İşte gene o yerdeyiz
(hani zurnanın zırt dediği, ama zurna bu sefer
bu yerde ne diyeceğini bilemiyor)
Türkiye sol
siyasetinin başlangıçtan beri en zorlandığı konu, Kürt Meselesi’dir. Bu,
kurusıkı atılmış bir ifade değil. Zor ve kapsamlı bir araştırma, bu ifadeyi
doğrulayacaktır. Özellikle 1980 öncesinde yayınlanmış çok sayıda sol siyasi
dergi taranabilirse, bunların bir kısmında Kürt Meselesi’nin adeta görmezden
gelindiği, birçoğunda, özellikle ilk dönem sayılarında bu konuya hiç yer
verilmediği, ileriki sayılarında da çok kısıtlı sayıda ve içerik bakımından da
çekingen yazılara yer verildiği görülür.
Bunun birçok nedeni
var. Hepsini belirleyip saymak imkânsız. Birkaçını sıralamaya çalışalım. Bence
başta gelen neden, devletin amansız baskısıydı. Genel sol, hatta sosyalist
konulardan bahsederken, görece daha kısıtlı bir baskıyla karşılaşan bir yayın,
araya Kürt Meselesi’ne ilişkin bir yazı koyduğunda, başına gelmeyen kalmıyordu.
Çünkü bu mesele, TC Devleti’nin en aşılamaz kırmızı çizgisiydi.
Gene bence ikinci
sırada, konunun zorluğu ve karmaşıklığı geliyor. Birçok ülkede etnik unsurlar
birbirlerinden neredeyse sanal sınır çizgileriyle ayrılmış bölgelerde
yoğunlaşmış durumdalar. Hatta bu durum, bizzat İran’daki, Irak’taki, Suriye’deki
Kürtler için de geçerli. Dolayısıyla böyle bir etnik sorun hakkında tesbit
yapabilmek, çözüm önerileri sunabilmek görece daha kolay. Ama Türkiye’de durum biraz
farklı. Her ne kadar Doğu ve özellikle de Güney Doğu bölgelerinde Kürt nüfus daha
yoğun olsa da, ülkenin diğer illerine yayılmış Kürt vatandaş sayısı, ihmal
edilebilir düzeyde değil. Bugün İstanbul’da yaşayan üç milyon Kürtten söz ediliyor.
İzmir’de benzer bir oran söz konusu. Halbuki ne Tahran’da ne Şam’da ne de
Bağdat’ta böyle bir durum var.
Son bir fikir daha
belirteyim, üçüncü neden olarak. Bölgedeki eğitim imkânlarının kısıtlılığı,
organize olabilecek bir Kürt entelijansiyasının oluşabilmesine uzun süre izin
vermedi. Bu da Kürtler arasında kültürel ve siyasal edebiyatın gelişmesini geciktirdi.
Mutlaka daha çok ve
farklı nedenler vardır. Yüzyıllara dayalı aşiret yapısı gibi. Bunların bazıları
benim saydıklarımdan da önemli olabilirler, ama konuyla doğrudan alakalı
olmadığı için bence şimdilik bunlar yeterli.
Gerilla Meselesi (önemli bir algı operasyonu)
Beter bir giriş
cümlesi:
Benim görüşüme göre
PKK bir gerilla örgütü değil, arada gerilla taktiklerine de başvuran bir terör
örgütüdür.
Bu konuda çok fazla
örnek vermek istemiyorum. Lütfen Google’da ¨Neşe Alten¨ ismini girin ve
yazılardan birkaçını okuyun, resimlere bakın. ¨Tekil bir örnektir, yerel
unsurların yanlış inisiyatif koymasıdır¨ gibi kıvırtmalara başvurmadan,
yazıları bir kez daha okuyun. Yapılan infaz, kendilerinin de belirttiği gibi
¨önderliğin¨ talimatıyla gerçekleştirilmiştir. Ve PKK’nın yüzlerce benzer eyleminden
biridir.
Bunlara hala gerilla
demekte ısrar eden varsa, bu ısrarcıları Fidel Castro, Raul Castro, Ernesto Che
Guevara, Camilo Cienfuegos gibi gerillalar adına şiddetle kınarım. Lütfen bir
de onların anılarını okuyun. Mesela Nagehan Alçı adlı yaratığın Che’yi katillikle
suçlamakta kullandığı bir anı var. Orada Che, yargılanan ve suçlu bulunan bir gerillanın infazını anlatıyor. O
infazla Neşe öğretmenin infazını bir karşılaştırın.
Alberto Bayo |
İngilizce orijinali |
Bakalım,
gerillalıkta suçsuz ya da en azından silahsız adamı vurmak ya da beşer onar
kurşun sıkmak var mıymış? Daha iyi bir önerim var. Bu yukarıda saydığım dört
kişi ve onların yanındaki seksen üç kişiyi altı ay boyunca gerilla olarak
eğiten ve Küba’ya yollayan ¨Kurtuluş Ordusu Başkomutanı¨ Alberto Bayo’yu
okuyun. (İnternette kurtuluscephesi.com). Benim yaşıtlarımdan tüm solcu
gençler, onun yazdığı, kapağı mermi delikleriyle süslü ¨Gerilla Nedir?¨
kitabını okumuşlardır. O yüzden gerilla ya da gerilla örgütü nedir, biliriz.
Bu Konuda Yazmak Neden Sorunlu
Bu konularda yazı
yazmaya çekinen kişileri anlayışla karşılıyorum. İşte zaten ben de bir noktada
tıkandım. Çünkü bu yazımı eleştirmeye kalkışacak herkes, mutlaka en kolay yolu
tercih edecek ve beni beyaz Türk olmaktan, TC taraftarlığına, oradan da
faşistliğe kadar uzanan bir yelpazede damgalayacaktır. Bunu biliyorum, çünkü
aynı macerayı 2010 referandumunda yaşadım. Çok dil döktüm, ama kime ayıp
olacağından ya da kimin kızacağından korktular bilemem, bizim kullanışlı
aptallar, anlamayı reddettiler. ¨Hayır¨ demek, 12 Eylül Anayasası’nı onaylamak
değildi, ama ¨Yetmez ama evet¨ demek, AKP’yi ve bizim o zamandan oldukça net görebildiğimiz
bugünü onaylamak demekti.
Şimdi de o kadronun
neredeyse tümü Kürt oluverdi. Etnik olarak değil tabii, ama çoğu Kürtten Kürt.
Aslında bunlar arasından düzgün düşünebilen, ahlaklı olanlarını ¨Neşe Alten
öğretmen¨ örneğinden daha çok zorlayacak bir sorum var. Hadi soralım.
7 Haziran
seçimlerinin hemen ardından ne oldu da, TC ile PKK sert bir savaşa girişti?
Dandik olduğu belli olan iki polis cinayetini PKK neden üstlendi? Haa,
zavallılar unutuldu bile. O günlerde yanlış kaza ihbarına çağırılıp pusuya
düşürülen trafik polisleri de var. Güya o da PKK’nın işi. Altı buçuk milyon oy
ve seksen milletvekilliği almış bir siyasi partin var, ülkenin tamamından oy
almışsın. Ankara’dan bile milletvekili çıkarmışsın. Seni terör örgütü olarak gören,
buna rağmen bir umutla senin siyasal partine oy veren insanlar var. Neden
ortalığı toz dumana katıyorsun? Haydi, yeni Kürtler! Yardımcı olun Kandil’deki
arkadaşlarınıza. Ama sakın önce TC devleti başlattı demeyin. Ayıptır. Nasıl
başladığını bir sonraki yazıda anlatacağım. Hadi siz yukardaki soruya bir cevap
veriverin. Aslında acele etmeyin, bu soruyu bir kez daha soracağım.
Ben Kürt değilim,
Kürt gibi düşünmeyi de beceremem. Ama dışarıdan birisi olarak da bu konuda
cevap yerine geçebilecek fikirlerim var. Ne yazık ki, hiçbiri olumlu değil.
Önce Kriminoloji Biliminin Temel Sorusu:
Kime yaradı?
Bu işin ABD, AB ya
da Rusya gibi uluslararası aktörlerini bu değerlendirmenin dışında tutuyorum.
Peki, yine soruyorum, kime yaradı?
Birinci derecede
AKP’ye ve esas olarak RTE’ye.
İkinci derecede
PKK’ya, daha doğrusu Kandil’e.
Peki, kim kaybetti?
Birinci derecede HDP,
Apo ve bizim çakma Kürtler (hani bizim eski kullanışlılar).
İkinci derecede MHP.
Bu önermeleri
ileride incelemek üzere şimdilik bir kenara koyalım. Bu incelemeyi layıkıyla
yapabilmek için önce sorunların anasına, çözüm süreci sorununa biraz yakından
bakmak gerekiyor.
Çözüm (?) Süreci (algı operasyonlarının anası)
Bu konunun da temel
sorusu:
Çözüm’e inandınız
mı?
ve benim cevabım:
Hayır, bir an
bile inanmadım.
Siz bakmayın,
aslında çözümün tarafları da başlangıçta inanmadılar. Herkes kendi hesabını,
kendi oyununu kurdu. Müzakerelere katılan AKP tarafı, kendisine tanımlanmış
sınırlar içinde verilen görevleri aşama aşama yerine getiriyordu. Hiç birinin
asla bir inisiyatif kullanma yetkisi yoktu. Zaten sonuçta bu olayın nereye
evrileceğine ilişkin bir fikirleri de yoktu. Hatta şunu iddia edebilirim ki,
önce İçişleri Bakanı sonra da Başbakan Yardımcısı olarak yıllarca bu konunun
baş sorumlusu olan Beşir Atalay’ın bile bir fikri yoktu. İnisiyatifler
kullanmaya çalıştı, uzun adam tarafından refüze edildi. Nitekim hem isim hem de
kişi olarak o kadar yıprandı ki, 2014’ten sonra bu görevi devam ettiremedi.
Görevi devrederken neredeyse ağlayacaktı.
Asıl inanmayan
taraf, HDP ve PKK-Kandil’di. Apo’nun durumu biraz farklıydı. O adeta inanmak
zorundaydı. Kendi gücünü çok önemsiyor, bulunduğu yerden kendince bazen AKP’yi
kurtarıyor, darbeleri engelliyor, bazen de gerçekten bir telefonla çatışmaları
sonlandırabiliyordu.
Apo'nun bundan sonra işi daha zor |
Apo üzerinde fazla
durmak gereksiz. Artık o kadar sıkı izole edilmiş durumda ki, bir değişiklik
yaratabilmek için yapabileceği tek şey, ölmek. O takdirde hesapları yeniden
kurmak gerekebilir. Ama bugünkü haliyle artık o tamamen TC Devleti’nin kontrolünde
ve inisiyatifinde.
Cemil Bayık |
PKK-Kandil’in
inanmamış olduğu, şehirlerde, kasabalarda yapmış olduğu yığınaklarla,
hazırlamış olduğu bombalı tuzaklarla ortaya çıktı. Aslında belki bu müzakereler
sırasında, yüz yüze görüşmemiş olsalar da, birbirlerini en iyi anlayanlar, TC
tarafında RTE, diğer tarafta da Cemil Bayık’tı. Benzer hayat kurallarını
tanımış olarak geliyorlardı, değil birine arkayı dönmek, tek gözlerini bile
rakiplerinden ayırmazlardı.
HDP’nin oyundaki
hesabı esas olarak uluslararası baskı faktörüne dayanıyordu. 7 Haziran
seçiminin akşamı Bahçeli saçmalamış olmasa, HDP belki farklı hesaplar
yapabilirdi. Ama onun öncesinde, pazarlıklar sırasında elde edebildiği kısmi
kazanımları hem Türkiye toplumu hem de ABD ve AB nezdinde tescil ettirmek,
masadaki elini her gün biraz daha güçlendirmek sevdasındaydı. Galiba bu yolla
başarılı olabileceğine biraz inanıyordu da.
Yani Aslında Kimse İnanmadı (YAE'ciler hariç)
Bence çözüme en çok
inananlar, bizim maruf kullanışlı aptallarımız, yetmez ama evetçilerdi. Aynen
2010 referandumu öncesinde attıkları ¨heyoo, AB’ye giriyoruz, ileri demokrasi
geliyor¨ çığlıkları gibi burada da ¨barış ha geldi, ha geliyor¨ çığlıklarıyla,
kendilerini HDP’ye attılar. Çok da kınamamak lazım. Kimseleri kalmamıştı. Bir
sürü kişi hala zavallıları eleştirip, hatta onlara sayıp sövüp duruyordu. Bir iki örnek dışında
Kürt de tanımıyorlardı (aynen referandum öncesi İslamcı tanımadıkları gibi).
Yani düşünebiliyor musunuz, çözümün iki tarafı hakkında da gerçeklere dayalı
bilgileri yoktu. 7 Haziran sonrasındaki şaşkınlıklarını anlatmayı da sonraki
yazıya bırakıyorum.
Aslında HDP ve
YAE’ciler konusuna devam edeceğim, ama MHP’yi bu araya sıkıştırıp kısaca
geçeyim. Nasıl olsa artık tarihsel bir önemi kalmadı. 7 Haziran akşamı o
şaşırtıcı açıklamayı yapan büyük lider (!), partisini yok olmaya mahkum etti.
PKK’ya karşı amansız bir saldırıya geçen AKP’nin, MHP’nin oylarını devşireceği
ve onu muhtemel bir erken seçimde barajın altına iteceği kesin gibi.
Dolayısıyla MHP, bu işin ikinci en kaybedeni.
Birinci kaybeden ise
tereddütsüz HDP (bizim YAE’cileri aslında buraya katmak bile gereksiz, onlar
doğuştan loser, ama söz verdik, bir sonraki yazıda onlara bir yer olacak).
Yapmış olduğu bir stratejik hata, bu partinin bir daha ağzıyla kuş tutsa
Türkiye partisi olabilmesine izin vermez. Ölmeyi göze alıp, savaşa girişen
PKK-Kandil’e tavır koymaları, kendilerini farklı bir yerde konumlandırmaları
gerekiyordu. Bundan sonra uluslararası desteğe de ancak PKK-Kandil’in müsamaha
gösterdiği kadar erişebilecekler, çünkü bugün artık o desteğin asıl sahipleri
PKK-PYD’dir.
Ön Final (asıl final sonraki yazıda)
Yazı uzadı. Buraya
kadar ağırlıklı olarak kaybedenleri anlatmaya çalıştım. AKP-RTE’nin ve PKK-Kandil’in,
yani kazanmış gözükenlerin, bölgede kanlı bir savaşa girişerek ne kazandıkları,
nasıl kazandıkları konularını bir sonraki yazıda daha derinlemesine analiz etmeye
çalışacağım.
Sevgili arkadaşım
Ümit Kıvanç, Radikal’de 15 Aralık 2015 tarihli ¨Türkler nerede?¨ başlıklı yazısına şu paragrafla başlamış:
¨Hiçbir şey,
memleketin bir bölümünde resmen savaş çıkarılmışken toplumun ¨Türk tarafı¨nda
hüküm süren aldırışsızlığı ve tepkisizliği izah edemez.¨
Büyük ölçüde
katılıyorum, ama yine de ufak bir itiraz payım saklı.
Öncelikle sosyal ya
da sosyolojik meselelerde fikir yürütürken, bu denli kesin ifadelere biraz
ihtiyatla yaklaşıyorum. Ayrıca kimin ne yapması, nasıl yapması gerektiği
konularında yıllarca fikir üretmiş bir hareketin (eski ?) mensupları da olsak,
bir şeyler söyleyebilmemiz gerektiği kanaatindeyim. Sonraki yazıda bu konuda da elimden geleni yapmaya çalışacağım.
Ön Finalin Sorusu
Sanırım, bu konulara
ilgi duyan herkesin uzun zamandır cevaplamakta zorlandığı, çevresine sorduğu,
köşe yazılarında filan da net bir cevap bulamadığı bir soru var. Böyle olduğunu
biliyorum, çünkü köşe yazarları kendileri de bu soruyu yineleyip durdular. Aslında
bu soruyu yazının içinde bir kez daha sormuştum, ama cevabını orada da
vermemiştim. İşte soru:
Ne oldu ve nasıl
oldu da, gerek TC devleti gerekse PKK-Kandil aynı günlerde bütün güçleriyle
birbirlerine saldırdılar?
Cevabı bulma
çalışması bazı analizlerle birlikte bir sonraki yazıda.
Ceterum
censeo Carthaginem esse delendam.
(Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka
yıkılmalıdır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder