5 Ocak 2015 Pazartesi

İkinci Bildiri: Daha Büyük Herze


Geçen hafta içinde “Demokrasiye Darbe” başlıklı ikinci bir bildiri yayınlandı. Gerek içerik gerekse imza sayısı bakımından bir öncekinden daha kapsamlı. Bloğumdaki “İsa’nın Yanağı. Bize Uyar mı? Uymaaz (2)” başlıklı yazımda, basit bir sayım işlemine başvurmuş ve on iki satırlık ilk bildirinin dokuz satırının Cemaat’e ilişkin olduğunu saptamıştım. Bu ikinci bildiride oran değişmiş. Yirmi iki satırlık bildiride doğrudan Cemaat’e ayrılmış olan satır sayısı beş. Okuyamayacak kadar uzaktan bakacak olursanız, metnin birinci bildiriden daha uzun gözüküyor olmasından dolayı, “Ergenekon, Balyoz, Askeri casusluk, Odatv” gibi davaları da kapsadığını sanabilirsiniz. Ama nerdee, elinize alıp da okuduğunuzda, bırakın bu davalarda kumpaslar yardımıyla içeri atılmış olan gazeteci ve askerlerden bahsediliyor olmasını, “son bir kaç yıl”dan geriye giden dönemi adeta hiç gözönüne almadığını görebilirsiniz. O dönem için de yapılanları değil, sadece değiştirilen ve ağırlaştırılan kanunları görmüş bu bildiri. Evet, bir çok kanun son birkaç yıl içinde değiştirildi, ama daha önce yürütülmüş bir dolu kanunsuz uygulama gerçekleştirilirken, ne iktidar ne de Cemaat bu değişikliklere ihtiyaç duymamıştı. Bildirinin dördüncü paragrafında vurgulanan “medyaya baskı” bu hükümetin sadece son birkaç yıllık tavrı değildir. Sahte suçlamalarla, sahte hard disklerle, gizli tanıklarla içeri atılan, bir telefonla işinden olan gazetecileri, maliye denetimi baskısıyla satılmak zorunda kalınan kanalları, belirli yazılı ve görsel medya kuruluşlarına reklam verilmesini engellemek için firmalara yapılan tehditleri, yalnızca son birkaç yılın baskıları olarak görmek pek doğru değildir. Yani bu bildiri, ama kasten, ama bilmeden işi son birkaç yılla sınırlayarak, daha önceki suçları gölgeliyor. Uyanık olmak gerek. “Anayasa Mahkemesi barajı iptal edecek olursa, bu kararı yok sayarız, tanımayız” diyebilen bir iktidar var karşımızda. Ne kanunu, ne yönetmeliği?

Bildirinin yayınlanmasından sonra imza atanlar ve atmayanları temsilen birer köşe yazısıyla karşılaştım. Başka yazılar da olabilir belki, ama ben bu ikisini seçtim. Atanları temsilen Ataol Behramoğlu’nun ve atmayanları temsilen Can Dündar’ın yazıları. Temsilen dememe bakmayın, tabii onlar kendi kişisel tavırlarını açıklıyorlar, ama bence bu açıklamalar genele teşmil (Osm.) edilebilir. Ataol Behramoğlu tavrını açıklarken ’80  öncesi bir olaydan yola çıkıyor. Ülkücü yazar İlhan Darendelioğlu’nun öldürülmesi üzerine ilan verip vermeme konusunda Türkiye Yazarlar Sendikası’ndaki tartışmaları anlatıyor ve kendi tavrını şöyle açıklıyor: 

Yukarıdaki anı benim kişisel tutumumu açıklar. Kim olursa, hangi görüşten yana olursa olsun, sadece bir yazar ya da gazetecinin değil, sıradan bir yurttaşın düşüncesini şu ya da bu biçimde dile getirdiği için yargı önüne çıkarılmasını, tutuklanmasını, üstelik de deli saçması suçlamalarla karşı karşıya bırakılmasını kabul edemem. Böyle bir uygulamayı kınayan (kuşkusuz kendim yazacak olsam daha farklı bir üslup ve yaklaşımla kaleme alacak olduğum) bir bildiriyi, başka imzacılar kim olursa olsun imzalamakta tereddüt etmem, edemem…”
Can Dündar’ın imza koymama tavrının nedenleri temel olarak iki noktada toplanıyor. Birinci nokta, bildirinin yalnızca son birkaç yılda yapılan kanunlar ve baskılara ağırlık vermesi. İkincisi ise, bu konuda AKP hükümetinden bir şey dileniyor olması:

“Neden imzalamadım?’Demokrasiye Darbe’ başlıklı bildiri imza için adresime yollandığında, çoğu cümleye katılmakla birlikte metindeki iki ifadeden rahatsız oldum.İlki şu:’Son birkaç yılda pek çok yasa değiştirilerek, hukuk sistemi evrensel hukuk normlarından  uzaklaştırılmış ve temel kişi hak ve özgürlükleri aleyhine bir baskı aracına dönüştürülmüştür.’'Son birkaç yılda’ mı?
 Yıllardır temel hak ve hürriyetlere yönelik saldırılardan yakınmıyor muyuz? Hukuksuzluğun, Cemaat’in baskı altına alındığı ‘son birkaç yıl’la sınırlanması, daha önce yargısız infazlarda evi basılan, tutuklanan, yargılanan, mahkûm olanlara haksızlık değil mi?İkinci itirazım ise, bildirinin iktidara, ‘girdiği tehlikeli yoldan dönme’ davetiyle sona ermesine…Tehlikeli yolun bitmesi için, o yolu açanlardan insaf ummak, bir çaresizlik ifadesi…Bir felaketin nedeni, onun panzehiri olabilir mi?
 Artık bizim, iktidara yönelik, ‘Yoldan dön’ ricalarına değil, ‘Onu yoldan çevirmek için dayanışma ve güç birliği’  çağrılarına ihtiyacımız var.”

Bu iki tavır ve gerekçeleri üzerine sayfalarca tartışılabilir. Ama burada tarafların kabul edebileceği ortak bir tavra erişmek bence imkansızdır.

Gelelim benim tavrıma (çok da umurunuzdaydı):

Önce temel prensip: Bu tür bildiriler kaleme alınırken, mümkün olan en etkili ve en geniş katılımı sağlamak üzere, imzalarının bulunması istenen her grubun fikrini almak ya da onun zaten bilinmekte olan tavrını kapsayan bir metin oluşturmak gereklidir. Bir diğer yol da, olabilecek en komprime, en kısa metni kullanmak ve böylece farklı görüşlerin karşı çıkabilecekleri fazlalıklara izin vermemektir. Şimdi uyduruyorum: “Yazılı ve görsel medyaya uygulanan her türlü baskıya karşı çıkıyor ve kınıyoruz” nokta. Böyle bir bildiri çok daha farklı görüşlerden çok daha fazla kişi ve grup tarafından imzalanabilir.

Benim tavrım büyük ölçüde Can Dündar’ın tavrıyla uyuşuyor. Konu baskı ve zulüm ise, bunu 14 Aralık’ı vurgulayarak kınamak yetersiz ve yanlıştır. Önceki tüm kanunsuz baskı ve zulüm örnekleri verilip, bunların son örneği olarak da 14 Aralık verilirse, tamam. Yani Cemaatçiler ile AKP’nin ortaklaşa yapmış oldukları Ergenekon, Balyoz, OdaTV gibi zulümleri de bu bildiriye katarlarsa, tamam. Birkaç vurucu örnek seçerek, işinden edilmiş olan medya mensuplarını anarlarsa, tamam. Ama “son birkaç yılda….bla, bla, bla” deyip, sonra da “son olarak 14 Aralık 2014’te Zaman ve Samanyolu TV….. bla, bla, bla” yazılmış bir bildiriye, başlığı ne kadar iddialı olursa olsun, katiyen imza falan koymam, koyanı da sevmem. Türlü çeşitli yalan habere, tezvirata, çamur atmaya, iftiraya nasıl katkıda bulundularsa, nasıl büyük bir keyifle imza attılarsa, bu bildiriye de atsınlar. Ben yokum.

Can Dündar’ın yazısının son satırlarına da aynen katılıyorum. Geldiğimiz aşama bu iktidarı bir şeylere davet etme noktasını çoktan geçmiştir. Dündar’ın dediği gibi, gün “onu yoldan çevirmek için dayanışma ve güç birliği” daveti günüdür.

Bence ihmal edilmemesi gereken üçüncü bir nokta daha var. Blogta yer alan “İsa’nın Yanağı.  Bize Uyar mı?  Uymaaz (2)” başlıklı yazının sonunda “büyük merak konumdan” bahsetmiştim:

Dört: Büyük merak konumu en sona bıraktım. Okuduysanız biliyorsunuzdur, okumadıysanız da bir an evvel alıp okuyun. Sevgili Merdan Yanardağ’ın Liberal İhanet kitabında sergilediği isimlerin en önemlileri bu ilanda imzacı olarak yer
almıyor. N’oluyor? Neredeler? Onlara imza için gidilmedi mi? Acaba neden? Yoksa gidildi de onlar imza koymayı mı reddettiler? Peki, eğer böyleyse de acaba neden? 

Merak beni öldürecek bu konuda. Yoksa artık dergilerinde, gazete köşelerinde, internet sitelerinde, bloglarında yazmayacaklar mı? İlana imza koyan eski yoldaşlarını neden yalnız bıraktılar? Yoksa varolma savaşı vermekte olan cemaatçiler bile ‘bunların fazlası fazla, zaten çoğunun ipliği de pazara çıktı’ deyip bunlardan imza istemediler mi?”

Sağolsunlar, beni merakın pençesinde uzun süre bırakmadılar. Bu ikinci imza metninde bazıları yer aldı. Buradan yola çıkarak, 12 Eylül 2010 referandumunda “evet” ya da “yetmez ama evet” tavrı almamış olan ama bu bildiriye imza koyan herkesi eleştiriyorum. 

İmza koymanızın nedeni Ataol Behramoğlu’nunkiyle aynı olabilir veya başka bir olumlayıcı nedeniniz olabilir. Yalnızca bu iki bildiriyle sınırlı da bakmayalım. Can Dündar’ın ve benim üzerinde durduğumuz içerik ve kapsam meselesi de çözülmüş olan herhangi bir başka bildiri de olabilir. Her halükarda gözardı etmememiz gereken önemli bir durum var:

Cemaatçiler bile başlarına 14 Aralık taşı düştüğünde, simgesel olarak Ahmet Şık’tan özür dileme noktasına geldiler. Ama o dönemde Cemaatin ateş gücüne destek olan, aynı gayretle tetik düşürmüş olan “yetmez, ama evet”çiler, ne bir özeleştiri, ne bir özür dileme olmaksızın, bu tür bildirilere imzacı demokrat kisvesiyle sızıyor ve çok eski meşruiyetlerini yeniden kazanmaya çalışıyorlar.

Dolayısıyla işte tavrımın son nedeni:

İçeriği ve kapsamı ne olursa olsun, özeleştirisini vermemiş, özür dilememiş, “biz o zaman, o koşullarda haklıydık” saçma klişesi dışında haklılığını kanıtlayamamış, bugünden baktığında o günleri ve tetikçi dostlarını farklı gördüğünü açıklamayan hiç bir “yetmez, ama evet”çiyle, aynı bildiri metnine asla imza koymam.

Bu kadar.


Sağlıcakla kalın




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder