biz daha çok Hitler’i örnek alıyoruz. (Bu konuda da büyük tereddüdüm
var. Kendimiz öğrenip ya da birisinin öğretmesiyle mi örnek alıyoruz, yoksa
doğal olarak aynı çizgiyi mi takip ediyoruz? Bunlar Red Kit okuyarak
öğrenilemeyeceğine göre, ikinci seçenek geçerli ve bu çok daha korkunç. Demek
ki, insan yapıları arasında çok seyrek rastlansa da böyle hazır bir tür de
var). Bu son söylediğim tabii ki bir şaka, ama ne kadar?
Bu
konular üzerinde çok daha kapsamlı analizler yapılabilir ve de yapmak
gereklidir. Ben yer kıtlığı nedeniyle biraz atlayarak buraya kadar geldim. Bu
kadar bir analiz için yeterli olabilecek kaynakları da verdim. Yine yer
darlığından, Mazower’in kitabında bugün karşımızdaki yönetimle
karşılaştırılması gereken ¨İşgal Avrupası’nda Nazi Yönetimi¨ üzerinde hiç
durmadım. Halbuki şu rahatça söylenebilir: Kişiler arasındaki benzerliklere
şaşıracak olanlar, yönetim tarzları ve biçimleri konusundaki benzerliklerden yere
düşebilirler.
Gelelim Günün Önemli Konusuna
Türkiye
Cumhuriyeti, savaşa girecek mi? Bu noktada kiminle filan gibi sorular sormak
gerekir aslında. Ama bu bizim için gerekli değil. Çünkü bu kadar şişmiş bir
egonun ateşini söndürebilecek tek şey, savaşın ateşidir. Burada rakibin kim
olacağı, yalnızca öncelikler meselesidir.
Bu
savaş kararı konusunda önemli bir faktör, ordu kadrolarının Hitler Almanyası
ölçüsünde puta tapma noktasına gelip gelmediğidir. Hatırlarsınız, yaklaşık
ölçülerde bir egoya sahip olan Turgut Özal, Org.Necip Torumtay’ın istifasıyla
büyük şok yaşamış, bir müddet sonra da istediğini yaptıramamış olmanın acısıyla
çatlayıp terk-i dünya eylemişti. Tabii bunun başka nedenleri de vardı, ama bir
koyup üç alamamanın üzüntüsü inkar edilemez.
Bakalım
bugün bir Torumtay’ımız var mı? Sizce? Bence yok. Yine de ümit kesmemek lazım.
Yazısız ve yorumsuz |
Eeee,
giriyor muyuz? Bence evet. Bu noktaya gelmiş bir hubris hastasının, Esad’dan,
Putin’den hatta Obama’dan korkarak vazgeçebileceğini düşünmüyorum. Bunu
engelleyebilecek tek şey, ordunun tümüyle savaşa karşı çıkmasıdır. Halktan ise böyle
bir karşı çıkış ümidi olmadığı kesin.
Tabii,
bir başka engelleme de bazı iyi saatte olsunlar dış güçlerin bazı iç güçlerle
birlikte doğrudan müdahalesi ile olabilir. Buna ihtimal olarak parlamentoda
radikal bir değişiklik, partide olabilecek bir bölünme, sağlık nedenleriyle görev
yapamaz hale gelinmesi gibi durumlar sayılabilir.
Yazının
son kısımlarının hem yüzeysel hem de yetersiz olduğunu itiraf ediyorum. Ama
daha önce de belirttiğim gibi, konu çok kapsamlı. Son bölümü açacağım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder