17 Nisan 2016 Pazar

Merhaba,


Bloğumdaki son yazının tarihi, 29 Şubat 2016. Yani bir buçuk aydan fazla bir süre ara vermişim yazılara. Aslında bir sürü yarım yamalak yazı yazdım bu arada, ama bloğa koymaya içim elvermedi. Gündemin değişme hızı beni aşıyor. Ben de, huyum kurusun, kapsamlı yazmaya çalışıyorum, olmuyor.

Bu arada sağlıktı, kriminaliteydi (bu güzel hikaye, ama henüz sonuçlanmadı, şimdi anlatamam) gibi  sorunlarla da uğraştık ailecek ve blog ihmal edilmiş oldu. Neyse telafi etmeye çalışacağım.

Önce Kısa Kısa Tavırlar


Güncel ve (yakın) güncel olaylar üzerine bu yazıda derinlemesine açıklamalar yapmayacağım. Hatta becerebilirsem konuları birkaç cümleyle geçmeye, sadece benim o konudaki tavrımın özetini vermeye çalışacağım. Zamanlama izin verecek olursa, bu konular hakkında yazılar ¨pek yakında¨.

Güneydoğu’daki Kıyam (!)


Aslında göründüğünden çok daha derin (ve gizil) faktörler içeriyor bana kalırsa. Belki işin aslını çok sonra öğreneceğiz. Şu andaki aktörlerin, neyi niçin yaptıklarını açıklamak, yalnızca benim için değil, onlar için de zor. Ama onların (özellikle de PKK’nın) yerinde olmayı hiç istemem, çünkü sanki ben daha kolay açıklayabilirmişim gibi geliyor.

Karaman Rezaleti


Aslında göründüğünden çok daha derin (ve yaygın) faktörler içeriyor bana kalırsa. (Nasıl ama cümle tekrarı?) Her gün gazetelerde hayvanla cinsel ilişki (doğrusu hayvan tecavüzü tabii, ilişki iki yanlı olur) haberlerine rastladığımız, istatistiklere göre ensest konusunda dünya klasmanında ön sıralara giren bir ülkede, bu kadar kolaylaştırılmış, adeta sunulmuş bir imkandan sadece o herif mi yararlanıyor sizce?

Biliyorum, bu konu mavraya müsait değil, ama en iyi anlatacak hikayeyi (aslında fabl diyelim) de anlatmadan geçemeyeceğim. Tilkiyi çağırmışlar. Demişler ki: ¨Tilki kardeş, bu tavuk çiftliğinin yöneticiliğini sana vermek istiyoruz, ne dersin? Kabul mü?¨ Tilki bir müddet cevap verememiş, sonra konuşmuş: ¨Tabii kabul ederim, ama kusura bakmayın, gülmekten cevap veremedim.¨

Soru şu: ¨Sayısının on binlere vardığı ifade edilen bu kaçak evlerde istatistiksel olarak kaç sapık daha görev yapıyor olabilir?¨
Başka sorum yok.

Dokunulmazlıklar


Genellikle ağzı bozuk bir adam olarak tanındığımdan, bloğa başladığımda kendime bir söz verdim. Blokta küfür kullanmayacaktım. Bugüne kadar da bu sözümü olabildiğince tuttum. O nedenle Kılıçdaroğlu’nun dokunulmazlık konusundaki tavır açıklamasını duyduğum anda, ağzımdan gayrıihtiyari çıkan sözleri buraya yazmayacağım. Ama şunu itiraf etmeliyim, o sözümü tutmak giderek zorlaşıyor.

MHP’deki Mücadele


Üzerine şu anda en az yazmak istediğim konu bu. Çünkü sonuçları itibarıyla parti içinde neyi ne kadar değiştirecek olursa olsun, asıl etkisi RTE, AKP ve Davudoğlu üzerinde olacak. Başkanlık için gözü dönmüş bir adamın, bu meseleyi zamana yayalım noktasına gelmesinin bence en önemli nedeni, MHP’deki belirsizlik. Göreceğiz.

Güncel Tavır Açıklamalarının Sonu


Kişisel Meselem: Kıskançlık


Bu kadar zaman sonra artık şüphem kalmadı ki, benim blog, hele periyodik yazan bir köşe yazarı olabilmem için, bu ülke yerine İsveç, Norveç, Danimarka benzeri bir ülkede yaşıyor olmam lazım. Haftada bir, on günde bir dişe değecek nitelikte bir olay olacak, ben de onun üzerine sindire sindire yazabileceğim. Burada hem hayat çok hızlı, her gün en az iki sağlam gündem maddesi çıkıyor. Hem de bunlar beni öyle sinirlendirecek şeyler oluyor ki, yazmak kesmiyor.

Bu girişten sonra gelelim kıskançlık meselesine.

Hayatımdaki en büyük eksikliklerden biri olarak kıskançlığı sayarım. Olumsuz, haset fesat anlamında değil ama. Yani birini bir şey yaparken gördüğünde daha iyisini yapmak istersin ya. Öyle bir kıskançlık, ne bileyim biraz hırs. Bende olamadı.

Ama bu yazı işine bulaştıktan sonra, işler biraz değişti. Kalkıp her gün yazıyor, çok ekonomik yazıyor diye Bekir Coşkun’u kıskanıp hırs yapacak halim yok. Ama mesela eski dostum Ümit. Bir sürü araştırma belgesel filan yapıyor, yabancı basını takip ediyor, hemen her gün bloğuna bir yazı koyuyor. Üstüne üstlük bir de dışarıya yazı veriyor. Tamam, deli çalışkan bir adamdır, ayrıca bu onun mesleği, geçim kaynağı, hadi kıskanmayayım, hırs yapmayayım.

Mesela Osman (Balcıgil). Adam utanmasa haftada bir roman yazacak. Hem de tarihsel altyapı bakımından son derece dolu romanlar. Yani dünya kadar araştırma yaparak yazıyor. Hepsi de birbirinden akıcı, roman keyfinin yanı sıra bilgi veren romanlar.

Ama sadece bu ikisi değil ki. Bir başka eski dostum Turan Akıncı da beni deli ediyor. O da Ümit ve benim gibi İstanbul Erkek Lisesi’nde okudu.

Burada bir açıklama yapmam lazım. Almanca dili, özellikle yazılı edebiyatta sona eklenebilen ek cümleler nedeniyle upuzun cümleler kurmaya olanak verir. Bunu sanki bir marifetmiş gibi yaparlar. Rivayet odur ki, İsviçreli ünlü tiyatro ve polisiye yazarı Friedrich Dürrenmatt, iddia üzerine sadece bir adet nokta işareti kullandığı bir uzun hikaye (ya da roman) yazmıştır. Nokta, metni oluşturan cümlenin en sonundaymış.

Benim asla, Ümit’in ise kısmen kurtulamadığı bu ek parçalı uzun cümleler merakı, Turan Akıncı’nın yanından bile geçmemiş. Adam üç, dört kelimelik cümlelerle, şiir gibi dizayn ettiği yazıları her gün Facebook’a koyabiliyor. İşin ilginç tarafı, ne Ümit gibi gazetecilik, ne de benim gibi redaktörlük geçmişi var. Adam mimar, tekstil işi yapmış, kendini emekliye ayırmış, bir yandan da Osmanlı mimarisiyle ilgili internet siteleri yapıyor.

Gel de kıskanma, hırs yapma.

Bu Kıskanma Konusu Nereden Çıktı?


Çok basit. Yeni ve farklı bir kıskanma krizinden. Hani o meşhur romana başlangıç cümlesi var ya: ¨Bir kitap okudum, hayatım değişti¨ diye. Ben de bir yazı okudum ve o kıskançlık canavarı içimden fırlayıverdi.

Bildiğiniz ve bazılarınızın artık bıktığınız gibi bloğun ilk günlerinden beri ağırlıkla bir konu üzerine yazıyorum: ¨Yetmez, ama evet¨. Sayfalarca yazdım. Benim sayfalar önemli değil, bu konuda kitap yazan bile oldu. Hem de birçok baskı yaptılar. Bu konuda adeta suya yazdık. Ne dürüstçe, mertçe bir cevap, ne bir özeleştiri, ne bir özür. Neyse bu onların sütüne havale bir durum.

Bana sorarsanız, ben sizin bıkmanızı pek de göz önünde bulundurmadan, çok kolay unutan bu millete unutturmamak, her uygun durumda tarihe bir kez daha not düşmüş olmak gibi saiklerle bu konuda yazmaya devam edeceğim.

Tamam, tamam, kızmayın. Her yazımda değil tabii ki. Arada sırada, gerektikçe. Gerekecektir de. Çünkü hiç merak etmeyin, sanki örgütlü bir güç değilmiş gibi görünen o ¨bireyler¨ topluluğu, YAE’de gösterdikleri hatalı tavrı (bakın ne kadar kibarca yazıyorum) diğer bir dolu siyasi konuda da göstereceklerdir, hiç kuşkunuz olmasın.

Ne olursa olsun bu işi kalemimin, hadi biraz da abartalım, kanımın son damlasına kadar sürdüreceğim.

Neden böyle abartılı bir ifade kullanıyorum? O ¨hatalı¨ tavrın her yeni güne etkisi katlanarak sürüyor da ondan. Yaklaşmakta olan cehennemin yoluna döşemiş oldukları taşlar, giderek belirginleşiyor da ondan. (Taş demişken, iyi niyet taşlarını kastettiğim zannedilmesin, çoğu kötü niyetliydi).

Gelelim Kıskançlığın Kaynağına


Bizim tasavvuf ve edebiyat geçmişimizle ilgili olarak hayali bir sohbet anlatılır. Hayali olmasının nedeni, olayın kahramanlarının farklı zaman dilimlerinde yaşamış olmalarıdır. Rivayet odur ki, Yunus Emre Mevlana’nın (25 700 beyitten oluşan) Mesnevi adlı eserini incelemiş ve şöyle demiştir: ¨Bu kadar uzun yazmaya ne gerek vardı, bu fikir şöyle de ifade edilebilirdi¨:

¨Ete kemiğe büründüm, Yunus deyu göründüm¨.

İşte Diken Dergisi’nde Murat Sevinç de bunu yapmış. Derginin 7 Nisan 2016 tarihli sayısında ¨İnsan ve toplum, kendi eder kendi bulur...¨ başlıklı bir yazısı var. Biraz araştırdım. Ankara Üniversitesi SBF’nin sevilen hocalarındanmış. Benden on altı yaş küçük, ama yazma yeteneği benden çok büyük. Helal olsun.

Sayfalar boyu YAE yazdım dedim ya, Murat kardeşim o işi üç tane A4’te halletmiş, hem de eksiksiz. Bence bu yazısını YAE’cilerin başuçlarına koyup satır satır okumaları ve her cümleye bir cevapları varsa anında vermeleri gerekir. Ben bu faaliyeti potansiyel bir arınma, bir tedavi olarak görüyorum.

Mutlaka çoğunuz Murat sevinç’in yazısını Diken’de okumuşsunuzdur. Ben hem okumamış olanlar için hem de Facebook’taki gibi kaybolup gitmesin diye bu yazının ardından bloğa koyuyorum. İhtiyaç duyan YAE’ciler de bloğumdan bakabilirler.

Çok önemli not:



Ben bu yazıyı planlar ve yazarken, nurtopu gibi bir çocuğumuz oldu. 11 ve 12 Nisan günlerinde T24’de Hazal Özvarış’ın Cengiz Çandar’la uzun bir röportajı iki bölüm halinde yayınlandı. Eh, bunun üzerine bir iki bir şey yazmak farz oldu tabii. Cengiz ağabeyim ve şürekasını boş geçecek halimiz yok herhalde.


Ceterum censeo Carthaginem esse delendam. 

(Bana soracak olursanız, Kartaca mutlaka yıkılmalıdır.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder