Artık konumuz seçim olmalı
Blogspotun istatistiğinden anlaşıldığına göre, Türkan
Hocam’a ilişkin yazıdan önce binbir umutla koymuş olduğum beş yazı pek rağbet
görmedi (böğüm). Halbuki onları yazarken, seçim öncesinde tarafların ifade ve
tavırlarının ön ve arka cephelerini anlamayı kolaylaştıracak ipuçları vermek
istemiştim. Ossun, “sen iyilik yap denize at, balik bilmezse halik bilir”
demişler.
Ben de genel konularda ukalalık yapmaktan vazgeçip, seçim
konusuna gireyim artık dedim. Ne de olsa önümüzde çok az zaman kaldı.
Önce kendi tavrım
Bugünden açık, seçik ifade etmem gereken bir durum var. Bu
seçimde tercihimi kendime uygun gördüğüm bir siyasi görüş ya da ideoloji
doğrultusunda kullanma şansına sahip değilim. Oyumu verip vermeyeceğimi ya da
kime vereceğimi belirleyecek olan büyük ölçüde pragmatizm olacak. Kesin iddiam
ise şu: Bu pragmatizmi asla siyasi ve ideolojik bir gereklilik olarak
sunmayacağım. Pragmatizm, pragmatizmdir, o kadar.
Bugünden açıklamam gereken ikinci bir durum da şu: Oy verip
vermeyeceğimi, verip vermediğimi, vereceğim ya da verdiğim partiyi, ne seçim
öncesinde ne de sonrasında açıklamayacağım. Çünkü büyük olasılıkla seçimde
alacağım tavrın bana verebileceği bir tatmin, bir huzur olmayacak. Dediğim
gibi, yalın pragmatizm.
Tabii kesinlikle yapmayacağım şeyler var: AKP ve MHP’ye asla
oy vermem. Gelmiş olduğumuz noktayı düzeltebilecek tek parti bile olsa, MHP’ye
oy vermem, veremem. Kanım uymaz. Bu noktaya getiren de AKP olduğuna göre, zaten
ona oy vermek saçma olur, bu da kanıma uymaz.
SP ile BBP’nin seçim ittifakı, AKP aleyhine büyük bir hoşluk
oldu, ama sırf bu nedenden ona da oy vermem sözkonusu değil, tabii ki. Yine kan
meselesi.
Önceki önceki bazı seçimlerdeki tavırlarım:
Siyasi mi? Pragmatik mi? Mavracı mı?
Son yerel seçimlerden bu yana çoğu kişinin birdenbire aktif
parti militanları haline gelmeleri sizi yanıltmasın. Büyük sayılabilecek bir
çoğunluğumuz, bu tür seçimleri, burjuva demokrasisinin bir oyunu olarak gören
görüşlerden geliyoruz. Ama nedense bu seçim bazıları için farklı anlamlar
taşıyor gibi.
Benim yaşıtlarım için en önemli seçim, o da aslında seçim
değil referandum, 1982 Anayasası oylamasıydı. Ülke çapında (Kürdistan da dahil)
muhalafet gerçek boyunu o referandumda gördü: % 8 (yazıyla yüzde sekiz). Bu
muhteşem (!) oranın içinde yalnızca solcular değil, CHP’liler, Adalet
Partililer, dinciler, bir miktar Kürt de vardı.
Tabii bugün gençler bilmez, referandumda kullanılan zarflar
öyle inceydi ki, içine konan farklı renkteki evet ve hayır oyları dışarıdan
görülebiliyordu. Belki oranda bunun da biraz payı vardır (züğürt tesellisi).
Açıkçası sonraki seçimlerle pek ilgilenmedim. Ama 3 Kasım
2002 seçimlerinde DEHAP’tan aday olan Mihri Belli’ye oy verdim. DEHAP’lı ya da
o zamanki söylenişiyle Mihri’ci değildim, ama olay tam bir göle maya çalmaktı.
Mihri Belli, milyonda bir ihtimalle bile seçilebilse, en yaşlı milletvekili
olarak ilk günlerde Meclis Başkanı olacaktı ve yeni başkan seçilene kadar bir
ya da iki oturuma başkanlık edecekti. Tanıdığım Mihri Belli, sadece iki oturum
bile başkanlık yapsa, o oturumlar tadından yenmezdi ve mutlaka tarihe geçerdi.
Bir sonraki 2007 genel seçimlerinde ise oyumu TKP’ye verdim.
İki enfarktüsümü geçirmiş, by-pass’ımı olmuştum. Bir daha seçim kısmet olur
muydu, bilemezdim. Fikirleri bana tam uymasa da hiç olmazsa bir kez olsun mührü,
üzerinde o sihirli kelime yazılı olan Türkiye Komünist Partisi’ne basmam
şarttı, ben de öyle yaptım.
Bu ikisi pek de önemsemediğim, bölüm başlığındaki “Mavracı
mı?” kısmına denk gelenler.
Geldik 12 Eylül 2010’a
Ölümüne ciddiye aldığım seçim, pardon referandum, pardon
kepazelik buydu. Siyaset biliminde asla referandum olarak nitelenemeyecek bir
plebisit, halkımıza yutturuldu. Şimdi referandum nedir, nasıl olur sorularına
girecek değilim. Bu konuda bir dolu yazı yazdım. Ben bile neredeyse bıktım. Ama
YAE’ci kardeşler sevinmesin, öylesine kapsamlı ve uzun vadeli bir suç işlediler
ki, ben bıkmış olsam da mutlaka yine yeri gelecek ve ben onları hayırla
yadetmeye devam edeceğim.
Aslında bu 2010 kepazeliği, yol açtığı diktatörlük rejiminin
yanı sıra çok önemli bir başka zarara da neden oldu. Özellikle belli bir siyasi
yönde, farklı isimlerle de olsa yer alan arkadaşlarımız (sol, liberal sol,
sosyalist ve hatta komünist vb.) 2010’da tavırlarını haklı çıkarabilmek için çok
saldırgan üsluplar benimsediler. Onlara karşı çıkanları, uyaranları kitleler
önünde alabildiğince teşhir ve
mahkûm edebilmek için (italikler mavra) ellerinden gelenin fazlasını
yapmaya gayret ettiler. Öylesine gayretliydiler ki, ileri demokrasinin bayraktarı
onları balkon konuşmasında tebrik bile etti. Kendilerine karşı çıkanlara öyle
yaftalar yapıştırdılar ki, adeta bunların bir daha birilerinin önünde söz
söyleyebilmesi bile imkansız hale gelecekti. İleri demokrasiye erişilecekti ve
bunun için yapılacak her şey mübahtı. (Netekim beklenen ileri demokrasi de
geldi. Nasıl, siz görmediniz mi?)
Aslında haklarını da vermek zorundayım, o günden bu yana çok
zorlu bir direniş göstermek zorunda kaldılar. Çok az kayıp verdiler. Aralarında
benim de olduğum bir sürü eski mağdur, acımasızca saldırdı. Bazıları hiçbir şey
olmamış gibi bazı yayın organlarına (deyimi mazur görün) yıvıştı. Bazısı
ortalıktan sıvıştı. Bazıları da yüzsüze vurdu, vaziyeti idare etti.
Buradaki derdim aslında YAE’cilerle değil
Ama maalesef belirtmeden geçmemem gereken bir husus var.
Bugün, seçim arifesinde de yukarıda vurguladığım üslubun bir benzerini görmek
mümkün. Ve bugün de bu üslubu benimseyenler arasında YAE’cilerin önemli bir “özgül”
ağırlığı sözkonusu. Köşe yazıları, bloglar, seminerler, paneller…
Erişebildikleri her mecrada, bulabildikleri her fırsatta, oyların mutlaka
HDP’ye verilmesi gerektiği, aksi bir davranışın gaflet, ihanet hatta bazı
durumlarda faşistlik olacağı üzerine katı, ermiş, bilmiş nutuklar atıyorlar.
Yanlış anlaşılmasın, HDP’ye de oy verilebilir, ama bunu
böyle herşeyini (!) verircesine ifade etmek, karşı söz söyleyenleri de,
eleştirmek ya da kınamak bile değil, mahkûm etmek nasıl bir anlayıştır?
Bahsi geçen kitlenin ağırlıkla ateist, belki agnostik vb.
eğilimlerde oldukları varsayıldığında, durum daha da içinden çıkılmaz bir hal
alıyor. Bir oy verme kararı için bu kadar inanmış, imanlı, adanmış olmaya ne
gerek var? Alt tarafı önümüzde duran görev, AKP’nin iktidardan
uzaklaştırılması. Bunun için birilerine aşık olmaya, kendini tüm varlığıyla
adamaya ne gerek var? Bunu nereden mi çıkarıyorum? Bu tavrı önceden tanıyorum.
O zaman da onların fikirlerine karşı çıkanlar neredeyse faşisttiler, bugün de
öyleler.
Bir sonraki yazıda seçim meselesine biraz daha gireceğim.
Sağlıcakla kalın.
e iyi gidiyodu şak diye bitti?
YanıtlaSil