14 Şubat 2016 Pazar

Bu Yazıda YAE’ciler Yok

Vallahi yok. Onları geçici (!) olarak tarihin şaşırtılamaz terazisinin kefelerinden birine bıraktım. Öbür kefeye ne koyarsam koyayım olmadı. Terazi denge tutmuyor, neyse bunun araştırılmasını sonraya bırakalım. Dediğim gibi bu yazıda onlar yok.

Peki, Ne Var?

Son günlerde eli klavye tutan herkes, AKP üzerine yazmaya başladı. Tabii Sur ve Cizre üzerine yazılanlar haricinde. Naifliğimi mazur görün, benim elim bu iki ilçe üzerine yazmaya gitmedi. Biz, Kamboçya’da, Vietnam’da, bir dolu Afrika ülkesinde yapılan katliamları ta yüreğinde yaşamış, sokaklara dökülüp gırtlağının izin verdiği şiddette haykırarak kınamış bir nesilden geliyoruz. Kendi ülkemizde, kendi vatandaşlarımıza uygulanan katliam için ise birkaç bildiri, cılız birkaç slogan haricinde yapabildiğimiz bir halt  yok. Bunun utancı da bize yeter.

Bu noktaya neden ve nasıl geldik sorusunun cevabı hem çok uzun, hem de bu yazıda girilmemesi gereken sınırlara girmek gerekebilir. O nedenle takılmıyorum. Bu yazıdaki derdim, AKP ve tabii RTE ve savaş.

Önce Faşizm Meselesi

Beni tanıyanlar ya da eski yazılarımda sık sık verdiğim örnekleri hatırlayanlar, sıkı bir faşizm, Nazi İmparatorluğu, 2.Dünya Savaşı ve Hitler meraklısı olduğumu bilirler. (Faşist olduğumu değil, bu konulara meraklı olduğumu).

Faşizmin en yaygın bilinen, bence vurgulu olsun diye yapılmış en primitif tanımı, Dimitrov’a aittir. Hani şu, ¨ faşizm, tekelci sermayenin en kanlı, en.....,en ...... diktatörlüğüdür¨ şeklindeki.
Ömer Laçiner

Tabii ki, daha gelişkin faşizm tanımları da yapılmıştır yıllar boyunca. Mesela ben kadim dostum Ömer Laçiner’in, Birikim Dergisi’nin Haziran ve Temmuz 1975 (4. ve 5. sayılar) sayılarında yer alan ¨Faşizm¨ yazılarından çok etkilenmiştim. Okumak isteyenler, ¨birikimdergisi.com¨ adresinde ¨70’lerin Birikimi¨ sekmesini tıklayarak erişebilirler.

Okuduğum kitapların, izlediğim filmlerin sayısı arttıkça, faşizm üzerine yazılmış yazılarda sanki pek üzerinde durulmayan, ya da sınıfsal analizlerin yanında, kavram tanımlarında kendine pek yer bulamayan bir olgu daha keşfettim. Ukalalık olmasın, tabii ki dünyada ilk keşfeden ben değilim. Keşfettim yerine belki farkına vardım demeliyim. (Az sonra)




Neleri Okumuş Olmak,
Hata Yapmamak İçin Gerekli Hatta Yeterliydi?

Bu konularda okuduğum yüzü aşkın (gerçekten!) kitaptan sadece ikisini okumuş olmak, bu ülkedeki gelişmelerin yönünü, olası varış noktalarını, karşı mücadelenin ancak nerelerde yapılırsa başarılı olabileceğini (belki diyelim, çünkü tarihte sonu hep başka türlü, başka yollardan geldi faşizmin) günbegün görebilmek mümkündü. Bu konuda çok iddialıyım, bunun tanıkları da var. Her gün kısa süre sonra doğrulanan analizlerimi çevremdekilere söyledim. O zaman daha bloğum yoktu. Zaten bloğu başlatmamın nedenlerinden biri de bu: Söylemek (yazmak) ve hiç olmazsa ruhumu kurtarmak.

Shirer'in üç ciltlik
kitabının birinci cildi
Bahsettiğim iki kitabın ilki William L. Shirer’in üç ciltlik ¨Nazi İmparatorluğu¨ adlı kitabı. İkincisi ise Ian Kershaw’ın iki ciltlik biyografi kitabı: ¨Hitler (Hubris)¨, ¨Hitler (Nemesis)¨.Bu ikisini okumuş olan bir kişinin, bu ülkedeki gelişmelere bakarak ileri demokrasi, Avrupa Birliği gibi hayallere kapılması mümkün değildi. Tabii bu kişinin asgari zeka ve tarih formasyonuna sahip olduğu, obsessif (takıntılı) olmadığı varsayımıyla. Takıntıya örnek olarak, iflah olmaz bir asker düşmanlığı sayılabilir. Tamam, tamam, sustum bu konuda.
Birinci cilt ¨Hubris¨

Bence bu kitaplara bir de sahibinin sesini katmak gerekir: ¨Kavgam¨.
Dünyada Bestseller
Hitler, bu kitabında iktidarı ele geçirirse neler yapacağını büyük bir açıklıkla söylüyor. (Bizdeki tramvay-demokrasi metaforu gibi).
 

Bir Diğer Önemli Kitap

O kadar kitabı okuyup, kendimi bu alanda belli bir altyapıya ulaşmış hissettiğim sırada, yeni bir kitap çıktı karşıma. Yine Hitler’i ve Nazi İmparatorluğu’nu, Nazizm’i anlatıyordu, ama öbürlerinde olmayan yeni bir boyut katıyordu bunlara. Zaten tüm dünyada büyük etki yaratmış olmasının nedeni de buydu.

Kitabın yazarı önemli bir tarihçi Mark Mazower, kitabın adı ise ¨Hitler İmparatorluğu (İşgal Avrupa'sında Nazi Yönetimi)¨.

Bu kitabı dikkatlice okuduğunuz zaman, Nazizm’in bir süre sonra sadece sınıfsal bir olgu olmaktan çıktığını, bir yandan bir kişi putlaştırmasına doğru hızla yol alırken, diğer yandan da kolektif işlenen suçlardan kaynaklanan bir suç ortaklığı, bir korunması zorunlu hatta yaşamsal menfaatler sistemine dönüştüğünü görüyorsunuz.

Okumak gerek

Belli ki, bu gelişmenin bir aşamasında Nazizm, egemen sınıfın menfaatlerinden çok yönetimdeki lider ve çetenin menfaatlerinin koruyucusu haline geliyor. Hatta bir noktada bu menfaatler çatışacak noktalara gelebiliyor, ama çetenin elde etmiş olduğu güç, bu çatışmayı imkansız kılıyor ve kendini hala egemen zannetmekte olan esas sınıf, tam bir teslimiyetle puta tapar hale geliyor. (Öğrenilmiş çaresizlik).

Düşünün, Alman Ordusu gibi kurmay yetenekleri tartışılamayacak bir ordu, bir onbaşının emrinde yenilgiden yenilgiye koşuyor ve bir avuç subayın bu duruma karşı ilk direnişi, yakında filmini de seyrettiğimiz ¨Valkyrie Harekatı¨, 20 Temmuz 1944’te, yıkıma ancak bir yıldan az kalmışken olabiliyor.

Bu Kadar Alman Faşizmi Yeter

Gelelim bizimkine. Biraz yukarıda bahsettiğim okumuşluk, biraz da halkın içinde yaşamış olmanın verdiği deneyimlilik, bu iktidarın ilk günlerinden başlayarak bende giderek gelişen bir hüzne, bir çaresizlik hissine, kızgınlığa yol açtı. Çünkü belli bir yola giren böylesi bir siyasi gücün, ancak çok uyanık ve örgütlü bir mücadeleyle belki engellenebileceğini biliyordum, o da yine belki, şans tanrısı yardım ederse.

AKP, başlangıçta inanılmaz bir ileri demokrasi atağına kalktı. AB yolunda büyük adımlar atıyor gibi göründü. Öyle bir hava yaratıldı ki, bu yöndeki Anayasa değişikliklerinin, AB müktesebatı uyarlamalarının ezici çoğunluğunun, bir önceki koalisyon hükümeti zamanında zaten yapılmış olduğu unutuluverdi.

Diğer yandan halkımızın, hatta aydınlarımızın büyük çoğunluğu, bu düzenlemelerin AB yolunu açacağını, en kısa sürede AB üyesi olacağımızı zannettiler. Gündüz saatlerinde havai fişek gösterileri, kutlamalar yapıldı. Kimse, müzakerelerin devam etmesine yönelik imzanın nerede atıldığına bile bakmadı. Baktıysa da görmedi.

İmzalanan tutanak bir çok Türk basın kurumu tarafından haber yapıldığı gibi Avrupa Birliği Anayasası değil. Avrupa Birliği‘nin anayasası hala yok. 29 Ekim 2004‘de imzalanan niyet antlaşması 2003‘te hazırlanan taslak üzerineydi. Bu taslağın 2006‘da yürürlülüğe girmesi planlanmışken, Fransa ve Hollanda‘da yapılan referandumlarda halk taslağı onaylamadığı için hiç yürürlülüğe girmedi. Yani resimde dönemin Türkiye Cumhuriyeti Devleti Başbakan‘ı ve Dışişleri Bakanı Fransızların ve Hollandalıların onaylamadığı bir anayasa taslağını Türkiye‘de referanduma sokmadan açık çek imzalar gibi imzaladıkları görünmektedir. Avrupa‘da onaylanmayan bu taslak yerine 2007‘de imazalanan Lizbon anlaşması 2009‘da yürürlüğe girdi.

17 Aralık 2004 tarihinde Recep Tayyip Erdoğan başbakan, Abdullah Gül dışişleri bakanı olarak imza atarken, arkalarında Papa Innocent X’un dev heykeli vardı. Sanki Avrupa’da imza töreni yapılacak başka yer yokmuş gibi, tarihteki en büyük Türk ve Müslüman düşmanlarından birinin heykelinin önü seçilmişti. Yani AB ülkelerinin TC’yi aralarına almayacağının işareti o gün bile açıkça verilmişti.

Çok benzer ataklara Hitler iktidarının ilk dönemlerinde rastlanır. O kadar sempatik ataklar yapar ki, koskoca İngiltere bile onunla dost olmaktan mutludur, aynen bizim zenginlerimiz ve aydınlarımız gibi. Yabancı devlet adamları, onu ziyaret etmek için sıraya girerler. Neyse yazı bu karşılaştırmalarla giderse çok uzayabilir.

Bizim Faşizm Ne Olur?

Bu dededen diktatör olur mu?
Genellikle iddia edildiği gibi, bütün faşist diktatörlükler savaşla bitmemiştir. Örneğin Portekiz diktatörü Salazar da, İspanya diktatörü Franco da yataklarında öldüler. Her faşist diktatör savaş çıkaracak diye bir şey de yoktur. Nitekim İspanya İç Savaşı’nı kazanıp iktidarı ele geçirdikten sonra ne Franco ne de Salazar 2.Dünya Savaşı’na bile girmemişlerdir. Burada bazı ilginç benzerlikler yok değildi (kiminle?). Franco, iflah olmaz bir laiklik karşıtı idi ve İspanyol kadınlarının çok çocuk doğurmaları konusunda ısrarcıydı. Gibi, gibi, gibi. (Bunu konuşurken çok seviyorum).
 
Bak, bundan olur
Bizim örneğimizde ise durum biraz daha ileri. Laiklik karşıtlığı, çok çocuk ısrarı tamam, ama biz daha çok Hitler’i örnek alıyoruz. (Bu konuda da büyük tereddüdüm var. Kendimiz öğrenip ya da birisinin öğretmesiyle mi örnek alıyoruz, yoksa doğal olarak aynı çizgiyi mi takip ediyoruz? Bunlar Red Kit okuyarak öğrenilemeyeceğine göre, ikinci seçenek geçerli ve bu çok daha korkunç. Demek ki, insan yapıları arasında çok seyrek rastlansa da böyle hazır bir tür de var). Bu son söylediğim tabii ki bir şaka, ama ne kadar?

Bu konular üzerinde çok daha kapsamlı analizler yapılabilir ve de yapmak gereklidir. Ben yer kıtlığı nedeniyle biraz atlayarak buraya kadar geldim. Bu kadar bir analiz için yeterli olabilecek kaynakları da verdim. Yine yer darlığından, Mazower’in kitabında bugün karşımızdaki yönetimle karşılaştırılması gereken ¨İşgal Avrupası’nda Nazi Yönetimi¨ üzerinde hiç durmadım. Halbuki şu rahatça söylenebilir: Kişiler arasındaki benzerliklere şaşıracak olanlar, yönetim tarzları ve biçimleri konusundaki benzerliklerden yere düşebilirler.

Gelelim Günün Önemli Konusuna

Türkiye Cumhuriyeti, savaşa girecek mi? Bu noktada kiminle filan gibi sorular sormak gerekir aslında. Ama bu bizim için gerekli değil. Çünkü bu kadar şişmiş bir egonun ateşini söndürebilecek tek şey, savaşın ateşidir. Burada rakibin kim olacağı, yalnızca öncelikler meselesidir.

Bu savaş kararı konusunda önemli bir faktör, ordu kadrolarının Hitler Almanyası ölçüsünde puta tapma noktasına gelip gelmediğidir. Hatırlarsınız, yaklaşık ölçülerde bir egoya sahip olan Turgut Özal, Org.Necip Torumtay’ın istifasıyla büyük şok yaşamış, bir müddet sonra da istediğini yaptıramamış olmanın acısıyla çatlayıp terk-i dünya eylemişti. Tabii bunun başka nedenleri de vardı, ama bir koyup üç alamamanın üzüntüsü inkar edilemez.

Bakalım bugün bir Torumtay’ımız var mı? Sizce? Bence yok. Yine de ümit kesmemek lazım.

Yazısız ve yorumsuz

Eeee, giriyor muyuz? Bence evet. Bu noktaya gelmiş bir hubris hastasının, Esad’dan, Putin’den hatta Obama’dan korkarak vazgeçebileceğini düşünmüyorum. Bunu engelleyebilecek tek şey, ordunun tümüyle savaşa karşı çıkmasıdır. Halktan ise böyle bir karşı çıkış ümidi olmadığı kesin.

Tabii, bir başka engelleme de bazı iyi saatte olsunlar dış güçlerin bazı iç güçlerle birlikte doğrudan müdahalesi ile olabilir. Buna ihtimal olarak parlamentoda radikal bir değişiklik, partide olabilecek bir bölünme, sağlık nedenleriyle görev yapamaz hale gelinmesi gibi durumlar sayılabilir.


Yazının son kısımlarının hem yüzeysel hem de yetersiz olduğunu itiraf ediyorum. Ama daha önce de belirttiğim gibi, konu çok kapsamlı. Son bölümü açacağım.

Ceterum censeo Carthaginem esse delendam. 

(Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder