18 Ocak 2016 Pazartesi



İşte gene o yerdeyiz (2)


(hani zurnanın zırt dediği, ama bu zırtta
zurnanın da başı derde girecek herhalde)


Geçen yazıda, cevaplamaya çalışacağıma söz verdiğim birkaç soru var. Bunların birine, ikisine münhasıran cevap vermeye çalışacağım, kendi başlıkları altında. Diğerleri ise umarım yazının içinde yeri geldikçe cevaplarını bulur.

Önce kriminolojinin temel sorusunun cevabı: ¨Kime yaradı?¨

Önceki yazıda kazananlar olarak, AKP’yi ve esas olarak RTE’yi vermiştim. Cevap zaten çok bariz ortada. 7 Haziran’da aslında büyük bir yenilgi almış ve iktidarı kaybetmiş olan AKP ve RTE, buna hiç aldırmadan beş ay gibi bir sürede tüm diğer aktörleri manipüle etti ve kayıplarını telafi ediverdi, iktidarı yeniden eline geçirdi. Ama daha önemli sonuç, RTE’nin Yüce Divan’dan kurtulması oldu. Ben iktidarı kaybetme hatasını bir daha asla yapmayacaklarına inanıyorum, neye mal olursa olsun. Şu anda sürmekte olan ¨savaş¨ da nelere başvurabileceklerinin bir göstergesi zaten.

2023 hedefi palavra. Asıl hedef mezara kadar iktidar.


Bir defa bu dönemde Anayasa’yı TC tarihinde ilk kez bu çapta keyfi olarak ihlal etmenin, neredeyse kimse tarafından önemsenmediğini açıkça gördüler. Halktan hiç bir tepki gelmemesi bir tarafa, muhalefet partilerinden de elle tutulur bir karşı hareket görülmedi. Aslında artık AKP ve RTE'yi kısıtlayan bir şey kalmamış gibi.

Muhtemel seçimler


7 Haziran ile 1 Kasım arasındaki dönemde başvurdukları yöntemlere yüzeysel bir bakış bile, AKP’nin bundan sonra kendisine gerektiğinde yapacağı seçimlerin muhtemel sıhhati hakkında bir fikir verecektir.

Belki şaşırtıcı olan, hilesiz, hurdasız bir seçimde bile AKP’nin
Kendi partisindekiler bile doktora onun
gitmesi gerektiğini düşünüyor.
en azından referanduma gidebilecek bir çoğunluğu elde edebileceği gerçeğidir. 7 Haziran sonrasında aniden giriştiği

Kürdistan saldırısı, MHP’deki milliyetçi oyları zaten AKP’ye çekti. MHP’nin ağır kaybının bir diğer nedeni ise avucuna gelmiş olan iktidarı daha 7 Haziran gecesi elinin tersiyle itmesiydi.

Diğer tarafta PKK saldırısı konusunda açık bir tavır alamaması, HDP’yi Türkiye partisi olabilme iddiasından uzaklaştırınca, bu durum da oy bakımından AKP’ye yaradı.

Bir yandan AKP'nin diğer yandan PKK'nın baskısı altında. 


Kadri Gürsel’in araştırmaya dayalı tespitine de katılıyorum. TC devletinin yoğun olarak çatıştığı il ve ilçeler, HDP’nin oy kaybetmediği, hatta bazılarında artırdığı yerler. Halk oralardan göçe zorlanarak, muhtemel  bir erken seçimde HDP’nin oylarının düşmesi de sağlanmaya çalışılıyor.

Bu partilerin istikbali?


Sonuçta 1 Kasım’da MHP milletvekillerinin yarısını, HDP de % 25’ini kaybetti, bunların da ezici çoğunluğu AKP’ye gitti.

Kaybeden bu iki partiden MHP oylarını % 16.3’ten % 11.9’a indirdi, yani baraja doğru hızlı bir iniş sergiledi. HDP ise % 13.1’den % 10.8’e indi. İniş hızı daha düşük, ayrıca 7 Haziran’da almış olduğu emanet oyların bir kısmını da muhafaza etmiş görünüyor. Ama bir yandan da baraja çok yakın. Sonuçta zamanlamasını kendisi belirleyeceği bir erken seçimde AKP bu partilerin birini hatta ikisini birden barajın altına itebilir. Bu da en azından referandum olanağını, hatta tek başına anayasa yapabileceği çoğunluğu eline geçirmesi demektir.

PKK neden kazandı?


Bir  kere şunu görmekte fayda var. PKK artık yalnızca bu ülkenin bir aktörü, bir faktörü değil. Geçen yazıda ¨kime yaradı¨ sorusuna cevap verirken, ABD, AB ya da Rusya gibi uluslararası aktörleri bu değerlendirmenin dışında tutacağımı söylemiştim. PKK söz konusu olunca bunu yapmanın imkansız olduğunu farkettim. Ama bu konuya girersem bu yazı zor biter. Başka bir yazıda anlatmaya çalışayım, daha iyi.

PKK, Apo'yu tavizkar buluyor. Sesini
çıkaramaz olması da işine geliyor.

PKK önderliği (Apo hariç) uzun süreden beri kendini HDP’den ayrı konumlandırmaya çalışıyor. Açıktan olmasa da, Apo’dan da uzak duruyor. Bu tavrı, çok büyük ölçüde, aldığı dış destekten de kaynaklanıyor.

PKK, içeride daha da güçlenebilecek ve kendisini oyun dışına itebilecek bir HDP’yi asla kabul edemezdi. Çünkü böyle bir durumda, çözüm Türkiye ile sınırlı kalabilirdi. PKK’nın hedefleri ise artık çok daha büyük.

Karma cevaplar


Geçen yazıdaki diğer soruların cevapları pek birbirinden ayrı olarak verilemez. İsterseniz o soruları kısaca hatırlayalım:

Ümit Kıvanç’tan aldığım soru: ¨Türkler nerede?¨.

Ne oldu ve nasıl oldu da, gerek TC devleti gerekse PKK-Kandil aynı günlerde bütün güçleriyle birbirlerine saldırdılar?

7 Haziran sonrası bizim eski kullanışlı aptallar, yeni Kürtler neden şaşırdı?

Şimdi bunları birlikte cevaplamaya çalışayım. Son sorudan başlıyorum.

Şaşkın ¨Kullanışlı Aptallar¨


7 Haziran’dan sonraki gelişmelere en çok şaşıranlar, seçim öncesinde Kürtleşmiş olan ¨Yetmez ama evet¨ tayfası oldu. Referandum döneminde evet oyu vermeyenleri faşistliğe varan hakaretlerle suçlamışlardı. Bu seçim öncesinde de HDP’ye oy vermeyecek olanları, milliyetçilik hatta faşistlikle suçlamaktan çekinmediler. Aynen referandum öncesinde olduğu gibi, 7 Haziran öncesinde de karşı görüşlere hiç kulak asmadılar, kendi ¨mutlak doğrular¨ını yine saldırgan bir üslup ve küfürlerle süsleyerek savundular.

Seçim oldu, çabaları sonuç verdi. HDP barajı aştı, 80 milletvekili çıkardı, % 6-6.5 civarındaki oyunu % 13.2’ye artırmış oldu. Yeni kürtlerle birlikte biz de çok sevindik. AKP azınlıkta kalmıştı. İktidarı kaybetmiş gibiydi. Ama ilk darbe seçim gecesi geldi. Bahçeli, HDP ile bağlantılı hiç bir kombinasyonda yer almayacaklarını açıkladı ve AKP’nin yeniden önünü açtı.

Bu tavır şaşırttı, halbuki PKK'nin
başka hesapları vardı.


Hemen ardından bir darbe de PKK-Kandil’den geldi. İlginçti. Hayal bile edemeyecekleri bir başarıya imza atmış olan HDP,kendi yoldaşlarınca teslimiyetçilikle, pasifistlikle, bir şey yapamamış olmakla suçlanıyordu. Hatta silahlı mücadeleye dönülmesinden de bahsediliyordu. Ne olmuştu da, yıllardır her seçim döneminde çatışmasızlığı kabul eden ve AKP’nin havuzuna su taşıyan PKK, bu seçim döneminde çatışma ister hale gelmişti?

Planlı tırmanış


Aslında bizim yeni Kürtler için bu kadarı bile fazlaydı. Ama sırada yeni sürprizler vardı. 22 Temmuz’da Şanlıurfa’da iki polis evlerinde muhtemelen susturuculu silahla öldürüldüler. Ertesi günü Diyarbakır’da sahte bir kaza ihbarıyla çağrılan trafik polislerinden biri yaralandı, diğeri öldü. Her ne kadar bu iki eylemi önce YDG üstlendiyse de sonradan PKK kendilerinin yapmadığını açıkladı. Aslında ne olduğu da hala netleşmiş değil. Zaten bu eylemler PKK’nın alışıldık eylemlerinden oldukça farklı.

Devlet gözünü kapatmıştı, PKK yığınak
yapmakta özgürdü.


25 Temmuz’da Hava Kuvvetleri Suriye’deki IŞİD ve Kuzey Irak’taki PKK kamplarını bombaladı. Ertesi gün, Diyarbakır Lice’de askeri konvoyun geçişi sırasında yola gömülü bomba patlatıldı. İki asker öldü, dört asker yaralandı. Olaylar giderek tırmandı. Uçak bombardımanları ve bombalı tuzaklar sürdü.

¨Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan¨ demeye bile fırsat olmadı. Ortalık feci karıştı.

Şimdi gelin de bizim YAE’cilerin şaşkınlığına acımayın. Ne oluyordu? HDP de PKK da Kürt ulusal hareketinin parçasıydılar. Başarılı bir siyasi parti olan HDP, neden PKK tarafından sahnenin dışına sürükleniyordu? Kürt Kürt’e ne yapıyordu? Haklarını yemeyelim, şaşıran yalnızca YAE’ciler değildi. Anlı şanlı köşe yazarları da dillerini yutmuş haldeydiler. Peki, acaba Apo bu gelişmeler hakkında ne diyordu? Bilmiyoruz.

¨Şöyle olsaydı, böyle olsaydı¨


Geçmişe yönelik olarak, ¨şöyle olsaydı¨ , ¨böyle olsaydı¨ gibi sözler çok spekülatif olabilir. Ama muhtemel kazanç ya da kayıpları değerlendirebilmenin de başka yolu yoktur. Bu yöntem en azından belki doğru sonuca belli ölçüde yaklaşarak, önümüzü görmemize yardımcı olabilir. Veya şu ya da bu davranışın nedenlerini analiz etmemizi sağlayabilir.

Önce bir ¨.......bilseydi¨.

7 Haziran sonrasında PKK-Kandil aykırı konuşmaya başladığında HDP net bir tavır alabilseydi. ¨Ben bu işi siyasi platformda başarıyla götürüyorum, sen bir dur¨ diyebilseydi.

İkinci bir ¨.....bilseydi¨.

PKK, üzerlerine yıkılmak istendiği açıkça belli olan polis cinayetlerinden sonra, TC’nin ilk ağır saldırılarına iki, üç gün karşılık vermeyerek Türkiye’ye ve tüm dünyaya ¨bakın, biz barış istiyoruz, nefsi müdafaa bile yapmıyoruz¨ diyebilseydi.

¨......seydi, .......saydı¨ların en anlamlı kullanımlarından biri

Bu ¨bilseydi¨ler tabii ki sportif ya da spekülatif olarak nitelenebilir. Doğrudur da. Olanlar zaten oldu. Ama bu tür tavırların nedenlerine bakabilirsek, belki bazı ipuçlarına erişebiliriz. Burada bu bakış biraz yüzeysel olmak zorunda, Aksi takdirde bu yazının boyutlarını çok aşmak gerekir, ki okurlarım zaten uzun yazılarımdan şikayetçi. Ama ileriki yazılarımda bu incelemeler mutlaka devam edecek.

Şimdi ortadaki soru:


Ne oldu ve nasıl oldu da, gerek TC devleti gerekse PKK-Kandil aynı günlerde bütün güçleriyle birbirlerine saldırdılar?

En güçlü işaretler, RTE’nin izleme heyetine karşı çıkması, Dolmabahçe Mutabakatı’nı kabul etmediğini beyan etmesi,

AKP yöneticileri de havuz medyası da açığa düşüverdiler.


Kürt Sorunu diye bir şeyin olmadığını söylemesiydi. Diğer taraftan Kandil de Apo’nun bir an önce özgürlüğüne kavuşmak istediğini, bu nedenle taviz vermeye yatkın olduğunu düşünüyor, ama tabii bunu yüksek sesle ifade etmiyordu.

Gerek AKP gerekse PKK, HDP’nin başarısından benzer ölçülerde ve benzer kaygılarla rahatsız oldular. PKK’nın HDP aleyhine bildiri yayınlaması ve silahlı mücadeleye girişeceğini

Zavallı havuz medyası sevinçten uçmuştu.  RTE tavrını değiştirince mahvoldular.

ilan etmesi, hükümetin cevaben ¨çözüm sürecinin ancak filmini seyredersiniz¨ beyanatı, gidişatı belli etmişti. Her iki tarafın da ¨samimiyetle¨ çözüm görüşmeleri yaparken, silahlı çözümü de yedekte beklettiği açığa çıkıverdi bu ifadelerle. Yani sonuçta HDP’nin vaat ettiği ve önemli ölçüde yol alınan demokratik-barışçı çözüm, ne devletin ne de PKK’nın işine gelmemişti.

O dönemde dikkatimi çekmiş olan iki yüz ifadesi var. Dolmabahçe’deki görüşmeden sonra RTE’nin masayı

Yeminini bile etmeden gitti.
Bir tehlike mi söz konusuydu?

devirmesinin ardından Yalçın Akdoğan’ın şaşkın ve kırgın yüzü ve Kandil bildirisinden sonra Demirtaş’ın aynı ifadeyi taşıyan yüzü. Burada vurgulanması gereken bir ayrıntı daha var. O günlerde Demirtaş alelacele yurtdışına gitti. Mecliste yemin bile etmedi. Acaba TC devletinden mi çekindi, yoksa başka bir tehlike mi söz konusuydu?

Peki, büyük çatışma nasıl aynı anda başladı? Benim bu konuda iki farklı teorim var. Birincisi, iki güç arasında daha önce çok dar kadrolar (en fazla ikişer ya da üçer kişi, bak. Yalçın Akdoğan’ın şaşkınlığı) arasında belirlenmiş angajman kurallarının varlığı. Yani ¨sen bunu yaptığın anda ben de şunu yaparım, yapacağım¨ anlaşması.

İkincisi, daha önce paylaşılmış uydu telefonlarının kullanılması ve ¨hadi başlıyoruz¨ denmesi. (Şaka, şaka. Birazcık mizah katmak istedim. Acaba?)

Son Soru ¨Türkler nerede¨


Önce Ümit’in sorusu (daha doğru ifadeyle, iddiası):  Radikal’de 15.12.2015 tarihli köşe yazısından;

¨Hiçbir şey, memleketin bir bölümünde resmen savaş çıkarılmışken toplumun ‘Türk tarafı’nda hüküm süren aldırışsızlığı ve tepkisizliği izah edemez.¨

Bu ifadenin tümüne katıldığımı söyleyemem. Bence tümüyle izah edemeseler de bu durumu anlamaya yardımcı olabilecek bazı fikirler öne sürülebilir.

İzahın bir parçasına destek olmak üzere tanınmış bir hikaye anlatayım:

Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 20 Kongresi’nde Parti Genel Sekreteri Nikita Kruşçev tarafından, daha sonraları ¨Gizli Söylev¨ olarak adlandırılan, bir rapor okundu. Kruşçev, bu raporda 1953’e kadar iktidarda olan Stalin hakkında oldukça ağır suçlamalarda bulundu.

20. Kongrenin son günü. Kruşçev ¨Gizli Söylev¨i okuyor.


Gelelim rivayete. Rapor okunurken, arka sıralardan bir parti üyesinin sesi duyulmuş: ¨O sırada sen neredeydin?¨ Bir sessizlik olmuş. Kruşçev kürsüden sormuş: ¨Kim söyledi o lafı?¨ Ses yok. Bir kez daha hiddetli bir sesle bağırmış: ¨Kimdi o, çıksın ortaya!¨ Yine ses yok.

BM'de konuşurken ayakkabısını  çıkarıp kürsüye vurmuştu.

Ardından Kruşçev’in harika esprisi gelmiş: ¨İşte,
  şimdi senin olduğun yerdeydim¨.

Şu anda (ben Türkler demek istemiyorum) Batı’daki toplum da biraz o yerde. Gık diyen dayak yedi, gak diyen vuruldu, guk diyen hapse girdi. Korku ile bağlantılı bu ölçüde yılgınlığın tek çaresi doğru muhalefet ve doğru önderliktir. Doğru kelimesine dikkat çekiyorum. CHP ya da İstanbul’daki YDG, PKK veya THKP-C değil, doğru muhalefet ya da doğru önderlik. Kim olabilirse artık. (Demek ki burada durum zorda).

Benim, aldırışsızlık ve tepkisizliğin nedenlerine ilişkin bir fikrim daha var. Soruda ¨Türkler¨ olarak geçen kitle, ilk kez kendini farklı şekilde (etnik) tanımlayan bir hareketin uzantısı olan bir siyasi partiyi destekledi. Üzerine düşeni de başardı. HDP’yi barajın çok üzerine çıkardı. (Siz bakmayın, HDP’lilerin ¨biz bunu ödünç oylarla yapmadık¨ nankörlüklerine, o tavır biraz etnik ve genetiktir, böyle dedim diye, hemen beni milliyetçi, faşist olarak damgalamayın, başka bir yazıda tarihten somut örneklerle anlatırım).

Artık final


Bu toplum otuz yılı aşkın bir süredir bu çatışma gerçeğiyle yaşamakta. İki taraf da çok ağır bedeller ödedi. İlk defa umudumsu bir şeyler doğmuşken neredeyse durup dururken savaşa tutuşan bir PKK, o umudu söndürdü ve  zaten pek mutlu olmayan ¨Türk¨ toplumunu adeta bir ¨öğrenilmiş çaresizlik¨ kabusunun içine sürükledi.

Hayatta yapmayacağı halde HDP’ye oy vermiş ve hatta bu tavrını kerhen 1 Kasım’da da sürdürmüş olan bir ¨Türk¨ün, önce PKK-Kandil’in HDP’ye karşı tavrını, ardından da bu çatışmayı görüp, ¨TC Devleti benim Kürt kardeşlerime saldırıyor¨ demesini, hele hele bu koşullarda aktif bir tavır almasını beklemek, safdillik olarak nitelenebilir ancak.

Akademisyenlerin yayınladığı bildiri, giderek artan imza çevresiyle belki yeni bir umut oluşturabilir. Bildirinin içeriğine ve zamanlamasına ilişkin bir şeyler yazmak istemiyorum. Çünkü RTE’nin ve devletin sergilediği tavır, bu konuları adeta yok etti. Belki ileride. 

Ceterum censeo Carthaginem esse delendam. 


(Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.)

3 yorum:

  1. Kalemimize sa, elinize sağlık. Ben bir de, PKK'nın "çözüm süreci" adı verilen dönem boyunca kentsel mekanlara bu kadar silah, mühimmat, yüzlerce ton patlayıcı vb. yığınağı yaparken ne kadar silahsız "çözüm" niyetinde olduğuna dikkati çekmek istiyorum. Ardından HDP'yi devre dışı bırakacak ve "tek adamın" planlarına destek, ekmeğine yağ sürecek bir çatışmaya dahil olmanın, birlikte yaşamdan dem vurulan bu ülkedeki insan hakları, evrensel hukuk ilkeleri ve bağımsız adalet çerçevesinde yürütülmesi gereken mücadeleye ne kadar samimi katkıda bulunduklarını, YAE'cilerden miras kalan günümüzün yerden bitme "Kürtçü"lerinin (!) takdirlerine sunuyorum (gerçi sunsam da, elbette anlamazlıktan gelirler, işlerine gelmez, salonlardaki cakaları bozulur o zaman)

    YanıtlaSil
  2. Yetmez ama Evet'çiler için

    YanıtlaSil