20 Mart 2015 Cuma

Türkan Saylan ve Erol Büyükburç, 

uydu mu yani?


Altı yıl önce 18 Mayıs 2009 günü, dinci yobazların, 2. Cumhuriyetçilerin ve “kullanışlı aptallar”ın ortak nefret objesi Türkan Saylan ölmüştü. Ağır kanser hastasıydı. Karaciğeri iflas etmişti. Ölümüne çok kısa süre kala evi Ergenekon Davası kapsamında polislerce basılmış, yedi saat boyunca aranmış, darmadağın edilmişti. Türkan Abla, herhangi bir zayıflık ifadesi sayılmasın diye, saatli kemoterapisini bir yana bırakmış, her zamanki gibi rujunu sürmüş ve zor bela ayakta durabilirken, yüzünden eksik etmediği gülümsemesiyle sokakta biriken protestocu komşularını yatıştırmaya çalışmıştı.

O sırada evi polislerce talan edilmekteydi

 O gün kendisi orada değildi, ama o komşularından biri onunkinden iki ev aşağıda oturmakta olan kayınpederimdi. Sağlıklı zamanlarında bir gün kayınpederimin yürürken aksadığını farketmiş, derhal çalıştığı hastaneye götürerek tedavisini sağlamıştı. Orada toplanan o komşularının hemen hepsinde bir eli vardı.

Onu en iyi  anlatan yazılardan bir alıntıyı buraya koymak istedim. Satırların sahibi, aynı muhteremlerin bir başka nefret objesi, Yılmaz Özdil. Yazısının tarihi 12 Aralık 2014, başlığı ise “Ruhumuza açılan o çiçekli pencere”:

“Ömrünü kız çocuklarının eğitim almasına adayan yürekli kadınımız Profesör Türkan Saylan, 36 bin kız çocuğunun hayatına dokundu, okumalarını, meslek sahibi olmalarını sağladı. Gözlerini yumduğunda 29 bin üniversite öğrencisine burs veriyordu. 28 kız yurdu yaptırdı. 56 okul yaptırdı. Atatürk ilkelerini ve devrimlerini korumak amacıyla kurulan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin başkanıydı. Kardelen projesiyle, Baba Beni Okula Gönder kampanyasıyla toplumsal bilinci arttırdı. Polis tarafından evi basıldı. Yedi saat boyunca didik didik arandı. Baba beni okula gönder diyeceğine, baba beni tarikata gönder deseydi, bırak evinin basılmasını, YÖK başkanı bile olurdu! Kemoterapi görüyordu. 19 Mayıs sabahı gazeteleri açtık, manşetlerdeydi, vefat etmişti. Sen dur dur diren, tam 19 Mayıs’a denk getir, hakikaten mübarek kadındı. Miting gibi tören yapıldı. Sadece AKP hükümeti katılmadı. Kızlarımızın eğitimine ömrünü veren ‘kadın’ın cenazesine ‘kadın milli eğitim bakanı’ bile katılmadı. İstanbul valisi Muammer Güler’di, o da katılmadı. Çiçek bile göndermediler. Başsağlığı bile yayınlamadılar. Toprağa verildiği gün, yandaş medyanın gazeteleri ‘lezbiyen, terörist, fahişe, dinsiz, Ergenekoncu, misyoner, Amerikan ajanı, komünist’ diye yazdı. Zincirlikuyu’da defnedildi, kabristandaki belediye işçisi Halil Düldül hergün mezarını sulayıp, hergün başucunda dua ediyordu, çünkü, kızı üniversitede okuyordu, Türkan Saylan’ın bursu sayesinde okuyordu.O narin güzel kadının zihnimize kazınan son hatırası… Ruhumuza açılan çiçekli penceresinden gülümseyerek el sallamasıydı.”

Ölümüne yaklaşık bir ay kalmıştı, ancak dostlarının yardımıyla ayakta durabiliyordu


Çoğunuz biliyordur, bilmeyenleriniz için birkaç bilgi daha ilave etmek istiyorum. Prof.Dr.Türkan Saylan dermatolog, yani cilt hastalıkları uzmanıydı. Ülkemizde o el atana kadar toplumca dışlanan, adeta karantina uygulanan, hekimler tarafından bulaşabilir korkusuyla tedavisinden kaçınılan Lepra  (Cüzzam) hastalığıyla uğraşıyordu. Bu hastalığın tedavisi için Anadolu’da ayak basılmadık yer, gidilmedik köy, kasaba bırakmamıştı. Yaklaşık 10 000 cüzzamlının tedavisini sağlayarak, bu hastalığı ülke topraklarından sildi. 1981-2002 yılları arasında 21 yıl, üniversitedeki görevinin yanında gönüllü olarak Sağlık Bakanlığı İstanbul Lepra Hastanesi Başhekimliği'ni yapan Prof. Dr. Saylan, 1982-1987 yılları arasında, İstanbul Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı Başkanlığı'nı, 1981-2001 yılları arasında İstanbul Tıp Fakültesi Lepra Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürlüğü'nü yürüttü. 1986 yılında Uluslararası Gandhi Ödülü’nü aldı. Kız çocuklarının acıklı durumlarını da bu seyahatleri sırasında gözlemlemiş, onlar için bir şeyler yapabilmek için Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ni kurmuştu.

Son günlerinde bile çevresine moral verebilmek için dudaklarından rujunu ve gülümsemesini eksik etmiyordu.


Onun cenazesinde bulunmak onurunu taşıyan binlerce kişiden biriyim. Heyhat, en yakın arkadaşlarımın ezici çoğunluğu, bırakın cenazesine katılmayı, büyük ihtimalle o akşamı kutlayarak geçirdi. Çünkü onun yukarıda eksik de olsa sayılan hizmetleri pek bir önem taşımıyordu. O bir Atatürkçüydü ve bu onu benim eski arkadaşlarım nezdinde Habervaktim.com gibi sitelerde ya da yandaş gazetelerde hakkında yapılan nitelemelerle eşdeğer yapıyordu. Bunların bazıları yukarıda Yılmaz Özdil’in yazısında var.

Bir örnek de burada. Buna terbiyesizlik bile denemez, ne diyeyim?


O öldüğünde köşe yazarı ya da TV yorumcusu, açık oturum katılımcısı olan hiç bir muhterem (siz onları tanırsınız) Türkan Saylan üzerine tek bir laf etmedi. Sanki ölmüş olan o kadar kıymetli bir insan değil bir kertenkeleydi.

Yazının başlığının diğer yarısına gelelim. Geçtiğimiz günlerde Erol Büyükburç öldü. Ölür ölmez de gözlerinin badem gibi olduğu, (pantolonunun içindekinin de patlıcan olmadığı) keşfedildi. Tamam, Türk popunun öncüsüydü, bazı şarkıları hakikaten çok güzeldi. Kendisinin dizayn ettiği kıyafetler de alanında öncüydü. Ama ekonominin görünmez eli gibi bir şey var sanatta da. O kadar da kıymetli olsaydı, Zeki Müren gibi hâlâ dinlenir, aynı saygıyı görürdü.

Peki, buna ne denebilir?


Tamamen tesadüf, onunla da dolaylı bir ilişkim var. Sevgili ve rahmetli Ajlan’ın annesi Türkan Hanım, uzaktan da olsa akrabam olur. İlişkileri yasal bakımdan gayrımeşruydu, bu beni hiç ilgilendirmez. Ama o ilişkinin ürünü olan rahmetli Ajlan ve annesi Türkan Hanım, babalığını inkâr eden bir Erol Büyükburç’a karşı mahkemelerde yıllarca mücadele etmek zorunda kaldılar.

Bu örnek baba, kızı bir trafik kazasında öldüğünde, spazmlar falan geçirip cenazeye gitmedi. Halbuki, sevgili Ajlan’ın da şöhret yolunda ilerlemekteki başarılı bir müzik insanı olması, aralarını oldukça düzeltmişti. Acaba bu zamansız ölümle bir fırsat mı kaybedilmişti?

Erol Büyükburç’un ufak bir sabıkası daha var. Gazetelerde, TV’lerde pek yer bulamadığı bir dönemde, bir Alman hanımla son evliliğini yaptı. Allah mutlu mesut etsindi, tamam. Ama o dönemde haberlere çıkmanın ilginç bir yolunu kullandı. Ricası üzerine nişan yüzüklerini tescilli katil Kenan Evren Paşa taktı netekim. Bir müddet sonra ise Alman gelin Erol Büyükburç’tan boşandı. İddiası, Erol Büyükburç’un onu maddi anlamda sömürdüğü idi. Günahı boynuna.

Hayırlısı olsun, netekim


Gelelim, zurnanın zırt dediği yere. Özür dilerim, benim yazılarımda da hep böyle bir yer oluyor. Zurna zırt diyor.

Birileri ileride çıkıp derse ki, “Türkan Saylan gibi muhteşem bir hanımefendiyle Erol Büyükburç gibi bir bünyenin ne alakası var da, sen bu iki ismi aynı yazıda kullanıyorsun?” Bu tamamen zamanlamanın b.k yemesi.

Zamanlama burada. Büyükburç öldü, aynı günlerde kumpas tamamen sizlere ömür. Büyükburç'a badem gözlüydü yazanlar, kumpası tek kelimeyle anmadılar.


Yahu, beni deli eden şu oldu: Türkan Saylan gibi olağanüstü bir insan öldüğünde ve de ölmeden kısa süre önce maruz kaldığı faşist muameleler ortadayken, tek kelime etmemiş, içinden “Oh olsun Atatürkçüye, geberdi” diyen bir kısım zevzeğin, Erol Büyükburç gibi bir müptezelin (ölmüş biri hakkında bunu kullandırttınız bana ya, helâl olsun) ardından “yok şöyle öldü, yok böyle öldü, vah vah vah nasıl da öldü” vb. ağıtlar yakmanız, benim değil, sizin kendinizi affedebileceğiniz bir durum değildir.

Türkan Saylan’ın kumpas kapsamında yasadışı dinlemelerde geçen “Türkan Abla” lafı bahane edilerek, dik durmakta zorlandığı ama ölümüne gayret gösterdiği günlerin kısaltıldığı, çok açıktır.

Grilere saklanmayın, Türkan Ablanın o pencereleri çiçekli evde fazladan geçirebileceği günlerinin hesabını verin arkadaş. 


Hadi benden olmasın, siz yine de sağlıcakla kalın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder