22 Mayıs 2015 Cuma

Artık konumuz seçim olmalı


Blogspotun istatistiğinden anlaşıldığına göre, Türkan Hocam’a ilişkin yazıdan önce binbir umutla koymuş olduğum beş yazı pek rağbet görmedi (böğüm). Halbuki onları yazarken, seçim öncesinde tarafların ifade ve tavırlarının ön ve arka cephelerini anlamayı kolaylaştıracak ipuçları vermek istemiştim. Ossun, “sen iyilik yap denize at, balik bilmezse halik bilir” demişler.

Ben de genel konularda ukalalık yapmaktan vazgeçip, seçim konusuna gireyim artık dedim. Ne de olsa önümüzde çok az zaman kaldı.

Önce kendi tavrım


Bugünden açık, seçik ifade etmem gereken bir durum var. Bu seçimde tercihimi kendime uygun gördüğüm bir siyasi görüş ya da ideoloji doğrultusunda kullanma şansına sahip değilim. Oyumu verip vermeyeceğimi ya da kime vereceğimi belirleyecek olan büyük ölçüde pragmatizm olacak. Kesin iddiam ise şu: Bu pragmatizmi asla siyasi ve ideolojik bir gereklilik olarak sunmayacağım. Pragmatizm, pragmatizmdir, o kadar.

Bugünden açıklamam gereken ikinci bir durum da şu: Oy verip vermeyeceğimi, verip vermediğimi, vereceğim ya da verdiğim partiyi, ne seçim öncesinde ne de sonrasında açıklamayacağım. Çünkü büyük olasılıkla seçimde alacağım tavrın bana verebileceği bir tatmin, bir huzur olmayacak. Dediğim gibi, yalın pragmatizm.

Tabii kesinlikle yapmayacağım şeyler var: AKP ve MHP’ye asla oy vermem. Gelmiş olduğumuz noktayı düzeltebilecek tek parti bile olsa, MHP’ye oy vermem, veremem. Kanım uymaz. Bu noktaya getiren de AKP olduğuna göre, zaten ona oy vermek saçma olur, bu da kanıma uymaz.

SP ile BBP’nin seçim ittifakı, AKP aleyhine büyük bir hoşluk oldu, ama sırf bu nedenden ona da oy vermem sözkonusu değil, tabii ki. Yine kan meselesi.

Önceki önceki bazı seçimlerdeki tavırlarım: 

Siyasi mi? Pragmatik mi? Mavracı mı?


Son yerel seçimlerden bu yana çoğu kişinin birdenbire aktif parti militanları haline gelmeleri sizi yanıltmasın. Büyük sayılabilecek bir çoğunluğumuz, bu tür seçimleri, burjuva demokrasisinin bir oyunu olarak gören görüşlerden geliyoruz. Ama nedense bu seçim bazıları için farklı anlamlar taşıyor gibi.

Benim yaşıtlarım için en önemli seçim, o da aslında seçim değil referandum, 1982 Anayasası oylamasıydı. Ülke çapında (Kürdistan da dahil) muhalafet gerçek boyunu o referandumda gördü: % 8 (yazıyla yüzde sekiz). Bu muhteşem (!) oranın içinde yalnızca solcular değil, CHP’liler, Adalet Partililer, dinciler, bir miktar Kürt de vardı.

Tabii bugün gençler bilmez, referandumda kullanılan zarflar öyle inceydi ki, içine konan farklı renkteki evet ve hayır oyları dışarıdan görülebiliyordu. Belki oranda bunun da biraz payı vardır (züğürt tesellisi).

Açıkçası sonraki seçimlerle pek ilgilenmedim. Ama 3 Kasım 2002 seçimlerinde DEHAP’tan aday olan Mihri Belli’ye oy verdim. DEHAP’lı ya da o zamanki söylenişiyle Mihri’ci değildim, ama olay tam bir göle maya çalmaktı. Mihri Belli, milyonda bir ihtimalle bile seçilebilse, en yaşlı milletvekili olarak ilk günlerde Meclis Başkanı olacaktı ve yeni başkan seçilene kadar bir ya da iki oturuma başkanlık edecekti. Tanıdığım Mihri Belli, sadece iki oturum bile başkanlık yapsa, o oturumlar tadından yenmezdi ve mutlaka tarihe geçerdi.

Bir sonraki 2007 genel seçimlerinde ise oyumu TKP’ye verdim. İki enfarktüsümü geçirmiş, by-pass’ımı olmuştum. Bir daha seçim kısmet olur muydu, bilemezdim. Fikirleri bana tam uymasa da hiç olmazsa bir kez olsun mührü, üzerinde o sihirli kelime yazılı olan Türkiye Komünist Partisi’ne basmam şarttı, ben de öyle yaptım.

Bu ikisi pek de önemsemediğim, bölüm başlığındaki “Mavracı mı?” kısmına denk gelenler.

Geldik 12 Eylül 2010’a


Ölümüne ciddiye aldığım seçim, pardon referandum, pardon kepazelik buydu. Siyaset biliminde asla referandum olarak nitelenemeyecek bir plebisit, halkımıza yutturuldu. Şimdi referandum nedir, nasıl olur sorularına girecek değilim. Bu konuda bir dolu yazı yazdım. Ben bile neredeyse bıktım. Ama YAE’ci kardeşler sevinmesin, öylesine kapsamlı ve uzun vadeli bir suç işlediler ki, ben bıkmış olsam da mutlaka yine yeri gelecek ve ben onları hayırla yadetmeye devam edeceğim.

Aslında bu 2010 kepazeliği, yol açtığı diktatörlük rejiminin yanı sıra çok önemli bir başka zarara da neden oldu. Özellikle belli bir siyasi yönde, farklı isimlerle de olsa yer alan arkadaşlarımız (sol, liberal sol, sosyalist ve hatta komünist vb.) 2010’da tavırlarını haklı çıkarabilmek için çok saldırgan üsluplar benimsediler. Onlara karşı çıkanları, uyaranları kitleler önünde alabildiğince  teşhir ve mahkûm edebilmek için (italikler mavra) ellerinden gelenin fazlasını yapmaya gayret ettiler. Öylesine gayretliydiler ki, ileri demokrasinin bayraktarı onları balkon konuşmasında tebrik bile etti. Kendilerine karşı çıkanlara öyle yaftalar yapıştırdılar ki, adeta bunların bir daha birilerinin önünde söz söyleyebilmesi bile imkansız hale gelecekti. İleri demokrasiye erişilecekti ve bunun için yapılacak her şey mübahtı. (Netekim beklenen ileri demokrasi de geldi. Nasıl, siz görmediniz mi?)

Aslında haklarını da vermek zorundayım, o günden bu yana çok zorlu bir direniş göstermek zorunda kaldılar. Çok az kayıp verdiler. Aralarında benim de olduğum bir sürü eski mağdur, acımasızca saldırdı. Bazıları hiçbir şey olmamış gibi bazı yayın organlarına (deyimi mazur görün) yıvıştı. Bazısı ortalıktan sıvıştı. Bazıları da yüzsüze vurdu, vaziyeti idare etti.

Buradaki derdim aslında YAE’cilerle değil


Ama maalesef belirtmeden geçmemem gereken bir husus var. Bugün, seçim arifesinde de yukarıda vurguladığım üslubun bir benzerini görmek mümkün. Ve bugün de bu üslubu benimseyenler arasında YAE’cilerin önemli bir “özgül” ağırlığı sözkonusu. Köşe yazıları, bloglar, seminerler, paneller… Erişebildikleri her mecrada, bulabildikleri her fırsatta, oyların mutlaka HDP’ye verilmesi gerektiği, aksi bir davranışın gaflet, ihanet hatta bazı durumlarda faşistlik olacağı üzerine katı, ermiş, bilmiş nutuklar atıyorlar.

Yanlış anlaşılmasın, HDP’ye de oy verilebilir, ama bunu böyle herşeyini (!) verircesine ifade etmek, karşı söz söyleyenleri de, eleştirmek ya da kınamak bile değil, mahkûm etmek nasıl bir anlayıştır?

Bahsi geçen kitlenin ağırlıkla ateist, belki agnostik vb. eğilimlerde oldukları varsayıldığında, durum daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Bir oy verme kararı için bu kadar inanmış, imanlı, adanmış olmaya ne gerek var? Alt tarafı önümüzde duran görev, AKP’nin iktidardan uzaklaştırılması. Bunun için birilerine aşık olmaya, kendini tüm varlığıyla adamaya ne gerek var? Bunu nereden mi çıkarıyorum? Bu tavrı önceden tanıyorum. O zaman da onların fikirlerine karşı çıkanlar neredeyse faşisttiler, bugün de öyleler.

Bir sonraki yazıda seçim meselesine biraz daha gireceğim.


Sağlıcakla kalın.

1 yorum: