10 Ocak 2016 Pazar

İşte gene o yerdeyiz 

(hani zurnanın zırt dediği, ama zurna bu sefer 

bu yerde ne diyeceğini bilemiyor)


Türkiye sol siyasetinin başlangıçtan beri en zorlandığı konu, Kürt Meselesi’dir. Bu, kurusıkı atılmış bir ifade değil. Zor ve kapsamlı bir araştırma, bu ifadeyi doğrulayacaktır. Özellikle 1980 öncesinde yayınlanmış çok sayıda sol siyasi dergi taranabilirse, bunların bir kısmında Kürt Meselesi’nin adeta görmezden gelindiği, birçoğunda, özellikle ilk dönem sayılarında bu konuya hiç yer verilmediği, ileriki sayılarında da çok kısıtlı sayıda ve içerik bakımından da çekingen yazılara yer verildiği görülür.

Bunun birçok nedeni var. Hepsini belirleyip saymak imkânsız. Birkaçını sıralamaya çalışalım. Bence başta gelen neden, devletin amansız baskısıydı. Genel sol, hatta sosyalist konulardan bahsederken, görece daha kısıtlı bir baskıyla karşılaşan bir yayın, araya Kürt Meselesi’ne ilişkin bir yazı koyduğunda, başına gelmeyen kalmıyordu. Çünkü bu mesele, TC Devleti’nin en aşılamaz kırmızı çizgisiydi.

Gene bence ikinci sırada, konunun zorluğu ve karmaşıklığı geliyor. Birçok ülkede etnik unsurlar birbirlerinden neredeyse sanal sınır çizgileriyle ayrılmış bölgelerde yoğunlaşmış durumdalar. Hatta bu durum, bizzat İran’daki, Irak’taki, Suriye’deki Kürtler için de geçerli. Dolayısıyla böyle bir etnik sorun hakkında tesbit yapabilmek, çözüm önerileri sunabilmek görece daha kolay. Ama Türkiye’de durum biraz farklı. Her ne kadar Doğu ve özellikle de Güney Doğu bölgelerinde Kürt nüfus daha yoğun olsa da, ülkenin diğer illerine yayılmış Kürt vatandaş sayısı, ihmal edilebilir düzeyde değil. Bugün İstanbul’da yaşayan üç milyon Kürtten söz ediliyor. İzmir’de benzer bir oran söz konusu. Halbuki ne Tahran’da ne Şam’da ne de Bağdat’ta böyle bir durum var.

Son bir fikir daha belirteyim, üçüncü neden olarak. Bölgedeki eğitim imkânlarının kısıtlılığı, organize olabilecek bir Kürt entelijansiyasının oluşabilmesine uzun süre izin vermedi. Bu da Kürtler arasında kültürel ve siyasal edebiyatın gelişmesini geciktirdi.

Mutlaka daha çok ve farklı nedenler vardır. Yüzyıllara dayalı aşiret yapısı gibi. Bunların bazıları benim saydıklarımdan da önemli olabilirler, ama konuyla doğrudan alakalı olmadığı için bence şimdilik bunlar yeterli.

Gerilla Meselesi (önemli bir algı operasyonu)


Beter bir giriş cümlesi:

Benim görüşüme göre PKK bir gerilla örgütü değil, arada gerilla taktiklerine de başvuran bir terör örgütüdür.
 

Neşe Alten ve babası yanyana yatıyorlar

Bu konuda çok fazla örnek vermek istemiyorum. Lütfen Google’da ¨Neşe Alten¨ ismini girin ve yazılardan birkaçını okuyun, resimlere bakın. ¨Tekil bir örnektir, yerel unsurların yanlış inisiyatif koymasıdır¨ gibi kıvırtmalara başvurmadan, yazıları bir kez daha okuyun. Yapılan infaz, kendilerinin de belirttiği gibi ¨önderliğin¨ talimatıyla gerçekleştirilmiştir. Ve PKK’nın yüzlerce benzer eyleminden biridir.
 

Che Guevara, Fidel Castro ve Camilo Cienfuegos

Bunlara hala gerilla demekte ısrar eden varsa, bu ısrarcıları Fidel Castro, Raul Castro, Ernesto Che Guevara, Camilo Cienfuegos gibi gerillalar adına şiddetle kınarım. Lütfen bir de onların anılarını okuyun. Mesela Nagehan Alçı adlı yaratığın Che’yi katillikle suçlamakta kullandığı bir anı var. Orada Che, yargılanan ve suçlu  bulunan bir gerillanın infazını anlatıyor. O infazla Neşe öğretmenin infazını bir karşılaştırın.

Alberto Bayo

İngilizce orijinali

Bakalım, gerillalıkta suçsuz ya da en azından silahsız adamı vurmak ya da beşer onar kurşun sıkmak var mıymış? Daha iyi bir önerim var. Bu yukarıda saydığım dört kişi ve onların yanındaki seksen üç kişiyi altı ay boyunca gerilla olarak eğiten ve Küba’ya yollayan ¨Kurtuluş Ordusu Başkomutanı¨ Alberto Bayo’yu okuyun. (İnternette kurtuluscephesi.com). Benim yaşıtlarımdan tüm solcu gençler, onun yazdığı, kapağı mermi delikleriyle süslü ¨Gerilla Nedir?¨ kitabını okumuşlardır. O yüzden gerilla ya da gerilla örgütü nedir, biliriz.

Bu Konuda Yazmak Neden Sorunlu


Bu konularda yazı yazmaya çekinen kişileri anlayışla karşılıyorum. İşte zaten ben de bir noktada tıkandım. Çünkü bu yazımı eleştirmeye kalkışacak herkes, mutlaka en kolay yolu tercih edecek ve beni beyaz Türk olmaktan, TC taraftarlığına, oradan da faşistliğe kadar uzanan bir yelpazede damgalayacaktır. Bunu biliyorum, çünkü aynı macerayı 2010 referandumunda yaşadım. Çok dil döktüm, ama kime ayıp olacağından ya da kimin kızacağından korktular bilemem, bizim kullanışlı aptallar, anlamayı reddettiler. ¨Hayır¨ demek, 12 Eylül Anayasası’nı onaylamak değildi, ama ¨Yetmez ama evet¨ demek, AKP’yi ve bizim o zamandan oldukça net görebildiğimiz bugünü onaylamak demekti.

Şimdi de o kadronun neredeyse tümü Kürt oluverdi. Etnik olarak değil tabii, ama çoğu Kürtten Kürt. Aslında bunlar arasından düzgün düşünebilen, ahlaklı olanlarını ¨Neşe Alten öğretmen¨ örneğinden daha çok zorlayacak bir sorum var. Hadi soralım.

7 Haziran seçimlerinin hemen ardından ne oldu da, TC ile PKK sert bir savaşa girişti? Dandik olduğu belli olan iki polis cinayetini PKK neden üstlendi? Haa, zavallılar unutuldu bile. O günlerde yanlış kaza ihbarına çağırılıp pusuya düşürülen trafik polisleri de var. Güya o da PKK’nın işi. Altı buçuk milyon oy ve seksen milletvekilliği almış bir siyasi partin var, ülkenin tamamından oy almışsın. Ankara’dan bile milletvekili çıkarmışsın. Seni terör örgütü olarak gören, buna rağmen bir umutla senin siyasal partine oy veren insanlar var. Neden ortalığı toz dumana katıyorsun? Haydi, yeni Kürtler! Yardımcı olun Kandil’deki arkadaşlarınıza. Ama sakın önce TC devleti başlattı demeyin. Ayıptır. Nasıl başladığını bir sonraki yazıda anlatacağım. Hadi siz yukardaki soruya bir cevap veriverin. Aslında acele etmeyin, bu soruyu bir kez daha soracağım.

Ben Kürt değilim, Kürt gibi düşünmeyi de beceremem. Ama dışarıdan birisi olarak da bu konuda cevap yerine geçebilecek fikirlerim var. Ne yazık ki, hiçbiri olumlu değil.

Önce Kriminoloji Biliminin Temel Sorusu:

Kime yaradı?

Bu işin ABD, AB ya da Rusya gibi uluslararası aktörlerini bu değerlendirmenin dışında tutuyorum. Peki, yine soruyorum, kime yaradı?

Birinci derecede AKP’ye ve esas olarak RTE’ye.

İkinci derecede PKK’ya, daha doğrusu Kandil’e.

Peki, kim kaybetti?

Birinci derecede HDP, Apo ve bizim çakma Kürtler (hani bizim eski kullanışlılar).

İkinci derecede MHP.

Bu önermeleri ileride incelemek üzere şimdilik bir kenara koyalım. Bu incelemeyi layıkıyla yapabilmek için önce sorunların anasına, çözüm süreci sorununa biraz yakından bakmak gerekiyor.

Çözüm (?) Süreci (algı operasyonlarının anası)

Bu konunun da temel sorusu:

Çözüm’e inandınız mı?

ve benim cevabım:

Hayır, bir an bile inanmadım.

Siz bakmayın, aslında çözümün tarafları da başlangıçta inanmadılar. Herkes kendi hesabını, kendi oyununu kurdu. Müzakerelere katılan AKP tarafı, kendisine tanımlanmış sınırlar içinde verilen görevleri aşama aşama yerine getiriyordu. Hiç birinin asla bir inisiyatif kullanma yetkisi yoktu. Zaten sonuçta bu olayın nereye evrileceğine ilişkin bir fikirleri de yoktu. Hatta şunu iddia edebilirim ki, önce İçişleri Bakanı sonra da Başbakan Yardımcısı olarak yıllarca bu konunun baş sorumlusu olan Beşir Atalay’ın bile bir fikri yoktu. İnisiyatifler kullanmaya çalıştı, uzun adam tarafından refüze edildi. Nitekim hem isim hem de kişi olarak o kadar yıprandı ki, 2014’ten sonra bu görevi devam ettiremedi. Görevi devrederken neredeyse ağlayacaktı.

Asıl inanmayan taraf, HDP ve PKK-Kandil’di. Apo’nun durumu biraz farklıydı. O adeta inanmak zorundaydı. Kendi gücünü çok önemsiyor, bulunduğu yerden kendince bazen AKP’yi kurtarıyor, darbeleri engelliyor, bazen de gerçekten bir telefonla çatışmaları sonlandırabiliyordu.

Apo'nun bundan sonra işi daha zor

Apo üzerinde fazla durmak gereksiz. Artık o kadar sıkı izole edilmiş durumda ki, bir değişiklik yaratabilmek için yapabileceği tek şey, ölmek. O takdirde hesapları yeniden kurmak gerekebilir. Ama bugünkü haliyle artık o tamamen TC Devleti’nin kontrolünde ve inisiyatifinde.

Cemil Bayık

PKK-Kandil’in inanmamış olduğu, şehirlerde, kasabalarda yapmış olduğu yığınaklarla, hazırlamış olduğu bombalı tuzaklarla ortaya çıktı. Aslında belki bu müzakereler sırasında, yüz yüze görüşmemiş olsalar da, birbirlerini en iyi anlayanlar, TC tarafında RTE, diğer tarafta da Cemil Bayık’tı. Benzer hayat kurallarını tanımış olarak geliyorlardı, değil birine arkayı dönmek, tek gözlerini bile rakiplerinden ayırmazlardı.

HDP’nin oyundaki hesabı esas olarak uluslararası baskı faktörüne dayanıyordu. 7 Haziran seçiminin akşamı Bahçeli saçmalamış olmasa, HDP belki farklı hesaplar yapabilirdi. Ama onun öncesinde, pazarlıklar sırasında elde edebildiği kısmi kazanımları hem Türkiye toplumu hem de ABD ve AB nezdinde tescil ettirmek, masadaki elini her gün biraz daha güçlendirmek sevdasındaydı. Galiba bu yolla başarılı olabileceğine biraz inanıyordu da.
 

Kendi yoldaşlarından büyük kazık yedi

Yani Aslında Kimse İnanmadı (YAE'ciler hariç)

Bence çözüme en çok inananlar, bizim maruf kullanışlı aptallarımız, yetmez ama evetçilerdi. Aynen 2010 referandumu öncesinde attıkları ¨heyoo, AB’ye giriyoruz, ileri demokrasi geliyor¨ çığlıkları gibi burada da ¨barış ha geldi, ha geliyor¨ çığlıklarıyla, kendilerini HDP’ye attılar. Çok da kınamamak lazım. Kimseleri kalmamıştı. Bir sürü kişi hala zavallıları eleştirip, hatta onlara sayıp sövüp duruyordu. Bir iki örnek dışında Kürt de tanımıyorlardı (aynen referandum öncesi İslamcı tanımadıkları gibi). Yani düşünebiliyor musunuz, çözümün iki tarafı hakkında da gerçeklere dayalı bilgileri yoktu. 7 Haziran sonrasındaki şaşkınlıklarını anlatmayı da sonraki yazıya bırakıyorum.

Aslında HDP ve YAE’ciler konusuna devam edeceğim, ama MHP’yi bu araya sıkıştırıp kısaca geçeyim. Nasıl olsa artık tarihsel bir önemi kalmadı. 7 Haziran akşamı o şaşırtıcı açıklamayı yapan büyük lider (!), partisini yok olmaya mahkum etti. PKK’ya karşı amansız bir saldırıya geçen AKP’nin, MHP’nin oylarını devşireceği ve onu muhtemel bir erken seçimde barajın altına iteceği kesin gibi. Dolayısıyla MHP, bu işin ikinci en kaybedeni.

Birinci kaybeden ise tereddütsüz HDP (bizim YAE’cileri aslında buraya katmak bile gereksiz, onlar doğuştan loser, ama söz verdik, bir sonraki yazıda onlara bir yer olacak). Yapmış olduğu bir stratejik hata, bu partinin bir daha ağzıyla kuş tutsa Türkiye partisi olabilmesine izin vermez. Ölmeyi göze alıp, savaşa girişen PKK-Kandil’e tavır koymaları, kendilerini farklı bir yerde konumlandırmaları gerekiyordu. Bundan sonra uluslararası desteğe de ancak PKK-Kandil’in müsamaha gösterdiği kadar erişebilecekler, çünkü bugün artık o desteğin asıl sahipleri PKK-PYD’dir.

Ön Final (asıl final sonraki yazıda)


Yazı uzadı. Buraya kadar ağırlıklı olarak kaybedenleri anlatmaya çalıştım. AKP-RTE’nin ve PKK-Kandil’in, yani kazanmış gözükenlerin, bölgede kanlı bir savaşa girişerek ne kazandıkları, nasıl kazandıkları konularını bir sonraki yazıda daha derinlemesine analiz etmeye çalışacağım.

Sevgili arkadaşım Ümit Kıvanç, Radikal’de 15 Aralık 2015 tarihli ¨Türkler nerede?¨  başlıklı yazısına şu paragrafla başlamış:

¨Hiçbir şey, memleketin bir bölümünde resmen savaş çıkarılmışken toplumun ¨Türk tarafı¨nda hüküm süren aldırışsızlığı ve tepkisizliği izah edemez.¨ 

Büyük ölçüde katılıyorum, ama yine de ufak bir itiraz payım saklı.

Öncelikle sosyal ya da sosyolojik meselelerde fikir yürütürken, bu denli kesin ifadelere biraz ihtiyatla yaklaşıyorum. Ayrıca kimin ne yapması, nasıl yapması gerektiği konularında yıllarca fikir üretmiş bir hareketin (eski ?) mensupları da olsak, bir şeyler söyleyebilmemiz gerektiği kanaatindeyim. Sonraki yazıda bu konuda da elimden geleni yapmaya çalışacağım.

Ön Finalin Sorusu


Sanırım, bu konulara ilgi duyan herkesin uzun zamandır cevaplamakta zorlandığı, çevresine sorduğu, köşe yazılarında filan da net bir cevap bulamadığı bir soru var. Böyle olduğunu biliyorum, çünkü köşe yazarları kendileri de bu soruyu yineleyip durdular. Aslında bu soruyu yazının içinde bir kez daha sormuştum, ama cevabını orada da vermemiştim. İşte soru:

Ne oldu ve nasıl oldu da, gerek TC devleti gerekse PKK-Kandil aynı günlerde bütün güçleriyle birbirlerine saldırdılar?

Cevabı bulma çalışması bazı analizlerle birlikte bir sonraki yazıda.

Ceterum censeo Carthaginem esse delendam. 

(Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder