Türkan Saylan ve Erol Büyükburç,
uydu mu yani?
Altı yıl
önce 18 Mayıs 2009 günü, dinci yobazların, 2. Cumhuriyetçilerin ve “kullanışlı
aptallar”ın ortak nefret objesi Türkan Saylan ölmüştü. Ağır kanser hastasıydı.
Karaciğeri iflas etmişti. Ölümüne çok kısa süre kala evi Ergenekon Davası
kapsamında polislerce basılmış, yedi saat boyunca aranmış, darmadağın
edilmişti. Türkan Abla, herhangi bir zayıflık ifadesi sayılmasın diye, saatli kemoterapisini
bir yana bırakmış, her zamanki gibi rujunu sürmüş ve zor bela ayakta
durabilirken, yüzünden eksik etmediği gülümsemesiyle sokakta biriken protestocu
komşularını yatıştırmaya çalışmıştı.
O sırada evi polislerce talan edilmekteydi |
Onu en
iyi anlatan yazılardan bir
alıntıyı buraya koymak istedim. Satırların sahibi, aynı muhteremlerin bir başka
nefret objesi, Yılmaz Özdil. Yazısının tarihi 12 Aralık 2014, başlığı ise
“Ruhumuza açılan o çiçekli pencere”:
“Ömrünü kız çocuklarının eğitim
almasına adayan yürekli kadınımız Profesör Türkan Saylan, 36 bin kız çocuğunun
hayatına dokundu, okumalarını, meslek sahibi olmalarını sağladı. Gözlerini
yumduğunda 29 bin üniversite öğrencisine burs veriyordu. 28 kız yurdu yaptırdı.
56 okul yaptırdı. Atatürk ilkelerini ve devrimlerini korumak amacıyla kurulan
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin başkanıydı. Kardelen projesiyle, Baba Beni
Okula Gönder kampanyasıyla toplumsal bilinci arttırdı. Polis tarafından evi
basıldı. Yedi saat boyunca didik didik arandı. Baba beni okula gönder
diyeceğine, baba beni tarikata gönder deseydi, bırak evinin basılmasını, YÖK
başkanı bile olurdu! Kemoterapi görüyordu. 19 Mayıs sabahı gazeteleri açtık,
manşetlerdeydi, vefat etmişti. Sen dur dur diren, tam 19 Mayıs’a denk getir,
hakikaten mübarek kadındı. Miting gibi tören yapıldı. Sadece AKP hükümeti
katılmadı. Kızlarımızın eğitimine ömrünü veren ‘kadın’ın cenazesine ‘kadın
milli eğitim bakanı’ bile katılmadı. İstanbul valisi Muammer Güler’di, o da
katılmadı. Çiçek bile göndermediler. Başsağlığı bile yayınlamadılar. Toprağa
verildiği gün, yandaş medyanın gazeteleri ‘lezbiyen, terörist, fahişe, dinsiz,
Ergenekoncu, misyoner, Amerikan ajanı, komünist’ diye yazdı. Zincirlikuyu’da
defnedildi, kabristandaki belediye işçisi Halil Düldül hergün mezarını sulayıp,
hergün başucunda dua ediyordu, çünkü, kızı üniversitede okuyordu, Türkan
Saylan’ın bursu sayesinde okuyordu.
O narin güzel kadının zihnimize kazınan son hatırası… Ruhumuza açılan
çiçekli penceresinden gülümseyerek el sallamasıydı.”
Ölümüne yaklaşık bir ay kalmıştı, ancak dostlarının yardımıyla ayakta durabiliyordu |
Çoğunuz
biliyordur, bilmeyenleriniz için birkaç bilgi daha ilave etmek istiyorum.
Prof.Dr.Türkan Saylan dermatolog, yani cilt hastalıkları uzmanıydı. Ülkemizde o
el atana kadar toplumca dışlanan, adeta karantina uygulanan, hekimler
tarafından bulaşabilir korkusuyla tedavisinden kaçınılan Lepra (Cüzzam) hastalığıyla uğraşıyordu. Bu
hastalığın tedavisi için Anadolu’da ayak basılmadık yer, gidilmedik köy, kasaba
bırakmamıştı. Yaklaşık 10 000 cüzzamlının tedavisini sağlayarak, bu hastalığı
ülke topraklarından sildi. 1981-2002 yılları
arasında 21 yıl, üniversitedeki görevinin yanında gönüllü olarak Sağlık
Bakanlığı İstanbul Lepra Hastanesi Başhekimliği'ni yapan Prof. Dr. Saylan,
1982-1987 yılları arasında, İstanbul Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı
Başkanlığı'nı, 1981-2001 yılları arasında İstanbul Tıp Fakültesi Lepra
Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürlüğü'nü yürüttü. 1986 yılında Uluslararası
Gandhi Ödülü’nü aldı. Kız
çocuklarının acıklı durumlarını da bu seyahatleri sırasında gözlemlemiş, onlar
için bir şeyler yapabilmek için Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ni kurmuştu.
Son günlerinde bile çevresine moral verebilmek için dudaklarından rujunu ve gülümsemesini eksik etmiyordu. |
Onun
cenazesinde bulunmak onurunu taşıyan binlerce kişiden biriyim. Heyhat, en yakın
arkadaşlarımın ezici çoğunluğu, bırakın cenazesine katılmayı, büyük ihtimalle o
akşamı kutlayarak geçirdi. Çünkü onun yukarıda eksik de olsa sayılan hizmetleri
pek bir önem taşımıyordu. O bir Atatürkçüydü ve bu onu benim eski
arkadaşlarım nezdinde Habervaktim.com gibi sitelerde ya da yandaş gazetelerde
hakkında yapılan nitelemelerle eşdeğer yapıyordu. Bunların bazıları yukarıda
Yılmaz Özdil’in yazısında var.
Bir örnek de burada. Buna terbiyesizlik bile denemez, ne diyeyim? |
O
öldüğünde köşe yazarı ya da TV yorumcusu, açık oturum katılımcısı olan hiç bir
muhterem (siz onları tanırsınız) Türkan Saylan üzerine tek bir laf etmedi.
Sanki ölmüş olan o kadar kıymetli bir insan değil bir kertenkeleydi.
Yazının
başlığının diğer yarısına gelelim. Geçtiğimiz günlerde Erol Büyükburç öldü.
Ölür ölmez de gözlerinin badem gibi olduğu, (pantolonunun içindekinin de
patlıcan olmadığı) keşfedildi. Tamam, Türk popunun öncüsüydü, bazı şarkıları
hakikaten çok güzeldi. Kendisinin dizayn ettiği kıyafetler de alanında öncüydü.
Ama ekonominin görünmez eli gibi bir şey var sanatta da. O kadar da kıymetli
olsaydı, Zeki Müren gibi hâlâ dinlenir, aynı saygıyı görürdü.
Peki, buna ne denebilir? |
Tamamen
tesadüf, onunla da dolaylı bir ilişkim var. Sevgili ve rahmetli Ajlan’ın annesi
Türkan Hanım, uzaktan da olsa akrabam olur. İlişkileri yasal bakımdan
gayrımeşruydu, bu beni hiç ilgilendirmez. Ama o ilişkinin ürünü olan rahmetli
Ajlan ve annesi Türkan Hanım, babalığını inkâr eden bir Erol Büyükburç’a karşı
mahkemelerde yıllarca mücadele etmek zorunda kaldılar.
Bu örnek
baba, kızı bir trafik kazasında öldüğünde, spazmlar falan geçirip cenazeye
gitmedi. Halbuki, sevgili Ajlan’ın da şöhret yolunda ilerlemekteki başarılı bir
müzik insanı olması, aralarını oldukça düzeltmişti. Acaba bu zamansız
ölümle bir fırsat mı kaybedilmişti?
Erol
Büyükburç’un ufak bir sabıkası daha var. Gazetelerde, TV’lerde pek yer
bulamadığı bir dönemde, bir Alman hanımla son evliliğini yaptı. Allah mutlu
mesut etsindi, tamam. Ama o dönemde haberlere çıkmanın ilginç bir yolunu
kullandı. Ricası üzerine nişan yüzüklerini tescilli katil Kenan Evren Paşa
taktı netekim. Bir müddet sonra ise Alman gelin Erol Büyükburç’tan boşandı.
İddiası, Erol Büyükburç’un onu maddi anlamda sömürdüğü idi. Günahı boynuna.
Hayırlısı olsun, netekim |
Gelelim, zurnanın zırt
dediği yere. Özür dilerim, benim yazılarımda da hep böyle bir yer oluyor. Zurna
zırt diyor.
Birileri ileride çıkıp derse
ki, “Türkan Saylan gibi muhteşem bir hanımefendiyle Erol Büyükburç gibi bir
bünyenin ne alakası var da, sen bu iki ismi aynı yazıda kullanıyorsun?” Bu
tamamen zamanlamanın b.k yemesi.
Zamanlama burada. Büyükburç öldü, aynı günlerde kumpas tamamen sizlere ömür. Büyükburç'a badem gözlüydü yazanlar, kumpası tek kelimeyle anmadılar. |
Yahu, beni deli eden şu
oldu: Türkan Saylan gibi olağanüstü bir insan öldüğünde ve de ölmeden kısa süre
önce maruz kaldığı faşist muameleler ortadayken, tek kelime etmemiş, içinden “Oh
olsun Atatürkçüye, geberdi” diyen bir kısım zevzeğin, Erol Büyükburç gibi bir
müptezelin (ölmüş biri hakkında bunu kullandırttınız bana ya, helâl olsun)
ardından “yok şöyle öldü, yok böyle öldü, vah vah vah nasıl da öldü” vb.
ağıtlar yakmanız, benim değil, sizin kendinizi affedebileceğiniz bir durum
değildir.
Türkan Saylan’ın kumpas
kapsamında yasadışı dinlemelerde geçen “Türkan Abla” lafı bahane edilerek, dik
durmakta zorlandığı ama ölümüne gayret gösterdiği günlerin kısaltıldığı, çok
açıktır.
Grilere saklanmayın, Türkan
Ablanın o pencereleri çiçekli evde fazladan geçirebileceği günlerinin hesabını
verin arkadaş.
Hadi benden olmasın, siz yine
de sağlıcakla kalın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder